Hammurabi’den Eskidir Yalnızlık (Yalçın HAFÇI)

Onur Caymaz’ın yeni öykü kitabı, Herkes Yalnız’ı biraz önce bitirdim. Okumanın motoru alınan hazdır. Kitabındaki en sarsıcı öyküsünde “Benden geçmeyen sana işlemez ki” dememiş boşuna. Açıkçası “öykü çarpması” diye adlandırdığım bilinç dalgalanmalarına uğradım. Oysa eleştirmek için elime aldığım her kitapla arama bir mesafe koyarım. Buna rağmen anlatıdaki sesle özdeşleşmeme engel olamadım. Öykülerdeki kahramanlarla özdeşleşme demiyorum özellikle. Çünkü onun tek kahramanı var, o da damıtılmış bir edebiyat. Hayatı edebiyata, edebiyatı da hayata çeviren ve her çevirmen gibi iki dili de çok iyi bilen bir yazar. Dahası anlatımıyla kendine has bir üslubu yeşertmeyi başarmış, samimi ve içten sesiyle de okurken tanışmak, arkadaş olmak isteyeceğiniz kadar insana yakın bir ses. Caymaz’ın kitaplarında eski öykülerin sıcaklığını da, yeni öykülerin şaşırtıcı yaratıcılığını da bulup kendimizden ötesine ulaşırız. Sözcüklerle dokunaklı bir yavaşlığa uygun bir biçimde dikkat, şefkat ve merhametle de tanışırız.

Rengarenk Çokgenler
Caymaz, eserlerinde yalnızları, kaybedenleri, kıyıya itilenleri, dışlandıkça içlenenleri ve âşıkları konu edinir çoğunlukla. Ama arabeske, abartıya, melodrama düşmeden. O, ezik ruhların söndürülmemiş közüyle lirik bir sorgulama yapar. Zira kazananlar değil, yenilenler düşünüp sorgular hayatı ve dünyayı. Mutsuzların anlatacağı çok şey vardır. Bilir ki en değerli hazineler harabelerin altında gizlidir. Ama bunalıma sığınan aydın tiplemesinden çok uzaktadır. Öyküleri doğrudan politik konulara nadiren değinir ama öyküsünü politik olarak kurar.

Her  yazarın dünyaya baktığı ve herkesten farklı görmesini sağlayan bir araç vardır. Dereceli bir gözlük, dürbün ya da bir büyüteç olabilir bu. Ben, Caymaz’ın daha çok kaleydeskop kullandığını düşünüyorum. Kaleydeskoptan bakınca biçim değiştiren rengarenk çokgenlerin binlerce parçaya ayrılıp tekrar tekrar birleştiği görsel bir şölen görünür. Böylece zaman ve anlatı da binbir parçaya bölünür. Bazen de büyüteç kullanır ve detaylara yoğunlaştırır bizi. Zira öykü ayrıntıları kullanma sanatıdır. Ama esasla bütünleşen detaylardır bunlar. Sözgelimi bir elin titreyişinden ürkekçe açılan bir kapıya, bir susuştan apayrı öyküler arasında bağlantı kuran bir fotoğrafa kadar. Caymaz, anlatısını zihnimizde açtığı görünmez parantezlerle örerek pekçok kılcal damardan beslenmesine karşın öykü hiç dağılmaz içimizde. Çünkü öykünün ön koşullarından birinin kurmaca gerçekliğinin sağlamca çatmak olduğunun farkında olarak okuru meselenin kalbine çeken bir atmosfer yaratır. Bu yanıyla odak noktasının belirsizleştiği, hatta yok edildiği günümüzün postmodern anlatılarından farklıdır.

Yalnızlığın Dili Edebiyat
Yalnızlardan, her türlü yalnızlıklardan bahsediliyor bu kitapta. Herkes kendinden bir parça bulabilir. Zira kime sorsak yalnızlıktan dem vurabilir. “Hammurabi’den daha eskidir yalnızlık.” Meseleye varoluşsal açıdan bakarsak “Yalnızlık, insan duygusunun en derinindeki gerçeğidir” der Octavio Paz. Bir anlamda ise kendimizi bilmek ve aynı zamanda kendimizden kaçıp kurtulma arzusudur. Toplumsal anlamda ise insanın yalnızlığı, kapitalizmin gelişmeye başladığı 18. yy.’den bu yana gündemde. Baudelaire bu olguyu, kalabalık içinde olmasına karşın orada bir yer bulamayanın çaresizliği ve en önemlisi dilsizliği olarak tanımlar. Elbette, dilsizlerin dili de edebiyat olacaktır.

