Emanet İhanete Uğramadan… ( M. UÇAN)

Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri M. Fırat Pürselim’in ikinci, hatta çocuk kitabını da sayarsak üçüncü kitabı. Daha çok öykücü kimliğiyle karşımıza çıkan Pürselim bu kitabında farklı bir çalışmaya girişmiş; emanetine aldığı onlarca öyküyü belirli bir düzene sokarak kitabın merkezine benzer ezgiyle çalan kendi öyküsünü oturtmuş. Hal böyle olunca kimi yerlerde okura öykünün tokadını atarken kimi yerlerde okuru romanın dostluğuyla sarmış sarmalamış. Bence kitabı bir türe dâhil etmek yerine arka kapak yazısındaki gibi öyküye göz kırpan melez bir roman olarak bırakmak en doğrusu… Zaten yazarın ‘zaman’ için kullandığı cümleyi –affına sığınarak- biraz değiştirirsek, Aslında tür diye bir şey yoktu, anlatacaklarımız –uzun, kısa veya ritmik biçimde- kesintisiz kâğıda dökülüyordu. Onları bölümlere ayıran, ehlileştirmeye çalışan, adlandıran bizlerdik, değil mi?
  
İç düzenini, Doğu’nun köy düğünlerinde iki ya da üç kişinin çıplak sesle söylediği –müziksiz- ‘çevirmeli’ oyun havalarına benzettiğim (biri dörtlüğü tam bitirirken diğeri son kelimeyi ilkinin ağzından alarak aynı dörtlüğü tekrarlardı veya yeni bir dörtlüğe geçerdi) Emanetimdeki Hayatlar lacivertin en koyu yerlerinden kesilen hikâyeleri anlatıyor. Biri hikâyesini bitirirken Pürselim ustaca bir başkasına veriyor söz hakkını ve neredeyse anlatılan hikâyelerin tamamına yakınının payı benzer paydası ortak. Aşk-ihanet, gerilla-köy korucusu, alevi-sünni çatışmaları, ensest ilişkiler… / ölüm…
  
Acı, Her Yerde
  
Kendisini bir sabah boğazın serin sularına bırakan Sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun ailesine bıraktığı hazin notla başlayan kitap, Çok acı var, dayanamıyorum, Cioran’ın kaya gibi ağır sözüyle bitiyor, Her kitap ertelenmiş bir intihardır. Bu iki cümleyi iki koluna takan kitapsa doğal olarak hayli acı… Kısacası olanları anlatmak için Berna tarafından yaşamaya mahkûm edilmiş bir çeşit Moby Dick kahramanı. Bana İsmail deyin…
  
Özet olarak yazarın kitabı neden yazdığıyla başlayan melankolik bölümden sonra bir çeşit karasevdaya tutulduğu aşkına, Berna’ya, en çok anladığımız halde en az anlatabildiğimizin hikâyesine geçtiği anda yatay paranteze dönen dudaklarımız çok geçmeden bitişip kapanıyor.   İlkin bir tür oyun ya da sırf cinsellik olarak yaklaştığı Berna’dan –arkadaşının sevgilisi- sırılsıklam âşık ayrılan yazar çok geçmeden Berna’nın ardında cevaplanması kolay olmayan sorular bırakarak intihar etmesiyle derin bir kuyunun dibinde buluyor kendini. Sonrasında ise intihardan men edildiği için bozulan düzen, mezarlık ziyaretleri, hastane kapıları ve anne-babanın günden güne eriyen oğullarını bir süre ortamdan uzaklaştırıp kendini toparlaması için öngördükleri müthiş fikir; askerlik, yani cehennemin dibi! Ne de olsa bu dünyada en fazla olan şey acı, olmayan şey ise onun ilacı…

Nasıl Delirdiğimize Bakalım

Kendisini hapishanesini üzerinde taşıyan bir kaplumbağaya benzeten yazar, askeri cezaevinde görev yapmaya başlamasıyla etrafındaki duvarlar Berna’nın yaşamakla cezalandırdığı duvarla birleşince daha da aşılmaz oluyor. Bir parça da olsa başındaki Berna dumanını dağıtmak için oyalanmaya; psikolojik bunalımlar geçiren cezaevi sakinlerine abilik yapmaya çalışsa da, Belki de insanlar anlatmak için beni bulmadı, yaşadıklarımı unutabilmek için ben onları kovaladım, hikâyelerini zorla ağızlarından aldım, var olan kuyu dokunduğu insanların hikâyeleriyle daha da derinleşiyor. Kendimi bir Tanrı gibi yukarıdan izledim, çok zavallıydım… Askerlikten sonra yine intiharı beceremeyip tekrar çıkmaza giren yazar, aynı zamanda bir Cioran hayranı olan doktorunun da yardımıyla herkesten uzak bir yazlıkta emanetinde tuttuğu ağır hayatları asıl sahiplerine teslim etmeye karar veriyor. Sonunda freni buraya kadar tuttu, artık boşalmıştı.

Sonuç olarak sık sık dengesiz ve şiddete eğilimli uç karakterlerle karşılaştığımız –ne yapılabilir ki Pandora’nın kutusu açılmış, etrafa kötülük saçılmışsa- Emanetimdeki Hayatlar daha çok Albert Camus’un sözüne yeni bir halka gibi… Eğer bir ülkeyi tanımak istiyorsanız oradaki insanların nasıl öldüğünden çok nasıl delirdiğine bakın…

 Sevgili okur! Tökezlemeden kıvrılan bir dil akışının karşısında karakterlerden birine tutunup kendi hikâyemi anlatacakken nedense tuttum Pürselim’in hikâyesini anlattım! Bu kitabı okurken aklınıza size hikâyesini anlatmış biri gelirse ve onu düşünüp, yalnız olmadığınızı hissederseniz; kanadım size değmiş, bir parça tozum canınıza karışmış demektir. Şimdi de onlarcası için sıra sizde! Ayrıca sen rahat uyu hüzün gözlü Berna, emanetin ihanete uğramadan şu an raflarda!...
EMANETİMDEKİ HAYATLAR YA DA ACI DEFTERİ, M. Fırat Pürselim, Aya Yayınları, 2014.

