Ulysses: Dünyanın Romanı (Meltem GÜRLE)

Jacques Derrida, Ulysses’i değerlendirirken, Joyce’un romanının Batı düşüncesinin gelip dayandığı sınıra işaret ettiğini söyler. Derrida’ya göre, felsefede Hegel’in Fenomenoloji’si ne ise, edebiyatta da Ulysses odur: Yani insan deneyiminin tümünü tek bir solukta ifade etmeye yönelik “devasa bir teşebbüs”tür.

Bana kalırsa Derrida bunu söylerken, Ulysses’in saygıdeğer bir çabanın ürünü olduğuna işaret etmekle beraber, bu romanda delice bir şeyler olduğunu da ima ediyordu. Sonsuz çağrışımlar, sayısız gönderme ve anıştırmalar, akıllara zarar kelime oyunları ve dilsel cambazlıklarla dolu bu roman, gerçekten de aklı başında birinin (mesela Henry James’in) yazacağı türden bir kitap değildir.

Aslına bakarsanız Ulysses, insanın ancak çocukken sahip olacağı türden bir inadın ürünüymüş gibi gelir bana hep. Romanın tümünde, bir yeniyetmenin yalnızca dünyaya dair her şeyi kayda geçirme hevesi değil, günbegün uğraşarak oluşturduğu bu hayat ansiklopedisiyle duyduğu gurur da hissedilir. Futbolcu kartlarını, çocuk dergilerini, dünya atlasını, gazoz kapağı koleksiyonunu önümüze serer gibi davranır bazen, Joyce. Bütün o oyunculuğu ve mizah duygusu da bence bu çocuksu (“her dem taze” mi demeliyim?) heyecanından gelir. Her olasılığın peşinden koşar, her ayrıntıyı açıklamaya çalışır ve kimi zaman sonsuz gibi görünen listeler ve kataloglarla sabrımızı denemeye kalkar.

Elbette Ulysses bütün bunlardan ibaret değildir. Bir başka açıdan baktığımızda, müthiş incelikli, ölçülü ve yer yer neredeyse lirik bir metinle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ancak, Joyce’un romanında, dünyanın tümünü aynı anda anlamak ve bilmek isteyen açgözlü bir anlatıcının varlığı inkar edilemez. Bu anlatıcı, bizimle durmadan oynar ve metnin sınırlarını zorlar. Aslına bakılırsa, aklın sınırlarını da zorlar – ki herhâlde Derrida’nın da kastettiği budur.

Joyce’un romanında, dünyanın bütün tecrübesini bir bütün olarak ifade etme arzusuyla birlikte, bunu yapmanın olanaksızlığı da dile gelir. Dünya bunun için fazla büyük, fazla zengin ve fazla karmaşıktır. Onun için, bu çabanın yazıya dökülmesi bile romanı komik bir roman hâline getirmek için yeterlidir. Sonsuz bir arzuyla dünyayı yeniden ve yeniden kataloglayıp tanzim etmeye çalışan bir anlatıcı ile, kendini bir türlü ona teslim etmeyen dünyanın ilişkisi gülünçtür çünkü. Joyce bunu kazara değil, bilerek yapar gerçi. Bu çabanın altını çizerek onun olanaksızlığını bir kez daha göstermek ister bize.

Gerçekçiliğin ne olduğu sanatta her zaman tartışmalı bir meseledir. Picasso’nun bile kendisini gerçekçi bulduğu düşünülürse, son tahlilde buna karar vermek zordur hakikaten. Fakat edebiyatta bir akım olarak düşündüğümüzde, Joyce’un kendinden önce gelen gerçekçi yazarların çizdiği sınırlarla oynadığını, onlara yeni boyutlar kazandırdığını ve hayatın (ya da onun bir kısmının) bir çerçeve içine yerleştirilip temsil edilebileceğine inanan bu dünya görüşünü tiye aldığını, nesnesine tümüyle hakim olabileceğini iddia eden bu kontrolcü zihinle alttan alta dalga geçtiğini söylemek mümkündür.

Klasik romanın yazarı, akşam eve geldiğinde sürekli ışıkları söndüren bir baba gibidir. Bir takım odalarda ışık yanmasını gereksiz bulur çünkü. “Lütfen makul ol,” der size, “Mutfağın lambasının yanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?” Gerekli olanı gereksiz olandan ayıran ve sadece o anda işini görecek malzemeyi kullanan bir anlatıcıdır bu. Düşünceler belli bir amaca yöneliktir, detaylar ise ancak bir resmi tamamladıkları sürece anlamlıdır. Oysa, Joyce bütün odalardaki bütün ışıkları yakmak ister. Bir düşünceyi bütün çağrışımlarına kadar takip etmeye niyet ettiği gibi, bir görüntüyü de bize aynı anda bütün perspektiflerden göstermeyi dener. (İtalyan roman kuramcısı Franco Moretti, çok doğru bir tespit yaparak, bunun dilde bir tür kübizme yol açtığını söyler.) Fakat bir nesneyi görebileceğimiz sonsuz sayıda bakış açısı vardır ve bunların hepsini aynı anda okuyucuya göstermek mümkün değildir. İşte Ulysses’de bunun yarattığı acıklı ve gülünç durumlar hep el eledir. Olaylar birbirine halkalanır, çağrışımlar sarmallar oluşturur, listeler ve kataloglar uzar gider. Ama anlatıcı değişik ses ve üslupları deneyerek yorulmak bilmeksizin sayfalarca devam eder.

Dolayısıyla, bu romanın bir tür deli işi olduğunu söylemek mümkündür. Joyce da çılgının tekidir zaten. Bence aynı yargı, kitabın çevirmenleri için de geçerlidir. Akıllı adam gidip Ulysses’i çevirmeye kalkmaz. Kendine boyutları da içeriği de daha az talepkâr olan başka bir metin bulur, oturup onunla uğraşır. Edebiyat âleminde pek söylenmeyen ama bilinen bir gerçektir bu.

Fakat bu mesaj herkese ulaşmamış olsa gerek ki, geçenlerde Joyce’un romanı Türkçede bir kez daha basıldı. İlk kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan Nevzat Erkmen’in çevirisiyle çıkmıştı. Yeni çeviri ise Armağan Ekici’nin elinden çıkmış ve Norgunk Yayınları tarafından basılmış. Her iki çevirmeni de tebrik etmek gerekiyor bu kadar meşakkatli bir işe soyundukları için. Nevzat Erkmen’in çevirisini daha önce almış ve okumuştum. Onun yaklaşımını çok sağlam ama bir o kadar da akademik bulduğumu hatırlıyorum. Armağan Ekici’nin çevirisi ise daha akıcı ve eğlenceli göründü bana. Belki de bu nedenle biraz daha kolay ısındım yeni çeviriye.

Halbuki başında hemen okuyamadım yeni Ulysses’i. Arada bir karıştırmakla yetindim. Önce şüpheyle, ardından gitgide artan bir ilgiyle. Sonra geçen gün bir de baktım ki, romanı gerçekten okuyorum. Hem de Türkçesinden. Üstelik kafamda birtakım eşleştirmeler yapmak zorunda kalmadan, “bu kitabın İngilizcesini biliyorum da, o sayede anlıyorum olup biteni” diye düşünmeden.

Armağan Ekici dikkatli ve özenli bir çevirmen. Bunlar çeviri için gereklidir elbette. Ama Ulysses gibi bir romanı çevirmek için yeterli değildir. Bundan çok daha fazlası lazımdır. Ne mutlu ki, Ekici bu romanı çevirmek için gereken hayal gücüne de sahip. Yeni sözcükler icat etmek, dille karmaşık oyunlara girmek, belli ki hoşlandığı şeyler arasında. Yeni yetme bir oğlan çocuğunun dünyaya duyduğu merak demiştik, Ekici’de bundan da gani gani var bence. Tek bir ayrıntı için on iki tane ansiklopedi karıştıracak, hatta bütün gününü kütüphanede geçirecek birine benziyor. Joyce’a Ulysses’i yazdıran heyecandan olduğu kadar sebattan da payını almış yani.

Onun için, başka çevirmenlerin elinde dağılıp dökülebilecek “Sirenler,” “Circe” ve “Ithaca” gibi kimi zor bölümler, Armağan Ekici’nin çevirisinde orijinal metne yakın bir doğallıkta akıp gidiyor, rahatça okunuyor.

Rahatça diyorsam da, bu sizi yanıltmasın. Ulysses, çevirmene olduğu kadar okuyucusuna da meydan okuyan bir romandır. Okurken kimi zaman sizi yoracak, bezdirecek ve hatta kızdıracaktır. Ama onun için harcadığınız bütün emeklere değecektir. Zor bir sevgili gibi, eğer kaprislerini çekebilirseniz, sizi daha önce hiç karşılaşmadığınız yoğunlukta bir aşkla ödüllendirecektir.

Norgunk Yayınları’ndan Armağan Ekici çevirisi ile çıkan Ulysses’in Türkçede yeniden basılmasının, başta James Joyce hayranları olmak üzere bütün edebiyat-severler için büyük bir haber olduğunu söylemeye gerek yok. Yazarın daha önce Türkçeye aktarılmış kitaplarını, Dublinliler’i ya da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni, okumuş ve beğenmiş olanlar için artık yeni bir maceranın kapıları açılıyor.

Ulysses, bütün ihtişamı ve eğlencesi ile, onları bekliyor.

ULYSSES, James Joyce, Çev. Armağan Ekici, Norgunk Yayınları, 2012. 

Serkan, Gülderen ve Konsomatris Abla (Ayşegül TÖZEREN)


Mahir Ünsal Eriş, üç dilli bir yazar. Öykülerinde yazarın dilinin yanı sıra karakterin dili de, dünyanın dili de birbirine içkin biçimde duyuluyor.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… isimli, yazarın ilk kitabında, Eriş, okuru, merkez çevre arasındaki sınırların silikleştiği günümüzden kopararak, 80'lerin taşrasına sürüklüyor.  1980 sonrası iklimi, yası ve kederi, konu eden Türkçe öyküler, çoğunlukla öykünün 80 kuşağı olarak nitelendirilebilecek yazarlar tarafından kaleme alındılar. Eriş'in öyküleri, kuşak bağlamındaki bu genel eğilimin bir sapması olarak okunabilir. Cellâtlarla çocukların aynı dünyada yaşamaya mahkûm oluşunu anımsatırcasına, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin ardında çocukluğunu geçirmek zorunda kalmış bir kuşağın temsilcisi olan yazar, ilk kitabında, Bandırma'ya, Erdek'e, Güney Marmara sahillerine döndüğü kadar, asıl anayurdu olan çocukluğuna da dönüyor. Öykülerde, Türkiye'nin 80'lerdeki siyasi ve kültürel iklimi, kâh bir arabesk şarkıda, kâh bir devrimcinin karakter olarak metinde yer alışında, kâh hâkim duygunun öğrenilmiş yenilgi oluşunda güçlü bir biçimde hissediliyor. Ayrıca bir diğer başkalık, öykülerde her ne kadar mağlubiyeti kabullenmişlik hissedilse de, aynı zamanda 70'li yılların edebiyatının sıcaklığının, enerjisinin ve heyecanının da duyuluyor oluşu. 12 Eylül sonrası ekonomik ve siyasi istikrar paketleriyle desteklenen neoliberal politikaların aynılaştırdığı yaşamlardan farklı bir yerin, iktisadi aklın hükümranlığının henüz hissedilmediği bir yerin öyküleri anlatılıyor, belki bundan dolayı öyküler okura bu denli sıcak ve içten geliyor.

Yazar öykülerinde her ne kadar anlatıcı olarak çocuklara da yer verse, metinlerinde oyun yok. Oyun kavram olarak, 'yaşamdan geçici olarak çıkarak kendi düzenini yaratış', bu bağlamda 'bir ara veriş, bir dinlenme' olarak görülebilir. Oysa bu öyküler yaşama ilişkin olanla o kadar örülü ki, satır arasındaki bir nefes alış bile, metnin dokusunu bozabilir. Oyun kavramından hareketle dil oyunlarına geçilirse, Eriş'in öyküleri modern öykünün “dil işçiliği” adı altında sözcük oyunlarından ibaret gösterilemeyeceğine de örnektir. Metinlerde, kurgu, metaforik anlatım bombardımanına feda edilmemiş ve dil'e fetiş bir değer katılmamış. “Ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum” başlıklı öyküsünde, ‘yaralı kuş’ gibi bilindik bir metafor kullanmasına rağmen yazar, kurmuş olduğu imgenin simgeye dönüşmesine izin vermemiş. Eriş, anlatmaktan vazgeçerek anlatan, okuru kurduğu öykü sokaklarında fır döndüren bir yazar.

Yazar, metnin içinden okurla iletişimini sadece yaratmış olduğu zihinsel mahallenin sarmalayıcı aurasıyla kurmuyor. Asıl iletişimini, diyaloglarla kuruyor. Burada yazarın dilinin yanı sıra karakterin dili de ortaya çıkıyor. Diyaloglar, aslında öykü karakterlerinin dünyayı nasıl göğüslediğini de gözler önüne seriyor. Böylelikle, yazar olan Eriş, öykülerinde bir gösteren olarak değil, dolaylı olarak anlatan olarak var oluyor ve vaaz eder konumdan bir kez daha uzaklaşıyor. Diyalogları, yazar aynı zamanda bir deneylem alanı olarak da kullanmış. “Her kanser erken ölümdür” başlıklı öyküsünde, ana karakterin iç sesinin ve doktorun dışarıdan gelen sesinin oluşturduğu diyaloglar birbirinin içine geçmiş. Ancak birbirinin içine geçmiş diyaloglarda bir başka dikkat çekici unsur, hikâye ana karakter tarafından ben diliyle anlatılırken, iç sesin araya girerek iç ve dış çatışmaları yansıtırken sen dilini kullanıyor oluşu.

