Garez Dominosu (Fadime USLU)

Gökdelen’de her şeyin kontrol altında olduğunu söylemek için epey kör olmak gerekiyordu ya da modern dünyanın yeni yorumu olduğu üzere nesnel gerçekliğin kontrol mekanizmaları tarafından her an değiştirilebileceği gerçeğine sarsılmaz bir inançla bağlanmak. Tersine, anlatılan “gökdelen” romanın yapısı gibi kusurludur. Her ne kadar mimari unsurları biçim ve tasarımın eşsiz ürünü ön şartından yola çıkılarak inşa edilmiş olsa da alt yapısındaki eksikler biçimle tasarımın fiyaskosuna dönüştüğünün göstergeleridir.

Roman kurgu şaheseri olmaktan çok, Ballard’ın toplum ve birey analizleriyle üst üste binerek gökyüzüne doğru yükselmiş bir yapı, teknolojinin tatlı düşlerini kâbusa dönüştüren bir elçi, sadece zihinde şekillenen gökdelenin soğuk, katı imgesidir. Ballard, romanının kusurlu kurgusu gibi, incelikle tasarlanmış teknoloji merkezli dünyanın ne denli kof olduğunu açıklamaya girişir. Yazarın “garez dominosu”(s.104) dediği yapı özgürlüğü muştulayan bir imajın yansımasıdır; gittikçe bu imajın kölesi olan gökdelen halkının geçmişe, şiddetle yoğrulmuş kökenlerine dönme hikâyesinin vurgusu.

“Apartman yeni bir sosyal tip, gökdelen hayatının psikolojik baskılarına karşı bağışıklığı olan, mahremiyet ihtiyacı asgari düzeyde kalan, nötr atmosferde gelişkin bir makine ırkı gibi serpilen, soğukkanlı, duygusuz bir kişilik yaratıyordu,” (s.33) der yazar. Başından sonuna kadar anlatıda beliren ve gölgesiyle var olan bütün karakterler bu görüşü doğrulamak için harekete geçmiş gibidir. Karakterler, bu tezin görünmez ellerinde yönetilen kuklalardan farksızdır.

Yazar, modern insanın güvenli rüyasında tehlike çanlarını duyar, şiddetin kâbusunu görür. Açlık, cinsellik ve bastırılmış uygarlığın simgeleri bu kâbusun görüngüleridir ve yaratılan kaotik atmosferde her zerreden tatlı hazlar devşiren insanların ilkel olana doğru yolculuğundaki tersine dönüş hikâyesini anlatır. Bunu bir batılı kafasıyla gerçekleştirir. Uygarlık kötülüğe biçim giydirilmiş bir elbiseyse o elbise tamamen çıkarıldığında geride ilkel insan kalacaktır. İlkellik ise vahşiliğin öteki adı, değiştirilemeyen özde beliren şiddetin esas kaynağıdır. Bana göre asıl tehlike de budur: Birincisi, bellenmiş standardın gerisinde kalanla özdeşleştirilen ilkellik düşüncesinin, ikincisi hayvanlar gibi yaşamanın, hayvana benzemenin kötücüllüğü iç ezber gibi sunulup defalarca anlatılarak değiştirilemez doğru diye benimsenmesidir.

Dışarıdaki dünyadan yalıtıldığı söylenen devasa bir yaşama alanı kurar Ballard. Profesyonellerin, mesleğinde uzman olanların mekânıdır burası. Bankası, yüzme havuzu, ilkokulu, kuaförü, alışveriş alanı olan kırk katlı, bin daireli, iki bin nüfuslu dikey, modern bir getto. Roman başta sağlam bir temelle kurulduğunun izlenimini verir ama gittikçe görünenin hiç de öyle olmadığını gösterir.

Romanda okuruna güvenmeyen bir yazar profili çıkar karşımıza. Yazar, ezberlenmiş bir şarkının bağırarak söylenen ahenksiz nakaratı gibi sık tekrarlarla yapılan açıklamalarıyla şiddetin üsluba yönelik başka bir çığlığını duyurur. Reklam sloganlarını hatırlatan söylemi reklam ve imajla kuşatılmış okur hatta yazar kuşağının algısındaki boşluklara yönelik bir eleştiri midir? Romanın hep odağında duran gökdelenin sosyal planlamasıyla dengesi bir anda bozulur. Uygarlığın öğrettiği bütün davranışlar birdenbire tüketilir. Bireysel saygı, toplumsal ahlak buharlaşmıştır. Mekânın fiziksel yapısı alt üst olur. Asansörler çalışmaz, sık sık elektrikler, sular kesilir. Havalandırma çalışmadığı gibi çöplerin tahliyesi de gerçekleşmez. Oysa nasıl da iyidir, çöplerin aktarımı için sütunlar yapılmıştır ama tıkanır. Bu teknik bozulma insanların davranışlarındaki bozulmayla paralel zamanda olur. Ama hiç kimse bunu dışarıya duyurmaz. Tüm bunlar anlatı boyunca sık sık tekrarlanır: Sınıfları temsil eden katlar arasında şiddetli bir savaş patlak verir, gerilimle baş gösteren soğuk savaş merdivenlere kurulan barikatlar, sopalar ve türlü eşyanın silaha dönüşmesiyle iyice alevlenir. Anlatımda güdümlü yönelim dikkat çeker. Örneğin, sular tamamen kesikken Laing tıp ofisine gitmek için hazırlandığı sırada musluklardan su akmaya başlar ve Laing duş alır. Çöplerle çevrilmiş bir dairede kaldığını dışarıya belli etmemelidir. Oluşturulan sahnelerde kimi boşluklar mantık silsilesindeki kopukluğu gösterir. Gökdelendeki savaşın sonunda canlı kalabilen tek erkek Laing, daireler arasındaki gezintisinde yatağında oturmuş, İran kedisiyle oynayan bir kadını görür. Kedinin tasmasının kayışı kadının bileğine bağlıdır ve kedi kadının bileğindeki açık yarayı kemirerek beslenir. Kitap eleştirmeni olan kadın durumdan hoşnuttur. Laing bunu engellemeye çalışsa da kadın izin vermez. Açlıktan bitkin düşen adam onu koltuk altlarından tutup kaldırırken, kendi odasına taşırken kedi yokmuş gibi ondan hiç söz edilmez. (s.147-149)

Ballard, gökdelenin halkıyla birlikte yapısını da şöyle açıklar: “Wilder’ın gökdelendeki hayatta en kızdığı şey, yüksek gelirli profesyonel insanların görünüşte homojen şekilde bir araya geldikten sonra üç tane apayrı ve düşman kampa ayrılmış olmalarıydı. Güce, sermayeye ve kişisel çıkarlara göre belirlenen eski sosyal tabakalar her yer gibi burada da oluşmuşlardı.” (s.50) Ballard, söz konusu sosyal sınıfların ortak eğilimlerini, psikolojik yönsemelerini analiz ederken felsefeci yönüyle konuşur. Bilgi akışı, karakterlerin sağlam bir kişilik biçiminde oluşmasının da önünü kesen en büyük engeldir.

Kadınlar, erkeğin gözünde sahip olunması gereken bir nesnedir romanda. Erkekler “cinsel organları” ya da güçlü vücut yapılarıyla gösterilirken onları öylesine bir anlığına gören ya da bilinçli olarak izleyen kadınların erkeklerden etkilenmesi beklenir. Romanın ilk bölümünde bekâr kadınlardan söz edilir, onlar da kaçamak birliktelikleri anmak için anlatılmıştır. Daha sonra bu kişilerin de silikleştiği, öne çıkan kadınların hep bir başkasının eşi ya da kız kardeşi diye tanımlandığı dikkati çeker. Romanın sonunda kadınlar, sağlam bir karakter olmaktan çok yine bir işlevi yerine getirmeleri için figür biçiminde kullanılır. Bir ilkokulu dolduracak kadar çocuğa ne olduğuysa soru işareti olarak kalır. Şiddeti vurgulamak için evcil hayvanlar öldürülüp yenir. Eylemlerin mantığını genel geçer yargılara yaslayarak verir Ballard.

Gökdelen’i başyapıt bir roman diye tanımlamak için şiddetin doğasını kör bir inançla kutsamak, onu ne yaparsa yapsın her haliyle kabul eden bağışlayıcı bir anne gibi davranıp ona sıkı sıkı sarılmak gerekir. Ballard, teknoloji tutkunu modern dünyanın kof fantezisini resmeder. Gökdelen, sorgusuz onaylanan imajlar çağının karabasan imgesidir, bütün karabasanlar gibi gerçeğini gerçek dışılığında yaratan.

J.G. Ballard, Gökdelen, Çeviren: Dost Körpe, Sel Yayıncılık, Eylül 2012,168 sayfa.

Bir Meslek Olarak Edebiyat Dilenciliği (Doğuş SARPKAYA)

İhsan Oktay Anar’ın heyecanla beklenen son romanı Yedinci Gün raflardaki yerini alalı iki aydan fazla oluyor. Kitap daha çıkmadan başlayan P&R faaliyetlerinin insanların beklentilerini arşa çıkardığı bir gerçek. Ama kitap çıktıktan sonra, bu beklentilere eşlik eden bir eleştirel tepki geliştirilemedi. Gazetelerdeki tanıtım yazılarının, eleştirilerin sesini bastıran çığırtkanlığı bunun en büyük sebebi.

Pek çok sadık okuyucusunu mutlu eden bir roman yazmış İhsan Oktay Anar. Okuyucu daha önceki romanlarda alıştığı oyunlarla yeniden karşılaşınca sevinmiştir sanırım. Yedinci Gün’ün 1900’ün başlarından 1940’lara uzanan ve içiçe geçmiş hikayelerden oluşan bir roman olduğunu söyleyerek, kitabı özetleme işkencesinden kurtulmayı düşündüğümü de itiraf etmeliyim. Çünkü, İhsan Oktay Anar, yine, özeti yapılaması zor bir kitap yazmayı başarmış.

Benim kafama takılan nokta ise bambaşka: İhsan Oktay Anar neden, kitabın son cümlesi ( “Als İkh Kan”, “elimden gelenin en iyisi” anlamına geliyor) ile sergilediği tevazuyu, onun öncesinde kurduğu “Bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi” cümlesi ile dengelemeye çalıştı? Bu iki uyarı farklı ruh hallerini temsil ediyor sanki: Yazar yarattığı esere o kadar güvenmekte ki, eleştiri kabul edemeyeceğini bildirmek zorunda hissediyor ya da daha yazarken kitabının en iyi eseri olmadığının farkına varıp, elimden gelenin en iyisi bu demek istiyor.

Durum birincisiyse, dilenciliği kendimize meslek edinip kitabın kusurları hakkında konuşmaya başlamalıyız. İkincisi ise İOA’ın bu kitapta eksik hissettiği noktaları araştırmalıyız. Çünkü dilimizin bu büyük yazarının kendi içinde yaşadığı çelişki sadık okuyucularını da içine çekmiş durumda. “Yedinci Gün Anar’ın en iyi romanı değil” ya da “bir Puslu Kıtalar Atlası veya Suskunlar değil bu roman” gibi değerlendirmelerin yeterli olmayacağı bir kavşaktayız.

Sonda söyleyeceğimi şimdiden dile getireyim: Yedinci Gün, iyi yazılmış ama bazı noktalarda aksamış bir İhsan Oktay Anar romanı. Bu kısa yazıda, önce “iyi yazılmış” derken neyi kastettiğimi açıklayıp, ardından da romanın aksayan yönlerine bakmayı düşünüyorum.

Üslup, Mizah ve Sürprizler

İhsan Oktay Anar’ı, diğer romancılardan ayıran en önemli noktanın üslubu olduğu hepimiz tarafından kabul edilebilecek bir saptama. Osmanlıca kelimelerin çoğunlukta olduğu, zor ve uzun cümlelerle örülmüş bir masal yazarıdır İhsan Oktay Anar. Yedinci Gün’de yine alışılageldik üslubunu, güçlü mizahıyla harmanlamayı başarmış. Daha önceki kitaplarında da hissettirdiği gülmece unsurları son romanında daha çok yer bulmuş. Buna ek olarak politik eleştirinin daha doğrudan yer aldığı bölümler de bulmak mümkün Yedinci Gün’de.

Kitap, İhsan Oktay Anar’ın önceki kitaplarında alışkın olduğumuz sürprizlerle dolu. Her sürprizin içindeyse şifre avcısı okuyucuları uzun uzun oyalayacak bir sürü nokta var. En basit örnek bölüm başlıkları: Baba, Oğul, Hayalet. Şifre tutkunları Hristiyan teolojisinden Freudyan analize uzanan bir yolculuğa çıkabilir bu başlıklar sayesinde. Psikanalizci okuyucunun, İhsan Said, Ali İhsan ve Amil Zula’nın aynı kişinin id, süper ego ve egosu olduğunu tespit edip, değerlendirmelerini derinleştirmesi beklendik bir davranış olacaktır. Anar’ın roman kişilerini, hayatındaki kişilerle özdeşleştirme çabalarını da tatmin ediyor roman. Daha şimdiden Paşaoğlu’nun kimi temsil ettiğine dair bir dedektiflik faaliyeti başlamış durumda.