Dikkat Unutacak Kimse Yok (Duygu KANKAYTSIN)

Onur Akyıl nevi şahsına münhasır bir şair. İlk şiir kitabı Vietnam Mektubu’nun ardından Unutacak Kimse Yok adlı kitabıyla şiirini yenilerken geliştirir. Kitap iki düzlemde de muhalif kimliğini korur. Gündelik hayatın sorunlarına ilişkin duyarlık şiirlerinin ana izleğini oluşturur. Bu bilinçli tutum şairin şiirini fonda ekonomik ve politik göstergelerde birleştirir. Fondaki yüksek çığlık şiirindeki olay, olgu yahut kişileri etkiler. Akyıl’ın şiirleri hem evrensel hem de tarihsel gerçeklere tanıklık etmektedir.
Evrenselliği yakaladığı en güzel tema ‘yoksulluk’ temasıdır. Unutacak Kimse Yok’ta yoksulluk yaşanılanların müsebbibidir. Akyıl yoksulluğu Bertolt Brecht’in şiirlerindeki gibi kullanır. Brecht şiirinde de ‘yoksulluk’ yazma sebebidir; toplum modellerinin ve savaşın yansıtılmasıdır. Unutacak Kimse Yok daha baştan hoş geldin yoksulluk der. Dolayısıyla yoksulluğu aşmak isteyen kimse yoktur Akyıl’ın dünyasında. Yoksulluk yaşamanın ve onurun mücadelesidir.
Unutacak Kimse Yok bu tematik bağlamla unutmak ve hatırlamak; unutmak ve ayrılık izleklerinin hallerini fısıldar okurun kulağına. “beni unutmak istemeyin, başka da çığlığım yok/ unutsanız, öyle de güzelsiniz” derken “insan bir şey söyler yalnızca/ kimisi yoksul/ kimisi güzel”i imleyecektir. Şiirler boyunca tek bir şiire çıkar; hafızanın ikircikliği. Sadece hatırlamak kalır geriye der şair. Naif bir anlatımla entelektüel bir tespittir şiirlerinin çıkış noktası.
Hafıza ve unutmak durumu gündelik hayatın içinde bazen şöyle sese gelir: “çünkü insan mutsuzluktur, umutsuzluk değil/ ve ben ne zaman kendime iyi bir şey söyledim.” Bu durum bilgisi ve duygusunun ardında kocaman bir ekonomik açmaz yatar. Bu iki dizenin önceki bölümünde şair “uzayan bir tarihti; duvarı oraya taşıdılar boşluğa” der. Yaşanan savaşlar, açlıklar ve yoksulluk şairin gözünde hâlâ bir umutsuzluk değil; ancak mutsuzluktur. Mutluluk bilgisi şairin dünyasında başkacadır. “ki aramızda bazıları mutludur bazıları yalnızca insan”
Onur Akyıl şiiri yaşananların yalanlamasıdır bir bakıma. Yaşanandan farklıdır yaşadıklarımız; hissettiğimiz başkaca bir şeydir. Hem yaşa hem de yaşanan kişinin hissettiğinden farklı olsun; Akyıl şiirlerinde insanın bu görme beceresinden mustariptir. Körlüktür daha çok onun anlattığı. Ama bu körlük onun şiirlerinin yapısını ve müzikalitesini de etkiler. İroni ve alay daha baştan kitabına isim analığı eder. Unutacak Kimse Yok bir hafıza ve körlük meselesidir.
Unutacak Kimse Yok’ta bölümlemelere yer verilmemiştir. Şiirler kendi bölümlemesini okura sunar. Kitabın iyi bir kurmacası vardır çünkü. Her şiir bir sonrakine ilmek atar. Akyıl’ın sunduğu bu toplamda önde ayrılık ve kadın şiirleri dikkat çeker. Ayrılık başlığı adında dört ve kadın isimlerinden oluşan sekiz şiir vardır kitapta. Bu şiirler de ironi için yazılmıştır bir bakıma. Kitabı kapattığınızda iki insan ve bir ayrılık kalır elde. Bir de yaz ve kış. Bütün hikâye doğanın karşısında insanın savaşımıdır. Bunu bazen ritüellere bağlar, bazen de şaman ayinlerine… Kış ölmekse, yaz doğmaktır; insan ölmekse, ayrılık yeniden doğmaktır. Şairin diliyle “iki insandır her şeyden çok ayrılık/ anıların ve toprağın sakladığı”
Akyıl’ın şiiri bir ipucu verir: “göğsünde ben; bir ormanı buluyorum merhaba/ çiçekbozuğu şehrimizde yazların ortası ağır;/ büyümek için sevme beni tekrar merhaba” Düzenin içinden bakan sevgiye, tek tipleştirilmiş duyguya hayır demenin bir itiraz dilidir Akyıl’da. Yaşananların politik tarafını düşürür şiirlerinde. Görme biçimini sorguladığı her şeyde bir ironi yaratır. Bir teşhis koyar ardından. “o seni seviyor sen beni öpüyorsun; son kat arzusu.”

Akyıl Unutacak Kimse Yok’la yaşamın fotoğraflarını gözler önüne koyar. Şiirlerindeki fotoğraflar unutmak yok demenin bir karşılığıdır. Unutacak Kimse Yok Necati Cumalı Şiir Ödülü’nü kazanmış genç bir şairin gür sesinin toplamıdır.
UNUTACAK KİMSE YOK, Onur Akyıl, Şiirden Yayıncılık, 2014.

Kök İnsan’dır (Berna ÖZPINAR)

Erich Fromm’un sevgi, özgürlük arayışı gibi insana ilişkin en temel  konuları ele alan kitapları  birçok dile çevrilmiştir. Aslında bunların halen   güncelliğini korumasının ve ilgiyle okunmasının bir sebebi;  çağın sorunlarını irdeleyişi ve bu sorunlara getirdiği çözüm önerileridir.

 Fromm  insanın tek istediği daha çok ve daha iyi şeyler tüketmek olan ebedi bir süt kuzusuna,  tüketiciye, dönüştürüldüğünü ve ekonomik sistemin insanı, maddi bakımdan zenginleştirirken insani yönden yoksullaştırdığını dile getirir. Öte yandan, düşüncenin giderek duygudan ayrıldığına dikkat çekerek, bunu “İnsana benzeyen makineler ve makineye benzer insanlar yaratıyoruz” sözleriyle özetlemiştir. Gerçekleşen bu büyük tehlikeden ve bu  süreçten endişeli olan Fromm, Say Yayınları arasında, 2014 yılında  Nurdan Soysal’ın çevirisi olarak yayımlanan “İtaatsizlik Üzerine-Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir?”* kitabında;  insanın kurtuluşunun ancak itaatsizlikte mümkün olabileceğini belirtmektedir. Ancak Fromm “İtaatsizlik Üzerine” sözlerini, çözüme yönelik ayrıntılı bir programdan çok, ilkelere ve hedeflere yönelik bir rehber olarak alınmasını öneriyor.  