Eriş’in öykülerinde bir bileşen olarak, “detay yıldızları” da göze çarpıyor. James Wood’un edebiyattan hayatın temel ayrımını detaylar üzerinden yaptığı Kurmaca Nasıl İşler? isimli kitabında, ‘hayatın sınırsız detaylarla dolu olduğuna’ ancak edebiyat ürününün bu denli sınırsız detayı barındıramayacağına dikkati çeker. Eriş de öykülerinde detaylara önem veren yazarlardan, bunun bir nedeni de yazarın detayları kuzey yıldızı gibi kullanışı. Öyküyü okurken okurun aklından çıkmayan detay, muhakkak metnin sonunda karşısına çıkıyor. Bazen bir naylon çorap olarak, bazen de ‘Martılar. Şerefsizler.’ olarak.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… isimli kitabın adından başlayarak okurun zihninde oluşan ‘sıcacık öyküler’ izleniminde, öykü karakterlerinin payı büyük. Yaşamdan yana öykülerin içindeki öykü karakterleri de yaşamdan. Püriten ahlâk anlayışının kodlamalarıyla içine giremeyeceğimiz öykü karakterleri karşımıza konsomatris bir abla olarak da çıkabiliyor, evli bir kadınla ilişkisi olan bir devrimci olarak da… Yazar, burada kurmaca bir risk alarak, konsomatris ablayı ben dili ile ‘kardeşi olarak’ anlatabiliyor. Yanı sıra, ana karakterin, seks işçisi bir annenin oğluyla kurduğu arkadaşlığı da aynı sahicilikteki birinci tekil şahıs anlatımıyla aktarabiliyor. Eriş, geçmişin taşrasını, geçmişe ilişkin öyküleri anlatıyor; ama öyküler siyah ve beyaz değil, grinin binbir tonunu içeriyor. Bu bağlamda, geleneksel kadın ve erkek rollerini de, bazen hissettirerek, bazen okura hissettirmeden sorguluyor ve sarsıyor. Okurun kurmacayı gerçek kılma isteği hesaba katıldığında, bu durumun yaşadığımız coğrafya açısından değişik bir paradoks yaratabileceği söylenebilir.

Yazar, “kadınlar hep olmadık zamanlarda” öyküsünde epigraf olarak, “Yıldız olsun.” diye yazmış.

Okur olarak değiştiriyorum:

“yaşam hep olmadık zamanlarda”

Öykü olsun.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınları

Özneden Kurtulmak Mümkün mü? (Abdurrahman AYDIN)


Modern felsefe açısından ‘özne’ ne kadar bağlayıcı bir yere sahipse, yapısalcı ve post-yapısalcı düşüncenin ayırt edici niteliğinin de aynı oranda modern özneden kurtulma arzusunda yattığı pekâlâ söylenebilir. Özellikle post-yapısalcılar, kendisine eşlik eden bireycilikle beraber cogito’yu reddetmiş ve onun yerine merkezsiz-özne fikrini geliştirmişlerdir. Bu özne, öz-belirleme gücüne sahip otonom bir varlık değil, rekabet halindeki söylemlerin özne aracılığıyla kesiştiği ve konuştuğu söylem yapısının bir yansımasıdır.

Yapısalcı düşüncenin gücünü ve ‘özne’ ile ilgili konumunu asli olarak ortaya çıkaran ise yapısalcı düşüncenin muarızlarının konumudur. Örneğin Sloven felsefeci Slavoj Žižek, temel çalışmalarından biri olan Gıdıklanan Özne’ye, Kartezyen öznenin hayaletinin, Batılı akademyaya musallat olduğu iddiasıyla başlar. Žižek’e göre New Age obskürantistleri, post-modern yapıbozumcular, Habermas’çılar, Heidegger’ciler, Derin Ekolojistler, post-Marksistler, feministler vb. modern özneyi, çağdaş düşünceden defetmeye girişmişlerdir; Žižek dışında neredeyse herkes ego cogito’ya lanet okumaktadır. Eğer Žižek yel değirmenlerine karşı savaşan bir Don Quixote değilse, onun bu konumlanışı, yapısalcı düşüncenin sirayet eriminin son derece geniş olduğunu göstermektedir. Hiç kuşku yok ki sırf erimi bile bu düşünceyle esaslı bir hesaplaşmayı meşru kılmaya yeter.

Ben’den Kurtulma Arzusu

Bu satırların yazılmasına neden olan ise, Doğuş Sarpkaya’nın nükteli ifadesiyle, postyapısalcılık gezegenciğinin Küçük Prensi olan Roland Barthes’ın Eleştirel Denemeler’inin Türkçeye kazandırılmış olması. Kitap, 1953-65 arasında çeşitli konular hakkında yazılmış yazılardan ve 1971 basımına yazılmış bir önsöz ile 1963’te yazılmış bir önsözden oluşuyor. Hem önsözlerde hem diğer yazılarda yazarın Ben’den kurtulma arzusuna sıklıkla tanıklık ediyoruz. Gilles Deleuze, hakiki edebiyatın içimizde ben deme gücünü iptal eden bir şeyler belirdiğinde ortaya çıkacağını ileri sürüyordu. Naçizane, bunun eleştirel düşünce için de geçerli olduğunu düşünürdüm. Fakat edebiyatla ilgili olarak aşağı yukarı aynı şeyi [“öyle ki yazmak, öznelliğin bir anlatımına göndermek şöyle dursun, tersine belirtisel bir simgeyi arı göstergeye dönüştüren edimin ta kendisidir. Dolayısıyla üçüncü kişi yazın’ın bir hilesi değil, her şeyin öncesindeki kurma edimidir: Yazmak, O demeye karar vermek (ve bunu yapabilmektir)”] söyleyen Barthes, eleştirmeni bu güçten yoksun bulur. Çünkü yazarın ‘Ben’ dediği sıradaki ‘Ben’, ikinci dereceden bir O’dan, ters çevrilmiş bir O’dan başka bir şey değilken, eleştirmen, Ben’i göstergeye dönüştüremez ve bu nedenle romanın O’sunu üretemez. Belki de gerçek eleştirinin belirebileceği yer, bu salınımlı yerdir. Ya da belki de edebiyat bir arzunun (Ben’in göstergeye dönüştürülmesi arzusunun) dışlaşması olarak değil, kendiliğinden edimsellik kazanan bir olgu (Ben’in bir göstergeye dönüştürülmesi olgusu) olarak varolurken, eleştiri, her durumda [Ben’i göstergeye dönüştürmeyi] arzulamakta ve her arzu gibi eksik kalmaktadır.

Fakat Ben’in göstergeye dönüştürülmesi ya da dönüştürülememesi ne anlama gelir? Elbette bunun işaret ettiği ilk düşünce, ‘Ben’in bir gösterge olmadığıdır. Bu konuda söz alan ilk kişi “Biz dili konuşmayız; aksine bizi konuşan dildir” diyen Ferdinand de Saussure’dür. Ardından dilbilimci Émile Benveniste, Ben’i bir kaydıraç olarak -belirli bir gönderileni olmayan, fakat konuşma edimi içinde, ‘Ben’ diyen kişiyi işaret eden bir şey olarak- kavramsallaştırmıştır. Ben nesnel açıdan tanımlanamaz, yalnızca ‘anlatış tarzı’ terimleriyle tanımlanabilir. Terimin yalnızca konuşma içinde, dil içinde bir anlamı vardır ve dilin sahne aldığı basit gerçeğinden, dilin ‘olay’ından daha fazlasına işaret etmemektedir (birinci şahıs zamirinin doğası, bu nedenle yirminci yüzyıl yazınında bu kadar sorunlu olmuştur). Romancı Ben’i O’ya doğru kaydırarak iletişimi mümkün kılan belirsizliği (O’nun belirsiz bir üçüncü olma durumunu) yaratırken, eleştirmen, Barthes’ın ifadeleriyle, “Ben’ini el değmemiş ve bildirişime geçemeyecek bir halde, yazın’ın koduna bağımlı kılarak kapatır, koruma altına alır ve unutur.” Elbette Eleştirel Denemeler kitabının yazarı, kaleme almış olduğu eleştirel metinleri eleştirel olarak ele alan bir başka metin yazarken söylemektedir bunları. Eleştirinin eleştirisi yine eleştiridir ve bir eleştirmen olarak yazar, Ben’i burada da göstergeye dönüştüremeyişiyle öz-eleştirisini üretir. Böylelikle arzu olarak eksik kalan eleştiri, mükemmel bir kendini tartma/tanıma aracına dönüşür. Ben’in göstergeye dönüştürülememesi, onun (Ben’in) yapıbiliminin yapılamayacağı anlamına gelmek zorunda değildir. Bu durumda tuhaf bir sonuca ulaşıyoruz: Eleştirmenin Ben’inden söz eden eleştirel bir metinde, Ben’i ters çevrilmiş bir O kılmak olanaklı hale geliyor, yani aslında Barthes, böylelikle Ben’i göstergeselleştirmeyi başarıyor. Ya da Žižek gibi düşünürsek, Ben, Barthes’a da, ama bu defa tersinden, musallat oluyor: Yapıbiliminin yapılması olanaklı olmadığı için yapıbilimi olanaklı olan ya da olanaklı olduğu için olanaksız olan bir hayalet olarak!

Barthes’a Musallat Olan Hayalet

Bu, galiba biraz da kaçınılmaz bir durum. Çünkü bu modelin en önemli sorunlarından biri, nesnel dünyanın, çok az öznellik bırakacak ya da hiç öznellik bırakmayacak biçimde bireyin öznel dünyasına tecavüz edişidir. Belki de bu noktada, Barthes’a gerçekten musallat olan bir hayalet varsa, onun da Marx’ın hayaleti olduğu söylenebilir (mi?). Kitaptaki “Nesne-Dünya” başlıklı yazıda, Hollanda resminde nesnenin, başlangıçtaki biçimiyle değil de kullanıma açık yüzüyle sergilenişinin, onun, artık tözü kalmamış, bütünüyle özelliklerine sığınmış bir halde aktarımı olduğunu belirterek, bunun bir sayılandırma gücüne denk geldiğini saptadıktan hemen sonra, bu gücün, kimi insanları nesne biçiminde oluşturmaya hizmet ettiğini belirtir. Kimi insanlar, egemen söylemin bakış açısından, insanlık durumunda değil, bir ön-insanlık durumundadır. Marx’ı akla düşüren yer burası. Burjuvazi, ortaya çıkış dönemlerinde, mutlak güç olmadığı için, kendi sırrını faş etmek zorundaydı, fakat toplumu tam anlamıyla bir burjuva toplumuna dönüştürmeyi başardığında, faş etmek, sırrı gizlemenin temel yolu haline gelmiştir. Gizli antropolojisini, eskiden eserlerine yansıtan burjuva toplum, bugün antropolojisini açık ederken eserini saklamaktadır. Fakat Marx’ın akla düşmesi ancak aklın merkezine çağırılmaması biçimindeki tutum da “Eleştiri Nedir?” başlıklı yazıda çok net tarifini buluyor: “En verimli eleştiri, deyim yerindeyse Marksçılığın sınırlarında kalandır (açıkça bildirilen merkezinde değil)”.
Eleştirel Denemeler’in neredeyse tamamı, hem yazının hem de toplumsal hayatın ‘dilden daha fazla bir şey’ olmadıkları kabulüyle yazılmıştır. Bu nedenle de bu denemeler, ele aldıkları meselelerin içeriklerini değil, kelimenin dilbilimdeki anlamıyla sistemlerini incelemeye yönelirler. Barthes’ın ifadesiyle, burada verilmiş tüm metinler bir anlam zincirinin halkaları gibidir, ama yüzer gezer bir zincirdir bu. Sabitlenmez.
Yapısalcı düşünceyle ilgili olarak eleştirel bir konumu seçiyor olsak dahi, yapısalcı düşünce, kendisine karşı, Žižek’in tarif ettiği biçimiyle Heidegger’in metafizik karşısında aldığı tutuma benzer bir tutum alınmasını hak etmiyor değildir. Žižek’e göre Heidegger, metafizik kapanmayı kırmanın yolu olarak tam da metafizik acının içerisinden geçmeyi seçmişti. Ola ki Žižek’in de yapısalcı düşünceyle ilgili, çözümlenmeyi bekleyen böyle bir tutumu söz konusudur.

ELEŞTİREL DENEMELER, Roland Barthes, çev. Esra Özdoğan, YKY, 2012.

Anlatılan, Aktarılan Yaralar (Onur AKYIL)

Ceriham, Muammer Can’ın Aralık 2012’de, Hayal Yayınları etiketiyle çıkan ilk şiir kitabının adı. Adı gibi kitapta, anlatılan / aktarılan yaralardan oluşuyor. Kuşku yok ki, gerilim dozu oldukça yüksek ve tenhalarda gezinen bir ruh hali kitaba hâkim. Ancak ruh halinin tenhalarda gezinmesi, şair sözünün dışa dönük bir yapı sergilemesine engel değil. Her şeyden, çok bu saptamanın ispatı niteliğinde bir kitap Ceriham. Okumayı derinleştirdiğinizde bu gerçekliği anlamanız daha da kolaylaşıyor. Aslında bu anlamda Muammer Can’ın bir şair olarak kendi şiir düzeyini, ülkede yazılan şiirin etik ve estetik taraflarından soyutladığı bile söylenebilir.Daha açık bir ifadeyle, her nerden görüyor ve yazıyor olursa olsun Muammer Can, bağımsız. Bu önemli bir ayrıntı; çünkü şairin bağımsızlığı, okuyana belli bir şiir birikiminden geldiğini duyumsatıyor. Bir yerden gelip bağımsız kalabilmek her şeyden önce şair tavrının bir gereği zaten.

Belli ki şair bu anlayışın zaten başkaları tarafından kolay anlaşılamayacağı / adlandırılamayacağı konusunda kendisinden emin. Kitabın ilk şiir Temren Ucun’da da anlaşılıyor bu. Aslında insanın durduğu yerin bir adı olması gerekmediğini de söylemek gerekiyor; bunu söylüyor Can. Şiirin ilk dizeleri bu anlamda da okunabilir ve zihinde daha doğru bir noktada konumlanabilir: “ şuramda; direncin dal boylusu, saman saçlısı / yıllardır sizin için parçalanıp durdum, ama / aklım dilinizden eridi, kara listede düşüm”. Bu dizeler herhangi bir yabancılaşmanın, toplumdan uzaklaşmanın dizeleri gibi görünse de ilk elde, şiirin adından yola çıkıldığında, bu hesaplaşmanın zaten çoktan yapılmış olduğu anlaşılıyor şair tarafından. Temren ok gibi şeylerin ucunda yer alan metal ve sivri nesnenin adı; Muammer Can anımsanacaktı bu isimde bir dergide çıkarıyordu; bu anlamda yapılan hesaplaşma şairin göğsüne çoktan saplanmış durumda. Bunu yinelemek, onaylamak istercesine aynı şiir içre şu dizeleri kuruyor Can: “isterseniz yaralarımızı değişelim / belki anlarsınız kanadığımı”.