Eksik Bir Şey

Yedinci Gün’e dair birçok gazete yazısının bunlara benzer cümlelerle dolu olduğu bir gerçek. Ama ne yazık ki kitaba dair değerlendirmelerin sadece iyimser bir tablo çizmesi bir çok sıkıntının üstünü örtmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu sıkıntılardan ilki alışılagelmiş üslubun artık yorucu hale gelmesi. Bu yorgunluğu anlamak için Anar’ın klasikleşmiş biçimi ve üslubu üstüne kelam etmek lazım. İhsan Oktay Anar, biçimsel olarak çerçeve öykü tarzını benimseyen, üslup olarak ise Jameson’ın deyişiyle ‘biçimsel maniyerizmi’ kullanan bir yazar. Maniyerizm, Rönesans sanatçılarınca yetkinleştirilen üslubun abartılması durumu. Maniyerizm'de her şey birbirine karışır ve devinim halindedir. Olayın net olarak anlaşılması biraz zordur. Bu hareketlilik sanatçının fırçasından kaynaklandığı gibi figürlerin uzaması ve çeşitli pozlarla resmedilişinden de kaynaklanır. İhsan Oktay Anar’ın neredeyse bütün metinlerinde karşılaştığımız bir durumdur bu: Anar kahramanları hareket halinde değişik pozlarda betimlenir. Sabit bir karakter özelliği sergilemezler. Böyle bir üslup, çerçeve öykünün parçalı yapısıyla birleşince, bütünlük duygusunun yitirilmesine neden olur. Anar’ın bütünlük yaratma kaygısı yoktur zaten: O bütün dünyasal keşmekeşin içinde okuyucunun sorularla baş başa kalmasını arzular. Ama romanlarındaki soruların çokluğu karşısında okuyucu bir soruyu yanıtlayamadan diğeriyle karşılaşır. Sorulara eşlik eden felsefi ya da teolojik değinmelerin okuyucuyu oyalamaya yöneldiğini hissettiğiniz anda, yazarın soru sorma çabasının samimiyetini sorgulamaya başlıyorsunuz ki Yedinci Gün’de eksikliğini hissettiğim şey tam da bu samimiyet.

Çerçeve öykülerin kimi zaman bütünden tümüyle bağımsızlaşması ise Anar’ın anlatısını farklı bir düzeye taşıyor. Önceki kitaplarında da rastladığımız bu durum Yedinci Gün’de bir eksiklik olarak yaşanıyor sanki. Üsluba ve biçime bu kadar bağlı kalınması yeni bir şey okuduğumuz hissini ortadan kaldırıyor. Üslubun abartılması öyküyü kendi kuyruğunu kovalamaya mahkum ediyor. Bazı bölümlerde kendi üslubuna kapılıyor Anar. Sanki diğer kitapların bir uzantısı Yedinci Gün. Ama bu sefer öyküler arasındaki bağlantılar daha yapay, öykülerin insanda yarattığı şaşkınlık hali daha eksik. Okuyucunun sürekli bir sürpriz beklemesine neden olan bir anlatımı seçmiş olması Anar’ın elini kolunu bağlamış; O’nu, bambaşka bir şey yazmasını engelleyen bir prangaya mahkum etmiş.

Yazının başından beri yaşadığım ikilemi okuyucular fark etmiştir. Bir taraftan kendine özgü bir dil yaratabildiği için Anar’ı överken, diğer taraftan o dilin içinde kaybolmasını eleştiriyorum. Bir taraftan Yedinci Gün’ün mizahını överken diğer taraftan bunun yapaylığından bahsediyorum. Yedinci Gün’ün eksikliği sadece yazarını değil okuyucuyu da çaresiz bırakmasında. Anar’ın elinden gelenin en iyisinin bu olmadığını bilmenin verdiği huzursuzluk ve ikircikli ruh hali, kitabı değerlendirirken de ortaya çıkıyor ne yazık ki.

KÜNYE: YEDİNCİ GÜN, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları, 2012.

İnsan Ölümlü ama Şairler Ölümsüz müdür? (Selçuk BAYMAZ)

“Ölümsüz olan tek şey hakikatti... Sadece hakikatin içindeki ölüm, ölümsüzdür.”

Var oluşun, kendini yeniden tanımladığı bir durumdur ölüm. Çünkü “son”un alacalı çizgisine ayak basan insan, yaşama dair her şeyi yeni baştan hesaplayıp, tanımlamaya başlar. O güne kadar tüm bildikleri, varsıllaşarak bir anlam dönüşümü yaşar. Ölüm, ilk ve son arasında üzerinde yaşanmışlıklar taşıyan çizgiyi, tek bir noktada birleştirir ve tek bir nüve haline getirir. Bu nüve gerçekliğin kendisidir. Zamansızlık vardır onda artık, sahiciliğin çıplaklığı vardır. Ve evren, o nüve aracılığıyla dile gelip anlatmaya başlar insanın göremediklerini. Yani, ölüm bir aydınlanmadır. Ve ona yaklaştıkça gerçekliğin sınırlarına yanaşır, yanlışlık ve pişmanlıkların ise soğuk yüzüne bakmaya başlarız. İnsan, doğumuyla birlikte sorular sormaya başlar. Kimini es geçer, kimi cevaplara ulaştığını düşünür, kimisine de hiç ulaşamaz. Bulduğu cevaplar, kendi zamanının ve koşullarının kıyafetlerini giymiştir. Fakat ölümle birlikte, gerçeklik denen olgu, kendini somut bir şekilde göstermeye başlar. Ölüme yakınlık, gerçekliğin kıyafetlerini soyar; güzelliği, iyiyi, kötülüğü, kolay olanı, zor olanı, sevgiyi, aşkı, kadını ve erkeği, barışı ve savaşı yeniden görmemize olanak sağlayıp tartışmaya açar. İşte, Herman Broch’un Vergilius’u, böyle bir olanağı sarsıcı bir üslupla önümüze koyuyor.

Vergilius, ünü Roma imparatorluğunun dört bir yanına yayılmış, İmparator Augustus’un hayranlığını kazanıp hastalığının tedavisi için onun koruması altına alınmış bir şairdir. Hastalığı nedeniyle ölüme doğru giden son merdiven basamağına gelmiştir. Ve o, ölüm kapısını açmadan; “Mors Certa, Vita Incerta (Ölüm kesindir, hayat değil.)” sözünün yargıçlığı önünde, yaşam serüveni boyunca bildikleri, duydukları, anlamlandırmaya çalıştıkları, savaştıkları ve sahip olduklarıyla, onu “o” yapan her şeyin dâhil olduğu bir hesaplaşmanın içine giriyor. Hermann Broch, bunu kimi zaman Vergilius’un kendi kendisiyle konuşmaları, kimi zaman da romanın içine serpiştirilmiş karakterlerle yapılan karşılıklı diyaloglar sayesinde gerçekleştiriyor. Ve aslında kitabın özünü de bu hesaplaşma oluşturuyor. Bu durum, okuru puzzle parçalarını etrafa saçmış, ama onu tekrar birleştirmeye niyetli bir adamın monologlarına tanık ediyor.

Vergilius ve Sanat Felsefesi

Eserin Birinci Dünya Savaşı’nın büyük yıkımları sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde baskıcı ve otoriter rejimlerin söz konusu olduğu yıllarda kaleme alınması, buna ek olarak Broch’un kendi içinde yaşadığı derin gel-gitler ve çıkmazlar, bir tepki olarak Vergilius karakterini ortaya çıkarmış olabilir. Çünkü Vergilius karakteri, insanın kendine karşı gösterdiği bir başkaldırıdır. İnsan bir özne olarak, yaşadığı toplum ve onun koşullarının doğal bir parçasıdır. Bu nedenle hiç şüphesiz bu başkaldırı, aynı zaman da toplumun kendisine, onun değerlerine ve hatta siyasi erke karşı başlatılan bir iç savaştır. Vergilius’u anlamaya çalışırken, tutumlarında bu içsel ezber ve refleksin olduğunu görebiliriz.

Hermann Broch’un belki de en büyük başarısı, yüz yıllar önce geçen bir hikâyenin içerisinde, zaman kavramını aşan bir nesnellikle günümüz toplumuna kadar uzanan sanat-devlet-iktidar, sanat-özgürlük, sanat eseri-estetik ve toplum ilişkilerini, sanatın-şöhretin neye hizmet etmesi gerektiği gibi konuları Vergilius’un üzerinden başarıyla sorgulayabilmesidir. Şairin gözünde, kendi farkındalığına varmadan çok önce yazdığı ve ününü de aşan Aeneis eseri, yaşamının son saatlerinde ütopik bir gerçeklikler arenasına dönüşmüştür. Çünkü toplumun bu eserden alacağı estetik zevki ve beğeniden başka, onlara sunacağı hiçbir fayda yoktur. Bundan dolayı estetik kaygısı ve beğeni kavramı da sahiciliğini kaybetmektedir. Çünkü toplumun sanat ve estetik ile olan ilişkisi sadece bu şekilde olmamalıdır. Aeneis eseri, bilginin ve estetiğin toplumun bir parçası haline geldikten sonra ancak ete kemiğe bürünebileceği gerçekliğini ortaya koymaktadır. O bir vücuda bürünmüştür artık. Onu yakmak, ortadan kaldırmak, yüce bir bilgini, imparatoru yada savaşçıyı ortadan kaldırmak kadar günahtır. Bilgi esir alınamaz, esir alınmış bir bilginin ve estetiğin ise varlığı kuşkuludur.

Broch, Kelimelere Can Veriyor

İçi tartışmalarla dolu bu anlatımı okurken, soyutlamalar içinde kaybolabiliyor okur. Çünkü yazar tüm bu anlatımları yaparken yoğun bir soyut dil kullanıyor. Kelimeler, kelimelerin üzerine biniyor. Vergilius’un yaşlı ve hasta bedeni, o kadar kaygılı ve kendine karşı kızgınlıklar biriktirmiş ki, onu anlayabilmeniz için; ruhunun karmaşasına ayak uyduracak kadar iç içe geçmiş bu cümlelerle boğuşmanız gerekebilir.

Tabi, günümüz dünyasında, görsel medya, internet ve özellikle de sosyal medyanın bu kadar hızlı tüketmeye ve kolaya alıştırdığı biz yeni dünyalılar için, Vergilius’un Ölümü kolay bir lokma değil. Zor bir kitap. Onu anlamak, sindirmek çaba ve emek isteyen bir iş. Hatta kanaatim, böylesine kült bir eser, Hermann Broch tarafından bugün genç bir yazar olarak kaleme alınsaydı, günümüz edebiyatının dönüşümü ve gittiği yeni yol nedeniyle yayıncıların elinin tersiyle ittiği bir kitap olabilirdi. Ama ne olursa olsun, edebi değeri, anlatımı ve içeriğiyle yıllar yıllı kişisel kütüphanenizde yer alarak her okumanızda, girdiğiniz her yeni yaşta; size yeni şeyler keşfettirecek bir eser olma özelliğine sahip. Ahmet Cemal’in yılları aşan birikimi ve ustalığı sonucunda Türkçeye kazandırdığı eser, edebi dilinin zenginliğini Türkçe okuyarak da hissedebilmemize olanak sağlıyor.

VERGİLİUS’UN ÖLÜMÜ, Hermann Broch, Çev: Ahmet Cemal, İthaki Yayınları, 2012.

Unutuyorum Çünkü Hiç Unutmuyorum (Bora ERDAĞI)

Edebiyat ve felsefe metinleri okumaya başladığım günden beri, bizdeki “edebiyat eleştirisi geleneği”nin hangi sınırlara kadar ilerlediğini, hangi dolayımlardan beslendiğini, hangi kaynakların altını üstüne getirdiğini, yazın dünyasına hangi mirasları bıraktığını, hangi kavramsal yenilikleri ve derinlikleri fikri olarak geliştirdiğini düşünüp durmuşumdur. Eskilerden, en eskilerden günümüze değin gelen “eleştiri geleneği”mizin varoluş yönelimlerini ve etkilerini anlamaya çalışmışımdır.

Suut Kemal Yetkin’den Nurullah Ataç’a, Fethi Naci’den Akşit Göktürk’e, Tahsin Yücel’den Hüseyin Cöntürk’e, Mehmet Rifat’tan Yücel Kayıran’a, Berna Moran’dan Jale Parla’ya, Asım Bezirci’den diğerlerine değin birçoklarının bir hayli sayıda makalesini, kimilerinden birkaç kitabı hatmetmişimdir. Adını saymadıklarımda dahil, akademik olanları şimdilik bir kenara bırakırsam okuduğum kadarıyla edindiğim izlenim şöyledir. Birincisi söz konusu edebiyat eleştirmenleri kendi zamanlarını aşan bir çaba ve tutkuyla edebiyat alanında nefes almışlar ve aldırmışlardır.

Yine de onların bu takdire şayan tutumları oldukça kişisel, öznel, tikel yargılarla yıllarca yazın dünyasının uzamını işgal etmenin ötesine geçememiş gibidir. İkincisi edebiyat eleştirisi birkaç şeyle karıştırılmış ya da karıştırılmasına göz yumulmuş, tabiri caizse zar atmak sıradanlaştırılmış gibidir. Şöyle ki, dönemin büyük isimleri ile, bazı hatıraları dillendirmek –hatta kimi kez dedikodular yapmak ya da kişisel tanıklığın getirdiği özel durumları gözönünde bulundurmak-, bazı metinlerden alelacele veya fikri bir takibe ihtiyaç duymaksızın çözümlemeler ve sonuçlar çıkarmak edebiyat eleştirisinin giderek boş bir jargonla kökleşmesine yol açmış.