Dört ana  başlıkta toplanan kitap,  çarpıcı ve tetikleyici bir önerme ile okuru karşılıyor ve diyor ki; “Yüzyıllarca krallar, din adamları, derebeyler, sanayici patronları ve ebeveynler, itaatin bir erdem, itaatsizliğin ise bir ahlaksızlık olduğu üzerinde ısrar etmişlerdir, oysa insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemiyle başlar”. İbrani ve Yunan mitlerinde Cennet Bahçesi’nde yaşayan Adem ve Havva, doğanın bir parçasıydılar, doğayla uyum içerisindeydiler, henüz sınırı aşmamışlardı. Doğanın içinde, ana rahmindeki cenin gibiydiler, insandılar ama aynı zamanda da henüz insan değillerdi. Bütün bunlar emre karşı geldiklerinde değişti. Bu başkaldırı hareketi, onları özgürleştirdi, toprak anayla bağlarını kopararak insan öncesi uyumdan kurtardı. 

Kitabın tezi, insanın itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam ettiğidir. Vicdan ve inançları adına, otoriteye hayır deme cesareti gösteren insanoğlunun sadece ruhsal açıdan değil, zihinsel gelişimi de itaatsizlik yeteneğine bağlı olmuştur. Bu, yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoriteye ya da değişimin anlamsız olacağını direten köklü inançların  otoritesine,  itaatsizlikle sağlanmıştır. Benzer bir düşünceyi  Halil Cibran da  “Kum ve Köpük” isimli kitapta yer alan meselinde  “Yalnız deliler ve dahiler insan tarafından yapılan yasalara aykırı davranırlar; onlar daha yakındır Tanrının yüreğine” diyerek işaret etmiştir.

Fromm’un kaygısı, itaatsizlik tarihin başlangıcını oluşturduysa itaatin de pekâlâ bunun sona ermesine sebep olabileceğidir.  Burada insan türünün gelecekte kısa sürede uygarlığı ve hatta yeryüzündeki yaşamı yok etme imkan ve ihtimalinin altını çizmektedir.

Burada şunu belirtmemiz yerinde olur; neticede tüm itaatsizliklerin bir erdem her itaat de ahlaksızlık değildir. Fromm’un işaret ettiği, engelleme özgürlüğü olan insanın kendini kullandırtmamasıdır. Ayrıca, otoriteye hayır demenin zor olduğu da gerçektir. Birinci bölümün sonunda yazar; “Düzenin adamı, itaatsizlik yeteneğini kaybetmiştir, itaat ettiği gerçeğinin bile farkında değildir. Tarihte bu noktada, şüphe etme, eleştirme ve itaat etmeme yeteneği, insanlık için bir gelecek ile uygarlığın sonu arasında duran tek şey olabilir” sözleriyle,  çağımızın temel  sorununu ana hatlarıyla ortaya koymuştur.

İtaatsizlik Üzerine’nin, “Bırakın İnsan Galip Gelsin” sloganıyla sunulan üçüncü bölümde;  Ortaçağ bitince, geleneksel düşüncenin yükünü azalttığı  gibi coğrafi sınırların da kalktığı ancak tarihsel sürecin devamında dünyanın kapitalist ve komünist iki kampa ayrıldığı vurgulanmıştır. Devamında insanların bürokratik olarak yönetilmeleriyle  demokratik sürecin sadece ve sadece bir törene dönüştüğüne işaret edilmiştir. Bölümde vurgulanan günümüzde politik kavramların manevi köklerini kaybettikleri(bir anlamda içlerinin boşaltıldığı) önemli bir saptamadır. Fromm bu noktada, tek bir seçeneğin olduğunu, onun da insanın tekrar makineleri denetim altına alması, üretimin amaç değil bir araç haline getirilmesinin gerektiğidir.  

Fromm, özgürlük ve inisiyatifin bireye iade edildiği, sınıfsız bir toplum hedefinin sosyalizm ile mümkün olduğunu ancak sosyalizmin yerini almak istediği kapitalizme karşı yenildiği görüşündedir. Bunun sebebinin ise sosyalizm olmadığını vurgulamaktadır.   Sosyalizmin sadece işçi sınıfının ekonomik gelişmesini amaçlayan bir hareket olduğu algısı ve  diğer yandan da, demokrasinin sandığa indirgenmesi örneğinde olduğu gibi, sosyalizmin de en derin köklerini, barış, adalet ve kardeşliğe inancını kaybetmesi kapitalizme yenik düşmesinin sebebidir. Fromm’un buna ilişkin önerisi ise yine sosyalizmdir, ancak “demokratik hümanist sosyalizmdir”. Kitabın son bölümü “Hümanist Sosyalizme” ayrılmıştır ve bu görüşün temelini oluşturan ilkeler ana hatlarıyla tanıtılmaktadır. Fromm’un önerdiği, her bir bireyin tam gelişiminin, toplumun tamamının tam gelişiminin koşulu olduğu işbirliğidir. Hümanist sosyalizm, savaşa ve şiddete karşıdır ve insanlığın birleşmesi ve tüm insanların dayanışması inancından kaynaklanır. Türkçe metin, esasen tüm görüşleri içermemektedir.   Özetle ve önemle, sosyalizmin sadece sosyo ekonomik ve politik bir program olmadığı, insani bir program olduğunu söylemektedir.  Bu kitap, günümüze ve ülkemizin şu an içinde bulunduğu bastırılmış, kıstırılmış durumunu irdelemeye yönelik bir başvuru kitabı olarak okunabileceği gibi insana ilişkin taze bir umut olarak da okunabilir. Çünkü, Fromm’a göre sosyalizm radikal olmalıdır. Radikal olmaktan anlatılan ise köklerine inmek gerektiğidir. Fromm burada tek ve net bir adres vermiştir ve kök İnsan’dır.