Kitaptaki gerilim dozunu yükselten şiirlerden biri de Afili Fail. Afili Fail, bu hayatı yaşayıp, olanı biteni görüp ısrarla kendine küçük ve yalıtılmış bir dünya kuran herkesi sarsacak bir güce sahip. Can’ın yine bir hesaplaşma şiiri kurduğu okunuyor ama bununla birlikte gücün ya da zayıflığın yerleşik birer anlamı olmadığının da altını çiziyor bu defa: “ alın! köküne kadar indim gecenin / tak’lar gördü, kukumavlar şahit / hortlayan nefretimle barışmaktan tiksindim / müdavimi değilim sentetik duyguların; amacımın pazısındaki kanları silsem de ipek aşkla / bir yanım ölmeye hazır her zaman”. Bu dizelerin ardından, taşan bir dize geliyor; bu dizeyle hem yön değiştiriyor Can hem de acının doğasına ilişkin bir belirlemede bulunuyor: “bir çiçeğin kopartılırken patlattığı çığlığı duymuyor kimse”. Buradan sonra bir şiir baştan bu yana taşıdığı ve giderek artan öfkeyi bayağılığa düşmeden dillendirmeye devam ediyor; yeri gelince son sözünü söylüyor Can: “ya kendinize gelin / ya da adınız kirletmesin insanlık kelimesini”.

Dikkat çeken bir başka şiir ise Çöl Yağmuru. Can bu şiirde de, bahsettiğimiz diğer şiirlerde olduğu gibi hesaplaşma matematiği üzerinden yürüyor. Bu matematik Can şiirlerinin temel güç odaklarından biri aslında; başkalarıyla / kalabalıklarla arasındaki uzaklığı hep koruyor / hep yeniden kuruyor. Burada ilginç olan kalabalıkların / başkalarının zaman zaman genel itibariyle toplum olması, zaman zamansa toplumdan sıyrılan bir çoğulluğa göndermede bulunması. Çöl Yağmuru’ndan uzun bir alıntı yapmakta bu anlamada fayda var: “ey ruhu somurtkanlar, size göre / içe dönük ve dünyadan bezgin bir espriyim / belki medeni bir bedevi…/ çöl benim altın halım / şehir yitik halim // bilirim, hiçbir başkente heykelim dikilmeyecek / resmim çizilse post modern çığlık denir / çünkü yüzüm vicdan örsünde nurdan çekiçle dövülmüştür / çünkü bir göz erimi uzaktayım herkese / kendime bile minnetim yoktur görklü dünyada / üzüm ve buğdaydan öğrendim bilgeliği / şarap olmak üzümün ezilmeye isyanıdır / ekmek olmak buğdayın direnci…”.

Aslında Can şiirinde toplumsalı okumanın dinamiği olarak başkalarının zaman zaman toplumdan sıyrılması, şairin zihninde bir değerler dizgesinin hayatta konumlandığı yerlerle ilişkili. Bu genel itibariyle tüm sanatçılar için böyle zaten ancak bu kadar bariz soyutlamalara gidilmediği de bir gerçek. Demek istediğim Can şiirini kurarken bir incelme yapıyor toplumsal dokuda; neyin nerde yittiği, neyin nerde kirlendiği, neyin nerde anlamını / özünü yitirerek hiçleştiği daha bir önem kazanıyor böyle olunca: “gecenin dişlerini gördün mü / kan sarkıtı kin dikiti // dünyanın iri tenyaları / kol geziyor sokaklarda / kara delik gölgeleriyle / yutarak masumiyeti”.

Muammer Can bu olumlu kavgacı yanından sıyrıldığında, kendine döndüğünde özel bir yitiklik alanından sesleniyor; orada tanımlıyor, arıyor, buluyor kendini: “iki flaş arasında sıkılı kaldım / bunlar nasıl fotoğraf, içimin görüntüsü yok / kalbi olanın aklı yoktur, biliyoruz da / bu kelebek ölüsü nereden çıktı”. Şeylerin ölü hallerinin yarattığı varlık savunusu, şairin iç dünyasıyla, kendi iç dünyasına bakmasıyla bir anlama dönüştüğünde, lirik olanın dışında bir başka yerin de olduğu keşfediliyor, şairin kendine döndüğü yerde. Bu yer, Muammer Can’ın etrafına bunca ayrıntılı bakmasını sağlayacak kadar yüksekte aslında. Ancak bu öyle bir yükseklik ki oradan yalnızca kusurlar, zaaflar, acılar izlenebiliyor. Şairin gözü ve içi bu yüzden olumluya yönelen bir olumsuzluklar zinciri üzerinden işlev kazanıyor.

Sonuç itibariyle Muammer Can, yukarıda kısaca ele aldığımız noktalar itibariyle ayrıksı bir yerde duruyor ve okunmayı hak ediyor; işte bütün yazdıklarımızı özetleyen hesaplaşma dizeleri Can şiirinden: “eskidiği yerde soyunduğu / derisi sanıyormuş dostluğu / muhakkak kalp dili çatal / yoksa sırtından vurur muydu / kartala diklenen kumruyu”.

Ötekinin Sesini Duymak (Selcan KARABULUT)


Kültürler arası iletişimi sağlamada en etkili yollardan birisi çeviri etkinliğidir kuşkusuz. Dolayısıyla çevirmene büyük görev düşüyor. Çünkü çevirmenin görevi eserleri sadece çevirmek değil aynı zamanda yazarın eserde vermeye çalıştığı ruhu okuyucuya hissettirmek. Yani aktarma yeteneğinin yanı sıra bir de yaratıcılığının açığa çıkması gerekiyor.

Çeviri yapabilmek için gerekli olan tek şey o dili iyi bilmek değil aynı zamanda konuya hâkim olmak ve o ülkenin kültürü hakkında da bilgi sahibi olmaktır. Ancak böyle bir yaklaşımla hem yapısal hem de kültürel sorunlarla başa çıkılabilir. Eğer kültürel değerler benzeşiyorsa bu durumda yapısal sorunları gidermek daha kolaydır.

Öteki Dilde Var Olmak’ta Arapça-Türkçe çeviri sorunlarını ve sürecini yönlendiren stratejiler betimleniyor. Bu bağlamda kuramsal çeviri yaklaşımları, Arapça-Türkçe çeviride sözcük ve kalıplaşmış ifadeler düzeyinde çeviri sorunlarının nedenleri ele alınıyor.  

Arapçada çeviri tarihi Luther’in Kutsal Kitap çevirisi, Abbasiler döneminde Yunancadan Arapçaya çevrilen metinler ile dönüm noktasını yaşamıştır. Fakat çeviri etkinliğinin bilimsel bir disiplin olarak incelenmesi ne yazık ki ancak 1950’li yıllarda başlamıştır. Bu süreçten sonra kavramları şekillenen dilbilim, göstergebilim ve metindilbilim çeviribilimin oluşmasının zeminini hazırlamıştır.

Çeviri araştırmaları yapan yazarlar ilgi alanlarına göre çevirinin süreçlerine, çeviri ürününe, çeviri metnine ya da çevirinin amacına odaklanmışlardır ve buna göre kuramlar oluşturmuşlardır. Fakat bu araştırmacıların yaptıkları çalışmalarda genel olarak Avrupa dillerinden örnekler bulunuyor. Arapça örnekler az sayıda bulunuyor, Türkçe örnekler ise yok denecek kadar azdır.

Son yıllarda bu alanda yapılan çalışmaların artış göstermesiyle birlikte çeviri ile ilgili eserler Türkçeye kazandırılmaya başlanmıştır. Aynı şekilde Arapça-Türkçe çeviri alanında da Ferit Aydın’ın Tercüme Sanatının Gerçekleri dışında başka kaynak bulunmuyor. Yazar, kitabında hem çeviri tarihini ele alıyor, çeviribilim sorunlarına değiniyor hem de Türkiye’de Arapça öğretimini eleştiriyor.  Fakat bu çalışma yazarın kendi deneyimlerinden yola çıkarak oluşturduğu bir eser olduğu için akademik değer taşımıyor. Arapça-Türkçe çeviri alanında yapılan diğer bir çalışma ise Mesut Yazıcı’nın Türkçede Necip Mahfuz adlı yüksek lisans tezidir. Yazar, çalışmasında Necip Mahfuz’un Türkçeye çevrilen üç romanını çeviri açısından eleştirmiştir. Çeviride ortaya çıkan sorunları; çevirmenin ideolojik tutumu, Arap kültürü ve edebiyatı hakkındaki bilgi eksiklikleri, Türk dilinin kullanımında ortaya çıkan hatalar ve çeviri yanlışlıkları olarak dört grupta incelemiştir.

Mehmet Hakkı Suçin’in Arapça-Türkçe çeviri alanında hissedilen bu büyük eksikliği biraz olsun gidermek için kaleme aldığı Öteki Dilde Var Olmak beş bölümden oluşuyor. İlk bölümde çeviribilim hakkında genel bilgiler verilip dil, işlev, söylem odaklı yaklaşımlar ve çoğuldizge kuramlar anlatıldıktan sonra Arap geleneğinde çeviri yaklaşımları ele alınıyor.

İkinci bölümde sözcük düzeyinde eşdeğerlik sorunları ele alınıyor ve sorun yaratabilecek anlam kargaşalarına değiniliyor.

Yazar, üçüncü bölümde kalıplaşmış ifadelerden dolayı ortaya çıkabilecek çeviri sorunlarını ele alıyor. Bu bağlamda atasözleri, deyimler ve eşdizimler çerçevesinde karşılaşılabilecek sorunlara değiniyor.
Dördüncü bölümde genel çeviri stratejilerinden bahsediyor. Bu işlemler doğru çeviri yapmak için gerekli olan kültürel ikame, telafi, özelleştirme ve genelleştirme, açımlama, ekleme ve çıkarma gibi uygulamalardır.
Bu eser genellikle çeviribilim, anlambilim ve dilbilim alanında çalışmalar yapan kişiler için uygun bir kaynak olarak düşünülüyor.

ÖTEKİ DİLDE VAR OLMAK, Mehmet Hakkı Suçin, Say Yayınları, 2013. 

Nefrete Karşı Şiirsel Bir Anlatım (Mehmet ÖZÇATALOĞLU)

Toplumsal olarak öyle bir savaş psikolojisi içerisine girdik ki, hepimiz kendimizi sanki topyekûn bir operasyonun parçasıymış gibi hissederek, televizyonlarımızın başında bu farklı havaya her gün biraz daha fazla, her gün biraz daha şiddetle girmeye devam ediyoruz. Geçmişte olduğu gibi acılar ve sevinçler ortak değil artık.

Öyle ki, Van’da bir deprem oldu. Van yıkıldığıyla kalmadı. Ülke ikiye bölündü. Bir anda saflaştı herkes ve saflar sıklaştırıldı.

“Şimdi mi hatırladınız devletin varlığını” diyen de oldu; “Deprem Van’da da olsa içimizi acıttı” diyen de… Futbol maçlarında “Acımız ta van’a kadar” diye pankart açıp Van’ın plaka kodu olan 65. Dakikada üstünü soyunan da… Yardım kolilerinin içinde taş ve bayrak gönderen de…

2011 Ekim ayında Van-Erciş’te yaşanan büyük depremde bine yakın insan yaşamını yitirdi. Binlerce insan yaralandı. Ev ve işyerleri kullanılamaz hale geldi. On binlerce insan sokakta kaldı. Ağır kış koşullarında çadırlarda yaşamak zorunda kaldılar. Hâlâ da yaşayanlar var.

Tevfik Taş, depremin yıldönümünde, depremin ardından televizyonlarda, gazetelerde, sosyal medyada zirve yapan ırkçılığı “Deprem 7,2 Irkçılık 77,2” adlı kitabında gözler önüne sermiş.

Kitabın kapağında araştırma-inceleme yazsa da kullanılan dil, kitaba edebi bir nitelik kazandırmış. Anlatılanların şiirlerle bezenmesi de bu niteliği kuvvetlendirmiş.

Yazar çalışmasının amacını; “Bu çalışma, Van-Erciş’te meydana gelen depremden sonra, Türkiye’de açılıp saçılan nefreti, ötekileştirmeyi, düşmanlıktan medet ummacılığı, akan kanı zafer sanmayı, aşağılamayı, horlamayı, bütün bir halk için fenalıklar istemeyi, ırkçılığı, irili ufaklı vargı biçimleriyle sorgulamayı amaçlıyor” diyerek açıklıyor.

Ve depremden sonra nefret söylemiyle konuşanların aslında dillerinin sürçmediğini, yıllar önce kullandıkları ifadeleri hatırlatarak gösteriyor.

Roland Barthes, College de France’da profesör olarak işe başlarken “Burjuvazi bizim değerlerimizden bazılarını sahiplenebilir. Böyle bir durumda bizim yapmamız gereken bir adım daha ileri gitmektir” diyerek bir konuşma yapmıştır. Barış süreci olarak değerlendirilen bu süreçte sanırım yapılması gereken de budur. Yıllar yılı bu uğurda mücadele verenler bugün bir adım daha ileri gitmek durumundadırlar.

İşte bu kitap o adımları attırmak istemeyenlere katkı sağlayacaktır, barışı engelleyen fikirlerinden arınmalarına yardımcı olacaktır.

Zehra İpşiroğlu, Aralık 2009’da Evrensel Kültür’de “Ötekileşme hoşgörüsüz bir ortam yaratarak kutuplaşmaya, kutuplaşma gerilime, gerilim şiddete, şiddet savaşlara, savaş soykırımlara yol açabiliyor. İnsan haklarına saygılı barışçıl bir dünyada yaşayabilmek için ötekileştirmeyi ilke olarak benimseyen ve kendi gibi düşünmeyenlere düşman olan her tür ideolojiye, milliyetçiliğe, ırkçılığa, kadın haklarını hiçe sayan dinsel bağnazlık ve köktendinciliğe, feodal ve ataerkil geleneklere, yoksul zengin ayrımcılığını körükleyen kapitalizme karşı durmamız gerektiğine inanıyorum” diye yazmış.

