Neil Faulkner’in Marksist Dünya Tarihi Neandertallerden Neoliberallere kitabını elime aldığımda ilk düşündüğüm şey, böyle bir kitapta, Marx’ın insanlığın en ileri evresinde “tek bilim” olarak kalacağını söylediği tarih ve bugüne kadar birçok Marksist’in çokça eser verdiği dünya tarihi üzerine yeni ne söylenebileceği oldu.
Tarih okuyan herkes gibi, ben de tematik çerçeveleri, yoğunlaştıkları sorunsallar, odaklandıkları toplumsal süreçler farklı olan çalışmaların aynı tarih dönemlerini de anlatsalar nüanslar ve yenilikler taşıyabileceğini biliyorum. Biliyorum; ama Faulkner’in kitabını okumaya başladıktan sonra, bu çalışmanın dünya tarihinin, birçok Marksist tarafından yeterince ilgi görmeyen kimi yönlerine ışık tuttuğunu, daha önemlisi bu yönler arasındaki bağlantıları iyi kurarak tarihe bakışı zenginleştirdiğini fark ettim.
Bence bu zenginliğin üç önemli nedeni, ya da kaynağı var. Birincisi, Faulkner, yalnız tarihçi değil, aynı zamanda arkeolog; ayrıca antropoloji üzerine de ilgi ve bilgi sahibi bir bilimci. Dünya tarihi çalışmasına bu disiplinlerin bilgi ve yöntemsel üstünlüklerini emdirmiş. İkincisi, Marksist üretici güçler-üretim ilişkileri kavramlarıyla arkeoloji-antropoloji bilgisini harmanlamak ufuk genişliği getirmiş. Bu harmanlama üzerinden, en eski zamanlardan günümüze tarihin evrimci ve devrimci dönemleri ayrımına ilişkin bir teori inşa etmiş. Ve üçüncüsü, Faulkner, savaş ve militarizm tarihini iyi incelemiş, iyi biliyor. Bilinen insanlık tarihi, kısa dönemler dışında bir savaşlar, silahlı/askeri çarpışmalar tarihidir. Faulkner’in kitabı, savaşan güçlerin ekonomik, teknolojik ve sosyolojik koşullarıyla tarihsel gelişme arasındaki ilişkiyi başarılı biçimde kurmuş.
Irklar, uluslar ve coğrafya
Faulkner, kitabının ilk bölümlerinde kimi genel tezler formüle ediyor; sonraki bölümlerde ise bu tezleri tarih bilgisiyle çarpıcı biçimde kanıtlama işine girişiyor. Bence, kitabın özgünlüğü ve değeri de buradan geliyor. Yaşanmış pratiğin bilgisini, teorik bir bakışla imbikten geçirmek, yalnız geçmişi değil bugünü anlamaya da kılavuzluk ediyor.
Söylemek istediklerimin daha iyi anlaşılması için en iyisi bu tezlerden örnekler sunmak.
Faulkner, mülkiyetin kişisel ve kolektif biçimleri olabileceğini ama asla genelleşemeyeceğini söylüyor. Şöyle: “Mülkiyet, kıt kaynaklar üzerindeki ayrıcalıklı, önsel a priory bir haktır. Zenginliği belirli bireyler, aileler, toprak sahipleri, tapınaklar, kabileler ya da şehir devletleri arasında pay eder. Mülkiyet özel veya kolektif [ortaklaşa] olabilir ama asla genel olamaz.”(s.42)
Uygarlıkların doğuşunu ve yayılmasını incelerken, farklı insan toplulukları arasındaki ilerleme farklarının farklı coğrafyalardaki insanların ırksal/biyolojik özelliklerinden kaynaklanmadığını yazıyor. “Diğerlerine öncülük edecek ‘üstün ırklar’ ve ‘uluslar’ yoktur. Tarihsel farklılıkları belirleyen, kültür ve koşullardır, biyoloji değildir.” (s.43) “Arkeoloji, farklı bir gerçeği ortaya çıkarmıştır: Uygarlık, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde bağımsız olarak gelişti.”(s.44) Faulkner bu tezini kanıtlayan son derece zengin veri ve bilgi aktarıyor. Bu bilgiler, kitabın gövdesine yayılmış durumda. Böylece, okuyucu uygarlıklar tarihinin kronolojik çizgisini, tüm bu süreçlerin dokusuna nüfuz eden genel yasallıkları fark ederek izliyor.
Üçüncü bir örnek. Faulkner, son derece özlü biçimde, dünya ve uygarlıklar tarihinin ilerleyişinde coğrafyanın kısıtlar ve fırsatlar sunarak önemli bir rol oynadığını yazıyor ve devam ediyor: “İşte bir örnek: Afrika ile karşılaştırıldığında Avrasya coğrafyası insanların, kaynakların, aletlerin ve fikirlerin yayılmasına daha uygundu. Ama merkezileşmiş devletin kuvveti, bu büyük toprak parçasının sınırındaki Ortaçağ Çin’inde bağımsız bir şehir burjuvazisinin gelişmesini engellerken, Avrupa feodal devletinin zayıflığı batı tarafında tam tersine bu burjuvazinin gelişmesine izin verdi. Bu kapitalizmin neden ilk önce Avrupa’da ortaya çıktığı sorusuna verilecek yanıtın en önemli parçasıdır.”(s.115)
Tarih nasıl işler?