İTAATSİZLİK ÜZERİNE, Erich Fromm, Çeviri: Nurdan Soysal, Say Yayınları, 2014

Kapitalizm Unutulan Tarihi (Göksun YAZICI)


Kapitalizmin en büyük başarısı, özel mülkiyet, para, sermaye ya da kâr gibi temel kategorilerini doğallık, yasallık ve meşruiyet perdelerinin arkasına saklamayı becerebilmesidir. Bugün mülkiyet hakkında fikrini sorduğunuz  birçok insan, mülkiyet hakkının kutsal bir hak olduğunu, girişimciliğin yasalar tarafından korunması gerektiğini, yatırım yapılarak kazanılan paranın meşru bir kazanç olduğunu söyleyecektir. Ve şaşırtıcı bir şekilde haklı olacaktır: Çünkü özel mülkiyet “hukuk” olmadan mümkün değildir, girişimcilik onu koruyan yasalar olmadan mümkün değildir, yatırım yapıp işçi çalıştırmak toplumsal bir ilişki olarak kapitalizm meşru sayılmazsa mümkün değildir.

Marx’ın anlattığı bir hikâyeyi burada anmak açıklayıcı olacak. Marx, bu hikâyede Bay P.’den söz eder. Bay P. İngiltere’deki fabrikasını Avustralya’nın geniş topraklarına taşımak ister. Araçları, işçileri, hammaddeyi Avustralya’ya taşır. Fakat, Avustralya’nın hâlâ mülk edinilmemiş toprakları, çitlenmemiş arazileri vardır. İşçi olarak götürdüğü insanlar, kendi geçimlik ekonomilerini mülk edinmemiş topraktan sağlayabileceklerini gördüklerinde, hemen bu topraklara kaçar. Zavallı Bay P., kendine bakacak özel uşağını bile kaybetmiştir.

Çünkü, diyor Marx, Bay P. üretim araçlarını Avustralya’ya götürmüştü ama kapitalist üretim tarzını mümkün kılan toplumsal ilişkileri oraya götürememişti. İnsanları mülksüzleştirerek onları emek güçlerini satmaya zorlayan koşullar olmayınca, buna karşılık, geçimlik ekonomisi için yeterli ortak toprak olunca kimse emek gücünü satmaya zorlanmayacak ve elbette “işçi” haline gelmeyecektir. Kimse işçi ya da hizmetkâr olmaya meraklı değil yani.

Şu anda emek gücümüzü satmadan yaşamanın mümkün olmadığını düşünüyorsak –elbette sermaye sahipleri değil–, dünyanın dört bir yanını kuşatan ve sermayeye yasal bir çerçeve sunan, onu koruyan kapitalizm içinde doğduğumuz ve başka bir ufuk göremediğimiz içindir. Jameson’ın mevcut edebî yapıtlara eleştirisinde söylediği gibi, “dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay” olabilir birçok insan için.

Fakat şu anda içinde yaşadığımız, kendini “doğal tek sistem” olarak gösteren kapitalizmin kanlı tarihini okumaya başlarsak, aslında “özel mülkiyet” ve “kâr” gibi kategorilerin ancak birçok insanın öldürülmesi, sömürülmesi sayesinde hayata geçebileceğini görürsek, belki de bize dayatılan bu “tek sistem”den çıkış yolları olabileceğini de hayal etmeye başlarız.

Adı Üstünde Korkunç Tarih

Tanınmış Meksikalı çizer Rius, kapitalizmin tarihini çizgilerle anlatıyor, yani kendini medeniyet diye sunan kapitalizmin kanlı ve korkunç tarihini. Zor görünen konuları oldukça yalın bir şekilde anlatıyor. Öyle ya, sömürü hiç de soyut bir kavram değil. Kendini gerçekleştirmek isteyen bir insanın önüne çıkan çalışma ve artık değer üretme zorunluluğu ve ürettiği artık değerde hakkını alamamak bizlere üzüntü, depresyon, değersizlik hisleriyle geri dönüyor. Yani emek sömürüsü ve kâr gibi kavramlar bedenimizde hissettiğimiz duygular. Rius da işte bu duyguları harekete geçiriyor.
Öncelikle çizgilerden bahsedelim. Bazen bir karikatür gibi bazen detaylı bir gravür gibi olan bu çizgiler, Rius’un anlattığı öyküye özel bir hareketlilik katıyor. Diğer bir deyişle, çizgiler, anlatılan tarihe farklı bir anlatım niteliği kazandırıyor. Çeviriyse özellikle dikkate değer çünkü bu tarih gerçekten Türkçeleştirilmiş. Şili’de Allende’yi deviren general Pinochet’nin yanına Kenan Evren eklenmiş örneğin. Ayrıca muhtemelen İspanyolca konuşma dili kullanılan bu kitapta bu ifadelerin Türkçeleri güzel oturmuş. Kapitalizme artık alternatif yok mu yani, diye sorulduğunda, Marx, “laf mı bu şimdi” diye cevaplıyor.

Rius kapsamlı bir tarih yazmış. Roma İmparatorluğu’ndaki sınıflardan başlayıp ticari kapitalizme, İngiltere’deki sanayileşmeden mülksüzleştirmeye, sömürgeciliğe, köleliğe, emperyalizme, dünya savaşlarına ve neoliberalizme geliyor. Tarihin çizgilerle anlatıldığı bu kitap, özellikle Amerika’da yayınlanan “yeni başlayanlar” serilerine benzemiyor. Hiçbir şey bilmeyen de, bu konuda çok şey bilen de aynı tadı ve heyecanı duyabilir bu kitapta.

Bu korkunç tarihten nasıl heyecan duyulur diye soranlar olabilir. Şöyle cevap verelim: Etrafımızdaki dünyanın “doğal” olmadığını ve büyük bir şiddet uygulanarak kurulduğunu gösteren bu tarih, zihnimizde çatlaklar yaratıp, “evet, başka bir dünya mümkün olabilir” sözlerini zihnimize sokuyor. Tarihi olanca çıplaklığıyla görmek, tarihi “fatihler”açısından anlatan anlayışın dışına çıkabilmek, her zaman başka bir gelecek fikrine kapı açıyor. Kitapla geçirdiğiniz birkaç saatten sonra, bir arkadaşınızla sohbet etmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ve düşünmeye başlıyorsunuz: Devlet, din ve sermaye arasındaki işbirliğinin tüm dünyaya kesilen faturasından benim payıma neler düşüyor?
Kitabın sonunda Rius, “bu her ne kadar kapitalizm hakkında bir kitap olsa da, kapitalizm koşullarında ve kapitalist ülkeler için üretildi”, diyor.  Ardından ekliyor, “bu kitaplar aynı zamanda son derece önemli bir sermaye olacak”, hem yeni kitaplar için hem de başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünen insanların birbirileriyle kuracakları dayanışma ekonomisi için.