Tevfik Taş da buna inananlardan. Kitabının sonunda barış istemini bir manifesto şeklinde sıralamış yazar.

Duru bir anlatım, örneklerle, şiirlerle desteklenmiş güzel bir sunum.

Deprem ve Irkçılık, nefret söyleminden vazgeçirir mi bilemem fakat belki biraz utandırabilir kötü söz sahiplerini!

Deprem ve Irkçılık, Tevfik Taş, Evrensel Yayınları, Ekim 2012.

Konrad'ın Devrimi (Funda DEMİR)


Nereden başlayacağını bilemezsin ya hani, bugünlerde kime dönsem yüzümü aynı kararsız ifadeyi görüyorum... Onca yıldır öylesine korkutmuşlar, öylesine diken üstünde yaşatmışlar ki bizi barış demeye çekinir olmuşuz sanki. Bu tedirginlik hali ne kadar sürer bilmem ama barış nereden gelirse gelsin, amacı ne olursa olsun tek bir insanın dahi yaşamasını sağlayacaksa hoş gelir, sefa gelir. Hayatla yeteri kadar savaşıyoruz zaten silahlar kusur kalsın. Benim tutuklu öğrencim, gazetecim, yedi diyardan insanım dört duvarların arkasındayken buruk olurum elbet, eleştiririm, belki parantezler açarım,sorular sorarım, kızarım ama barışın karşısında durmam, duramam. Duranı da anlamam.

İşte tam da barışa yakışan bir kitaptır "Benim Bütün Ördeklerim"...  Resimleriyle kelimenin tam anlamıyla büyüleyen, öykünün güzelliğiyle tadı damağımda kalan Benim Bütün Ördeklerim, Christian Duda tarafından kaleme alınmış. Julia Friese tarafından resimlendirilmiş, Türkçeye çeviren isim ise; Bahar Siber. İletişim Yayınları tarafından basılan bu kitap 56 sayfadan oluşuyor ve aynı anda aynı sayfada hem Türkçe hem de Kürtçesini (Hemû Werdekokên Wî) okuyabiliyorsunuz. 5 ve üzeri yaş grubu için uygun olduğunu düşündüğüm Benim Bütün Ördeklerim son yıllarda okuduğum en sıcak, en dokunaklı kitaplardan biri. Sadece resimlerine bile tav olabilirsiniz benden söylemesi!

Hikâyemize gelince... Tilki Konrad karnının zil çaldığı bir gün ava çıkmışken, kendisini gören anne ördek korkudan yumurtasını bırakarak kaçar. Eve gidip mis kokulu bir omlet yapmayı planlayan Konrad yumurtayı kaptığı gibi yola koyulur. Ancak omleti hazırlayamadan yumurta çatlar ve içinden çıkan yavru anne diyerek Konrad'ın yanına yanaşır. Hayır, anne değil baba  diyen Konrad yavruya Lorenz adını verir. Lorenz'in dişinin kavuğuna yetemeyecek kadar küçük olduğunu düşünen Konrad, onu besleyip büyüttükten sonra yemeye karar verir. Büyüdükçe iyi vakit geçiren ve birbirlerine alışan Lorenz ve Konrad'ın hayatı Lorenz'in büyülüp serpildiği yıllarda Emma isimli dişi bir ördeğe aşık olmasıyla daha da renklenir. Karnı hala aç olan, kim bilir belki de onca yıldır zorunlu olarak vejeteryan olan Konrad, bu saatten sonra Lorenz'i yiyemem ama Emma el kızı nasılsa onu löp diye miğdeye indiririm deyip Emma'ya her bakışında hayaller kursa da evdeki hesap bir türlü çarşıya uymaz.

Kendi doğasına ve gurulduyan karnına direnen ve yenilmeyen, aç, yorgun ama mutlu bir tilkinin hikayesidir okuyacağınız. Çok iyi bildiğimiz bir hayattır Konrad'ın ki. Hep bir umut der ve sıkıca sarılır hayata. Ne ders verir, ne ders alır sadece öylesi bir zamanda yaşar tilki Konrad. Yarının ne getireceğini bilmeden, farkında olmadan sever. Sevmek fedakârlık gerektirir çoğu zaman. Portakallı ördek tarifi düşünüp mis kokular duyarken torun sevmeye varar işin sonu. Bir,iki,üç, beş, on derken Konrad onlarca ördeğin tek sığınağı, babası,büyük babası olur. Mutluluk nedir ki? Düzinelerce fırınlanmış ördek mi yoksa bir arada olabilmek mi?

BENİM BÜTÜN ÖRDEKLERİM
Yazar: Christian Duda
Resimleyen: Julia Friese
Çeviren: Bahar Siber
İletişim Yayınları
2011

Yeni Başlayanlar İçin Paris Kitap Fuarı (Balca CELENER)

"Kitap bir kültürel önceliktir". François Hollande'ın Paris Kitap Fuarında yaptığı konuşmada sarf ettiği bu sözler Fransız basını tarafından manşete çekilen ifadeler oldu. Hollande, bir geleneği canlandırmak için geri dönmüştü. Selefi Sarkozy'nin beş yıl boyunca ayak basmadığı kitap fuarının açılışı eskiden olduğu gibi Başkan tarafından yapılmaya başlayacaktı.

Başkan açılış konuşmasına bazı kitapların bomba gibi tehlikeli oldukları ve fitil gibi okunabileceklerini anlatarak devam etmedi. Bunun yerine kitapların haiz oldukları önem kadar korunmalarının da gerekli olduğunu ve yayınevlerinin muhakkak desteklenmesi gerektiğini söyledi. Yayınevlerinin halihazırda karşılaştıkları sorunların üstüne yeni eklenen e-kitap tartışmasına değindi ve bu konunun hem risk hem de fırsat olduğunu ifade edip, e-kitapların da basılı kitaplarla aynı hukuki ve mali rejime tabii olmaları gerektiğini ve basılı kitaplardan farklı vergilendirilmelerine taraftar olmadığını açıkladı.

Fransa Başkan'ın bu konuşmasının ardında Fransa'nın e-kitaplara basılı olanlarla aynı indirimli katma değer vergisi oranı uyguluyor olmasının Avrupa Komisyonu tarafından rekabete aykırı bulunmasına bağlı çekişmeler yatıyor. Gerçekten, bu sene kitap fuarında da çok önemli tartışmalara konu olan e-kitaplar gitgide büyüyen bir pazara sahip ve taşınabilirlik, muhafaza edilebilirlik gibi avantajların yanı sıra fiyat meselesi de bu büyümede önemli rolü olan unsurlardan biri. Diğer yandan bu pazarın gözle görünür yükselişi özellikle de bağımsız yayınevleri açısından kısa sürede kabusa dönüşebilir. Fuar, durumun analizi ve risklere karşı alınabilecek önlemleri tespit edebilmek için toplantı, söyleşi ve tartışmalarla verimli bir ortam sağlamayı başardı. Yapılan çalışmalardan çıkan sonuçlara göre ilk etapta e-kitapların yükselişi geleneksel kitaba olan ilgiyi düşürmüşe benzemiyor. Buna rağmen özellikle küçük yayınevlerinin bu treni kaçırmamaları için desteklenmeleri konusunda da fikir birliğine varılmış gibi.

Her ne kadar e-kitap fenomeni damgasını vurduysa da, Paris Kitap Fuarı yine de basılı kitapların egemenliğini yadsımadı. Sergilenen kitaplar arasında dolaşan ziyaretçiler hem kitapları karıştırma keyfini yaşadılar hem de uğradığı her stendde kendisine bir kitap hediye edilen devlet başkanlarının eli ve kolunun kitapla dolmasını -aynı zamanda bir e-kitap okuyucu da olan- akıllı telefonlarıyla fotoğraflama fırsatı yaşadılar. Açılışın ardından, birbirlerini dirsekleriyle dürterek kendisini sessizce izleyen kalabalığın arasında dolaşan Başkan Hollande'a hediye edilen en ilginç kitaplar ise eşcinsel evliliği karşıtı dindarlardan gelen "yeni başlayanlar için demokrasi" ve "yeni başlayanlar için evlilik" oldu hiç şüphesiz. Fransa Başkanı ve beraber yaşadığı sevgilisi Valérie Trierweiler bu kitapları okuduklarında hayatları değişecek mi, hep beraber göreceğiz.

Orwell Ödülü’nün 2013 Yılı Adayları Açıklandı (Onur YILDIZ)


İngiltere’de 1994 yılından beri George Orwell adına verilen Orwell Ödülü’nün 2013 adayları açıklandı. Kitap, gazetecilik ve blog olmak üzere üç dalda verilen ödüller siyasi konularda yazmayı bir sanat haline getirme konusunda George Orwell’a benzerlik gösteren eserlere veriliyor.

Bu yılın kitap adayları arasında; İngiltere`deki ırkçı parti British National Party (Britanya Milli Partisi) ve genel olarak yabancı düşmanı hareketin yükselişini inceleyen Daniel Trilling`in kitabı “Bloody Nasty People: The Rise of Britain’s Far Right”, Meksika’da narkotik çetelerinin şiddet içerikli yöntemlerini inceleyen Ioan Grillo’nun eseri “El Narco”, Raja Sheadaeh’in Filistin işgal altındaki topraklarında yaşam deneyimlerini anlatan “Occupation Diaries”in yanı sıra Paul Preston’ın İspanya İç Savaşı sırasında devlet tarafından gerçekleştirilen soykırımı anlatan “The Spanish Holocaust” ve Chrystia Freeland’in global eşitsizlik ortamında dünya zenginlerinin yaşam pratiklerini inceleyen “Plutocrats: The Rise of the New Global Super Rich” adlı kitapları bulunuyor.

Ödüller 15 Mayıs’ta Londra’da yapılacak tören ile sahiplerine verilecek.

Tarık Ali İstanbul’da (Utku ÖZMAKAS)


'68'in ünlü isimlerinden, dilimize pek çok eseri Agora Kitaplığı bünyesinde kazandırılmış olan Tarık Ali, 5 Nisan'da SALT Galata'da (İstanbul) "Türkiye, NATO, Dış ve İç İlişkiler" başlıklı bir konuşma yapacak. Okurlarımızı bu önemli yazarı dinlemeye davet ediyoruz.

“Köpek Adamlar” Romanya’da (Utku ÖZMAKAS)


Yeni romanı “Yüzler”, Mart ayında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan Emrah Polat’ın önceki romanı “Köpek Adamlar”, Tania Mochi çevirisiyle Romanya’nın önemli yayınevlerinden Editura Vivaldi tarafından yayınlandı. Kötülük üzerine bir roman olan “Köpek Adamlar” 2012 yılında Arnavutluk ve Bulgaristan’da da yayınlanmıştı.

Ne Hazırlıyor? Pratika Yayınları (Utku ÖZMAKAS)


BirGün Kitap Yayınları ve Tan Yayınları, artık Pratika Yayınları adıyla yola ortak devam edecek. “Sağın hegemonyasının her alanda güçlendiği günümüzde fikir dünyasında solun etkinliğini arttırmak kuşkusuz mücadelenin en önemli alanlarından birisi. Bu noktada daha etkili bir mücadele sürdürmek amacıyla, ortak bir mecrada buluşarak yeni bir yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Gemilerin limandan çıkış izni anlamına gelen Pratika da bu yeni başlangıcın adı oldu” diyen arkadaşlarımızı tebrik ediyoruz.

Pratika’nın ilk iki kitabı Fahrettin Engin Erdoğan’ın “Direniş Komiteleri” ve Vefa Saygın Öğütle’nin çevirisiyle Roy Bashkar’ın “Natüralizmin Olanaklılığı” kitapları olacak.

Editörler Platformu Kuruldu (Utku ÖZMAKAS)

Basılı ve dijital yayıncılık sektöründe görev yapan editörlerin, haklarını korumak, çalışma koşullarını iyileştirmek, editörlük kurumunun gelişmesini sağlamak, mesleki eğitimler düzenlemek amacıyla “Editörler Platformu” kuruldu.

Kuruluş metninde “Günümüzün rekabetçi piyasasında giderek ağırlaşan çalışma koşulları, sansür uygulamaları ve hak ihlalleri karşısında editörlerin ortak bir tavır geliştirmesine ihtiyaç duyuluyor. Bunun yanı sıra, usta-çırak ilişkisi temelinde icra edilen editörlük mesleğinde bu tarz bir ilişkilenmenin önemli olduğunu düşünüyor, bu yolla bilgi aktarımının sürdürülmesi gerektiğine inanıyoruz. Bütün bu nedenlerle, eski birikimlerle yeni gelişmelerin buluştuğu, sektör içi iletişimin, paylaşımın ve dayanışmanın sağlandığı, sorunlara birlikte çözüm arandığı bir zeminin eksikliğini gidermek üzere bir araya geldik” diyen editörler öncelikli hedeflerini “Türkiye’de yayıncılık sektöründe çalışan editörler arasında dayanışma sağlamak; mesleki ve sektörel sorunları tespit etmek, bunlara çözümler aramak; ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla paylaşımda bulunmak, işbirliği ve ortak projeler geliştirmek ve editörlerin hukuki, ahlaki ve özlük haklarının ihlali durumunda ortak tepki geliştirmek” olarak açıkladı.

Çalıntı Çeviriye Karşı (Utku ÖZMAKAS)

Cihan Haber Ajansı’nın haberine göre, son yıllarda sık sık gündeme gelen ve giderek yaygınlaşan çeviri intihali, sonunda TÜBİTAK destekli bir çeviribilim araştırma projesinin konusu oldu. İzmir Ekonomi Üniversitesi (İEÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin tarafından yürütülecek projede, Yrd. Doç. Dr. Derya Duman ile bu konuda çeşitli çalışmalar yürütmüş yazar ve çevirmen Sabri Gürses araştırmacı olarak görev yapacak. Çeviribilim alanında yüksek lisans öğrencisi olan Merve Avşaroğlu da bursiyer olarak destek verecek.

İki yıl sürecek projenin temel amaçları arasında, piyasada “yeniden çeviri” maskesi altında görülen sahte çevirileri olabildiğince saptamak, gerçek ve sahte yeniden çevirinin yapılma gerekçelerini tespit etmek ve geçerliliklerini tartışmak, yeniden çevirideki intihal unsurlarını ortaya çıkarmak ve özgün yeniden çevirinin belirleyici özelliklerini araştırmak.