Böyle olunca yazın uzamı, edebiyat dünyasında ilişkilere egemen olanların kontrolünde ilerlemiş. Üçüncüsü edebiyat eleştirmenlerinin büyük bir çoğunluğu batıdaki muadilleri; Andre Gide, Walter Benjamin, Edward Said gibi sıkı bir felsefi ve edebi eğitimden geçmemişler, bu onlarda kendilerini yineleme imkânı bulamadıkları her konuda perspektif ya da felsefi tutum geliştirmek açısından eksiklik oluşturmuş. Dolayısıyla ne “Macar köylüsü” Georg Lukacs gibi radikal bir tutum geliştirebilmişler ne de Benjamin gibi kılı kırk yaran bir inceleme/araştırma/çözümleme yapmışlar. Hemen bu noktada kendime bir şerh düşmem gerekirse, şunu gözlemlediğimi ifade edebilirim: Aslında akademi dışındaki edebiyat eleştirmenlerinin perspektif geliştirmek ve felsefi tutum almak konusunda bazı girişimleri olmuş.

Bu konuda haksızlık yapmak istemem, ne var ki onların bu çabalarını gözardı etmiyor olmam, onların bu girişimlerini edebiyat eleştirisinde özgün çıkışlar olarak anmamı sağlamıyor. Çünkü onların söz konusu ettiğim çabalarının büyük bir çoğunluğu -bunlara akademisyen edebiyat eleştirmenlerinin çalışmaları da dahil-, oldukça didaktik ve analitik bir uzamda gelişiyor. Böylece fikri düzeyde bir tartışma yerini daha çok kimi fikirlerden esinlenen, kimi kez tarihsel ve sosyolojik çözümlemelerle indirgemeci bir imge açıklamasına yönelen, kimi kez yorumbilgisine dayalı olarak sınırsız bir çoklaştırmaya dayanan bir minvali gösteriyor... Haliyle ortaya çıkan metinler, benimsenen metodolojinin içinde, ele alınan eserlerle karşılıklılık içinde ilerleyerek okurun takdirine sunuluyor ama yukarıda saydığım üç durum, bu takdire sunulanın niteliğini cidden sorgulatıyor. Elbette bazı istisnalarla birlikte yazın eleştirisinin oldukça genel bir görünümünden ve kendimce bir kanaatten söz ettim... 

İstisna mevzusuna geri gelerek “bahisleri yükseltmek” istiyorum. Mesela Orhan Koçak’ı anmadan geçmek istemiyorum. Koçak hem akademi dışında hem de akademi içinde, hem sıradan hem de istisna bir figür. Onun Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi Türkçe şiir eleştirisi için alelade bir çalışma değil. Bu kitabın emsalleri batıda Martin Heidegger’in Hölderlin ve Empedokles incelemesinde, J.Paul Sartre’ın Baudelaire ve Flaubert incelemesinde ancak karşılık bulabilir. Sadece şiiri ve şairi imge düzeyinde değil, fikri düzeyde ortaya çıkarıyor ve böylece şiire ve şairliğe adım atacak olanı, bir başka düzeyde de eleştiriyi rastlantısal çerçevelerle/perspektiflerle/buluşlarla ilerletecek olanları haddini hududunu bilmeye, hesaplaşmaya zorluyor. Bu zorlama Koçak’ı Türkçe yazın eleştirisinin kimi kez doruğuna kimi kez uzağına yerleştiriyor. Dolayısıyla tarih, sosyoloji, yorumbilgisi, göstergebilim v.s. tamam ama, daha çok düşünce ekseninde şiirin şiddetine ve merhametine sığınarak, şairi eksiği ve abartısıyla birlikte betimleyerek/yorumluyarak, kırıp dökerken ışığın sızmasına izin vererek, tutup onarırken karanlığın doğurgan çığlığının duyulmasını sağlayarak yapıyor.

Koçak’ın eleştirisi hakkındaki düşüncelerim için bu yazının oylumu yetersiz, fakat ifade etmek istediğim uzaklığını/yüksekliğini dile getirmek için birkaç örnek vermek isterim. Koçak “ikinci yeni”nin neliğini ve Uyar’ın şiirinin bu ikinci yeni adlandırmasındaki gerçekliğini sorguluyor. Nihayetinde şöyle bir kanaat oluşturuyor: “‘Geçtim putların ormanından baltalayarak,’ dememiş miydi Nâzım Hikmet, ‘ne de kolay yıkılıyorlardı.’ Tanzimat’tan İkinci Yeni’ye kadar şiirin tarihi, bu kolay kurulma ve kolay yıkılmaların (unutulmaların) tarihidir. Uyar da kendi öncesizliğinin ve hızlı seçilişinin sebebi haline gelemiyor gibidir; kolay kabullenilişin koşulları kendinden çok önce hazırlanmıştır. Bu kolaylık, bir zor(unlu)luk eksikliği olarak, Uyar gibi bir şairin gözünde kendi şiirinin inandırıcılığını, bağlayıcılığını da eksiltir” (s.132). Koçak sadece bir dizinin parçası olarak “ikinci” sıfatının eklendiği “yeni” adının ne demek olduğunu sorgulamıyor, “yeni”nin başlangıç olarak hangi geleneği yenileyerek yola devam ettiğini soruyor ve herkesin kabul ettiği o “büyük saat”in “kan uykusu”ndaki yenilikçi şairindeki eksikliğin nerede su üstüne çıktığını da belirlemiş oluyor: zor(unlu)luk eksikliği. Büyük bir şair herkesin görmediğini değil, görmek istemediğini de görür. Bu yüzden Koçak’a göre Uyar, “kendini yaratma deneyimi”ni somutlayan bir şairdir, tıpkı bir eleştirmen olarak kendisinin yaptığı gibi.

Koçak bahisleri yükseltirken sadece Uyar ile ilgilenmez. Fikri takibin özelliği, fikrin sorgulanmasını da gerektirir. Bu yüzden Koçak gerektiğinde H.G.Gadamer’e bile haddini bildirir ve yakın zamana kadar yoksayılmış “fikir işçisi”nin, Benjamin’in yanında yer alır. Benjamin der ki; “Romantik estetikçilerin parıltılı ama sonuçta tarafsız, risksiz, zararsız bir mutluluğa ulaşma çabaları, aslıyla adından başka yakınlığı olmayan bir Simge kavramına, sanatla ilgili en ilkel, en basit tartışmalarda güvenli bir yer sağlamıştır” (s.120) ve Koçak devam eder: “İlginçtir, Gadamer romantik simge kavramının sınırlarından ve alegorinin rehabilitasyonundan söz ederken, Benjamin’e bir kez bile değinmez. Devlet Adamlığı böyle bir şey olmalı: unutuyorum çünkü hiç unutmuyorum” (s.120). Evet, Koçak Devlet Adamlığına/koltuğuna sığınmayan biri olduğu için, eleştirisinde unutmadığı o kadar çok şeyi vardır ki, bunlar Uyar gibi politikaya yüz vermek konusunda tereddüte düşmüş bir şairin dizelerinde bile görünür. İsteyen THKP-C lideri Mahir Çayan ile “Bir Süregen İlkbahar” şiiri arasındaki momentlerin nasıl soykütüksel bir bağ içinde olduğuna baksın ve tabii diğer inat hikayelerindeki yeniden kendini yaratma göstergelerine de. Uzun lafın kısası Koçak, yukarıdaki kanatimin dışına taşan yazın eleştirimizin “yeni damarı”. Gelenek bu yeni damardan geliştikçe edebiyatımız daha da derinleşecek, bu kesin.

İstanbul Öyküleri: Düş ve Gerçek (Metin Yeğin'le Röportaj: Merve Tuba TANOK)

Meksika’da yerlilerin, Zapatistaların isyanını ele aldığı “Marcos’la 10 Gün”, Uruguay, Brezilya, Arjantin’deki fabrika işgallerini anlattığı “Patronsuzlar”, Brezilya’da topraksız köylülerin direnişini konu aldığı ‘Topraksızlar”, Guatemala, El Salvador ve Nikaragua’daki barış sürecini ele alan “Gerilla’nın Barışı” ve sokağın serüvenini anlatan “Dünyanın Sokakları”ndan sonra, bu kez bir öykü kitabıyla okuyucuları ile buluştu Metin Yeğin. “İstanbul Öyküleri”. Ancak bu kez uzamın sokaklarında… 

Sizi politik yazılarınız ve kitaplarınızla tanıyoruz, Firari İstanbul’dan sonra çıkan ikinci öykü kitabınız “İstanbul Öyküleri” oldu. Öykü kitapları yazmaya iten nedir sizi, yoksa bütün bu dünyanın içinde yazar olarak kendinize açtığınız bir nefes yolu mu? 

Aslına bakarsanız Firari İstanbul’da da sadece bir uzun öykü vardı ama uzun zamandır “kurmaca” bir şeyler yapmak istiyorum ya da yapıyordum demek daha doğru. Yüzlerce belgeselin ardından çektiğim kurmaca film “D” de böyle bir şeydi. Belki de bu alçak dünyanın alçak gerçekliğinden bir kaçıştır sizin sözünü ettiğiniz “nefes yolu”. Tabi ki kurmaca da ne kadar kurmaca, ona da bakmak gerek. Kitabın başına koyduğum Boris Vian’ın “Anlattıklarımın hepsi gerçek. Çünkü ben uydurdum.” sözü gibi. Bu öykülerin hepsi gerçek aslında! Daha doğrusu bu tereddüdü seviyorum. İnsanın ağzında güzel bir tat bırakıyor bana kalırsa. Mesela “Firari Aşk” öyküsünde bir küçük dolandırıcılık vardı. Bir avukat yıllar önce bana gelip, “gerçekten yaptınız mı” diye sordu. “Bu yapılabilir eminim” diyordu ya da bir yazar arkadaşım, gene o öyküde geçen bir minarenin hangi cami olduğunu soruyordu. Bunu seviyorum. Bence hayat da kendinizi sistemin akışından sıyırıp bakabildiğinizde, çok öyküsel binlerce ayrıntıyla kaplı. Gerçek mi tabi ki gerçek. Kurmaca mı tabi ki kurmaca.

Aslında kitaplarınızı politik ve öykü olarak birbirinden apayrıymış gibi görünen iki dala indirgemek istemem çünkü bütün yazılarınızda öyküsel bir lezzetin varlığı hep söz konusu ve bunun yanı sıra İstanbul Öyküleri’nde de toplumsal ve politik konuların işlendiğini görüyoruz. 

Herşey politiktir diyeceğim ama bu sefer kapsamlı bir genelleme olacak ama bu doğru. Yalnız politik olanı didaktik bir biçimde aktarmak da, bana kalırsa bir başka politik cinayet. Marx’ın Kapital’de 19. yüzyıl işçi sınıfını anlattığı bölümleri bence çok etkili, çok edebi metinlerdir. Benim biçimim bu ama özellikle bu kitaba, bu tadı veren İstanbul. Çünkü İstanbul tam anlamıyla böyle bir kent. Belki de gerçekten son kozmopolitik kentti İstanbul. Daha sonra mesela bugün Londra’da ya da Paris’te birçok halk birlikte yaşamaktadır ama kozmopolit değildir. Yani farklı yerlerden gelmelerine rağmen ya standart kapitalist kültürle aynileşmiştirler ya da birbirinin yanında ama farklı gettolarda, kompartımanlarda yaşamaktadırlar. İstanbul bu yüzden toplumsal ve politik açıdan, her biri başkasına izini bırakmış birçok sürecin toplamıdır. Mesela şimdi hollywood panellerinin arkasında yıkılan, talan edilen Tarlabaşı’nı; Bizans’ı, İstanbul’un Rum halkını, mübadeleyi, 6-7 Eylül’ü, faşizmi, Çingeneleri, Kürtleri ve kentsel dönüşüm denilen neo-liberal kent inşasını anlatmadan geçmek mümkün mü? İşte bütün bu saydıklarım ve çok daha fazlası, o aptal hollywood panellerin arkasında. Bu nedenle bana göre özellikle “İstanbul öyküleri” toplumsal ve politik yanları olmadan “hikâye” olurlar. (Gülüyor.)

İstanbul’da bir zaman-mekan yolculuğuna çıkarıyorsunuz bu kitabınızla bizi. Peki, bu öykülerin arka planından biraz bahsedebilir misiniz, yani kaç yıllık serüvenin sonucu olarak ortaya çıktı bu öyküler? Ne kadarlık bir süreçte yazıldılar?