Bugüne dek kazanmış olanların, kapitalistlerin penceresinden değil, sömürülenlerin, ezilenlerin gözünden tarihi görebilmek için, böyle kitaplara ihtiyacımız var.  Bu kitap, kapitalizm koşullarında üretilmiş olsa da, kapitalizme hizmet etmediği kesin. Rius’un çalışması, zihnimizi tutsak almaya çalışan türlü türlü medya araçlarına,  TV programları vb. karşı, içinde yaşadığımız dünyanın tarihini öğrenmek için bize sunulan bir öneri.

ÇİZGİLERLE KAPİTALİZMİN KORKUNÇ TARİHİ, Rius, Çev. Nilay Akkurt- Barış Yıldırım, Yordam Kitap.

Sosyolojide Temel Kavramlar (Fatih ARSLAN*)


Anthony Giddens, bugün sosyoloji denilince hem dünyada hem de Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri. Yaşayan en önemli sosyologlardan sayılan Giddens, şöhretini ve sosyolojideki merkezi konumunu sosyolojinin hemen her alanındaki üretkenliğine borçlu. Giddens, bir yandan sosyolojinin kurucularının ve düşünsel atalarının görüşlerini merkeze alan çalışmalarıyla seçkinleşirken,diğer yandan sosyolojinin güncel gelişiminin izini süren ve bu gelişime önemli katkılarda bulunan eserleriyle yalnızca meslekten sosyologların ve sosyoloji öğrencilerinin değil, aynı zamanda sosyolojiye entelektüel ilgi duyan her kesimden okuyucunun ilgisini çekiyor.

Sosyal teoride yapı-fail, özne-nesne ya da makro-mikro ikilikleri şeklinde adlandırılan düalizmleri aşma ve özellikle de sosyolojiyi söz konusu ikiliklerin yarattığı açmazlardan kurtarma çabasıyla yapılaşma teorisini (Structurationthory)inşa eden Giddens, yorumcu/eylemci sosyolojiler ile yapısalcı ve işlevselci tartışmalar arasında bir bağ kurma gayreti içinde olmuştur. Ona göre sosyoloji, modernliğin bilimidir ve modernliği her boyutuyla anlamaya çabasında olan sosyoloji, merkezi problemlerini aşmalıdır. Bu anlayış Giddens’ın sosyoloji kavrayışına ve dolayısıyla takipçilerine toplumsal dünyaya çok yönlü bakma, sosyolojik teori ve kavramların değerlendirilmesinde eleştirel bir tutum alma becerisi katmıştır. Giddens’ın Türkçeye çevrilen birçok eserinde bu tutum kendini açıkça gösterdiğinden, Modernliğin Sonuçları, Sosyoloji, Sosyolojinin Savunusu, Sosyoloji Eleştirel Bir Giriş ve Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori gibi kitapları ülkemizde de hayli ilgi görmüştür.

Kavramsal Miras Değişimi Temsil Eder

Giddens’ın Philip W. Sutton ile birlikte kaleme aldığı ve Phoenix Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Sosyolojide Temel Kavramlar adlı eseri bahsi geçen eğilimin son örneğini oluşturmaktadır. Giddens ve Sutton’ın kitabın girişinde yazdıkları şu paragraf esasen bu eğilim kapsamında kitabın yazılma amacını da ortaya koymaktadır: “Bazı sosyolojik kavramlar uzun süredir kullanılmaktadır ve geçen zaman içinde kavramsal dayanaklar olarak kalmayı başarmışlardır. Örneğin, sınıf, statü, bürokrasi, kapitalizm, cinsiyet, yoksulluk, aile ve güç gibi kavramlar, sosyolojinin temel kavramları olmayı hâlâ sürdürmektedir. Küreselleşme, postmodernite, düşünümsellik, çevre, yaşam seyri, onarıcı adalet ve sosyal özürlülük modeli gibi kavramlar ise, daha yakın zamanlarda geliştirilmiştir. Bu kavramlar artık, son yıllardaki muazzam değişimleri temsil eden kavramsal sözlüğün parçalarıdır. Bütün bunlar aslında, günümüzde disiplinin genel biçimini kavramanın çok daha zor olduğu anlamına gelmektedir. Kitap, yaklaşık yüz elli yıldır sosyolojideki belirli gelişmeleri tanımlayıcı figürler olarak işlev gören bazı temel kavramları tanıtarak, bu zorluğu aşma çabalarına katkı sunma amacındadır. Sosyolojinin temel kavramlarını, onların kökenlerini ve çağdaş kullanımlarını anlamak, sosyolojinin konusunun zamanla nasıl geliştiğini görmek adına okuyuculara rehberlik edecektir.Bu çerçevede kitap, hem sosyolojinin bir bilim olarak konumlanmasından önce dahi toplumsal meselelere ilişkin düşünce üretiminde kullanılan ve sosyolojinin kurucu ataları tarafından alana dair tanımlamalar ve sınırlamalar kapsamında sosyolojik jargona dâhil edilen kavramları, hem de çağdaş gelişmelerle yeni kullanımlar ile yeni anlamlar kazanankavramlar yanında toplumsalın yaşadığı değişim ve dönüşümlerin anlamlandırılması ihtiyacıyla ortaya çıkan nispeten yeni kavramları da ustalıkla birlikte sunmaktadır.