Ayrıca alanlarında deneyim sahibi olan ve intihal konusunda duyarlılık gösteren proje kadrosu, belgeye dayalı araştırma, bütünce dilbilim, adli dilbilim ve metin dilbilim yöntemleri kullanarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser listesindeki çeviri eserlerde intihal olgusunu da masaya yatırılacak. Projeyle sahte yeniden çevirilerin yol açtığı maddi ve manevi kayıplar, bilimsel olarak ortaya çıkarılacak. Diğer bir hedef ise çeviri intihali konusunda bir kılavuz ve rapor yayımlamak. Ayrıca TÜBİTAK projesinin bir ilk adımı olarak aynı ekip, Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından 8-10 Mayıs 2013 arasında düzenlenecek 3. Uluslararası Çeviri Kolokyumu’nda “Kidnapped Voices: The Big Business of Plagiarismin (Re)translation (Çalınmış Sesler: Yeniden Çeviride İntihal Piyasası)” başlıklı bir sunum yapacak.

Ne Çeviriyor? Ümit Hüsrev Yolsal (Utku ÖZMAKAS)


Maurice Bloch’un Ritüel, Tarih ve İktidar (Ritual, History and Power, Berg, 2004) adlı kitabını Dipnot Yayınları için çeviriyorum. Adı geçen kitap aslında Maurice Bloch’un son on beş yıl içerisinde farklı tarihlerde yayımladığı ve geçerliliğini halen koruyan dokuz makalesinden oluşan bir derleme. Zaten yazarın kendisi de kitabın önsözünde amacının kısaca farklı yerlerde yayımlandıkları için kolaylıkla ulaşılamayan makalelerini bir araya toplayarak onları yararlanılabilir kılmak olduğunun altını çiziyor.

Öte yandan Bloch’un, makaleleri aracılığıyla yapmaya çalıştığı şey, Madagaskar halkları, özellikle de Merinalılar odaklı etnografik ve simgesel çözümlemeler eşliğinde, kitaba da adını veren, ritüel, tarih ve iktidar olmak üzere üç önemli kavrama ilişkin düşüncelerini sergileyip yeni tartışmalar başlatmaya çalışmak. Dolayısıyla kitaptaki makaleler, birbirleriyle bağlantılı ve birinin savı çoğunlukla diğerinin savının devamı niteliğinde. Bu durum doğrultusunda makaleler de belirli bütünlük sergilemekteler.

Bloch’un dili yer yer çetrefilleşse de, çözümlemelerinin çekiciliği ve ritüellere ilişkin betimlerinin akıcılığı çevirmeni bu zorlukları aşması için teşvik ediyor.

LACİVERT Dergisi 50. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Öykü ve şiir dergisi Lacivert 50. Sayısı ile raflarda yerini aldı. Bu sayının dosya konusu olarak ise “Edebiyatta Kötücülülük” olarak belirlenmiş. Doğuş Sarpkaya, Andaç Yazlı, Bülent Uçar, Tekgül, Fatih Balkış gibi isimlerin yazılarını derginin dosya bölümünde bulmak mümkün.

Onur Caymaz ile bir söyleşi gerçekleştiren derginin şiir bölümünde Burak Çapan, Taner Cindoruk, Arzu Kaya, Mehmet Ercan, Necati Albayrak, Mehmet Rayman, Iraz Dostum ve Sabahattin Yalkın’ı ağırlamış.

BİR+BİR Dergisi 20. Sayı (Helin KÜÇÜK)

20. sayısıyla okurlarıyla buluşan BİR+BİR’de;

Nurdan Gürbilek’ten “Tolstoy’un Vicdanı”

“Marx’ın 11. Tez’inin romancı versiyonu: Romancılar özel hayat␣ yorumlamakla yetindiler. Önemli olan onu değiştirmektir; önce romancının kendi hayatını. Tolstoy’un 82 yaşında evden kaçmasının ardında sanki bu tezin gereğini yapma, doğru bir hayat sürme isteği vardır…” Bu şubat Tolstoy burcundaydık. “Anna Karenina”nın sinemaları dolaşması bir yana, vicdan kavramı yine gündemdeydi. Gürbilek, Tolstoy’un hayatına ve eserlerinden Adorno’nun derslerine bağlanıyor.

Emin Alper’le “Tepenin Ardı”

Emin Alper sessiz ve derinden gitti ve ilk filmiyle parmak ısırttı. Festival ödülleri de peş peşe geldi: İstanbul, Caligari, Taypey, Karlovy Vary, Saraybosna… Dahası, Anadolu kırsalında yaşanan bir günü anlatan, hem keskin bir bakışla erkek dünyasına nüfuz eden hem de toplumların düşman yaratma mekanizmalarını gözler önüne seren “Tepenin Ardı”, SİYAD tarafından da 2012’nin en iyi filmi seçildi. Bu ödül rekortmeni filmi yönetmeni Emin Alper’den dinliyoruz…

KAMPFPLATZ Dergisi 2. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Felsefeyi bir “kavga alanı” olarak gören Kampfplatz er meydanına bu sefer “Devlet şiddetini” davet ediyor. “Devlet şiddetinin ikon-imgeleri üzerine bir ilk tartışma” yı Gülsüm Depeli yazıyor ve “devlet şiddetinin kökenine ilişkin tarihsel bir bakış” sunuyor.

Soner Torlak ise “devlet şiddetinin yöneldiği farklı bir gruba, işsizlere” odaklanarak “İşsizleri Örgütlemek: İran ve Arjantin Dersleri” yazısıyla yer alıyor. Derginin “Kuram” bölümünde Mehmet Evren Dinçer’in “Dijital Kapitalizm, Dijital emek?” yazısı ve Giorgio Agamben’in “Çağdaş Nedir?” çevirisi ile devam ediyor.

Bu sayının en önemli bölümü ise Barış Yıldırım ve Onur Kartal’ın Antonio Negri ile birlikte son kitabı “Duyuru” yu yayımlayan Micheal Hardt ile yapılan söyleşi.

Güvenlik Simbiyozu: “Dikkat, Polis!” (Kansu YILDIRIM)


AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından günümüze polis sayısı 122 binden 240 bine yükseldi; yani % 88’in üzerinde bir artış yaşandı. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait suç istatistiklerine baktığımızda adi suçlar, cinayetler, nitelikli dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, uyuşturucu ticareti veya eşya kaçakçılığı gibi suçlarda ilgili yıllar arasındaki artış % 88’ler düzeyinde değil. Bu iki istatistiksel bilgi mukayese edildiğinde akıllara şu soruyu getirebilir: “Polis, araç ve ekipman sayılarındaki bu denli artış neye işaret ediyor?” veya “İleri demokrasi evresinde rejimin (niceliksel ve niteliksel) polisleşme eğilimini nasıl açıklayabiliriz?”. Her iki soru, farklı noktalardan hareket ederek polis sayısı ve polisleşme ile tanımlanan güvenlik olgusundaki güncel veçheyi anlamayı kolaylaştırabilir. Çünkü polis sayısındaki artışın diğer kamu görevlileri alımındaki sayıları katlaması; orduya ayrılan bütçenin görece kısılırken polise ayrılan bütçenin artışı; spesifik olarak emniyet kuvvetlerine dış güvenliği ilgilendiren durumlarda kullanılan ağır silahlara erişim izni verilmesi; salahiyet sınırlarının hukuki açıdan genişletilmesi; emniyet içinde toplumsal olaylarla özdeşleşen özel timlerin orantısız güç kullanmaları rejimin hakim güvenlik paradigmasını tartışılır hale getirdi. Bu durumu izah edebilmek için üç uğrağa değinmemiz gereklidir: a) Güvenlik aracılığıyla devlet iktidarının meşruiyetine dair tarihsel arkaplan; b) devletin güvenlik faaliyetlerinde polisin konumu; c) polis ile sermaye siyasetinin simbiyotik ilişkisi.

Meşrulaştırma Pazarlığı

Siyasal antropoloji ve siyaset bilimi literatürü karıştırıldığında pre-kapitalist ve kapitalist devletlerin ortak örgütlenme söylemlerinden birisi, güvenliğin sağlanması üzerinden kurulmuştur. Güvenlik söylemleri ve icraatı, bireysel düzeyde can ve mal güvenliğinden kolektif güvenlik ihtiyaçlarına kadar geniş bir yelpazede kitlelere aşılanmış, onları içine çekmiştir. Güvenlikleştirilen yaşamlar karşılığında kitlelerden istenen tek şey, onların tabiiyetidir.

Evren Haspolat “Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü” eserinde, Hobbes ve Schmitt arasındaki korelasyondan başlatarak tabiiyet sürecini “pazarlık” olarak tarif etmektedir. Hobbes’un doğa durumu kurgusundaki tehlike ve risklerin maksimum seviyede olduğu, herkesin “kurtlaştığını” kabul ettiği soyutlamada güvenliğe yaptığı göndermeler; Schmitt’in “Protego ergo obligo” (koruyorum, o halde kendime bağlıyorum) olarak ifade ettiği, koruma-itaat ilişkisi olmaksızın hâkimiyetin de olmayacağı şeklindeki düşünceleri, güvenlik üzerinden yapılan pazarlığa dikkat çekmektedir. Haspolat’ın devlet iktidarının toplumsal sınıflar üzerinde kurulurken güvenliğin tali bir unsurdan asli bir öğeye dönüşünü Charles Tilly ve Michael Mann üzerinden ele alışı, güvenlik söylemlerinin maddiliğini açığa çıkarır.

Altyapısal iktidardan zor kapasitesine

Sermaye-mantığı veya sınıf-kuramsal Marksist devlet tartışmaları dışına çıkıldığında, Mann ikili bir iktidar tarifi yapar: “despotik” ve “altyapısal iktidar”. Modern devlete, geleneksel devlet formlarına göre üstünlük kazandıran denetim özelliği, “altyapısal iktidarıdır”. Altyapısal iktidar, vergilendirme, istihdam politikaları, sosyal yardım ve kamu hizmetlerinin organizasyonu gibi yollarla devlete bireylerin yaşamlarını düzenleme imkânı tanır. Toplumsal ve bireysel ihtiyaçlar çerçevesinde düzenlemelerden olumlu etkilenen kitleler, devlet siyasalarının gündelik yaşamlarındaki tesirlerinden kısmen veya tamamen etkilenir. Böylece uyumlaşmadan kaynaklı sağlanan konformizm, kitlelerde güvende olma hissiyatını pekiştirir.

Altyapısal iktidarın sağlanışında devlet açısından ivedilikle yerine getirilmesi gereken pratik, güvenlik araçlarının örgütlenmesidir. Güvenliğin diyalektik özelliğinden ötürü, zor ve şiddet ile birlikte varolan bir olgu olması, güvenlik araçlarını devletin örgütlenmesi sürecine paralelleştirir. Tilly, sermaye birikimi ve yoğunlaşması sürecinde devletlerin oluşumunda zor araçlarının birikimiyle eşzamanlı bir süreçten bahseder. “Komşulara boyun eğdirme”, “uzaktaki rakiplerle savaşma” gibi eylemlerin yanı sıra, zor araçlarının yeniden-üretiminde, zor kapasitelerinin oluşturulmasındaki kaynak transferlerinde özgün yönetsel mekanizmalar hâsıl olur. Bu noktada Gramsci’den bildiğimiz üzere sadece zora dayalı bir iktidar kelebeğin ömrü kadar süreceğinden, kritik odak, güvenlik ile toplumsal rızanın sağlanmasına kaydırılmıştır; devlet (bürokrat-teknokrat kadrolar, kurumlar) ile toplum arasında Haspolat’ın belirttiği üzere, “güvenlik” temelli bir “pazarlık” gerçekleşmiştir.

Polis-devlet ilişkisi

Devlet aygıtının güvenlik söylemleri ile iktidar alanını tesis etmesindeki başat dayanaklarından birisi, polis kurumudur. Mark Neocleous’un erk olarak polis üzerine yaptığı araştırmalardan bildiğimiz üzere, 15. yüzyıl ve 19. yüzyıl arasında üç döneme ayrılan polis, devletin güvenlik üzerinden mevcudiyetini ideolojik düzeyde yeniden üretmesinde, yoksulluğun kontrolü, halk sağlığı ve suçların azaltılması gibi kamu düzeninin tesisi, genel refahın sağlanması gibi çeşitli işlevler üstlenmiştir. Polis’in 1500’ler ve 1800’ler konjonktüründe üstlendiği bu roller, Alman hukukunda geçen devlet aklı öğretisi bağlamında “esas idare öğretisi” olarak nakledilmiştir. Ancak Neocleous’un belirttiği üzere, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte polis, içerik bakımından “genel iyinin” / “genel refahın” sağlanması için koşulların hazırlanmasından kapitalizme özgü ihtiyaçların tedarikçisi pozisyonuna evrilmiştir. Ücretli emeğin piyasa normlarına adaptasyonu, bedenen işe koşulmak için hazır olanları işgücüne dâhil etmek gibi rolleri yerine getirmeye başlayan polis, sermaye ilişkilerinin toplumda olgunlaşmasıyla birlikte müdahaleci seyirciye dönüşmüştür. 19. yüzyıl sonrası polisin en belirgin özelliği, her alanın polis eliyle düzenlenmesi veya 15. yüzyıldaki gibi toplumsal refahın örgütlenişi değil, üretimin ve yatırımların gelişmesi için müteşebbisliğin önünü açması, (Smithçi manada) metalara vergi yüklememesi, sermayeyi serbest bırakması olmuştur.

Devletin polis işlevlerini yeniden içeriklendirmesi, otomatikman polis aracılığıyla toplumda gözlenen ve kabullenilen güvenlik algısının da değişmesine yol açmıştır. Söz konusu serbest girişimin ve yatırımların dizdarı olarak polisin varlığı; bir bütün olarak dünyada emniyet teşkilatlarının buna göre yapılandırılması ve hukuksal zeminin yeniden tanımlanması, “polisi kanun ile eşitleyerek onu kanun hâkimiyetinin birincil sorumlusu ve uygulayıcısı haline getirmiştir”.