Yüzyıllar ve onlarca yıl diyebilirim. Sevdiğim bir sözü vardır Huxley’in; “Dünyada keşfedilmemiş hiçbir mekân kalmadı ama keşfedilmemiş uzam, zamanlar var” diyor. “İstanbul Öyküleri” işte bu keşfedilmemiş zaman içinde bir yolculuk bu sefer. Hala izleri duruyor bir sürü yerde. Hunharca saldırılsa da, hala İstanbul geçmişini bir yerlerde saklıyor ya da henüz diyebilirim en azından. Mesela sadece İstiklal Caddesi’ndeki Narmanlı Han bile yüzlerce öyküyle dolu. Troçki’den beyaz Ruslara, onunla temas kurmak isteyen sosyalistlerden, onu sürekli izleyen Sovyet ajanlarına, “devrimci mi? karşı devrimci mi? Alman ajanı mı?” diye tartışılan Pavlus efendiye, yüzlerce yüzlerce öykü sadece Narmanlı Han’ın keşfedilmemiş zamanında saklı aslında. Bu yüzden yüzlerce yıl. İstanbul sokaklarında Mohikanlar gibi ateşler yaktığımız ilk gençlik yıllarından, cezaevlerine, kâğıt oynadığımız kahvelere, benim için onlarca yıl. Ha evet, yazılması derseniz, bunların yanında hiçbir şeydi. Kısa bir süreydi ama üstünden bayağı bir zaman da geçti. Gariptir ama bu kitabın parası bana üç kez ödendi. Bir yazar için de verimli bir kitap.

Aşk ve halleri, sosyal ilişkiler, din, kent, direnişler, sokaklar ve katliamlar gibi birçok konuyu barındıran öykülerin her birinden kıssadan hisse edinmişimdir. Öykülerinizin mesaj kaygısı taşıdığınızı söyleyebilir miyiz? 

Bu bir kaygı değil aslına bakarsanız yani ben şöyle bir öykü yazıyım da sonunda şunu hissetsinler diye düşünmüyorum. Etkili olması benim için daha önemli. Bir öyküyü okuyan bir arkadaş, öykünün sonunda “karnımın ortasına bir yumruk yedim gibi hissettim” demişti. Bunun gibi bir duygu yaratmak istiyorum daha çok ya da insanın ağzına bir tat vermesi gerekiyor hoş ya da acı. Böyle duygusal bir durum, birçok doğrudan verilmiş mesajdan daha etkili bence. Bazen alaycı, bazen çok yalın bir şeyi anlattığınız da, o daha çarpıcı oluyor. Her şeyin havalarda uçuştuğu bir zamanda, bilginin nasıl olsa google’dan hemen öğrenebilir (!) ve dolayısıyla hemen unutulur olduğu bir dönemde öykülerle yaralama çabası belki. Sadece bu.

Bu kısa ama dolu dolu olan öykü kitabınızda da dünya hallerinden dem vurmayı ihmal etmemişsiniz. Öykülerinizde bazı yaşanmış toplumsal olaylar dikkat çekiyor. Örneğin “U” isimli öykünüzde İstanbul Üniversitesi önünde 7 öğrencinin ölümü ile sonuçlanan 16 Mart katliamına göndermede bulunuyorsunuz. Öykülerinizde gerçeklik payı var mı ya da ne derece gerçeklik payı taşıyor? 

Sizce? Sizce gerçek mi? Başta söylediğim tam olarak buydu zaten.

Düş ve gerçekliği başarılı bir biçimde buluşturduğunuzu görüyoruz. Bu sefer farklı zamanların sokaklarını anlattınız bize. Yine çatışma kokan gerçek sokaklardı. Sokakları yazmaktan hiç vazgeçmeyeceksiniz sanırım?

Kesinlikle hayır. Çünkü egemenlerin hegemonyasından hala geriye kalan sadece sokaklar ve aynı zamanda bu hegemonyayı da yıkacak olanlar da sokaklar. Bu yüzden vazgeçmeyeceğim tabi ki, belgesel ya da kurmaca olarak. Muhtemelen bu yazı yayınlandığında Kolombiya’daki gerillanın, FARC-EP’in Kolombiya devleti ile barış görüşmelerini yazmak için Küba’da, Venezüella’da ve gerilla ile birlikte Kolombiya dağlarında olacağım. “Gerillanın Barışı II-FARC-EP” kitabıyla, bu sefer Kolombiya sokaklarını anlatmak istiyorum. Kurmaca ya da belgesel, film ya da yazı, öykü, roman ve hatta yakında çizgi roman olarak, sokakları anlatmaya devam etmek istiyoruz. Yani sokaklar bizim…

Fransa Ödüllerini Dağıttı (Balca CELENER)

Fransa'nın önemli edebiyat ödülleri sahiplerini buldu. 7 Kasım'da açıklanan Goncourt ödülü "Le sermon sur le chute de Rome" adlı romanıyla Jérôme Ferrari’ye verildi. Ferrari’nin şiirsel bir Korsika destanı olarak tanımlanan romanı, daha kolay ve huzurlu bir hayat için eğitimini bırakan ve bir arkadaşıyla beraber bar işletmeciliğine başlayan bir felsefe öğrencisini anlatıyor. Fakat gerçek dünyada da Korsika’da suç oranın ciddi anlamda yükselmesi Ferrari’nin kahramanın hayatını da etkiliyor ve planları kendisini daha iyi bir hayat yerine alkol, seks ve şiddet dolu bir maceraya götürüyor.

6 Kasım'da açıklanan Medici ödülleri ise henüz dördüncü kitabı yayınlanan Emmanuelle Pireyre ve Yabancılar kategorisinde de İsrailli büyük yazar Avraham B. Yehoshua'ya gitti. Pireyre'in "Féérie Générale"' adlı kitabı modern toplumun para, çevre, türban, Avrupa'nın sivilleşmesi gibi çeşitli sorunları esprili fakat keskin ve son derece modern bir dille, birden fazla kahramanın hikayesi üzerinden tartışıyor.

Yabancılar kategorisinde ödül ise Avraham Yehoshua'nın fransızca çevirisiyle "Rétrospective" adıyla yayınlanan ve usta yazarın hayat ve sanatın birbiriyle ilişkisini, yaşlı bir sinema yönetmeninin kendi retrospektif gösterimi için İspanya'nın her ülkeden hacıları toplayan şehri Santiago de Campostela'ya yolculuğu üzerinden anlattığı ve diğer romanları gibi Fransa'da çok beğenilmiş eserine değer görüldü.

7 Kasım'da açıklanan Renaudot ödülleri ise gerçek bir sürprize sahne oldu. İlk romanıyla Aurélien Bellanger ve diğer iki ödülün de kuvvetli adaylarından olduğu söylenen ve ülkemizde "Pura Vita" adlı romanıyla tanınan Patrick Deville "Peste et Choléra" ile listede yerlerini alan kuvvetli adaylar olarak görülmekteydiler. Fakat, bütün tahminlerin ötesinde Renaudot ödülü Ruanda asıllı yazar Scholatique Mukadonga'nın oldu. Son seçim listesine giremeyen yazar, Notre Dame du Nil adlı kitabıyla onuncu kapalı oylama turunda oyların altısını alarak ödülü elde etti. Kendisinin kaçabildiği Tutsi katliamı sebebiyle annesi dahil ailesinden yirmi yedi kişiyi kaybetmiş olan yazarın kitabı, Ruanda soykırımının arifesini, aileleri tarafından her şeyden önce bekaretlerini koruyabilmeleri için yerleştirildikleri yatılı okul öğrencisi kızların, etrafları Hutu güçleri tarafından sarılırken kapalı kapılar ardında yaşadıkları üzerinden anlatıyor.

Dört prestijli ödülün sonuncusu olan Femina ise diğer listelerde de aday gösterilen ve eseriyle geçtiğimiz yaz okuyucular ve kitapevleri tarafından verilen FNAC ödülünün de sahibi olan Patrick Deville'e gitti. Yazar, “Peste et Choléra” adlı romanında üstün yetenekli araştırmacı Alexandre Yersin'in hayatından esinlenmiş. 1885'te henüz 22 yaşında bir genç adam olarak ana vatanı İsviçre'den Paris'e Louis Pasteur ile birlikte çalışmaya gelen Yersin vebaya sebep olan bakteriyi bulan ve kolera üzerine çalışmalarda yoğun emeği geçen kişi olmasına rağmen, Paris'te adının verildiği küçük meydanın civarında yaşayan mahalle sakinleri ve Yersinia Pestis bakterisine aşina doktorlar hariç fazla kimse tarafından tanınmıyor olmasının acısını Deville'in romanıyla çıkaracak ve hak ettiği şöhreti yakalayacak gibi. İsviçreli bilim adamının 1863'te başlayan ve 1943'te şimdi Vietnam topraklarında yer alan ve fakat o dönemin Fransız Hindiçini'ne dahil olan Nha Trang'da sona eren yaşamıyla aynı zamanda Avrupa’nın önemli bir dönemine ve kolonizasyon sürecine de tanıklık ediyor.

Alman Kitap Ödülü Ursula Krechel’in (Sanem YARDIMCI)

Alman Kitap Ödülü, 2005 yılından beri “Almanca yazılmış en iyi roman” dalında Ekim ayında Frankfurt Kitap Fuarı başlamadan önce verilir. Alman Kitap Ödülü’nün her yıl değişen jürisinde, iki yazar, dört edebiyat eleştirmeni ve bir yayınevi sahibi yer alır. 25.000 avro tutarındaki ödül, yeni sayılabilecek bir ödül olmasına rağmen, Almanya’da edebiyat alanında verilen ödüller arasında önemli bir yer edinmiştir.

Bugüne dek, Türkiye’de de tanınan Uwe Timm, Katherine Hacker gibi yazarların da aldığı ödül, 2012 yılında Ursula Krechel’e verildi. 1947 yılında Trier şehrinde doğan Ursula Krechel, Almanya’da şair ve deneme yazarı olarak tanınıyordu. Alman Edebiyatı, tiyatro ve sanat tarihi eğitimi aldıktan sonra, tiyatro projeleri gerçekleştirdi ve üniversitelerde çok sayıda ders verdi. 2008 yılında yayınlanan ilk romanıyla (Shanghai fern von wo )çok sayıda ödül aldı.

İkinci romanı Landgericht (Eyalet Mahkemesi) bu Ağustos’ta yayınlandı ve Ekim ayında Alman Kitap Ödülü’ne layık bulundu. İlk romanında olduğu gibi yine bir göç hikayesi anlatan Krechel, bu kez Yahudi hakim Richard Kornitzer’i romanının baş kişisi yaptı. 1903 yılında doğan Kornitzer, Weimar Cumhuriyeti döneminde hakimlik yaparken, Nazilerin iktidara gelmesiyle zorla emekli edilmiş, çocuklarının İngiltere’ye kaçmalarını sağladıktan sonra, 1939’da Küba’ya göç etmiş. Krechel’in romanı, 1948’de yeniden doğduğu topraklara dönen Kornitzer’in, savaş sonrası Almanya’da yaşadıklarını mercek altına alıyor.

Penguin ve Random House Amazon’a Karşı Birleşiyor (Toygar BAYKAN)



Küresel yayıncılık piyasasında, tablet bilgisayarlar ve elektronik okuyucuların yaygınlaşmasıyla birlikte büyüyen elektronik kitap pazarının etkilerine işaret eden önemli bir gelişme yaşanıyor. Dünya’nın en önemli yayınevlerinden ikisi olan Penguin ve Random House, Amazon, Google ve Apple ile ilişkilerinde üstünlüklerini yitirmemek adına birleşme kararı almış bulunuyorlar. John Naughton, The Observer New Review’daki değerlendirmesinde birleşme kararını yayınevlerinin gündemine getiren gelişmelerin yayıncılık piyasasının yakın dönemdeki ticari eğilimlerinden bağımsız düşünülemeyeceğini ileri sürüyor. Yayınevlerinin birleşme kararını, müzik, gazete, dergi ve televizyon yayıncılığı gibi daha önce geleneksel üreticilerin hakim oldukları sektörlerin internet tarafından işgal edildiği durumların geç bir yansıması olarak değerlendiren Naughton, bu gelişmeyi yayıncılık endüstrisinin uzunca bir süredir, niyetlenmediği bir şekilde kendisinin de hazırladığını belirtiyor.

John Thompson’ın Merchants of Culture (Kültür Tacirleri) adlı kitabına gönderme yaparak yürüttüğü tartışmada Naughton, kitap yayıncılığındaki bu son gelişmeye zemin hazırlayan üç aşamadan geçildiğini aktarıyor. En başta söz konusu olan büyük perakendeci zincirlerinin devreye girmesiyle bağımsız kitapçıların ortadan kalkmasının “kitlesel piyasa ciltlerini” yaratması, bu gelişmenin de bir ikinci aşamayı tetiklemesi. Yayıncılara dayanan ve yazarları ezen, “saldırgan bir yayıncı temsilciliğinin” ortaya çıktığı bu aşamada kitlesel piyasa ciltlerinin üretimi ve satışı sürdürülemez olmasına karşın artarak devam etmekte. Naughton, bu gelişmeler sonucunda, daha önce bireysel sahiplik ve uzun vadeli düşünce üzerine dayanan, yazarları besleyen bir pazarın giderek daha fazla borsanın kısa vadeli sonuçlara odaklanan parametreleri çerçevesinde şekillenmeye başladığını belirtiyor.