Güncel Temalar ve Kavramlar

Kitapta on ana tema halinde belirlenmiş olan Sosyolojik Düşünmek, Sosyoloji Yapmak, İlişkiler ve Yaşam Seyri ya da Eşitsiz Yaşam Fırsatları gibi konu başlıkları altında, teorik bağlamları göz önünde tutularak ve farklı teorilerdeki kullanımları dikkate alınarak yaklaşık yetmiş kavram ayrıntılandırılmıştır. Üstelik kavramlar ele alınırken kısa tanım ve açıklamalarla yetinilmemiş, her bir kavramın tanımı, etimolojik kökeni, anlam ve yorumları, eleştirel noktaları ve güncel kavranışları üzerinde ayrıntılı değerlendirmeler yapılmıştır. Bu anlamda kitabı önemli ve yararlı kılan en belirgin yönlerden biri, ele alınan kavrama ilişkin yapılan eleştirilere ve kavramın günümüzdeki kullanım biçimlerine güncel örnekler dâhilinde yer vermesidir. Yazarların dile getirdiği gibi, bu haliyle kitap, çağdaş sosyolojinin geçerli bir kavramsal haritasını oluşturmak niyetindedir.

 Ayrıca eserin, Anthony Giddens hakkındaki kapsamlı doktora tezi Anthony Giddens Sosyolojisi(Anı Yayıncılık, Ankara, 2005) adıyla yayımlanmış olan Ali Esgin tarafından yayına hazırlanmış ve çevrilmiş olasının da önemli bir artı olduğu söylenebilir. Esgin’in konuya hâkimiyeti ve akıcı Türkçesi Sosyolojide Temel Kavramlar’ı hem meslekten sosyologlar ve sosyoloji öğrencileri hem de konuya ilgi duyan diğer okuyucular için cazip kılacak başka bir unsurdur.
 

SOSYOLOJİDE TEMEL KAVRAMLAR, Anthony Giddens & Philip W. Sutton, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: Ali Esgin, Phoenix Yayınevi, 2014.

Gökyüzüne Vurgun Kelebek (Munise Nur AKTAN)

Çocuk kitaplarının en güzel konularından biridir bilinmeyeni keşfetme tutkusu. Belki de hepimizin içine en çok işleyen karakterlerden biri olmuştur denizi düşleyen Küçük Kara Balık ve bunu bir gün gerçekleştireceğine dair kararlılığı. Küçük Kelebeğin Rüyası'nda da yine hayallerinin peşinden gitme konusunda tutkulu “kozasından yeni çıkan, kanatlarındaki parlak renklerle” hep daha fazlasını hayal eden küçük bir kelebeğin öyküsünü anlatıyor bize Burcu Bahar.

En büyük rüyası gökyüzüne, aydedeye ve yıldızlara ulaşmak olan küçük kelebek, minik kanatlarının aksine kocaman hayal dünyasında tüm bunları gerçekleştireceği günü düşünmeden edemiyor. Her gece uyumadan evvel “oralar”ın kendi ormanları kadar eğlenceli bir yer olup olmadığını sorarak uykuya dalıyor. Ve düşünüyor ki  “Belki... Belki de bir gün oraya kadar uçabilirim.” Rüzgarla ormana sürüklenen kırmızı bir balonu gördüğü bir gün aklına dahiyane bir fikir geliyor; bir balona tutunarak aydedeye ve yıldızlara ulaşmak! Sessiz sedasız, kimseye haber vermeden çıktığı yolculukta gökyüzüne varmadan evvel ilk durağında, yani şehirde daha ilk hayal kırıklığını yaşıyor. “Mis gibi çiçek kokan, alabildiğine yeşil” ormanının aksine buralar “egzoz ve duman kokan korkunç gürültülü bir yer”. Üstelik “çiçekler bile özgür değil, saksıların içinde.” Balonun yardımıyla başladığı yolculuğuysa hüsranla bitiyor, balon aniden patlıyor, hayaller sona eriyor ama tam o anda onu ve ormanını tanıyan göçmen bir kuş kelebeğimizin yardımına koşuyor. Göçmen kuş onu güvenli evine,  güzel kokan ormana, anne babasına ve arkadaşlarına kavuşturuyor. Mutlu ve güvenli, çiçek kokan bir son.

Küçük kelebek keşfetme tutkusuyla dolu kendine benzeyen dostlarından farklı bir şekilde yuvasına, yaşadığı yere, ormanına dönüyor. Zaten bazen  “bilinmeyen uzaklar” yerine içinde olduğumuz mekan bizi mutlu edecek olandır diye düşünüyor insan. Göçmen kuş onu yakaladığında hızla düşmekte olan küçük kelebeğin “canı çok acır, acır, acır.” Ama gökyüzünü görmek için gitmeseydi de olmazdı, değil mi?

Hayatın kendisinin gerçekten bir avuç yerde dönüp durmak  mı olduğunu, başka şekilde yaşamanın da mümkün olup olmadığını merak eden çocuklar için güzel bir öykü Burcu Bahar'ın öyküsü.  Keşke gitmek istediği gökyüzüne ulaşabilseydi, mutlu yeni yerler görebilseydi desek de bu sadece bizim dileğimiz. Ormanı, kelebeklerin evlerini, kentin grisini, balonun hafifliğini gösteren güzel resimleriyle ve öykünün naifliğiyle bizi bekliyor Küçük Kelebeğin Rüyası.

KÜÇÜK KELEBEĞİN RÜYASI, Burcu BAHAR, Resimleyen: Serap Deliorman, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

Egoistlerin Unutulmuş Yazarı (Bulut YAVUZ)

Biricik ve Mülkiyeti, Jason McQuinn’in deyimiyle “ideoloji müritlerinin nefret etmeyi sevdiği anarşist” Stirner’in kitabı Selma Türkis Noyan’ın çevirisiyle sonunda Türkçe’ye kazandırıldı. Ülkemizde her ne kadar adı sanı pek bilinmese de – ki bundan Sol Yayınları’nın, aslında Stirner’e bir cevap olarak yazılan Alman İdeolojisi’nin, yalnızca Feuerbach ile ilgili kısmının çevrilip basılmasının da “katkısı” çoktur (neyseki tamamı geçen sene Evrensel Basım Yayın tarafından basılarak Türkçe’ye kazandırıldı) – düşünce tarihinde önemi büyüktür. Marx’ın kitaplarının çoğunda isim verilmeden, bitmek tükenmek bilmeyen bir şakaymış gibi, sürekli saldırdığı bir filozoftur; aynı zamanda Nietzsche üzerinde de etkisinin büyük olduğu söylenir.