Sermaye-polis ilişkisi

Başta hukuki zemindeki ilişkilerin ve diğer toplumsal ilişkilerin egemen sınıfların ortak çıkarları doğrultusunda örülmesi, polisi aracılığıyla sağlanan güvenliğin halk yararı ilkesinden kopuşuna işaret etmektedir. Polis, belirli zümrelerin ve sermayenin icra komitelerinin güvenliği için mahsus birimler olarak örgütlenmektedir. Şüphesiz bu durum polisin kamu güvenliği faaliyetlerini askıya almamaktadır; çünkü Poulantzas’ın belirttiği gibi “görece özerk” bir vasfa sahip olan devlet, kitleler nezdinde “tarafsızlık” imajını koruyabilme adına “sınıflar-üstü” performanslar sergiler. Ne var ki, tarafsızlık sermayenin birikim stratejilerine uygun hegemonya projelerini aksatacak kitlesel hareketlerde, işçi sınıfı mücadelesinin ivme kazandığı durumlarda askıya alınır: HES karşıtı köylülere ve çevrecilerin eylemlerinde, fabrika direnişleri ve grevlerde, öğrenci boykotları ve yürüyüşlerinde, siyasi iktidara yönelik protestolarda kullanılan onlarca ton su ve yüzlerce biber gazında olduğu gibi… Polis, böylesi koşullarda, devlet otoritesine ilaveten, sermaye çıkarlarının “çıplak zoru” formuna bürünür. Krizler sonucunda pek çok rejimin otoriter bir niteliğe büründüğü bu zamanda, polis sayısındaki artışın ve yoğunlaşmanın da temel nedeni tam da budur.

Evren Haspolat, Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü: Türkiye’de Özel Güvenliğin Gelişimi, Notabene Yayınları, Ankara, 2012, ss. 372.


“Kapitalistleştirilmiş” Hukuk ve Güvenlik (Ebubekir AYKUT)

Hangi büyük mağazanın, alışveriş merkezinin kapısında, devlet dairesinin, hastanenin girişinde ve üniversitenin “nizamiyesi”nde özel güvenlik yok artık. Sadece özel güvenlikçiler değil, emniyet teşkilatının çokça övündüğü gibi her yerde polisler de var. İnsanın kendisini güvende hissetmesi için tüm koşullar sağlanmış gibi. Ama yine de suç, hırsızlık, kapkaç, mala mülke zarar verme vb. olayların, oranları azalmak bir yana giderek artmakta. Bu kadar güvenlik ideolojisinin salgılandığı bir dönemde yaşanan güvensizlik niye acaba? Dahası kendisini güvende hissetmeyenler kim, yani kimin güvenliği? Devlet esas görevlerinden biri olan toplumsal güvenliği sağlayamayacak durumda mı?

Resmi veya özel güvenlik güçlerinin yaşamın tüm alanına yayıldığı bir dönemde “güvensizlik” ortamından söz edilmesi aslında çelişki değil. Pek çok toplumsal ilişkide olduğu gibi güven ve güvensizlik karşılıklılık ilişkisi içerisinde birbirilerini beslerler. Ancak, güvensizlik ortamına karşı geliştirilen pratikteki uygulamaların, halklar nezdinde içselleştirilebilmesi için bir rıza dolayımına girmesi şarttır. Güvenliğe duyulan ihtiyacın beraberinde getirdiği uygulamalar toplumun her kesimini aynı derecede memnun etmeyebilir ancak bunu sağlamada temel öğe hukuk içerisinde belirir. Güvensizlik ortamından beslenen güvenliğe dair esaslar devlet ve hukuksal ilişkilerde gizlidir.

Hukuki biçim, teknik ve içerik bakımından detaylandırılmış güvenlik olgusunun, modern dönemde devletle ilişkili bir kavram olduğunu söyleyebilmek mümkün. Feodal dönemde paralı askerler ya da şövalyeler vasıtası ile özel olarak sağlanan güvenlik hizmeti, beyin topraklarının sınırlarının muhafaza edilmesi, toprağı terk eden serflerin geri getirilmesi, cezalandırılması vb. eylemler, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesi ile biçim değiştirdi. Kapitalist mülkiyetin ortaya çıkışı, emeğin topraktan özgürleşmesi, bireysel hakların edinilmesi ile birlikte güvenlik kamusal bir “hizmet” biçiminde tüzel kişilik olarak devletin asli görevlerinden biri haline geldi. Aynı hattan ilerleyerek güvenlik “hizmet”inin kamusallaştırılmasının kapitalist hukukun ortaya çıkışı ile çakıştığını iddia edilebilir. Bu çerçevede, kapitalist hukukun temelinde büyük ölçüde kişiliğin, özel mülkiyetin, haklar ve özgürlüklerin korunması olarak güvenlik ilkesi yer alır.

Kapitalist devlet tarafından hukuk düzeni dolayımıyla sağlanan güvenlik “hizmet”i, hukukun ideolojik işlevinin de belirginleşmesine katkıda bulunur. Bu ideolojik işlev, öncelikle, prensipte piyasa ilişkilerinin sekteye uğramadan, herhangi bir piyasa dışı müdahaleye maruz kalmadan işleyişini garanti altına alır. Elbette hukuk sadece belirli piyasa işlemlerinin gerçekleşmesini koruma altına almaz, ayrıca toplumsal güvenlik (halk sağlığına ilişkin yasal düzenlemeler, trafik kuralları vb.) de hukukun düzenleme alanına girer. Hukuk, toplumsal düzenleme ya da üretim ilişkilerinin yeniden üretimi işlevini yerine getirebilmek için kolluk güçleri gibi baskı-güvenlik araçlarına ihtiyaç duyar.

Kapitalist devlet biçimlerinin evrensel hukukla kurduğu bağ, masumane değildir. Belirli çıkarlar doğrultusunda “hukuki-ahlaki ideolojiye” ihtiyacı vardır. Burada güvenlik ile ilgili iki tür ideolojik etkinin varlığını saptayabiliriz. Birincisi, genel kamusal güvenliğin sağlanıyor oluşu halkın bütününde var olan düzene itaatin temeli haline gelir. Bu bağlamda toplumsal düzenleme krize girmediği ve aykırı sesler bastırıldığı sürece düzene bağlılık sürekli hale gelir. İkincisi, hukuk düzeninin varlığı potansiyel olarak polisin varlığına ve cezalandırma tehdidine işaret ederek güvenliğin garantörü haline dönüşür.

Kapitalist toplumsal formasyonlarda devlet, hukuk ve hukuki ideoloji arasındaki güvenlik eksenli ilişki hakkında genel bilgilerden sonra neoliberal dönemde bu ilişkinin nasıl dönüştüğüne bir bakalım. Neoliberal dönemde güvenlik hizmetini özelleştiği, piyasanın temel düzenleyici haline geldiği sıklıkla iddia edilir. Bu dönem ayrıca hukukta da bazı dönüşümlere tanıklık etmektedir. Öncelikle toplumsal güçler dengesindeki değişiklikle birlikte hukuku oluşturan yasalar dönüşmeye başlar. Daha öncesinde genel toplumsal düzenleme işlevini gözeten yasalar kısmi düzenlemeleri konu edinmeye başlar. Kriz dönemlerinde tabandan yükselen hareketlerin tasavvur edilen düzeni sarsması, hukuk-ideoloji vasıtasıyla biçimsel düzeyde yürütülen özgürlük güdümlü siyasaları askıya alır; yeniden-düzenleme işlemlerinin karakteri değişir. Poulantzas’ın “Demokrasinin Günbatımı: Otoriter Devletçilik” tarif ettiği kriz ve yükselen taban hareketleri dönemlerinde siyasi iktidar, güvenlik siyasalarını en üst düzeye çıkartarak, kısa vadede oluşan tepkiselliği absorbe etmeye çalışır. Yasalar, yönetmelikler, yönergeler yoluyla; bir bütün olarak “hukuk devleti” egemen sınıfların/sermayenin tekil çıkarları için zayıflatılır.

Neoliberal zamanlar gibi kriz dönemlerinde hukuk da krize girer ve en temel işlevlerine geri çekilir; özel mülkiyetin, özel mülkiyetin işletilmesi için gerekli bireysel hak ve özgürlüklerin korunması. Krizin bir işareti de polis güçleri tarafından korunması gereken kişisel güvenliğin “özel güvenlik”in yardımına gerek duymasıdır. Dahası hukuki ideolojinin de krizde olduğundan bahsedilebilir. Öncesinde her koşulda fiziksel olarak varlığı gerekmeyen “polis” ideolojik işlevini yerine getirebilmek için fiili olarak her daim görünür hale gelmiştir. Cezalandırma sistemi de krize girmiştir, hapisten çıkan bir mahkûm en kısa sürede ya suç işlemekte ya da suça yeniden teşebbüs etmektedir. Sonuç olarak, güvenlik olgusunun ve ideolojisinin bu kadar etkin hale gelmesi tek bir şeye işaret etmektedir; verili toplumsal düzenleme kriz içersindedir. Kamu-özel ortaklığı ile devasa entegre cezaevlerinin yapımının düşünülmesi, buna istinaden trafik cezalarından ölüm cezalarına değin geniş bir cezalandırma prosedürünün gündeme gelmesi, tüm bu anlattıklarımızdan bağımsız değildir.

Nicos Poulantzas, Devlet İktidar Sosyalizm, Çev. Turan Ilgaz, Epos Yayınları, Ankara, 2006

Özel “Güvensizlik”: Blackwater (Filiz ZABCI)

Gittikçe güvencesizleştiğimiz ve güvensizleştiğimiz bir toplumda yaşadığımızı söyleyip duruyoruz ya; bilgi de bu güven erozyonunun dışında kalmış değil. Sosyal medya başka bir iletişim aracı ile yakalayamayacağımız bilgi ve haberleri elimizin altında bulmamızı sağlıyor; ama öte yandan, büyük bir bilgi bombardımanı ve kirliliği ile yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Irak ve Afganistan işgalleriyle gündeme gelen özel askeri şirketler içinde en fazla vukuatı olan ve bu yüzden de üzerine en fazla konuşulan Blackwater bu bilgi kirliliğine tipik bir örnek.

Şirket ile ilgili bir internet araştırması yapmaya kalktığınızda, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeyeceğiniz bir dizi haber ve yalanlama ile karşılaşıyorsunuz. İnsanı epeyce bir heyecana sürükleyen ve “Gizli ve karanlık işlerin parlak örneklerinden biri daha!” diye düşünmeye iten bir haber buluveriyorsunuz. Sonra daha ayrıntılı bir inceleme yapmaya karar verdiğinizde, bu haberi yalanlayan başka haber ve yazılar karşınıza çıkıyor. Ve en önemlisi, internetteki bilgi kirliliğinden bağımsız olarak, şirketi “aklama” ve meşru kılma” niyetiyle, bizzat şirket tarafından bazı bilgilerin bir sır gibi saklandığına, hatta hafıza silme operasyonu gerçekleştirmek için ad değiştirme gibi kurnazca tekniklere başvurulduğuna tanık olabiliyorsunuz.

Olay şu: Kamuoyunda hala Blackwater olarak bilinen şirket, ABD’de kurulmuş dünyadaki en büyük özel ordu ya da özel askeri şirket. 2009 yılında, Irak’ta 17 sivilin öldürülmesine adı karışınca, Xe Services ismini alıyor.

ABD’nin sola göz kırpan etkili haftalık dergilerinden biri olan Nation’da, 04 Eylül 2010 tarihinde Blackwater’la ilgili Jeremy Scahill imzalı bir yazı yayımlanıyor. Yazının başlığı “Blackwater’ın Karanlık Operasyonu”. Yazıda Scahill, Nation tarafından elde edilmiş şirketin kendi belgelerinden yola çıkarak çok ciddi iddialar gündeme getiriyor. Blackwater, istihbarat, askeri eğitim ve güvenlik hizmetlerini ABD hükümeti ya da yabancı hükümetlere sunmakla sınırlı kalmayıp, Monsanto, Chevron, The Walt Disney Company gibi çokuluslu şirketlere ve Deutsche Bank ve Barclays gibi dev bankalara dek genişletiyor. Şirket, hükümetler ve çokuluslu şirketlerle anlaşmalarını, kendisinin sahibi ve kurucusu olan Eric Prince’ın iki başka şirketi aracılığıyla yapıyor: Total Intelligence Solutions (TIS) ve The Terrorism Research Center (TRC).

Bu belgelerden elde edilen önemli bir bilgi, Blackwater’ın, TIS aracılığıyla, Monsanto içinde bir tür istihbarat kolu oluşturarak, biyoteknoloji alanındaki bu çokuluslu şirkete karşı örgütlenen aktivist grupların içine sızmak gibi bir amaçla hareket ediyor olduğu. Yazıda, Monsanto şirketinin, Total Intelligence aracılığıyla 2008-2009 yılları arasında Blackwater’ı kiraladığı bilgisi de yer alıyor. Belgeye göre, Monsanto, TIS’a (ya da onun aracılığıyla Blackwater’a) 2008 yılı için 127,000 dolar, 2009 için ise 105,000 dolar ödeme yapmış.

Bu arada, Monsanto hakkında kısa bir bilgi verelim: Dünyanın en önde gelen, genetiğiyle oynanmış tohumlarının sağlayıcısı bir şirketten söz ediyoruz. Hakkında pek çok şaibe olan bu dev şirketin büyük ortaklarından biri de Bill Gates.

Şimdi bilgilerin karıştığı ve yanlış bir bilginin dolaşıma sokulduğu, sonrasında ise doğru bilgiye ulaşmanın neredeyse olanaksız hale geldiği bir düzeye geçiyoruz. 30 Ocak 2012 tarihinde Silvia Ribeiro, bir yazısında , Scahill’in makalesini referans göstererek, Blackwater şirketinin Monsanto tarafından satın alındığını yazıyor. Scahill’in makalesindeki “kiralandı” sözcüğünün “satıldı” şeklindeki yanlış çevirisinden kaynaklanan bu haber epeyce ilgi uyandırıyor ve tartışmalara konu oluyor. Daha sonra bilginin bir çeviri hatasına dayandığı anlaşılıyor; ama hala kimilerince, hatalı bilgi bir yandan dolaşımda olmaya devam ediyor. Bu bilgi konusunda karşı karşıya kaldığımız “güvensiz” ortamın bir kanıtı; ya da güvenilir bilgiye erişmenin çok zor olduğunun bir örneği. Ancak asıl önemli olan, güvenlik sektörünün “kara suları”nda gezinen bir şirketin, hukuka ve insan haklarına aykırı eylemlerinin ifşa edilmesini engellemek için nasıl suyu bulandırdığı.