Sonuç olarak yayıncılık endüstrisi, borsanın talep ettiği kısa vadeli sonuçları doğuracak şekilde çok satanlara dayanmaya başlamakta. Naughton’a göre tüm bu gelişmeler çok az çeşitlilikte ürünün büyük sayılarda satıldığı ve daha büyük çeşitlilikte ancak az sayıda basılan ürünlerin ise “uzun bir kuyruk” oluşturduğu bir piyasanın oluşması anlamına geliyor. Buna karşın Naughton, “ana cadde dükkanlarının fiziksel dünyasının uzun kuyrukları, raf mekanının bir bedeli oluşu gibi basit bir gerçekten dolayı taşıyamayacak duruma gelmekte” olduğunu da belirtmekte ve Amazon’un özellikle uzun kuyruklarla mücadele etmek gibi bir problemi olmadığını vurgulamakta. Naughton’a göre Amazon daha büyük karı, “çok satan” dışındaki kategorilerden yaptığı satışlardan kazanmakta ve tam da bu üstünlüğünden dolayı yayıncılık dünyasının eski devlerini gölgede bırakmakta. 

Tüm bu gelişmeler, Noughton’ın çözümlediği bir çerçevenin de ötesinde, kapitalizmin yaratıcı ve yenilikçi hamlelerinin internet ile simbiyotik ilişkilerini de işaret etmekte dolayısıyla manzara epeyce bulanmakta. Yine de Jacques Attali’nin Gürültüden Müziğe’deki iyimserliğine kulak verip internetin aynı zamanda geleceğin eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulcu ilişkilerinin nüvelerini de içerdiğini akılda tutmakta ferahlık var.

“Premio Planeta de Novela” Ödülünün Yeni Sahibi Lorenzo Silva (Nilgün BAYRAKDAR)

“Premio Planeta de Novela” Ödülü geçtiğimiz günlerde sahibini buldu. 61’incisi düzenlenen ödül töreni, Eduardo Mendoza, Angeles Caso, Rosa Regás, María Dueñas gibi pek çok İspanyol ünlü yazarın katılımıyla Katalunya Kongre Sarayı’nda gerçekleşti.

1952 yılından beri “Grupo Planeto” yayın evinin dağıttığı “Premio Planeto de Novela” ödülleri verdiği 601.000 avroluk para ödülüyle, Nobel Edebiyat Ödülünden sonra dünyanın en değerli edebiyat ödülü niteliğini taşıyor. Bu büyük ödülün bu yılki kazananı ise “La marca del merdiano” (Meridiyen Markası) romanı ile Lorenzo Silva. Silva’nın iç savaş döneminde geçen polisiye romanı, tarihe ışık tuttuğu gibi bir aşk hikâyesiyle okuyucuları kendine bağlıyor.

İspanyol Edebiyat Dünyasında Çok Uzaklardan Bir Yazar: Haruki Murakami (Nilgün BAYRAKDAR)

Japon yazar Haruki Murakami 12 Ocak 1949 yılında dünyaya geldi.Surrealist bir dille yazdığı romanlarından ilki 1987 yılında Hear the Wind Sing ismiyle İngilizceye çevrildi. Orjinali ise 1979 yılında Japonya’da yayınlandı. 2009 yılında yayınlanan 1Q84 isimli romanıyla dünyada büyük yankı uyandırdı. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz Nisan ayında 1Q84 Türkiye’de okuyucularla buluştu.

Murakami eserleri ve topladığı ödüllerle post-modern edebiyatın en önemli yazarlarından biri olarak sayılmakta. Yazar takdir gördüğü gibi aynı zamanda eleştiriliyor. Japon edebiyat dünyasındaki eleştiriler kendisini aşırı “Batıcı” olduğu noktasında birleşiyor. İlginçtir ki batı ülkelerinden kendine yöneltilen eleştiriler Japon edebiyat dünyasının eleştirileriyle çelişiyor. Batılı eleştirmenler yazarın Japon kültüründen izler taşıyan kitaplarının bu kültüre aşina olmayan Batılı okuyuculara çok açık olmadığı, bu nedenle de yeterince anlaşılamadığını savunuyor. Ancak okuyucular aynı fikirde olmasa gerek ki yazarın yeni kitabı Dance, Dance, Dance (Baila, Baila, Baila) İspanya’da olduğu gibi pek çok batı ülkesinde okuyucular tarafından da büyük ilgiyle karşılandı. Murakami İspanya’daki edebiyat dünyasında son günlerde hakkında en çok konuşulan yazarlardan. 2012 yılının Nobel Edebiyat Ödülünü kendisinin hak ettiğini iddia eden kesim çoğunlukta. Hatta bu kesim, yazarın başarılarını görmezden geldiği gerekçesiyle İsveç Akademisini sert bir dille eleştiriyor. Kısacası takdir edildiği kadar eleştirilen yazarın romanları hakkındaki kararı son kertede okuyucular verecek gibi görünüyor.

Javier Cercas: Sınırın Kanunları (Nilgün BAYRAKDAR)

Javier Cercas’ın son romanı Sınırın Kanunları (Las Leyes de la Frontera) bu ay İspanya’da yayınlanan romanlardan kuşkusuz en çok öne çıkanı. Roman bizi 34 yıl öncesine, 1978 yılının yaz ayına götürüyor. Henüz İspanya Franco rejiminin egemenliği altındadır. Bir şiddet sarmalından kaçan Ignacio Cañas isimli bir genç sınırda geçirmek zorunda kaldığı on günün sonunda Zarco ve Tere isimli iki suçluyla tanışır. Bu karşılaşma hayatını baştan başa değiştirecektir.

30 yıl sonra, çocuk suçları konusunda yazılan bir kitapla ortaya çıkan Zarco, Tere ve Ignacio Cañas üçlüsünün gerçeğinin yanında hepimizi ilgilendiren evrensel bir gerçektir. Hikâye zamanının muhasebesini yaparken, roman ise bizim özgürlüğümüzün sınırlarını, davranışlarımızın akıl almaz nedenlerini ve gerçeğin anlaşılmaz doğasını tutkulu bir şekilde sorgular hale geliyor.

Javier Cercas bu romanıyla, Avrupa modern edebiyatının başlıca yazarlarından biri olduğunu bir kez daha doğruluyor.

Arap Baharı, Demokrasi ve Kapitalizm (Ebubekir AYKUT)

“Arap Baharı” denilen süreç, 2010 Aralık’ında Tunus’taki isyanla başlamıştı. Tunus’taki isyanı Mısır, Libya, Bahreyn’deki ayaklanmalar ve günümüzde Suriye’de devam eden çatışmalar takip etti. Bildiğimiz kadarıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Yemen, Cezayir, Ürdün gibi ülkelerde de sonuca ulaşamayan hareketlenmeler yaşandı. Arap ülkelerindeki babadan oğla geçen tek adam yönetimleri ya da medyanın kullandığı dille “diktatörlükler” yıkılıyordu.  Bir şeyler değişiyor gibiydi. Ama şu sorular hala akılları kurcalamakta idi; değişimin nedenleri neydi ve değişimin sonucu ne olacaktı?

Demokrasi Talebi

Hâkim medyada ve köşe yazılarında değişimin Arap halklarının demokrasi özleminden kaynaklandığı sıklıkla vurgulanıyor. Aslında isyan eden Arap halklarının siyasal taleplerinden birisi de demokrasi, ama hangi içeriği ile. Hâkim anlayış demokrasiyi belirli aralıklarla halkın sandığa gidip oy kullandığı ve çok partili bir siyasal sitem olarak kavrıyor. Ya da daha sofistike versiyonuyla demokrasi, düzgün işleyen bir seçim sitemine ek olarak, siyasal süreçlere müdahil olabilen güçlü bir sivil toplumun varlığı ile niteleniyor. Arap halklarının demokrasi talebi ise düzenli ve meşru bir seçim sistemini ve güçlü sivil toplumu içermekle birlikte ekonomik ve toplumsal adalet gibi başka arzuları da kapsıyor. Aslında bu ülkelerdeki muhalif grupların çeşitliliği de göz önüne alındığında demokrasi talebinin birbirinden farklı birçok anlama gelmesi de yadırganmamalı.
Nedenleri ne olursa olsun ve birbirinden farklı demokrasi kavrayışlarına sahip olsalar da bu ülkelerdeki halk bir şeylerin değişmesini istiyordu. Değişim rüzgârları varolan siyasal iktidarlara yöneltilmişti. Sonuçta da Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerdeki tek adam yönetimleri alt edilmiş, demokratik seçimler yapılmıştı. Demokrasi kazanmış gibiydi. Ama yolunda gitmeyen bazı şeyler vardı. Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesi, Tunus’ta ve Mısır’da İslami yaşam tarzını topluma dayatan partilerin seçimleri kazanması ve Mısır’da Mübarek’in zamanında görevlerini yapan askerlerin seçilmiş siyasal yönetime müdahale edebilecek şekilde yönetimde kalmaya devam etmesi demokrasi havarilerinin kafasını karıştırmaktaydı. Yine de onlar iyimser kalmaya devam ediyorlar ve Arap halklarının öğrenme sürecinde olduğunu düşünmekteler.

Kapitalizm, Emperyalizm ve Sınıf

Yaşanan değişimi demokrasi talebi üzerinden açıklanmaya çalışanlara ek olarak sorunu kapitalizm, emperyalizm, sınıf ve özgürleşme ekseninde tartışan solcular da vardı. Bu eksendeki tartışma gerilimli bir hat üzerinden ilerliyordu. Bir yandan yaşananlar halk hareketleri olarak, kayıtsız şartsız değil, bir özgürleşme meselesi olarak önemseniyordu, diğer yandan değişimin kapitalizmin yarattığı ekonomik ve toplumsal adalet sorunlarını çözemeyeceği “gerçeği” kafaları kurcalamaktaydı. Muhalif gruplar içerisinde ekonomik ve toplumsal adalet vurgusu yapanların varlığı solcuları bu isyanlara ilgisiz kalmaktan alıkoyuyordu. Gerçi bazıları yaşananların yeni bir toplumsal kurtuluş hareketleri olduğu konusunda gayet iddialıydılar.
Libya’da Batı müdahalesinin açık hale gelmesi, Mısır, Libya ve Tunus’taki hükümetlerin Batı ile artan yakın ilişkileri, Suriye’de El Kaide’nin ve diğer İslamcı grupların baskın olduğunun fark edilmesi ve Batı’nın muhalif güçlere açıktan desteği solcular arasında emperyalizm meselesinin de tartışmaya dâhil olmasını gerektiğine dair kanaati güçlendirdi. Bu bağlamda emperyalist müdahalelerin artık eskisi gibi doğrudan değil ülke içerisindeki güçler üzerinden dolaylı bir biçim aldığı iddiası dillendirilmeye başlandı. Ayrıca dünyaya sınıf gözlüğüyle bakanlar tarafından yaşananları bu ülkelerdeki hâkim sınıflar arasında bir iktidar mücadelesi olarak kavramak gerektiği iddia edildi. Değişimden sonra ekonomik ve toplumsal adalet sorunlarının devam ediyor olması gerçeği de yaşananları dolaylı emperyalist müdahale ve hâkim sınıflar arasında mücadele olarak görme düşüncesini haklı çıkarmaktaydı.

Sermaye Birikim Süreci ve Devlet

Arap Baharı denilen süreçte yaşananları açıklamanın birçok yolu var elbette. Açıklamaların çoğunluğunun demokrasi, kapitalizm, emperyalizm gibi kendi açıklama araçları ve kavramları var. Dahası analizlerde bu açıklama araçlarına açıkça söylenmese de belli varsayımlar ve sabiteler eşlik ediyor; demokrasi için serbest piyasanın gerekliliğine iman ya da toplumsal olayları kavramada ekonomik ve sınıfsal ilişkilerin açıklayıcılığına olan inanç gibi. Yine de yaşananları kavrayabilmek için resmin bütününü yani dünya ölçeğinde yaşanan dönüşümü göz ardı etmemeliyiz.

Resmin bütününü kavramak açısından David Harvey’in Sermayenin Mekanları kitabında kapitalizmi açıklamak için ürettiği kavramlar üzerinden meseleyi tartışmak yardımcı olabilir. Harvey, Arrighi’nin gücün territoryal ve kapitalist mantıkları arasındaki ayrımı kullanarak kapitalist üretim ilişkilerini açıklamaya çalışır ve bu bağlamda gücün kapitalist ve territoryal mantıkları arasında problemli ve diyalektik bir ilişkinin var olduğunu iddia eder. Kapitalist mantık bir taraftan territoryal düzenlemelere özellikle devletin düzenlemelerine ihtiyaç duyarken diğer taraftan mekânsal engellerden ve devletin kontrolünden kaçmaya meyillidir. Territoryal mantık (günümüzde ulus-devlet) ise bir yandan kendi varlığını devam ettirebilmek için sermayeyi kontrol etmek zorundadır, diğer yandan bu kontrol sermayenin varlığını ve gelişimini kısıtlar.

Harvey günümüzde territoryal mantık ya da ulus-devlet ve alt birimleri (kent, bölge vb.) sermaye birikim koşullarını oluşturma ve kolaylaştırma amacına tabi hale geldiğini vurgular.  Refah devleti, müdahaleci devlet, kalkınmacı devlet ya da rantçı devlet gibi devlet formları sermaye birikim sürecinin belli bir aşamasında tarihsel işlevlerini yerine getirmekteydi. Ama sermayenin dünya ölçeğinde 1970lerden sonra krize girmesiyle birlikte yeni bir sermaye birikim süreci ortaya çıktı ve yeni sermaye birikim süreçlerine uygun düzenlemeler yeni bir devlet formunun gerekliliğine işaret ediyordu. Devletin yeni işlevinin ve ekonomideki rolünün dönüştürülmesi süreci Batı’da 1980ler ile başlamış 1990lara gelindiğinde hemen hemen tamamlanmıştı. Oysaki Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devlet biçimi halen eski sermaye birikim sürecinde çok sorun yaratmamış yapılar ekseninde şekillenmekteydi ancak bu yapılar yeni sermaye birikim süreçleri karşısında problem kaynağı olmaktaydı.

Neoliberal dönem ile birlikte sermaye birikim süreci finans sermayesinin hâkimiyetine girdi ve kapitalistler karlı alanlara yatırım yapabilmek için sermaye önündeki engellerin kaldırılmasını talep etmeye başladı. Bu sürecin Arap ülkelerinde yaşanan değişim ile ilgili iki etkisinden bahsetmek mümkündür.  Öncelikle bu ülkelerdeki devlet biçimi yeni sermaye birikim süreçleri ile uyumlu değildi. Ya da var olan devlet biçimi en uygunu değildi. İkincisi sermayenin finansallaşması bu devletler içerisinde hâkim sınıflar arasında ve hâkim ve ezilen sınıflar arasındaki sınıf mücadelesini ateşledi. Yeni sermaye birikim süreçlerinin ülke içindeki temsilcileri siyasal yapının dönüşümünü talep etmekteydi ve bu talep demokrasi talebi olarak dillendiriliyordu. Eski hâkim sınıf sermaye birikim sürecindeki hâkimiyetini kaybedince diğer hâkim sınıf fraksiyonu ve ezilen sınıfın talepleri için alan açıldı. Elbette bu söylediklerimiz daha kapsamlı bir incelmeyi gerektiriyor ama resmin bütünü ve başlangıç için uygun gibi.

Elbette yaşananların ekonomik süreçler dışında birçok farklı yönü var. “Emperyalizm ve Savaş” adlı dosyadaki bu yazılarda yaşananları farklı bakış açılarından ve farklı konular üzerinden değerlendiriyor. Onur Kartal yaşanan değişim sürecini kapitalizm ve sınıf ilişkileri üzerinden analiz ediyor ve sınıf mücadelesi perspektifinin önemine dikkat çekiyor. Göksu Uğurlu ise emperyalizmi Üçüncü Dünyacılık denilen bir perspektif içersinden değerlendirenleri eleştirel olarak ele alıyor ve anti-emperyalizm kavramının günümüzde edindiği “emperyalist” içeriğe işaret ediyor. Kansu Yıldırım ise yeni dönemde savaş olgusu ve kapitalizm arasındaki ilişkileri inceliyor ve savaş yönetişiminin kapitalizmin araçlarından biri haline dönüştüğünü vurguluyor.

David Harvey, Sermayenin Mekanları, çev. Başak Kıcır, Deniz Koç, Kıvanç Tanrıyar, Seda Yüksel, Sel Yayıncılık, İstanbul: 2012


Savaş Mantığının Yeni Yüzü (Kansu YILDIRIM)

Yönetişim, krizler içinde boğuşan ve krizlerle yaşamayı öğrenmiş sermayenin uluslararası düzeyde kurumsallaşmaya yönelmesi sonucunda ortaya çıkan basit bir yönetim mekanizması ya da iktidar tipi tanımlanması değildir. Yönetişim, ulus-devletlerin kamu mimarisi üzerinde etkili finans-kapitalin kamu bürokrasisi ile kurduğu araçsalcı form da değildir. Filiz Zabcı’nın Dünya Bankası: Yanılsamalar ve Gerçekler kitabında bahsettiği gibi yönetişim, devlet aygıtının uluslararası piyasa koşullarına göre yeniden düzenlenmesinde, birikim stratejilerinin ve bunlara uygun hegemonya projelerinin karşılıklı eklemlenmesinde, tüm bunların gerçekleştirilmesi esnasında bağımlılık ilişkilerinin mistifiye edilmesinde ideolojik işlev üstlenen olumsal zorunlu bir yönetim mantığıdır. Yönetişimin tekabül ettiği ideolojik düzlemdeki mistifikasyon işlevini sürdürmesi için belirli öğelere/söylem düzeylerine ihtiyacı vardır. Bunların en önemlilerinden birisi “sivil toplumcu” söylemler eşliğinde antagonistik ilişkilerin görünmezleştirilmeye çalışılması, sınıf mücadelesindeki odağın saptırılmasıdır. Bu bağlamda yönetişimin temel ilkelerinden olan sivil toplumculuk sermayenin toplumsal yapıda sırandan bir “aktör” olarak görünmesini ve kamusal alanı kuşatmasını meşrulaştırdığı gibi 21’inci yüzyıldaki savaşların başlangıç saiklarının üzerini örtmekte, farklı bir ambalajla sunabilmektedir.

Yeni tip stratejiler

Kapitalist devletler savaşlara katılma gerekçelerini ve lojistik güçlerini “etkin” ve “hesaplı” kullanabilme ilkesi gereği maliyeti ve riski bölüştürebilecek paydaşlar, yerleşik otoritelerden rahatsız gruplar arayışına yönelmiştir. Paydaşlar özellikle belirli coğrafyalardaki “sivil toplum” içinden seçilerek küresel sermayenin bölgesel çıkarlarının toplumsal taşıyıcıları konumuna getirilmektedir. Böylelikle savaşların başlatıcısı olan devletlerin “insani müdahale”, “demokratikleştirme”, “dünya barışı” gibi başlıklar etrafında kapitalist veya ülkesel çıkarlarının toplumsal ve maddi çıktılarının sorgulanabilirliği azaltılmaktadır. Artık küresel güç denilebilecek ülkeler, savaşların meşru gerekçelerini inşa etmekte ve bu gerekçeleri küresel çapta benimsetebilmekte kredibilitelerini doldurmuşlardır.

Bugün kapitalist devletlerin benimsediği askeri müdahale biçimi, asimetrik karakterdeki toplumsal hareketlerin ayarlarıyla oynamaktır. Belirli coğrafyaları yeniden düzenleme ve paylaşma stratejilerine göre uzun erimli planlara girerek kendilerini konumlandırmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile başlayan süreçte yerleşik otoritelere karşı muhalif grupların desteklenmesine ilişkin strateji BOP’un doğrudan kim tarafından uygulanmaya konması nedeniyle sorgulanır bir pozisyonda verili coğrafyalarda (farklı ideolojik varyasyonlara göre) anti-emperyalist damarları kabarttı. Bu nedenle BOP siyasi düzeyde tarafların birbirini suçlamak veya olumlamak için kullandığı bir argüman havuzuna dahil olurken toplumsal açıdan uygulanabilirliği için gerekli rızayı üretmekte zorlandı. Bu nedenle BOP ile başlayan muhaliflerin desteklenmesine yönelik stratejik öğe yeniden işlendi. Güney Akdeniz Havzasında domino taşı etkisi yaratan isyan dalgasının özellikle Libya aşaması sonrasında küresel güçlerin konvansiyonel savaş mantığının yerine BOP tipi yöntemler izlediğini gördük. Muhalif yerel gruplar arasında ideolojik ve ekonomik düzeyde ilişki kurabilecekleri hızlı kadro devşirme operasyonlarına yönelerek isyan dalgası içinden dolaylı olarak egemen güçlere avantaj sağlayabilecek çatlaklar yaratmaya koyuldular. Özellikle Libya’da muhaliflere insansız hava araçları ile sağlanan periyodik istihbarat, lojistik sevkiyatının sıklaştırılması ve silahlı köktenci İslamcı gruplardan takviye edilen militanlarla “özgür orduların” kapasitelerinin arttırılması gibi operasyonel destek bizatihi küresel güçler tarafından sağlanmıştı. Şimdi ise yanı başımızda Suriye’de benzer bir süreç işletilmeye çalışmaktadır. Tepeden demokrasi bahşetmenin dünya halkları nezdinde söylemsel geçerliliğinin kalmaması nedeniyle küresel güçler riskleri paylaştırabilecekleri yerel ortaklar yaratmaktadır. Suriye’de muhaliflere anti-tank roketlerinin, uçaksavar bataryalarının ve mühimmat tedarikinin arkasında bulunan küresel güçler, Türkiye’yi ise ikmal ve eğitim-lojistik destek sahası olarak görmekte; böylelikle Suriye içinde ve dışında yerleşik otoriteye karşı yürütebilecekleri bir savaşa devam etmektedirler.

Dikenlerin temizlenmesi

Bu mantıkla hareket edilen “savaş yönetişimin” emperyalistlere sağladığı avantaj şudur: Ekonomik olduğu kadar ideolojik düzeyde, küresel-mekânsal yeniden yapılandırma süreçlerinde kendilerine ayak bağı olarak gördükleri iktidarları doğrudan karşılarına almadan, savaşların gerekçelerini ve hesaplanabilen ve hesaplanamayan sonuçlarını saklayarak, geniş bir rıza üretiminin sağlanmasıdır. David Harvey’in yaptığı ülkesel ve kapitalist mantığın gerilimli ilişkisine göre cereyan eden savaşlar, “ezen” “ceberut devlet” ve “ezilen” “masum” “sivil toplum” ikilemine büründürülmekte, sivil üniformalı askerler ile yürütülen savaşların bilançosu masumane gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylelikle yönetişimsel bir paradigma içinden savaşlara ampirik düzeyde ve ideolojik düzeyde meşrulaştırma ölçeği sağlanmaktadır. Savaş tazminatları, ele geçirilen bölgenin doğal kaynaklarının paylaşımı, çeşitli altyapı ve enerji ihalelerinin alınması gibi ekonomik ve diplomatik “kazanımlar” yanında, evrensel sermaye mantığının küyerelleşme (glocalize) sürecinde ket vurabilecek dikenler temizlenmektedir.

Son olarak yeni tip müdahale biçimi olarak savaşın yönetişimsel mantığını “ülkesel söylem” üzerinden değerlendirebiliriz. Ali Murat Özdemir’in Ulusların Sefaleti’nde belirtildiği üzere ülkesel söylem, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinde nirengi noktasının somut ülkeler olduğu varsayımından hareket etmektedir. Bu söylem tipine göre devletler ve sınırları içindeki kitlelerin durumları sınıfsal içerimler üzerinden işlenmektedir. Savaşların ortaya çıkışında yahut küresel emperyalist güçlerin kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal hareketleri ayartma hamlelerinin hepsi ülkesel söylemin maddiliği üzerinden okunmalıdır. Böylelikle savaşların risk paylaştırma stratejilerinde yeni tip müdahale biçimleri ayakları üzerine oturtulabilir.

Zabcı, Filiz Çulha, Dünya Bankası: Yanılsamalar ve Gerçekler, Yordam Kitap, İstanbul, 2009.


Arap Baharı, Libya Kışı (Engin SUNE)

“Saddam bir ‘Orospu Çocuğudur’ ama o bizim ‘Orospu Çocuğumuzdur.’” demişti ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın ve Ortadoğu masası şefi Geoffrey Kemp. Emperyalist güçlerin kadim müttefiki Şah’ın devrilmesiyle İran’da kurulan İslami rejimi dengelenmesi için katıksız destekledikleri Saddam Hüseyin, 2003 yılında evlatlıktan reddedildi. Kendi çocuğunun ipini çekecek denli körelmiş emperyalist güçler, bu olaydan yaklaşık yedi yıl sonra Ortadoğu’daki diğer diktatör çocuklarının miadlarının da dolduğu gerçeğiyle yüzleşince bilindik söylemler ve yöntemlerle sürece müdahale ettiler.

Kitlelerin; işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşullarına karşı başlatmış oldukları mücadele, küresel kapitalist sınıfın çıkarlarını destekleyecek şekilde neoliberal reformlara sıkı sıkıya tutunan Bin Ali rejiminin çökmesine yol açtı. Buradaki kitle hareketleri, bir dalga gibi Mısır’a, Yemen’e ve Bahreyn’e sıçradı. Emperyalist güçler, bölgedeki müttefiklerini teker teker kaybetme tehlikesiyle burun buruna geldiler. Bin Ali ve Mübarek için artık yolun sonunun göründüğünün farkına varınca da, bu ülkelerde rejim değişikliği tehdidine karşı rejim ıslahını tercih ettiler. Bu ülkelerdeki kitlelerin mücadeleleri, Libya ve Suriye’dekilerin aksine, demokrasi ve insan hakları söylemleriyle alkışlanmadı. Bölgedeki dengenin kendi aleyhlerine dönüşmesi ihtimalinden korkan Atlantik güçleri, aradıkları fırsatı Libya’da buldular. Her ne kadar terörle mücadelede Atlantik Devletleri’nin bir müttefiki olsa da, petrol, siyasal istikrar ve neoliberal düzene geçişin önünün tıkanması gibi hususlar göz önüne alınınca Kaddafi’nin devrilmesine karar verilerek Arap Dünyası’nda başlayan devrim hareketi, bu güçler tarafından çalındı. Bir devrimin gelişmiş kapitalist devletler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yeniden biçimlendirildiğini ve bir baharın nasıl kışa döndüğünü anlamak için Vijay Prashad’ın Arap Baharı, Libya Kışı adlı çalışması yol göstericidir.