Kitap Goethe’nin “Vanitas! Vanitatum Vanitas!” şiiriyle başlıyor, ki bu benim baktığım Almanca ve İngilizce basımlarda yok; sanırım Kaos Yayınları şiiri bilmeyenler için koydu. “Ben meselemi hiçe bıraktım.” dizesi, Stirner’in giriş başlığı ve kitabın can alıcı noktası olduğu için şiirin konmasının iyi olduğunu söyleyebilirim.

Alman İdeolojisi’nin yazılma nedeni olan Genç Hegelciler’den birisi olarak Stirner, on dokuzuncu yüzyılın iki uğrağının (Hegel ve Nietzsche) karşılaşma noktası olarak ele alınabilir. Hegelci kapsayarak aşma (aufhebung) düşüncesini ve negasyonu kullanarak Hegelciliğini ön plana çıkartırken, aufhebungu evrenselliğinden çıkartıp biricik olanın içine sıkıştırarak dünyayı ereksel düşünceden kurtarmaya girişir. Stirner ondokuzuncu yüzyılın halet-i ruhiyesine uyarak etkilendiği isimleri pek anmaz. Bu nedenle üzerindeki etkileri, okurlar ancak dönem hakkındaki bilgileri ışığında okuyabilecektir.  1960lara geldiğimizde Lyotard tarafından ilan edilen “büyük anlatıların sonu” düşüncesinin başlangıç noktalarındandır kitap.

Kitap ilk sayfasından itibaren bizi mevcut her şeye karşı savaşa çağırır. “Tanrısal şeyler Tanrı’nın meselesidir; insani şeyler ise insanın... Benim meselem, ne tanrısaldır ne insanî; hakikât, iyilik, adalet, özgürlük vs. de değildir, sadece ve sadece Benim olandır ve genel olmayıp, tıpkı benim biricik olduğum gibi, o da biriciktir.” diyecektir Stirner ve bizi bu biricik olanın ne olduğunu araştırmaya, meselemizi bu biricik olanın üzerine kurmaya davet edecektir.

Kitap meselesini hiçe bırakan bir Ben üzerine kurulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir özneden bahsedilmiyor olmasıdır. Kitap basit bir özne-nesne ikiliğinin dışına taşar. Çünkü nesne gibi karşıda duran (almanca nesne anlamına gelen der Gegenstand karşıda duran anlamındadır) bir “şey” yoktur burada. “Kendi”yi hiçlikle özdeşleştiren Stirner, “Ben boşluk anlamında bir Hiç değilim, Ben yaratıcı bir Hiçim ve bir yaratıcı olarak bu Hiçten, her şeyi kendim yaratıyorum” diyecektir. Yalnızca kendisine ait kılabildiği şeyleri, kendi biricikliği ile birlikte gelen şeyleri biricik yani anlamlı kabul edecektir. Dışında duran hiçbir şey bu biriciğin meselesi olamayacaktır. Kendisi ve yaratımları tarafından sınırlanmış bir algı biçimidir bu.

Stirner’in anarşi fikri de, alışkın olduğumuz devlet-özgürlük karşıtlığının dışındadır. Stirner özgürlüğü de  “Özgürler” başlığında dönemin hâkim düşünceleri çerçevesinde ele alarak mâhkum eder. Liberalizm, komünizm ve hümanizmdir burada işlenen “özgürler”; başlık olarak da politik, toplumsal ve insancıl liberalizmi kullanmıştır. Biricik olan kendini ne yasa ile ortaya çıkan liberal özgürlüğe, ne komünizmin mülksüzlerinin özgürlüğüne ne de hümanistlerin “insan”ının özgürlüğüne teslim eder. Çünkü bunların özgürlük dediklerine sahip olanlar ya devlettir, ya toplum ya da insan; “Ben”im burada bu kavramlara kölelikten başka bir gücüm olmayacaktır. Stirner kitabının başında “O hâlde tamamen Bana ait olmayan davalar defolsun gitsin başımdan!” diyerek sözünü söylemiştir aslında. İşte onun anarşi fikri de kitabı boyunca anlattığı egoistin merkezinde gelişir; yani özgücü ile eyleyen ve biricikliği ile arasına mesafe koymaya çalışan her gücü alt etmeye çalışan biriciktir o. Stirner’in anarşi fikri bizi bir ereğe taşıyacak olan birleştirici bir çatı değil, ölümlü tanrıların sahnesi olarak bir deneyim ve yaratı alanıdır. Bir erekten yoksun, yaşamın ciddiyetini bir kahkaha ile ters yüz eden, saygı gibi pasifleştirici fikirler yerine eylemi yerleştiren biricikler olacaktır burada.

Hem yayınevinin hem de çevirmenin kitaba gösterdiği özeni de tebrik etmek gerek. Kitabın 1844 Almanca baskısında hiç dipnot bulunmamaktaydı, 1910 İngilizce baskısının dipnotlarının gerekli gördüklerini koyup, kendi ekledikleriyle beraber okuyanlar için ciddi bir referans noktası oluşturmuşlar. Ayrıca önsözlerden de anlaşılacağı gibi, Stirner hem üslup olarak hem de kavramsal olarak oldukça zor bir filozoftur. Biricik ve Mülkiyeti özellikle felsefe ve siyaset bilimi ile uğraşanların hem o dönemin hem de bugünün tartışmalarını daha kapsamlı bir şekilde okuyabilmelerine olanak sağlayacak bir yapıt. Ayrıca kurumsal veya sürekli yapılara bağlanarak eylem pratiği geliştirmenin dışında; küçük, süreksiz ve geçici birliktelikler kurarak, karar mekanizmalarını kendilerinden başka hiçbir şeye dayandırmayan pratikler yaratma olanağının da kapılarını açan bir yapıttır Biricik ve Mülkiyeti.

BİRİCİK VE MÜLKİYETİ, Max Stirner, Çeviri: Selma Türkis Noyan, Kaos Yayınları, 2013.

Mücadeleci Bir Ölümsüz (Doğuş SARPKAYA)

Kırmızı Kedi Yayınları, geçtiğimiz ay içinde Saramago külliyatına yeni bir kitap ekledi. Daha önce Turkuvaz Yayınları tarafından bir bölümü yayımlanan Defterler’in tam metnini okuyucularla buluşturdu. Saramago’nun bitiremeyeceğini düşünüp üzüldüğü Filin Yolculuğu’nu tamamlayıp,  sağlığına yeniden kavuştuğu süreçte bir blog açtığını ve orada günlük yazılar ve değerlendirmeler kaleme aldığını biliyorduk. Kabil’e başlamadan önce bir antrenman turu attığını söyleyebiliriz bu blogda büyük yazarın.