Monsanto, Blackwater’ı satın alsın ya da almasın, aracı iki şirket kullanılarak bir kiralama anlaşması yapıldığı, bu yolla adı kötüye çıkmış iki büyük şirket olan Blackwater ile Monsanto’nun adının yan yana getirilmesinin engellenmeye çalışıldığı -ya da başka tür çıkarların işin içine girdiği- bu anlaşmanın insan haklarına aykırı kirli hesapları içinde barındırdığı ve iki yıl boyunca devam ettiği son derece açık. [Sorular üzerine bir Monsanto yetkilisi Nation dergisine gönderdiği e-postada 2010 yılına kadar süren bir sözleşme yaptıklarını onaylıyor].

İki çokuluslu şirket arasındaki bu işbirliği, sermayenin sonsuz kâr mantığı içinde nasıl yasa dışı ve insanlık dışı yöntemler kullanacağının ne ilk ne de son örneği. Yine de genel bir eğilimin göstergelerinden bir tanesi. O kimilerinin pek sevmediği, gerektiğinde itip kaktığı, “kamu” ya da “kamusal” olandan uzaklaştıkça; özel olanın yatağına doğru aktıkça özgürleşme falan sağlanmıyor. Tersine, sınırlı da olsa, yine de insanlığın önemli kazanımlarından biri olan devletin veya kamusal kurum ve aktörlerin sınırlandırılma, denetlenme ve hesap verme yükümlülüklerinden büyük ölçüde azade özel kurum ve aktörlerin sınırsız keyfiliği ile yüzleşmek durumunda kalıyoruz.

Blackwater, Irak’taki katliamdan sonra adını değiştirmişti. Bugün de yine internet üzerinden bir araştırma yaptığınızda karşınıza farklı bir isim çıkıyor: “Academi”. Karanlığı, güç kullanımı ve şiddeti çağrıştıran bir isimden, düşünsel çabayı, bilgiyi, hümanizmi çağrıştıran bir isme doğru geçiş. Şirketin internet sayfalarında “dürüstlük” ve “onur” başlıklarıyla açılan sayfalar var. Dünya Bankası ve IMF gibi neoliberal politikaların kurucusu olan uluslararası kuruluşların “insani kalkınma”, “halkın katılımı”, “hesap verme”, “şeffaflık” gibi kavramlarla ve bir dizi pratikle gerçekleştirmeye çalıştıkları imaj değiştirme operasyonunu, Blackwater biraz gecikerek de olsa uygulamaya geçirmiş görünüyor.

Jeremy Scahill, Blackwater: Dünyanın En Güçlü Özel Ordusunun Yükselişi, Nation Books, Amerika, 2007, ss. 464.


Devletin Güvenlik Sigortası (Evren HASPOLAT)

Marx güvenliği “sivil toplumun (burjuva toplum) egoizminin sigortası” olarak tanımlar. Mülkiyet peşinde koşma egoizminin sigortası. Bu anlamda burjuva toplumsal düzeninde güvenlikten söz edildiğinde söz konusu olan özel mülkiyetin güvenliğidir. Çünkü burjuva toplumda güvenlik ve onun asli aygıtı olarak polis, kapitalizmin kuruluş evresinde Çitleme Hareketi ile feodal beylerin topraklarından sürüp çıkardığı ve kentlere işçi/işsiz ordusu olarak yığdığı yığınların yarattığı sorunların yol açtığı düzensizliği düzenleme ve yeni toplumun düzenini kurma kaygısıyla doğmuştur. Bu anlamda güvenlik Neocleous’un tespiti ile “düzenin inşası için kullanılan mantığın bir parçasıdır”. Düzen inşası ise her zaman yönetmeye ve dolayısıyla zapt etmeye işaret eder.  Bu nedenle burjuvazi açısından güvenlik olarak işleyen süreç, işçi sınıfı ve toplum açısından zapt etme olarak işlemektedir. Ancak diğer taraftan aslen yönetmenin/zapt etmenin aygıtı olarak polis; hırsızlık, fuhuş ve kaçakçılığın önlenmesi, hijyen koşullarının sağlanması, küçük çocuklara, evsizlere ve bakıma muhtaç bireylere yardımcı olunması gibi zaman içerisinde üstlendiği görevlerle birlikte işçi sınıfına da kimi faydalar (güvenlik) sağlayan bir aygıta dönüşmüştür. Bu nedenle burjuva toplumsal düzeni ve kapitalist devlet söz konusu olduğunda güvenlik kavramını tarih içerisinde farklı sınıflarla girdiği ilişkiler ve onlardan kendisine yönelen mücadelelerin de bir sonucu olarak geçirdiği dönüşüm üzerinden, tam olarak Marksizmin diyalektik yöntemi ile kavramalıyız. Güvenlik, ‘güvenliği sağlayan’a ve ‘güvenliği sağlanan’a bağlı olarak ortaya çıkan koruma-itaat ilişkisi çerçevesinde daima bir yönüyle güvenliğe (özel mülkiyetin olduğu kadar belli durumlarda işçi sınıfının da güvenliği) diğer yönüyle ise zapt etmeye (işçi sınıfının ve genel olarak toplumun zapt edilmesine) işaret eder. Ve bu durum salt kapitalist devlette değil, tüm devlet biçimlerinde böyledir. Dolayısıyla güvenlik kavramı yerine gerek egemenler gerekse yönetilen sınıflar açısından baskı aygıtlarının ikiyüzlü işlevlerini ortaya koymak açısından güvenlik/zapt etme kavramını tercih etmek bize daha kullanışlı bir alan açacaktır.

Kapitalist Devlet ve Güvenlik Aygıtları Seti

Bir yönüyle güvenliğe, diğer yönüyle de zapt etmeye denk düşen devlet eylemi, kapitalist devletle birlikte önemli bir dönemece girmiştir. Çünkü kapitalist girişimciliğin artı değere iktisadi alanda iktisadi araçlarla (sözleşme) el koymayı öğrenmesi ile birlikte şekillenen siyaset-ekonomi ayrılığı biçimindeki liberal anlayış ve buna paralel olarak devletin hem sermaye sınıfı ile hem de halk ile giriştiği farklı içerikteki mücadele ve pazarlıkların sonucunda, ‘tarafsızlık’ kazanması ile birlikte, kapitalist devlet, tüm toplumun çıkarlarını gözeten ‘kamusal’ bir özle donatılmıştır. Öyle ki kapitalizmin gelişmesi ile birlikte üreticiler tümüyle mülksüzleştirilmiş, mutlak özel mülkiyet kurulmuş, mülk sahipleri devlet tarafından doğrudan doğruya üretim ve mülk edinme dışında siyasi güçten yoksun bırakılmış, emek sözleşmesi üzerindeki sınıfsal çatışmaların ekonomizmin sınırları içine hapsedilmesi nedeniyle kapitalistler üretim sürecinin dışında işçilerin yaşamları üzerindeki kişisel denetimlerini kaybetmiştir. Anılan koşullar altında devletin kazandığı ‘kamusal’ öz, ona tüm toplumun güvenlik başlığı altında egemen sınıf lehine daha incelikli bir şekilde zapt edilmesinin yolunu açmıştır. Ve bu zapt etme hali de kapitalist devletin birikim stratejilerine bağlı olarak tarih içerisinde aldığı her farklı biçimde, farklı bir güvenlik/zapt etme politikası geliştirmesine ve ona uygun bir aygıt seti oluşmasına yol açmıştır.

Kapitalist devlet, kapitalizmin farklı birikim stratejileri çerçevesinde bugüne kadar üç temel biçim almıştır. Bunlardan ilki, manifaktür üretim biçimine ve birikim stratejisi olarak serbest piyasacılığa denk düşen liberal devlet (1775-1875); ikincisi, Fordist üretim biçimine ve birikim stratejisi olarak müdahaleciliğe denk düşen müdahaleci devlet (1875-1975); üçüncüsü ise esnek (post-Fordist) üretim biçimine ve neoliberal birikim stratejisine denk düşen neoliberal devlettir/otoriter devletçiliktir (1980 sonrası). Devletin, kapitalist özünü koruyarak farklı birikim stratejilerine uygun düşen bir yapılanmaya gitmesi ve anılan biçimleri alması, temelde halkı ile ‘güvenlik anlaşması’ çerçevesinde kurduğu ilişkinin içeriğini ve aygıtlarını da değiştirir. Bu bağlamda, kapitalist devlet farklı biçimlerinde yoksulluk sınıfı olarak işçi sınıfından sisteme yönelecek tehditleri bertaraf etmek üzere farklı güvenlik/zapt etme aygıtları geliştirmiş ve devlet gücünü pekiştirmek üzere bunları farklı bileşimler çerçevesinde kullanmıştır. Liberal devlet, iç düzeni bireylerin huzurunu gerçekleştirerek güvenlik altına alan bir kurum olarak polisi oluştururken; müdahaleci devlet, polise ek olarak bir önceki dönemde çoğu polisin görev alanına giren çocuk ölümlerinin azaltılması, salgın ve yerel hastalıkların önlenmesi gibi görevlerin farklı kamu kurumlarına dağıtılması ile biçimlenen sosyal güvenlik mekanizmalarını güvenlik aygıtlarından biri hâline getirmiş; otoriter devletçilik döneminde ise polis kurumu düzenin tesisi açısından merkezi konumunu korurken, neoliberalizmin saldırıları ile büyük oranda işlevsizleştirilen sosyal güvenliğe ek olarak, bu döneme özgü olarak gelişen özel güvenlik devletin güvenlik aygıtları seti içerisindeki yerini almıştır.

Emeğin Esnetilmesi = Cezanın Katılaştırılması + Denetimin Yaygınlaştırılması

1980 sonrasının birikim stratejisi olarak neoliberalizm, 1970’lerdeki gerileme döneminin ardından egemen sınıfın üst kesimlerinin güç ve gelirlerinin yeniden tesis edildiği, baştan sona yeni bir toplumsal düzeni tanımlar. Bu düzen, üretimde, işgücü (emek) piyasalarında ve tüketimde gerçekleşen esneklik üzerinde yükselir. Ve emek Bauman’ın ifadesi ile ancak yatırımcıların hesaba katmayabilecekleri türden bir ekonomik değişken hâline geldiği müddetçe ‘esnek’tir. Bu anlamda emeğin esnekliği ile kastedilen şey, emeğin yatırımcının istediği kalıba girmesidir. Bu ise ideolojinin vaaz ettiğinin aksine esneklik değil, katılıktır. Dolayısı ile neoliberal birikim stratejisinin başarılı olabilmesi için emek mümkün olduğu kadar katı ve esnemesiz olmak durumundadır.

Emeğin neoliberal birikim stratejisi çerçevesinde ‘esnetilmesi’ süreci, cezanın katılaştırılması ve denetimin yaygınlaştırılması ile paralel yürür. Çünkü söz konusu bu iki süreç emeğin ‘esnetilmesi’nin olmazsa olmazlarıdır. Emek ancak daha yoğun gözetlendiği/denetlendiği ve daha katı bir biçimde cezalandırıldığı ya da her an cezalandırılma tehdidi altında tutulduğu müddetçe, istenilen forma sokulabilecek, esnetilebilecektir. Bu nedenle en yüksek kâr için kürenin farklı noktalarını üretim süreçlerinin birer halkası konumuna getiren sanayi sermayesi ya da günün 24 saatinde küresel ağ boyunca akan finans sermayesi açısından, emeğin istenilen ‘esnekliğe’ kavuşturulması ancak güvenlik tedbirlerinin tam olarak alındığı ‘güvenli’ bir ortamda mümkün olabilir. Bu anlamda yine Bauman’ın ifadesi ile bu dönemde sermaye tarafından devlet yönetimlerine “büyücek bir polis karakolu olmaktan başka bir rol biçilmemiştir”.

Kapitalist Devletin İkincil Baskı Aygıtı: Özel Güvenlik

Neoliberal birikim rejiminin gereği olarak emeğin ‘esnetilmesi’ için devletlerin kendi ülkelerini “büyük bir polis karakolu”na dönüştürmeleri, bir taraftan polis kurumunun kapitalist devlet içerisindeki merkezi konumunu gerek sayısal artışlar gerekse yetki genişlemeleri (özellikle 2001 sonrasında ABD merkezli olarak tüm dünyada yaygınlaştırılan muğlak terörizm söylemi üzerinden toplumun çok boyutlu baskılanmasında en önemli görev polise yüklenmiştir) eliyle pekiştirmesi, diğer taraftan ise devletin otoriterleşmesinin yeni yüzü ve ikincil aygıtı olarak karşımıza çıkan ve sürekli artan sayıları ile polisin denetimi dışında kalan tüm alanları devlet adına denetleme işlevi üstlenen özel güvenlik sayesinde mümkün olmuştur.

Toplumu güvenlik aygıtları dolayımı ile yöneten otoriter devlette polise ek olarak, Jessop’un Poulantzas’a atıfla belirttiği biçimde “devletin temel aygıtlarına paralel olarak kitlesel mücadeleleri ve burjuva hegemonyasına yönelik diğer tehditleri denetlemeye yarayan yedek, devlet benzeri bir baskı aygıtı da büyür”. Poulantzas’ın işaret ettiği ancak gelişimini gözlemleme şansı bulamadığı için daha çok derin devlete işaret ettiği devlet benzeri yedek baskı aygıtı; gerçekte özel alandan yükselen, bugün dünyanın hemen her ülkesinde polis sayıları ile yarışan ve burjuva devletin hegemonyasına toplumdan yönelebilecek tehditleri açıktan bir güvenlik/zapt etme aygıtı olarak denetleyen özel güvenliktir.

Son günlerde Türkiye’de parası olmadığı için tren turnikesinden biletsiz geçen gencin dövülmesi, HES’lere ve kentsel dönüşüme direnen mahalle ve köy sakinlerinin engellenmesi, yemekhanedeki fiyat artışını protesto etmek isteyen üniversite öğrencilerinin baskılanması, akademisyenlerin odalarının kapılarından sendika afişlerinin sökülerek kriminalize edilmeleri uygulamalarında da bolca görüldüğü gibi özel güvenlik, Türkiye özelinde 2012 sonu itibariyle 657.000 kişilik insan gücü ile 2012 sonunda 258.000 kişiye ulaşan polisi her açıdan bütünleyen, onun denetleyemediği özel ve kamusal alanlarda devlet adına denetim ve zapt etme işlevini yerine getiren bir ikincil baskı aygıtı olarak yükselmiştir. Özel güvenlik kapitalist devlete, hem kâr amacı ile hareket etmesi ve örgütsel yapılanması açısından devletin güvenlik aygıtı dışında kalması hem de toplumun geniş kesimlerinde yerine getirdiği devlet adına denetim/zapt etme işlevi ile devletin güvenlik aygıtı gibi işlev yüklenmesi nedenleriyle, burjuva devletin mevcut evredeki demokratik formunu ve göreli özerk konumunu bozmadan ve eş zamanlı olarak da istisnai devlet biçimlerinden birine kaymasını önleyerek, hegemonyasına toplumdan yönelebilecek tehditleri açıktan bir güvenlik/zapt etme aygıtı olarak denetleme ve zapt etme (toplumsal kontrol) olanağı vermektedir. Bu nedenle özel güvenlik, kapitalist devletin otoriter devletçilik formunda edindiği baskıcı ve eş zamanlı olarak da elastik karakterini bütünleyen bu döneme özgü bir güvenlik aygıtı olarak belirmiştir. Ve karşımıza çıktığı her olayda bu işlevini bir kez daha kanıtlamaktadır.

Zymunt Bauman, Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı, 1999


Neoliberalizm ve Şiddet (Ergin YILDIZOĞLU)

Neoliberalizm, uluslararası mali sermayenin bir kriz yönetme modeliydi. Bu model 1997 Asya Krizi’nde sarsıldı, 2007 mali krizinde iflas etti. On yıldır, ABD önderliğinde, AB’nin de desteğiyle yeni coğrafyalara ulaşmaya çalışarak, yükselmeye başlayan muhalefet dalgasına karşı yeni denetim, disiplin ve cezalandırma önlemlerini devreye sokarak yaşamaya çalışılıyor.

Neoliberalizm, artık yalnızca kapitalizmin ürettiği “yapısal şiddetin” daha da yoğunlaşmasına neden olmakla kalmıyor; yeni, militarist, “olağan üstü” şiddet biçimlerini de giderek artan oranda gündeme getiriyor.

Neoliberalizmi yeterince tanıyoruz ancak, “şiddet” arasındaki ilişki yeterince araştırılmış bir konu değil. Yine de Foucault, Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steeck, William Davies, Zizek’in çalışmalarına dayanarak bu ilişki üzerinde düşünmeye çalışabiliriz.

Neoliberalizm kendini özgürlüklerle, devlet etkisinden kurtulmakla (Liberty) ilişkilendirerek karşımıza müstehcen bir paradoksla çıkar. Hâlbuki tarih neo-liberalizmin doğuşuna, Endonezya’da, Şili’de, Türkiye’de askeri darbelerin, devletin son derecede baskıcı uygulamalarının ebelik etmiş olduğunu söylüyor.

IMF-Dünya Bankası reformlarıyla, 1980’ler boyunca, genelleşen, 1990’larda ekonomi yönetim modeli olarak üzerinde küresel düzeyde bir mutabakat oluşan, kriz içinde de finansal sermayenin bir “yaratıcı yıkım makinesi” haline gelen “Neoliberalizm”i hem bir ideolojik yapıntı (ve söylem), hem de bir uygulamalar ve dönüşüm süreci (neoliberalleştirme) olarak düşünebiliriz.

Bu açıdan onu, “egemen öznellik biçimleri”, hatta “hakikat” ve “disiplin rejimleri” bağlamında köklü değişiklere yol açan bir “toplum mühendisliği” projesi olarak değerlendirebiliriz.

***
“Şiddet”, neoliberalizmden daha karmaşık bir kavram. Örneğin şiddetin, nesnel/objektif ve öznel/sübjektif yanları var. Şiddetin objektif yanı, şiddet eyleminin fiziksel içeriğine ilişkindir – acıtma, yaralama, travma yaratma, öldürme gibi. Şiddetin sübjektif yanı, şiddet eyleminin, uygulayan ya da etkilenen tarafından yaşanma biçimlerine ilişkindir. Kaynağı itibariyle herhangi bir bireye ya da kuruma doğrudan atfedilemeyen, toplumsal-ekonomik sistemin sıradan işleyişinin ürettiği, “yapısal” olarak tanımlayabileceğimiz bir şiddet türü de vardır. Bunu da fiziki ve simgesel olarak ikiye ayırabiliriz

Fiziki şiddet, acı vermeye, baskıya, diğer fiziksel veya ruhsal sıkıntılar yaratmaya ilişkindir. Simgesel şiddet ise, ezilenlerin sıkıntılarını anlamalarına, ifade etmelerine, direnmelerine, başkaldırmalarına olanak verecek lisana ait araçları (kavramları/ söylemleri), imgesel araçları bastıran, kullanılamaz kılan, buna karşılık baskıyı, egemenlik sistemini üreten, sürdüren söylemlere ilişkindir. Simgesel şiddet, belli sınıf ve tabakaların çıkarlarının, hatta varlıklarının simgesel ifadelerinin, toplumun simgesel alanından silinmesini de getirebilir. Bu bağlamda Kültür endüstrisi simgesel şiddetin en önemli kaynağıdır.

***
Neoliberalizmin en önemli ideolojik özelliği, piyasa koşullarını doğallaştırmaktır. Böylece toplumun anlamlar, değerler sistemi içinde ekonomik yasalar tarafsız, ekonomik olgular evrensel, siyasetten arınmış olarak belirirler.

Feodalizmden çıkarken liberalizm, piyasa ilişkisini hakikatin yeni yeri ve devlet yönetiminin referans noktası olarak tanımlamıştı. Daha sonra, kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının mücadeleleri, emperyalizm, ulusal çıkar, toplumsal reform, sosyal ilerleme, kalkınma gibi kavramları “hakikat” tanımının içine soktu. Neoliberalizm, toplumsal, ulusal çıkar, adalet kavramlarının üzerini çizdi, hükümetlerin, bireylerin referans noktası, yeniden piyasa kaynaklı “hakikat” oldu. Bu değişiklik, kültür endüstrisinin eliyle, üniversiteleri de kapsayacak biçimde, karşıt söylemlere kapıları kapatan bir simgesel şiddet uygulamasıyla birlikte gelişti. Neoliberal ideoloji, ürettiği söylem kapitalist sınıfların dışındaki sınıfların, grupların çıkarlarının üzerini çizdi. Neoliberalizm piyasa ile demokrasi arasında bir özdeşlik ilişkisi oluşturarak, demokrasiyi ortak toplumsal çıkar ve vatandaşlık bağlamında düşünmeyi, tartışmayı olanaksızlaştırdı. Neoliberalizme göre eşitsizlik gerekli bir önkoşuldu, özgürlük piyasalara ve sermaye hareketliliğine referansla tanımlanıyordu. Piyasa ilişkisini doğallaştıran neoliberalizm, neo-Oryantalizme de yol açıyordu.

Neoliberalleştirme, devlet, kamu mallarının özelleştirilmesi, sağlık, eğitim, genetik maddeler gibi yaşamın toplumsal, biyolojik alanlarının metalaştırılması, toplumsal güvenlik ağlarının (hizmetlerinin) tasfiyesi, yoksullar, işsizler, yasal/yasa dışı göçmenler, yaşlılar, gençler gibi sermaye devresinin, piyasa ilişkisinin dışında kalanların terk edilmesi anlamına geliyordu. Neoliberalleştirme, kapitalizmde zaten var olan “yapısal şiddeti” daha da ağırlaştırdı.

Yerel düzeyde: Neoliberal uygulamalar, işsizliği, yoksulluğu, eşitsizliği arttırdı. Eşitsizlik şiddeti, şiddet eşitsizliği derinleştirdi. Yoksulluk güvencesizlik, umutsuzluk, ahlaki ve psikolojik aşınma yaratıyor, bu aşınma ev içi şiddet, ırkçılık, homofobi gibi öznel şiddetin, adi suçların, hatta örgütlü suçların artmasına katkıda buluyordu.

Artan öznel şiddet ortamında neoliberalizm, yeni izleme/gözetleme teknolojilerini, özel yaşam üzerine “veri madenciliği” teknolojilerini teşvik ediyor, ağlara bağlı ofis teknolojileri yoluyla da iş yaşamıyla özel hayat arasındaki sınırı belirsizleştiriyordu. Böylece neoliberalizm, klasik liberalizmin bireyin özel yaşamında devlet müdahalesinden korunma hakkı anlamına gelen (Liberty) boyutunu hızla ortadan kaldırdı; bir “kontrol toplumuna”, kendi kendini denetleyen “kabahati”, sürekli kendinde bulan marazi bireylerin toplumuna geçişin kapsını açtı.

Neoliberalizmin piyasa temelli disiplin ve kontrol rejimi “biyopolitikten” yaşamı yeniden üretmeye, geliştirmeye ilişkin tüm unsurları tahliye etti; toplumu sayan, ölçen hesaplayan, maniple eden “uzmanlar”ın yönettiği, yönlendirdiği bir insan nüfusuna dönüştürmeye başladı. Ölçülemeyen, sayılamayan, insani değerler egemenin ilgi alanı dışında itildi.

Küresel düzeyde: Neoliberalizmin ekonomik/demokratik “çağdaşlaştırma” projesine dönüşmesi sürecinde “ekonomik tetikçilere”, mali rüşvetlere, bunların yetmediği yerde mali şantaj (IMF yeşil ışığı, kredi reyting kurumları) yoluna başvuruldu; kimi zaman gerçek tetikçilerin, hatta askeri darbelerin devreye girmesi gerekti. Neoliberalleştirme liberal demokrasiyi kabul ettirme sürecinde savaşlar, işgal ve sömürgeleştirme gibi şiddet olayları yaşandı.

***
Neoliberalizmin, bir çağdaşlaştırma projesine dönüşmesi, neo-Oryantalist bir ideolojiye işaret eder. Bu ideolojinin altında, Irak, Libya, Suriye örneklerinde gördüğümüz gibi devletlerin, toplumların ekonomik kültürel dokularının tahrip hatta imha edilmesi, nüfusun yerinden edilmesi, göçe zorlanması, hatta bazı durumlarda imha edilmesi meşrulaştırılır.

Araştırmalar, neoliberalizmin hızla yaygınlaştığı toplumlarda, 1980’lerde ve 1990’larda, “depresyonun”, çalışma yaşamını aksatan “egemen” hastalık haline geldiğini ortaya koyuyor.

Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de devletlerin, uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale, yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdıklarını görüyoruz. Bu durum, neoliberalizmin ekonomik krizi yönetme tarzının içerdiği paradoksla yakından ilişkilidir.

Neoliberalizm, bir taraftan talep yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan emeğin doğrudan ve dolaylı (devlet eliyle karşılanan) maliyetlerini düşürmeye çalışır.

Birinci yönelim, maddi gereksinimlere yönelik, artık doygunluğa ulaşmış, işlevsel tüketim tarzından, asla doygunluğa ulaşması söz konusu olmayan hazlara (mutluluk vaadine) dayalı “hedonist” tüketim tarzına geçme sürecine açılıyor. Bu “hedonist” tüketim tarzının yaşayabilmesi için tüketicinin metalara maddi gereksinimlerini karşılamaları açısından değil, “mutluluk” vaat eden özelliklerinden dolayı yönelmesi gerekiyor. Bu tüketim tarzı da tanımı gereği toplumda bir mutluluk saplantısının, “mutsuzluğun” üretilmesini, özenle yönetilmesini gerektiriyor.

Metalar haz / mutluluk / gençlik vaat eden nesneler olarak pazarlanmaya başlanınca, kültür endüstrisi de gözlemlenebilir ama gerçekte ulaşılamaz nesnelerin imajlarını üretmeye odaklanıyor. Bu imajları taşıyan “ünlüler” kültürü, “gençlik kültü” patolojik düzeyler ulaşıyor.

Bu madalyonun öteki yüzünde, tüketicinin aynı hızda artmayan ücretlerine karşılık, gelecekteki gelirlerini şimdiden harcamaya, bunun için de kredi almaya teşvik edilmesi yatar. Bunu sosyal hizmetlerin, işçi haklarının tasfiyesine, iş güvenliğinin hızla ortadan kalmaya başlamasına yönelik uygulamalarla birleştirdiğimizde karşımıza, sürekli, mutsuzluğu körüklenerek, sürekli mutluluk arayışı üzerinden tüketmeye, bunun için gittikçe borca batmaya, aynı anda da işini koruma, sağlık, eğitim, çocuk yetiştirme, yaşlılık gibi alanlarda güvencesizlik duygusu artmaya başlayan bir insan tipi çıkacaktır.

Bu insan her an işini, borç yükünden dolayı evini, tüketim, mutluluk mallarına ulaşma kapasitesini kaybetme riskiyle, yaşam kapasitelerini istediği gibi geliştirme olanaklarını giderek kaybetmekte olduğuna ilişkin anksiyetesiyle, var olan durumun bir başka seçeneği olmadığına, yalnızlığa, terk edilmişliğe, ilişkin bir umutsuzlukla karşı karşıyadır. Bu üçlü; risk, anksiyete, umutsuzluk neoliberalleşme sürecinde giderek yaygınlaşan “depresyon” olgusunun arkasındaki temel toplumsal dinamikleri oluşturur.

Neoliberalizmin yeni tüketiciler üretme kaygısıyla, hazlara dayalı tüketim normlarının ülkelerde yarattığı fiziki ve kültürel-psikolojik travmalar, neo-oryantalizmin etkisiyle, yerel entelektüeller arasında Fanon’un “Siyah ten beyaz maske” olarak betimlediği olguyu da -bir emperyalizm maymunluğunu- yaratır.

Tüm bunlar, neo-liberalizmin “yapısal şiddetin”, “simgesel” alanında “olağanüstü” olarak tanımlanabilecek bir şiddeti de üretmekte olduğunu gösterir.

Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Çev. Erkan Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 592