Şüphesiz Orta Doğu halklarının otoriter rejimlerin ekonomik ve siyasi programlarından rahatsızlıkları yeni değildi. Arap toplumlarının, Atlantik güçlerin ekonomik gereksinimlerine açık olması anlamına gelen infitah süreciyle başlayan neoliberal politikalar ekseninde yapılan reformlar, Prashad’ın da dediği gibi,  Arap bölgesinin ekonomilerinin kendi halklarını geçinebilir hale getirmek yerine, Atlantik dünyasının finansal kurumlarını semirtecek ve diktatörlere muazzam tröst fonları sunacak şekilde düzenlemiştir.  Mısır ve Tunus gibi neoliberal güvenlik devletlerinde bu tür politikalar eşitsizliği arttırarak halkın sabrının taşmasına neden oldu ve yükselen bu protesto dalgaları ABD’nin istikrar yönündeki endişelerini arttırmaya başladı. Mübarek’in düşmesi İsrail adına işleri karıştırabilirdi ve Bahreyn ve Yemen’deki protestolar tırmanırsa da Suudi Arabistan ve Basra Körfezi emirlikleri için çalkantılı bir durum oluşabilirdi. Prashad’ın da altını çizdiği gibi, bu tür kaygılar, devrimci bir görüntü vermeye başlayan bu sürecin yönetimi için bir şeyler yapmayı elzem hale getiriyordu.

Emperyalist güçlerin Orta Doğu’da korumaya çalıştıkları bu denge oyunu aslında yeni değildir. 1950’lerden 1979’a kadar Nasırcılığın yaydığı anti-emperyalist politikaları dengeleyen temel müttefik Şah’ın İran’ıydı. 1979’da Şah’ın devrilmesi ve Sedat’ın Camp David’de İsrail ile barış anlaşması imzalamasıyla eski düşmanlar yeni müttefik, eski müttefikler de yeni düşman statüsü aldılar.  Değişmeyen tek müttefik ise Suudi Arabistan ve onun uydusu olan Basra Körfezi emirlikleriydi. Bu devletler Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK), ya da Prashad’ın değimiyle Arap NATO’sunu kurarak emperyalist güçlerin bölgedeki çıkarlarını korumaktadırlar.
Günümüze geldiğimizde ise Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Libya ve başka yerlerdeki ayaklanmalar ise bu denklemi bozdu ve Prashad’ın da dediği gibi “düzenin şahinleri değişimin güvercinlerini zincire vurmak için her türlü teşvike başvurdular.” Prashad, kitabının ilk bölümünde Arap Baharı’na odaklanırken ikinci kısımda ise Libya’yla beraber bu hareketlerin nasıl kışa dönüştüğüne odaklanmaktadır.

Emperyalist güçlerin hesapları, Arap Baharı’nın gelişimini raydan çıkarma çabası üzerine kuruldu. Öncelikle Arap NATO’su ülkelerine de yayılan devrim hareketlerinin bastırılması gerekiyordu. Bu devletler protestolara askeri bir müdahalede bulunmaktan çekindilerse de, Libya ve Suriye’deki mücadelelerin Bahar’ın rotasını değiştirmesini fırsata çevirerek KİK’in bu demokrasi mücadelelerini bastırmasına izin verdiler.

Kuşkusuz 17 Şubat Hareketi olarak tabir edilen Libya’da başlayan ayaklanmalar, demokratik isteklerle güdümlenmiş ve ekonomik politikalardan muzdarip olan bir halk hareketiydi. Hatta bu halk hareketinin liderlerinden biri olan Abdül Hafız Goga 27 Şubat’ta dış müdahaleye kesinlikle karşı olduklarına dair bir açıklama dahi yapmıştı. Fakat Ulusal Geçiş Konseyi’ni oluşturan neoliberal klik, Atlantik güçleri tarafından önplana çıkarılarak dış müdahalenin yolu açıldı. Prashad’ın da dediği gibi “Libya devrimi neoliberal refomcular tarafından zorbaca çalınmıştır.”

Prashad’ın kitabının ikinci bölümünde de belirtildiği gibi,  Atlantik güçleri ve Basra Körfezi Araplarının insancıl müdahalesi alttan gelen isyanın ve genel olarak Arap Baharı’nın dinamiğini kırma girişimiydi. Kuşkusuz bu tür bir müdahalenin diğer bir motivasyonu da gelişmiş kapitalist devletlerin petrol kaynaklarına erişiminin  kolaylaştırılmasıdır. Emperyalist güçler için Libya’ya yapılan müdahale, Körfez petrol rezervlerini ve Arap petrol topraklarını korumak için gerekliydi.

Libya’daki isyan NATO müdahalesi olmaksızın da başarıya ulaşabilirdi. NATO müdahalesinin temel işlevi bu isyanın olası siyasi seçeneklerini daraltmaktı. Ayrıca bu müdahale Libya’daki neoliberal reformlar önündeki engelleri kaldırarak, ülkenin emperyalist çıkarlara göre yeniden inşasının önünü açmıştır. Prashad’ın belirttiği gibi Ulusal Geçiş Konseyi’nin ilk olarak Merkes Bankası’nın ve Ulusal Petrol Şirketi’nin kontrolü altına alması bunun bir göstergesidir.

Bu müdahale sonunda Kaddafi, Saddam Hüseyin’e yapıldığı gibi, yargılanmadan infaz edilmiştir. Oysa açık bir mahkemede konuşmalarına izin verilseydi kim bilir ne öyküler anlatacaklardı. Fakat Prashad’ın da kitabında değindiği gibi, “Ölü adamlar öykü anlatmazlar. Yargılanamazlar. İkitidarda kalmalarına yardım etmiş olanların adını veremezler. Bütün sırlar da onlarla birlikte silinir.”

Vijay Prashad, "Arap Baharı, Libya Kışı", Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2012.


Emperyalizm’in Suretleri: Üçüncü Dünyacılığın Dönüşümü ve Kültürelcilik (Göksu UĞURLU)

Neredeyse bütün politik kesimlerin “anti-emperyalist” olduğu bir dönemden geçiyoruz. Örneğin çevre formasyonlardaki ırkçı-milliyetçi fikir kendi ülke sınırları dışarısında kalan merkez ülkelerin çıkarlarını güttüğü düşüncesinden hareketle emperyalizme karşı sert söylemler geliştirebiliyor. Bunu yaparken de örtük olarak kendisinin “emperyalist” konumunda bulunması gerektiği inancını taşıyor. Benzer bir başka örnek, İslam-Hıristiyanlık/Yahudilik karşıtlığı üzerinden düşünüldüğünde karşımıza çıkıyor. Batı’nın (Üçüncü Dünyacılık’ın günümüzde anladığı anlam ile önemli farklılıklar içeren bir kavram) “İslam Dünyası”na karşı emperyalist amaçlar güttüğü söylemi sıkça kullanılıyor ve buna karşı çıkılıyor.

Emperyalizm Kavramı

Emperyalizm kavramının içeriği farklı yaklaşımlar tarafından değişik biçimlerde doldurulabildiği gibi, tarihsel süreç içerisinde de farklılıklar gösteriyor. Okumakta olduğunuz yazı, bu anlamda Üçüncü Dünyacılık’ın dönüşümünü temel alarak emperyalizm kavrayışlarını özetlemek amacını taşımaktadır. Özellikle son dönemde Üçüncü Dünyacı görüşe hakim olan “kültürelcilik” tartışmalarını incelemesi bakımından Arif Dirlik’in “Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi” isimli çalışması önemli bir noktada durmaktadır.

Bu bağlamda, her şeyden önce emperyalizm kavramı üzerinde bir ayrıma gidilmelidir. Ayrımlardan ilki, Marksizmin ekonomi politik yaklaşımı ile tarihsel olarak 1870 sonrasını ve finans kapitalin varlığını esas alan emperyalizm teorisi ile “Üçüncü Dünyacı” emperyalizm yaklaşımı arasında yapılmalı; ikinci ayrım ise Üçüncü Dünyacılık’ın tarihsel süreçte kendi içerisinde geçirdiği dönüşüm neticesinde ortaya çıkan emperyalizm kavramsallaştırması arasında olmalıdır. Üçüncü Dünyacılığın dönüşümü ile bağlantılı olan emperyalizm kavramı incelendiğinde, ilk ayrım daha belirgin hale gelir.

Buna göre, ulusal bağımsızlık mücadeleleri esnasında Üçüncü Dünyacılık’ın karşısına aldığı emperyalizm, dönemin emperyalizminin görünen hali ile ilgilidir. 1945 öncesinde ulusal sermaye grupları devlet içerisindeki temsil imkanları doğrultusunda devletin aygıtlarını kendi çıkarları için -diğer devletlerin sermayelerine karşı- kullanabiliyordu. Bu nedenle bağımsızlık savaşı vermekte olan Üçüncü Dünya ülkeleri karşılarında “İngiliz Emperyalizmi”, “Fransız Emperyalizmi” gibi isimlerle adlandırılabilecek bir emperyalizm biçimini görmekteydi. Sonuç olarak, ulusal emperyalizme karşı geliştirilen refleksler milliyetçilik ile sosyalist düşüncenin (emperyalizm kuramları dolayımıyla Marksist etki ve Sovyet etkisi) özgül bir birliği şeklinde belirmekteydi.

Üçüncü Dünyacılık ve Emperyalizm

1945 sonrasında uluslararası sermayenin kapitalist devletler içerisindeki temsilini eşzamanlı olarak artırması sonucu, emperyalizm biçim değiştirdi. Artık kendi ulusal sermayelerinin güdümündeki devletler yerine, uluslararası sermayenin ortak çıkarlarının etrafında şekillenen bir emperyalizmden söz etmek mümkün hale geldi. Ulusal sermayeler yok olmamakla birlikte, dünya üzerinde gerçekleştirilecek müdahaleler ile amaçlanan dönüşüm doğrudan bir ulusal sermaye grubunun devlet iktidarını kullanmak suretiyle diğerleri ile giriştiği rekabetin hizmetinde değildir. Bir başka deyişle artık İngiliz, Fransız vb. emperyalizmlerine karşı Amerikan emperyalizmi tahayyülü nesnel zeminini kaybetmeye başladı. Amerikan hegemonyasının belirgin özelliği emperyalistler arası rekabetin esaslı bir şekilde zayıflamasıdır.

Bu süreçte Üçüncü Dünyacı tavır değişmiş, emperyalizm kavramsallaştırması siyasi-ekonomik düzlemden dışlanarak kültür alanına kaydırılmıştır. Kendisini “Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları” biçiminde gösteren yeni Üçüncü Dünyacılık’a göre anti-emperyalist olmak; Batı’nın kültürel tahakkümüne boyun eğmemek anlamına gelmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, yukarıda bahsedilen dönüşüm sanki hiç gerçekleşmemiş gibi davranılmasıdır. Emperyalizmin dönüşümü Üçüncü Dünyacılık’ı etkilemiştir fakat ekonomi- politik alandan gerçekleştirilmeyen analizin sonucunda yeni haliyle Üçüncü Dünyacılık emperyalizmi başından itibaren kültürel bir meseleye indirgemektedir –öyle ki, sömürgecilik emperyalizm yerine kullanılabilmektedir.

Öyle ise, kültürelcilik tartışması günümüzde Orta Doğu’da yaşanan gelişmelerde “Batı”nın tutumuna karşı geliştirilen Üçüncü Dünyacı görüşün içeriğini bizlere sunuyor. Dirlik kültürelciliğin; “metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların, soyut kültür sorunlarına indirgenmesi çevresinde belirginleşen düşünsel yönelimler bütünü olduğu ve bu nedenle sadece toplumlar arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştırılmasından değil, aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da sorumlu olduğu”nu ileri sürer (s.54).

İronik olarak, bu yaklaşım kendisinin karşısında olan burjuva milliyetçi söylem ile aynı dil ve teorik tutumu sergiler. Emperyalizm, sermayenin devlet içindeki temsili; ilkel birikim süreçleri; üretilen artı-değere el konulması gibi içeriklere sahip olan, Marksist analizin ekonomi politik yaklaşımla ortaya koyduğu emperyalizm kavramından oldukça farklıdır; iki özne (Batı ile “öteki”) arasındaki ilişkiye indirgenir. Emperyalizm kavramının bu anlamda kullanılmadığı durumlarda da örneğin Marksizm ve eski Üçüncü Dünyacılık “anti-emperyalist” ama “yetersiz” görülebilir. Dirlik bu duruma şu şekilde açıklama getirir:

“Eğer eski özgürlük mücadelelerinin kültürel kimlikler öne sürmesi bugün için yersiz görünüyorsa, bunun nedeni bu mücadelelerin yanlış amaçlara sapmış olması değil, küresel ilişkilerdeki yapısal dönüşümler nedeniyle, geçmişteki bölünmeleri içeren bu mücadeleler düzeninin, bugünkü durumla ilgisiz kaçmasıdır.”(s.41)

Sonuç olarak, günümüzde yaşanan gelişmeleri anlamlandırmada bir araç olarak kullanabileceğiniz “emperyalizm” kavramını hangi içeriği ile analize dahil ettiğiniz önemlidir. Bir başka deyişle “anti-emperyalizm” bir karşı olma durumunu belirtmekle beraber tam olarak neye ve nasıl karşı olduğunuzu açıklamaz ve sizi muhalif görünürken hegemonik bir dil içerisine yerleştirebilir.

Dirlik, Arif . Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi ,çev. Galip Doğduaslan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul: 2010.

Arap Baharının Siyasal İktisadı (Onur KARTAL)

“Küresel kapitalizm üzerindeki ABD hegemonyası devam etsin veya etmesin, ya da yeni bir hegemonik güç ortaya çıksın veya çıkmasın, çarpıcı olan şu olgu olduğu gibi kalır: küresel ekonomi-politiğin ve ilişkili jeopolitik rekabetler dengesinin yörüngesi, Körfez’deki sınıfın ve kapitalizmin yapısıyla derin bir şekilde iç içe geçmeyi sürdürecektir.” Adam Hanieh.

Muhammed Buazizi, 17 Aralık 2010’da sebze tezgâhına el koyanlara karşı bedenini ateşe verdiğinde, yalnızca Tunus’u değil neredeyse bütün bir Arap coğrafyasını kasıp kavuracak bir yangının da fitilini ateşlemiş oldu. Buazizi’nin bedenini saran alevler kendine özgü, bireysel bir başkaldırı çığlığı değildi sadece; ekonomik sömürü koşullarından politik tahakküm mekanizmalarına cepheden saldıran, toplumsal alanın omurgasını baştan aşağıya sarsacak bir isyanın habercisiydi. 7 Kasım Caddesi Bin Ali’nin iktidara geldiği günden almıştı adını; 17 Ocak 2011’den itibaren Muhammed Buazizi ismini taşımaya başlaması, tikelden evrensele, tekilden toplumsala uzanan bu devrimci dalganın billurlaşmış bir örneğiydi. Ne var ki, bu dalga Tunus’la başlayıp Tunus’la bitmedi; Mısır’ı, Libya’yı, Bahreyn’i (elbette Cezayir’i, Ürdün’ü, Yemen’i) ve nihayet Suriye’yi de kuşatacak boyutlara ulaştı. Tabi, umut ve heyecan verici birçok toplumsal değişime de gebe oldu, sürecin devrimci karakterine gölge düşüren hareketlerin yeşermesine de. Tahrir deneyimi, “Wall Street’i İşgal Et” hareketine dahi ilham verecek tarzda evrenseli kucaklarken, Müslüman Kardeşler’in Mübarek dönemine benzer bir ekonomik program etrafında karşı-devrimci hamlenin elini güçlendirmesi moralleri epeyce bozdu. Yine Libya’da Muammer Kaddafi’nin linç edildiği görüntüler, tiranlık karşıtlarının en önde gelen bayraktarlarının zihinlerinde dahi kimi soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı. Bu karakteri gereğidir ki, Arap Baharı, entelektüel siyasi faaliyetin uzunca bir süredir ana gündem maddesi.

Süreç üzerine yürütülen tartışmaların vardığı nokta, Arap Baharının gerçekten devrimci bir dalga olup olmadığı konusunda bir uzlaşmayla sonuçlanmadığı gibi, bütün olan biteni bir emperyalizm süreciyle ya da karşı-devrimci momentler silsilesiyle ilişkilendirmek konusundaki kararsızlık da devam ediyor. Gelgelelim, tüm bunlara rağmen, bize göre Alain Badiou’nun tavsiyesi halen geçerliliğini koruyor: “Bu hareketlerin öğrencileri olmalıyız, budala öğretmenleri değil”. Badiou bu sözleri dışarıdan ve yukarıdan konuşmayı alışkanlık haline getiren Batı aklını eleştiriye tabi tutarken sarf ediyordu. Biz ise öğrencinin içeriden, hevesli ve titiz bakışına dair iyi bir örneği sunmak için referans alıyoruz: Adam Hanieh, Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf adlı kitabında sözünü ettiğimiz coğrafyanın bir diğer atardamarına, Körfez ülkelerine yoğunlaşıyor. Bunu yaparken küresel kapitalizmin inşasında mevzubahis ülkelerin 20. yüzyıl boyunca katettikleri yola, kurdukları uluslararası ilişkilere ve küresel kapitalizmin sermaye mantığının pekişmesinde üstlendikleri role siyasal iktisadın perspektifinden odaklanmakla kalmıyor. Aynı zamanda eserinin Türkçe baskısı için yazdığı önsözde, geliştirdiği derinlikli ve içeriden bakışı, bilhassa Mısır deneyimini değerlendirmek üzere işe koşuyor. Biz de öncelikle eserin temel meselesine, yani Körfez ülkelerinin küresel kapitalizmin sermaye dinamikleri bakımından üstlendiği role ve bu dinamiklerin belirlediği sınıf oluşumuna değineceğiz. Ardından da Hanieh’in, Arap Baharının doruk noktası olarak görebileceğimiz Mısır deneyiminin başkaldırı dinamiklerinde politik unsurların yanı sıra ekonomik faktörlerin de göz önüne alınmasındaki ısrarına kulak vereceğiz. Böylelikle bugün Arap Baharının son perdesi olarak sıcaklığını koruyan ve gün geçtikçe bizim açımızdan da yakıcı bir sorun olmaya doğru hızla ilerleyen Suriye’deki çatışmaların art alanında nelerin yattığına ilişkin olarak Hanieh’in yapıtının nasıl bir kılavuz sunduğunu/sunabileceğini göstermeye çalışacağız.

Hanieh’in, Körfez İşbirliği Konseyini (KİK) oluşturan Bahreyn, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden sınıf oluşum sürecini mercek altına almasındaki temel motivasyonu şu sözlerinden rahatlıkla çıkarabiliriz: “Sınıf oluşum süreci Körfez’in gerçek hikâyesi ya da görüntüsünün ardındaki gerçeğin anlatılmamış hikâyesidir ve günümüz Ortadoğu’sunun ve bütün olarak dünya pazarının kavranması açısından büyük bir önem taşır” (s. 37). Bu hikâyeyi gün ışığına çıkarmak yoluyla Hanieh, küresel kapitalizmin ve ulusaşırı sermaye akışının çarklarını en açık biçimiyle gözler önüne serebileceği iddiasındadır. Daha da önemlisi bölgenin tüm siyasi dönüşümleri üzerinde ekonomik dengelerin belirleyici bir rolü olduğunu savunmaktadır. Bu doğrultuda sermaye birikimlerini KİK alanı genelinde, sermayenin uluslararasılaşmasına dayandıran kapitalist bloğu tanımlamak üzere kullandığı Khaleeji Sermayesini çözümlemeye girişirken vurguladığı belki de en önemli nokta sınıf oluşum sürecinin mekânsal karakteridir:

“[S]ermaye birikimine dair dikkat çekilmesi gereken başka bir yön ise sınıfın mekânsal yapılanmasıdır. Bu kavram, sermayenin soyut ya da belirsiz bir tarzda meydana gelmediği fakat sermayenin mekânsal olarak somut olduğu düşüncesini başarıyla ifade eder” (s. 63). Sermayenin uluslararasılaşmasının, sınıfın mekânsal oluşumuna eklemlendiği yerde KİK ülkelerinin siyasal konjonktürüne neyin can verdiğini kestirmek hiç de zor değil: Neoliberalizm. “Neoliberalizme dönüş sadece iç ekonomik politikalara odaklanmayı yansıtmıyor, aynı zamanda uluslararasılaşma ve finansallaşma alanlarındaki yeni dalgalanmaları fazlasıyla kolaylaştırıyordu. Neoliberalizm, sermayenin serbest hareketi karşısında ulusal mekânlar genelinde ve bu mekânlar aracılığıyla konulan engelleri ortadan kaldırarak ve kârın zorunluluğuna tabi olan insan faaliyetlerinin alanını genişleterek, küresel ölçekte kapitalist yeniden üretime uygun koşulları garantiye almayı amaçlıyordu” (s. 90). 

Kestirmekte zorlanmayacağımız bir diğer nokta da bu sacayağının kurulmasında ABD’nin başı çekmesi. Hanieh’in 20. yüzyılın başından sonuna kadar bölge içi ilişkilerinin siyasal ve iktisadi yörüngelerini okurken ABD’nin rolünü layıkıyla gözler önüne sermeye çalışması bundandır. Tablonun bütününe baktığımızdaysa bu projeyi emperyalizmden ayrı düşünmemizin mümkün olmadığını göreceğiz. Ancak bu emperyalist projeyi ABD tarafının etkin, KİK ülkelerinin ise edilgin bir konumda yer aldığı tek taraflı bir ilişkinin değil, her iki tarafın da etkin katılımıyla şekillenen bir sürecin ürünü olarak düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla bölgenin kaderinin yalnızca ABD politikalarındaki makas değişiklikleriyle değil aynı zamanda KİK üyesi ülkelerin siyasal-iktisadi çıkarları ekseninde şekillendirdikleri mekânsal müdahaleleriyle tayin edildiğini göz ardı etmemek gerekir. Tabi burada bu süreci bütün detaylarıyla ele almamız mümkün değil. Hanieh’in çalışması çok daha uzun bir mesaiyi hak ediyor. Bu mesai ayrıldığında çalışmanın önemini, küresel kapitalizmin sermaye dolaşımının dayandığı esaslar doğrultusunda, Körfez ülkeleri üzerinden hayata geçirilen emperyalist bir projenin ifşasının, yani malûmu ilâm etmenin epeyce ötesinde aramak gerektiği de görülecektir. 

Hanieh’in yaptığı, bahsi geçen sürecin adını koymak değil, bu adı koyarken sürece can veren kan akışını kılcal damarlardan yola çıkarak gözlemlemektir. Bu titizliğiyle Hanieh, Mısır’daki ayaklanmaların sadece bir demokrasi arayışına indirgenmesine de itiraz edecektir: “Mısırlı protestocuların öncelikli sorununun Mübarek olduğunu ve birincil talep olarak sözde ‘siyasal özgürlük’ sorununu dile getirdiklerini iddia etmek bu protestoların gerçek boyutunu görmemek anlamına gelir. Aksine bu eylemler, genellikle iki farklı alanmış gibi ele alınan ‘siyaset’ ve ‘ekonomi’ alanlarının birbirleriyle iç içe geçtiğini ve aynı mücadelenin bir parçası olduğunu bize göstermektedir. Bu mücadeleler sadece rejimin yaşadığı bir meşruiyet krizinin değil kapitalizmin yakın dönemde Mısır’da ve bir bütün olarak Ortadoğu’daki gelişme biçimine dönük bir tavrın ifadesidir ” (s. 15). 

Bu satırları tersinden okuyacak olursak diyebiliriz ki, Mısır’daki halk hareketlerine odaklanan ancak küresel ekonominin kriz noktalarını, neoliberalizmin Mısır’daki tezahürlerini ve Ortadoğu’daki ABD hegemonyasının inşasında Mısır’ın oynadığı rolü mercek altına koymayan herhangi bir anlama çabasının tahlilleri yüzeysel olmanın ötesine geçemeyecektir. Benzer bir reçete Suriye için de yazılabilir. Hanieh’in siyasal despotizm formlarına karşı verilen mücadeleyi, sınıf mücadelesi dinamikleriyle birlikte okumak yönündeki önerisi, Suriye’deki iktidar mücadelesinin mezhepsel, kültürel ve siyasal boyutlarının yanında açıklığa kavuşturulmayı bekleyen bir diğer boyutunun da iktisadi olduğunu görmemiz ve hangi çıkar gruplarının, hangi güç ilişkilerinin dolayımından geçerek küresel kapitalizmin sermaye birikim/dolaşım mantığına nasıl bir ivme kazandırmak istediklerini tespit etmemiz bakımından can alıcı bir yerde durmaktadır.

Adam Hanieh, Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf, çev. Bahadır Ahıska ve Sevgi Doğan, NotaBene Yayınları, Ankara: 2012.


BEHÇET BEY Dergisi Deneme Sayısı (Helin KÜÇÜK)

Bu sayısı ‘deneme sayısı’ olarak basılan Behçet Bey’i, düğümü İzmir’den başlayan bir ağ-kurum çıkarıyor: Türkçe şiire ‘Nabıyonuz Ya Siz’ deme niyetinde olan NYSK. Kabul şartları şöyle: 1- “Şiir şudur” “Şiirde şu vardır” “Şiirde bu yoktur” şeklinde tanımlamalar yapanlar kuruma alınmayacaktır. 2- Bilmem ne manifestosu diye ortalığa zıplayanlar kuruma alınmayacaktır. Şiirin manifestosu ancak şiir yazılarak gerçekleşir. Fazla söz ve temaşaya müsamaha gösterilmeyecektir 3- Şiir ya da edebiyatı bir disiplin haline getiren ve buna göre yorumlar geliştiren kişiler Sürat Kargo ile Hilmi Yavuz ve benzerlerine yollanacaktır. 4- “ …’nın Sonu “. …’nın Ölümü gibisinden laflar, gerçekten de bu şeylerin sonunu getirmeyecek ya da ölümüne sebebiyet vermeyecekse kullanılmayacaktır… Deneme sayısında Uğur Eymirli, Monica Papi, Aras Keser ve Münir Yenimo’nun şiirleri, Liman Mehmetcihat ve Aras Keser’in görselleri var.