Defterler, Saramago’nun âşık olduğu kent Lizbon için yazdığı bir makale ile açılıyor ve ölüm döşeğinde Filistin’e yardım için giden İsveçli yazar Menkell’e ettiği teşekkürle sonlanıyor. 2008 Eylülünden 2010 Haziranına uzanan süreçte Kabil’i yazdığı dönem haricinde düzenli olarak blogda kalem oynatıyor Saramago. En başta Filin Yolculuğu sonrasında oyalanmak için açılan blog, Saramago için ciddi bir uğraşa dönüşüyor. Bir yazar olarak kendini var etmenin tek yolu yazmak olduğu için kendine ket vurmadan, düşündüklerini pamuklara sarıp sarmalamadan, Umberto Eco’nun sözlerini ödünç alırsak “sözlerini tartmak için zaman yitirmeden” internetin sınırsız sayfalarına gönderiyor.

“Öfkeli ama Sevimli”

Umberto Eco’nun “öfkeli ama sevimli” bulduğu bölümlerin çoğunda Saramago, tüm yazarlık hayatı boyunca dert edindiği meselelere yeniden yeniden geri dönerek, daha önce rafa kaldırdığı konuları tozlu raflardan kurtararak ölümün karşısına dikiliyor. Bush’un “dünyayı bir büyükbaş hayvan sürüsüsüyle karıştıran kovboy” olduğunu söyledikten ya da “insanların ortak yaşamının temel değerleri her gün Berlusconi denen şeyin yapışkan ayakları altında çiğnenirken” diye yazdıktan sonra öfkeli olduğu sonucuna varan eleştirmenlerine “Mevcut koşullarda, eksik olan şeyin tam da bu olduğu bir ülkede aşırı öfkelenmekten nasıl söz edilebilir?” diye soruyor.

Toplumsal körlük ve onun beslediği “kişisel rahatlık, cömertlik eksikliği, gündelik yaşamın küçük korkaklıkların” burnumuzun dibinde gerçekleşen kötülükleri görmemizi engellemesine inanamıyor Saramago. Çünkü tam da bizim bu mülayim halimizin dünyayı bu hale getirdiğini düşünüyor. Umut yerine sabırsızlığı, atalet yerine mücadeleyi, kabulleniş yerine reddetmeyi, suskunluk yerine çığlığı, el pençe divan olmak yerine dimdik durmayı tercih ettiğini vurguluyor günlüklerinde. Filistin’den Guantanamo’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya tüm dünyadaki ezilenlerin yanında saf alıyor Saramago. Yaşamının son yılları olduğunun farkında olarak tüm hayatı boyunca savunduğu değerleri daha sıkı sahipleniyor.

Ruh Ailesi

Diğer taraftan kendisini besleyen kaynakları açık edip, ruh ailesi olarak adlandırdığı kendini etkileyen yazarları da sıralıyor Saramago. Amado’ya, Gabo’ya, Fuentes’e, Sabato’ya, Tavares’e verdiği selamlardan sonra gönlündeki aslanları döküyor ortalığa: Camoes, Peder Antonio Vieira, Cervantes, Montaigne, Voltaire, Raul Brandao, Pessoa, Kafka, Eça de Oueiroz, Borges ve Gogol. “Şu benim tarzım olarak adlandırdıkları şeyin temeli 16. ve 17. yüzyıllarda Portekiz’de konuşulan dile duyduğum hayranlık ve saygı” diyerek de yazın sırlarını ortaya döküyor.

Böylece basılı metinleriyle de konuşarak kendi yazınsal deneyimine yeni bir anlam kazandırıyor Saramago. Defterler’deki metinler, alışveriş merkezleri ile ilgili değerlendirmeleri ile Mağara’yı, Portekiz-İspanya birleşmesi ile ilgili tartışmaları ile Yitik Adanın Öyküsü’nü, İncil’e yeni bir bölüm ekleyerek Kabil’i ve İsa’ya Göre İncil’i, toplumsallaşan körlüğümüzü gözler önüne serişiyle Körlük’ü ve Görmek’i (bu liste uzar gider) daha anlaşılır hale getiriyor.

Ölüm Payını Azaltmak

Defterler, Pilar Del Rio’nun önsözde belirttiği gibi “bir yaşam kitabı, bir hazine”. Saramago’nun Defterler’ini okudukça “İnsan nasıl olsa öleceğine göre, bir şeyler yapmak daha iyi olur” diyen Bilge Karasu geliyor insanın aklına. Bilge Karasu yazınında, insana ve dünyaya karşı sorumluluk duygusunun, ardından bir şeyler bırakma isteğinin, “ölüm payı”nı azaltma çabasının sürekli vurgulandığını hatırlayalım.

Saramago, Bilge Karasu okumuş mu bilmiyoruz ama “hayatım boyunca söylediğim birkaç aklı başında sözün, netice itibariyle, hiçbir önemi olmayışının kesinliği ağzımı acılaştırıyor” derken yanıldığını söyleyebiliriz. “Her bir sözün her zaman kendini açıklayacak en az bir başka söze ihtiyacı olduğunu düşünen” birinin kendi sözünün yarattığı etkiyi gözden kaçırması büyük “talihsizlik”. “Hak bilen herkesin kabul edebileceği gibi” ölüm döşeğinde bile yeni bir cümle kurmak için çırpınan bu büyük yazarın, ölüm payını her cümlesiyle daha da azaltarak ölümsüzlüğe ilerlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Not: Saramago’nun düşünceleri ile ilgili tek eleştiriyi not düşmem gerekiyor. Bu da Saramago’nun nazar boncuğu olsun: Bush’a karşı Obama’yı desteklediğini açıktan ifade ediyor Saramago. Obama’nın bir siyahi olarak sihirli değneğini çıkarıp tüm dünyayı değiştireceğini düşünmüyor tabi ki. Ama Bush ve Cheney ile birlikte gerçekleşen rezilliklerin bir nebze son bulması umudu bile sıkı bir Obama taraftarı olmasına sebep oluyor.

DEFTERLER, Jose Saramago, Çeviri: Nesrin Akyüz, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.