Faulkner, tarihin üç motor üzerinden işlediğini yazıyor. Birincisi, “teknik”tir; tekniğin gelişmesidir. Bunu, “ilerlemeyi, doğanın daha iyi denetlenmesini mümkün kılan, emek üretkenliğini artıran ve insan ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılabilecek ekonomik kaynakları çoğaltan bilgi birikimi olarak” tanımlıyor. (s.48) İkinci motor, artığın kontrolü için rakip yönetici sınıflar arasındaki mücadeledir. Üçüncüsü ise artığın büyüklüğü ve paylaşılması konusunda sınıflar arasındaki mücadeledir. Tarihsel süreci, bu üç motorun etkileşimi yönlendirmektedir. (s.114)
Faulkner, bir de “tarihin çevrimleri”nden ve “okları”ndan söz ediyor. Bununla ilgili paragrafı da aktaralım: “Tarih, çevrimlerden ve oklardan meydana gelir. Tarihin çevrimleri doğayı, yaşam döngüsünü, büyümeyi, ölümü ve yeni bir yaşamı yansıtır…Öte yandan tarihin okları, yeniliğin doğrusal ilerlemesi, evrim ve kimi zaman da devrim demektir, toplumsal dünyamız bunlar sayesinde belli aralıklarla dönüşüme uğrar. Tarih her ikisinden meydana gelir. Doğa, toplum ve insanlık her zaman kendini yeniden üretmelidir; bunun tek alternatifi yok olmaktır. Yaptıklarımızın çoğu, ister istemez tekrarlanan ve tahmin edilebilir şeylerdir. Ama tarih asla kendini tümüyle tekrar etmez. Her tarihsel konjonktür biriciktir…bir konjonktürden diğerine çok önemli derece farkları vardır. Tarihin çevrimi baskın olduğu zaman değişim niteliksel ve sınırlıdır. Ok baskın olduğundaysa niceliksel ve dönüştürücüdür.”(s.114)
Dinin uygarlıklardaki etkisi ve İslam
Faulkner, dinlerin doğuşunu anlatırken ilginç bir saptama yapıyor: “Kargaşa, düşünsel açıdan verimli bir ortamdır. Büyük dinlerin her birini ortaya çıkaran şey kargaşaydı. Musevilik, MÖ 6. yüzyılda Filistin’de kendine bir yer bulmaya çalışan yönetici sınıfın mücadelesinde şekillenmişti. Hristiyanlığın kökenleri, MS 1. Yüzyılda Roma İmparatorluğu yönetimi altında ezilenlerin çektikleri acılarda yatar. İslam, aynı gövdeden filizlenen üçüncü daldı. ”(s.90)
İslam’ın doğuş ve gelişmesini de bir paragrafta şöyle özetliyor: “Evrensellikleri üç dinin de ortak noktasıydı. İslam hem kabile kurallarını, hem de sınıfsal farklılıkları delip geçiyordu. Rakip kabilelerin birbiriyle rekabet eden çok sayıda tanrısı yerine artık tek bir ulu ilah vardı. Klan sadakatinin ve kan bağının hüküm sürdüğü bir yerde artık evrensel davranış kuralları vardı. Ezilenlere (kadınlar, köleler, yoksullar, marjinal kesimler) yapılanların görmezden gelinmesi yerine şefkat, hayırseverlik ve koruma artık ahlaki buyruk olmuştu. Müslümanlar resmi eşitliği, evrensel hakları ve tek yasa külliyatını temel alan bir topluluk (ümmet) kurmuşlardı. İslam, parçalanmış bir dünyada düzen yaratma girişimiydi.”(s.91)
Dış savaş-iç savaş
Lenin’in Emperyalizm kitabından bir finans kıralının, “İç savaşı önlemek için emperyalist olacaksın!” dediğini biliyoruz. Faulkner ise, aynı şeyi din savaşları, Haçlı Seferleri için söylüyor. ”Kilise, Batı Avrupa genelindeki mülkleriyle büyük bir feodal şirketti. Laik feodal prenslerle, iktidar ve servet rekabetine girmişti. 1095’te dizginlerinden boşalan dini vecd ve ibadet dalgası gibi Kilise’nin itibarını artıran her şey bir avantajdı. Yine diğer feodal hükümdarlar gibi piskoposlar da, şiddeti yurt dışına yönelterek içeride huzuru korumaya hevesliydiler.”(121)
Bu not ve aktarmalar, okuyucuya kitabın tadı hakkında bir fikir vermiştir.
Kitap 14 bölümden oluşuyor. İlk sınıflı toplumlar, Antikçağ imparatorlukları, Ortaçağ dünyası, Avrupa feodalitesi, İlk burjuva devrimler dalgası, sanayi kapitalizminin yükselişi, emperyalizm ve savaş, 1917 ile başlayan devrimci dalga kitabın önemli bölüm başlıkları. Bu başlıklar altında da, “Yunan Demokratik Devrimi’nden, “21.Yüzyılda Devrim mi?” ye kadar dünya tarihinde yer alan uygarlıklar, dinler, etnisiteler, devrimler ve sınıf mücadeleleri inceleniyor.
Marksist Dünya Tarihi, özellikle de geçmişin ışıklarıyla bugünü daha iyi anlamak isteyen genç okurlar için son derece işlevli bir başvuru kitabı.
MARKSİST DÜNYA TARİHİ NEANDERTALLERDEN NEOLİBERALLERE, Neil Faulkner, Çeviren: Tuncel Öncel, Yordam Kitap, İstanbul, Haziran 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder