Afişe Çıkanları Anımsamak (Mustafa ŞAHİN)

2013 yılının ocak ayında çok önemli iki kitap yayımlandı. İlki ‘İletişim Yayınları’ndan Yılmaz Aysan imzasıyla, yayınevinin 30. yılı anısına denk düşen ‘Afişe Çıkmak’. İkincisi ise Ali Yılmaz’ın yazdığı ‘Metis Yayınları’ndan: ‘Kara Arşiv 12 Eylül Cezaevleri’.

İki kitabı peş peşe okuyunca, gerek Kara Arşiv, gerekse Afişe Çıkmak kitabıyla yapıt olarak bir benzerliği bulunmayan D.H. LAWRENCE’ in ‘Harman Yerinde Aşk’ adlı öykü kitabını anımsadım. Daha doğrusu bu kitapta altını çizdiğim bir cümleyi!

Her iki kitap farklı yayınevlerince basılmış olsalar da basım tarihlerinin çakışması güzel bir tesadüf! Çünkü ikisi de bizler geçmişte yaşanılanları anımsayalım diye yazılmış. Birbirlerini tamamlıyor, unutulmuşluğun derin uykusunda bizleri sarsıyorlar!

12 Eylül 1980, taraflı tarafsız herkesin kabul ettiği, bir milat ülkemiz açısından. Kırılma noktası her bakımdan. Bu tarihte ülkemizin hemen hemen tüm kentlerinde, kasabalarında, köylerinde bacalardan, daha sonbaharın başı olmasına rağmen, dumanlar yükseliyor göğe… Korkuyla yakılan kitapların, dergilerin, afişlerin, fotoğrafların, pankartların, kartpostalların dumanı genizleri yakıyor! Yakılmayanların çoğuna da 12 Eylül yönetimi el koyuyor; suç aleti sayıyor… Çok azı geriye kalıyor, saklanabiliyor! Ve geriye kalanlar da yıllar sonra çıkan Yılmaz Aysan’ın kitabının materyallerini oluşturuyor.

Afişe Çıkmak, 1963-1980: Solun Görsel Serüveni, alt başlığını taşıyor. Baskısıyla, dizgisiyle, içeriği ile tam bir prestij kitap! Yayınevini de, Yılmaz Aysan’ı da kutlamak gerek. Benim yaşım ve yaşı bana yakın olanların umut, hüzün, acı vb. çok değişik duygularla elinden bırakamadan okuyacakları ve gençlerin ise merakla geçmişi öğrenmeye çalışacakları böyle bir yapıtı bizlere sundukları için!

“Yılmaz Aysan’ın aşkla yürüttüğü bir belgeleme çalışmasına dayanan kitabı, ‘70’lerin “aura”sını gözümüzün önüne getiriyor. O dönemin genç insanlarının anlatma, müdahale etme, ses çıkarma, bir şeyler yapma, kısacası dünyaya katılma iştahını gösteriyor bize. Televizyonun siyah-beyaz tek kanal, bilgisayar teknolojisinin laboratuar aşamasında, sosyal medyanın olsa olsa hayal hanesinde olduğu bir zamanda, mütevazı iletişim yollarını kullanmaktaki yaratıcılığı gösteriyor.” (s. 9)

Kitabın sunuş yazısında yer alan yukarıdaki alıntı, yapıt hakkında okuyucuya yeterli ipucunu veriyor olmalı…

12 Eylül 1980 öncesi, emek açısından, rengârenk çiçekler açmış bir bahar dalıysa eğer, sonrası ise, bu bahar dalının ani düşen bir kırağıyla çiçeklerinin kavrulup dökülmesidir. Kara günlerdir!..

İşte bu kara günlerin belgesel kitaplarından biri Ali Yılmaz’ın kitabı: ‘Kara Arşiv’. 12 Eylül Cezaevlerini anlatıyor. Kitap bir sözlü tarih araştırması şeklinde de okunabilir. Kitapta 1980-1986 yılları arasında Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerinde insanın aklına gelmeyecek yöntemlerle işkenceye uğrayıp da hayatta kalanların tanıklığıyla karşılaşıyoruz. Çoğu sol görüşlü. İçlerinde sağ görüşe sahip olanlar da var; Yaşar Okuyan gibi. Adi suçlardan yatanlarda nasibini almış bu uygulamalardan. Hatta yabancılar bile!

‘Kara Arşiv’i salt bir sözlü tarih araştırması şeklinde değerlendirmek yanlış olur. Kitabı iyi anlayabilmek için sunuş bölümünü dikkatli okumak gerekiyor.

“Bu çalışmanın temel tezi, 12 Eylül cezaevlerinde günümüz dünyasında emsali az görülen vahşi uygulamaların rasyonel bir düzenlilik taşıdığıdır.(…) Bu uygulamaların münferit ve arızi olduğunu sanmak büyük bir yanılgı olacaktır. Yıllar sonra toplumsal yapının iktidarın istediği biçimde değişikliğe uğradığı göz önüne alındığında, cezaevinde yapılanların kontrolsüz ve sistemsiz olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır.” (s. 12)

“Türkiye’nin uluslararası sermayeye entegre olmasını sağlayabilmek amacıyla atılan temellerin toplumsal hazırlığının şekillendirdiği bu süreçte cezaevleri önemli bir rol oynadı. İktidar oyununun sahnelendiği tiyatrolar cezaevleriydi.” (s. 11)

“Özetle cezaevi, beden ve zihin üzerinde iktidarın uygulanmasının önemli bir aygıtıdır. İktidar bunu disiplin uygulamalarıyla, temas ettiği bedenin ve zihnin her zerresine sızarak gerçekleştirir. Cezaevi görünürde nasıl somut bir yapıysa, disiplin de o somut yapının ruhudur.(…)” (s.22)

12 Eylül yönetiminin birinci görevi 12 Eylül 1980 darbesine kadar hayata müdahale etmeye çalışan genç insanların, başka bir değişle afişe çıkanların; muhaliflerin, devrimcilerin bedenlerine ve zihinlerine şiddet yoluyla sızmak olmuştur. Onları susturmak ve çıkarlarını savunduğu egemenlerin istediği gibi, onlar için, dikensiz bir gül bahçesi yaratmak…

Kitap bizlere insanın nasıl insanlılıktan çıktığını gösteriyor aynı zamanda. Toplumu ehlileştirmek amacıyla yapılan işkencenin, bedenenden başlayarak ruha sızma yollarının, münferit değil planlı bir şekilde gerçekleştirildiğini kanıtlıyor. Kitabın özü bu!

Yüreklere korku salmak, utanç duygusuna düşürmek ve kendini suçlu hissetmek… İnsanı teslim almanın yollarını iyi biliyorlar…

Cezaevlerinde başlayarak toplumun her kesiminde, iktidarlar, amaca ulaşmak için her türlü işkence yöntemini mubah saymıştır! Uygulamıştır! Uygulamaya da devam etmektedir.

Bugünlerde okullarımızda ‘tek tip kıyafet’ uygulaması terk edilip serbest kıyafet uygulamasına geçildi. Okullardaki ‘tek tip kıyafet’ uygulaması, 12 Eylül ile birlikte yaygınlaşmış ve uygulana gelen bir disiplin yöntemiydi. (Kılık kıyafet kuralını çiğneyen öğrencilerin disiplin kurulunu boyladığını bilmeyenimiz yoktur!) ‘Tek tip kıyafet’ uygulamasının terk edilmesiyle birlikte çoğu okulda her sabah derse başlamadan önce okul bahçesinde veya girişinde öğrencilerin sıraya geçirilmesi, içtima uygulaması, durumuna da son verilmeye başlandı. Bir okul yöneticisinin bu durumla ilgili arkadaşlarına söyledikleri şöyle:

“ Tek tip kıyafet uygulaması sona erdikten sonra sabah içtiması gereksiz artık. Önceden öğrencilerin kılık kıyafeti kurallara uygun mu, bakıyorduk, denetim yapıyorduk… Artık neyi denetleyeceğiz ki?”

İçinizden, ‘Çok üzüldüm(!)’ dediğinizi duyar gibiyim.

Görüldüğü gibi 12 Eylül uygulamaları cezaevlerinde başladı ve toplumun tüm kesimlerinde yaygınlaştırıldı. Okullarda bu dönemle birlikte bir tür cezaevi haline dönüştürülmüştü.

Kitapta işkenceye uğrayan mağdurların anlattıklarına oldukça yer verilmiş. Onların anlattıkları sayesinde öğreniyoruz yapılan insanlık dışı uygulamaları. Ya işkence yapanlar! İşkenceyi uygulayıp gerçekleştirenler… Onlar pek rastlayamıyoruz kitapta! Oysa onların pek çoğu bugün hayatta!.. Ne yapıyorlar? Hayatlarını hiçbir şey olmamış gibi nasıl devam ettiriyorlar? Eşlerini ya da sevgililerini nasıl sevip okşayabiliyorlar? Sözgelimi işkence yaptıkları çocuklar, gençler yaşında kızları, erkek çocukları varsa, onları kucaklarken, öperken neler duyumsuyorlar, kendilerini nasıl hissediyorlar? Rahat uyku uyuyabiliyorlar mı mesela? Kitaptan bu durumla ilgili bir alıntı:

“(…)Yakalayıp bir kamyonetin arkasına attık. Koli bandıyla bantladık. Ormanlık bir alanda sorguladık. Sonra oturtup infaz edildiler. Çocuklar bir an için geri adım atmadı. Vurulurken ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ diye slogan atıyorlardı. Şimdi benim oğlum, onların yaşında. Düşündükçe ağlıyorum.” (s. 230)

Demokratik bir toplum olma, kendimizle yüzleşme yolunda bir fırsat Kara Arşiv. Okurken içimizi acıtsa da, bazı bölümlerini okumayı kaldıramasak da, kütüphanemizdeki yerini almalı. Yanında da mutlaka Afişe Çıkmak bulunmalı.

Son söz D.H. LAWRENCE’ in ‘Harman Yerinde Aşk’ öykü kitabından altını çizdiğim alıntı olsun istedim, kulaklara küpe olsun diye:

“(…)Sınıf nefreti derin, derindir ve bütün insani duyguları uçurumunda yutmaya başlar.(…)”(s. 287)

Sahi, kitabın anlattığı dönemde işkence yapan işkenceciler hangi sınıftandı dersiniz?..

Unutmayalım, insanlık olarak, tek sığınağımız BARIŞ! Barışı büyütmek dileğimle, iyi okumalar!

KARA ARŞİV, Ali Yılmaz, Metis Yayınları, 2013.

AFİŞE ÇIKMAK, Yılmaz Aysan, İletişim Yayınları, 2013.

Yeni Bir Çağ Hayali: Yirminci Yüzyılı Yaratan Kadınlar


Yıl 1896. Bury’li Bayan Rigby Birlik Konferansı’nda kadınların eşit çalışma saatleri talebi hususunda şunları söyledi: “Az saat çalışmak Jack’e iyi geliyorsa, mutlaka Jill’e de iyi gelir.” Sheila Rowbotham’ın Sel Yayınları’ndan çıkan kitabı, kadınların 1880’lerden itibaren toplumsal hayatın her alanında verdikleri mücadeleden örnekler sunuyor. Gündelik yaşamın küçük ayrıntılarından, cinsellik ve emek sorunlarına, kadının ev içi konumu ve anneliğine dair başlıklar altında anlatılan mücadele pratiklerinin tarihi, sadece ismi duyulmuş kadın ve ya kurumlar üzerinden değil, bir şekilde kadın hareketine dahil olmuş kadınların hikayelerine de yer veriyor. Aynı şekilde bu tarihi kesitte feminist hareketin de doğuşunu ve yükselişine tanık oluyoruz. Rowbothom bunca mücadele sonrasında bugün gelinen noktanın daha iyi olup olmadığı sorusuna da cevap veriyor: “Belki de olasılıklara duyulan inanç, en değerli mirastır.”

Yeni Bir Çağ Hayali, Yirminci Yüzyılı Yaratan Kadınlar (2013) Sheila Rowbothom, Sel Yayınları


90’larda Lubunya Olmak


LGBT tarihi ve belleği oluşturma amacıyla Siyah Pembe Üçgen tarafından yapılan sözlü tarih çalışmaları, sessizleştirilmiş ve yazılmamış tanıklıkları görünür kılarak başka bir tarih yazımını mümkün kılıyor. İlki 2012 yılında “80’lerde Lubunya Olmak” ismiyle yayınlanan sözlü tarih dizisinin ikinci kitabı “90’larda Lubunya Olmak” geçtiğimiz Şubat ayında çıktı.

Kitap on dokuz LGBT bireyin, “lubunyaların” tanıklığı ile oluşturulmuş. Lubunyaların yaşadığı ayrımcılık, şiddet ve dışlanma üzerinden şekillenen tarihlerinin anlatıldığı kitapta, lubunyaların ilk kez 90’larda bir araya gelerek başlattıkları örgütlenme çalışmalarına da yer veriliyor. 90’lar özel bir tarihi kesit, ilk Onur Yürüyüşü, tematik dergilerin çıkması, Ülker sokak olayları gibi diğer ilklere de tanıklık ediyor.

90’larda Lubunya Olmak (2013), Yavuz Cingöz, Erdem Gürsü, Siyah Pembe Üçgen

Fahişe Çika


2011 yılında kurulan İstos Yayınları’nın Tanıklıklar dizisinin ilk kitabı olan Fahişe Çika, Thomas Korovinis’in bir çalışması. O zaman seksen yaşında olan Eftalya, yani Çika ile Yunan Konsolosluğu önünde tanışıp, hayat hikayesini kendi ağzından dinleyen Korovinis, bu kayıtları sekiz sene sonra kitaplaştırmış. Aslen Giresunlu olan Çika, dönemin koşulları ve kendi kişisel tarihi sonucunda İstanbul’a gelir. Çika’nın İstanbul’da tutunmaya çalışmasının ve devamında bir Galata genelevi sakini olmasının hikayesi, aynı zamanda İstanbul’un son yüzyılının toplumsal hayatının zengin ayrıntılarını da içeriyor. Bunu, dil üzerinden de takip etmek mümkün: Çika’nın dili, İstanbullu Rumların yerel söyleyişlerin, Türkçe deyimlerin yanı sıra Pontusça kelimeleri de içeriyor.

Fahişe Çika (2012) Thomas Korovinis, İstos Yayınları

OHAL'de Feminizm

Ceren Belge’nin yaptığı bu çalışma, Türkiye kadın hareketinin en önemli figürlerinden biri olan Nebahat Akkoç’un hayat hikayesini anlatıyor. OHAL’in hüküm sürdüğü yıllarda bölgede öğretmenlik ve sendikacılık yapan Nebahat Akkoç, aynı zamanda bu zor zamanların kadınlar tarafından daha farklı deneyimlendiği inancından yola çıkan KAMER’in de kurucusu. Nebahat Akkoç’un hayat hikayesi, içerdiği inatçı mücadele ile feminizmin devrimci yönüne, değiştirmekten ve dönüştürmekten vazgeçmeyişine olan inancımızı tazeliyor. Kitap sadece Nebahat Akkoç’un anlatısından mürekkep değil; Akkoç’un çocukları Hasan ve Berçem’in de OHAL yıllarını ve annelerinin mücadelesine dair hikayelerini de anlatıyor. Kitabın kendi deyişiyle “Hasan’la Berçem’in, annesi babası Kürt, Alevi veya solcu olduğu için akşam eve gelememiş, işkence görmüş, cezaevine girmiş on binlerce çocuğun hikayesi.” Belge’nin bu çalışması, bir kamera misali 90'larda bölgede yaşayan muhalif bir ailenin üyelerinin gözünden bir film çekiyor bizim için. Ödetilen bedeller kadar, umuda ve mücadeleye dair de bir film.

OHAL’de Feminizm, Nebahat Akkoç Anlatıyor (2012) Ceren Belge,Ayizi Yayınları