Çok uzun ve çok kısa tutulmuş on altı öykü var kitapta. Diğer öykülere haksızlık etmek istemem ama kitaba da adını veren Herkes Yalnız’ı assolistler gibi en son çıkarmış sahneye yazar. İki devrimci genç, örgüt evi baskınında vurularak öldürülmüş. Gazeteci Serdem de fotoğraf çekmek için içeri giriyor. Çorapsız ayağında kışlık postallar, ayağını yara yapmış. Bu arada ölen gençlerden birinin ayağında bembeyaz, tertemiz, yeni çoraplar vardır. Ölünün gözleri yarı açıktır, göz göze gelirler. Serdem o an âşık olur. Sonra geçmişindeki yaralar tazelenir içinde. Öyküden çok novella diyebileceğimiz bu iç yakıcı anlatıda, yazarken kendini değiştirdiğinden, bizi de değiştireceğinden bahsediyor Caymaz en başta. O an fazlasıyla iddialı gibi gelen bu söz, kitap bittiğinde buluyor asıl anlamını. Zaten öykü ileri doğru okunurken, geriye doğru anlaşılır. Ayrıca okuduğumuz her kitap bizi azar azar değiştirmez mi? Hem iz bırakmayan okumalar ne işe yarar? İnsan değişmek için okur. Bu öyküyü bitirince, dışımız nasıl da çelikleşmiş, dedim, ama içimizdeki ölü sayısı bilinmiyor.

Yine uzun sayılabilecek, üç bölümlük Polis adlı öykünün biri Ali İsmail’e, biri Berkin’e, biri de Ethem’e ithaf edilmiş. Gezi sürecine odaklanan öyküde kendini ve kimliğini sorgulamaya başlayan bir polisten bahsediliyor. Bir anlamda içine hapsolduğu görünmez demir parmaklıkları hissetmeye başlıyor. Zaten hakiki edebiyat, insanı özgürleştirecek bir yol arayışıdır.

Bilinç Nakışı
Öte yandan Caymaz’ın bir öyküsünü okuduktan sonra başkasına öyküde şu şu oluyor diye aktaramazsınız tam olarak. İlla ki okumak lâzımdır. Örneğin kitaptaki Bizim Homeros adlı öyküyü de ya da Duvarın Önünde Resmim Aldılar adlı öyküyü özetleyemezsiniz. Özetlemek örselemektir. Zira olay örgüsünden çok şiirsel bir duyumla karakterin ve durumların içini kelimelerle genişletir Caymaz. Çözümlemelerle var olan gerçekliğe yeni bir bakış ve anlam yükler, aforizmalara benzer vurucu ifadelerle sıradan anları sıra dışılaştırarak kurar anlatısını. “Bilinç akışı değil, bilinç nakışıdır bu” kendi deyimiyle. Öykülerin içinde okurlarıyla da sık sık konuşuyor, tıpkı Godard’ın kendi filmlerinde çıkıp uzun sözler alması gibi. Bu öykülerden biri de Alice ve Nuri’dir. Masal ve gerçek yaşamın zıtlığından hareketle dokunaklı anlamlar devşiriyor. Çığlık adlı öyküde ise kendi çığlığına bile yabancılaşmış, beyaz yakalı bir kadının otel odasındaki yalnızlığı konu ediliyor.
Ayrıca toplumsal ve güncel konulara dair de kıpkısa, hatta dört satırlık öyküler bile var kitapta. Hele bazıları var ki jilet kesiği gibi. J. Cortazar “Roman sayıyla, öykü nakavtla kazanır” demekle haklıymış. Caymaz’ın içimize dokunan öyküleri bunu kanıtlıyor. Bazen dokunan değil de güzellikle dürten demeliyim. Çünkü dokunulmayınca uykuya dalan bilgisayarlar gibiyiz. Hard-disklerimize kayıtlı ölümü, yaşamı, kimsesizlikleri, içimize sustuklarımızı, duymadığımız çığlıkları masamızın üstüne koyuyor arkadaş. “Masa da masaymış hani”.

HERKES YALNIZ, Onur Caymaz, Kırmızı Kedi, 2015.