‘Ben bir işçiydim, bir muavin olarak roman işçisi’ (Burak Fidan'la Röportaj: Ozan Can ÖZÜBAL)

“Az Roman derin bir kuyudur, suyu çok soğuk olan bir kuyu. Kendimi konumlandıramıyorum. Az Roman’ın ekseninde neyim ben? Romanın yazılışına yakın bir tanık mı, Orhan Duru’nun dostu mu, romanın ortak yazarı mı, yoksa romanın içinde bir roman kahramanı mı? Hepsi ve hiçbiri.”

Kitabın henüz başında “hazırlayanın notu” bu cümlelerle başlıyor. Bu sebeple Burak Fidan’dan, Az Roman hakkındaki sorularıma her bir soruya, ilgili role tek tek girerek cevap vermesini bekleyeceğim. Tanık, dost, yazar, kahraman, hepsi ve hiçbiri olan Burak. Bense sorularımı kitabı Orhan Duru ile yan yana sergilenme onuruna erişmiş genç bir yazar olarak ve aynı zamanda sıradan bir okuyucu olarak soracağım.

»Az Roman’ı okuyordum ve ortalarında bir yerindeydim. 75 yaşında bir adamla yan yana, boğazda rüzgârlı bir havada koştuğumuzu fark ettim. Öyle bir hızla akıyordu ki anlattıkları bir an için durup dinlenmek istesem de yapamadım, yaşımdan utandım. Dışarıdan bakıldığında ihtiyar sanılabilecek bu yazarın kondisyonuna şaşırdım ama sonra anladım ki bir hayaletle koşuyormuşum zaten. Çağının hızını bu kadar iyi yakalayan bir yazarla dost olmak nasıl bir duyguydu?


Gözlerinden iyilik akan bir adam düşün, kötülük düşüncesi hiç yok. İnsan olmanın meşalesini sonuna kadar taşımış, hiç kirlenmemiş dost biri. Biliyorsun, 50 kuşağı yazarlarından. 50 kuşağı deyince, öyküde yenilikler getiren yazarlar gelmiyor benim aklıma. Kıskançlık fesatlık duygularının olmadığı, birbirlerini omuzlarında taşıyan dost adamlar geliyor. Bunu böyle yazması kolay, Orhan Duru’yla olan birlikteliğimizde bu dostluğun nasıl yüksek bir yerde seyrettiğini gördüm. Kendimi hem çok şanslı hem de çok yalnız biri olarak buldum. O zamanlar, bu yazarları tanıdıkça arkadaşlarımın boğazını sıkar küfrederdim, biz neden birbirimize böyle bağlı değiliz diye. Çağının hızını yakalayan bir yazar dedin değil mi? Bu çağın hızını tek başına yakalayabilmenin imkânsızlığına inandım Orhan Duru’yla birlikte. Onunla dost olmak, birliktelik duygularını beraberinde getirdi, müthiş bir şeydi.

»Az Roman’da her şeyden az az var. Bir yerinde şöyle diyor Duru; “Yazılacak şeyleri önceden yazmaya hazırlanıyorum ve onları Kıyak Otel’in odasında yazılmış olarak buluyorum. Önceden söyleyip anlatıyorum her şeyi. Bir de bakmışım Burak önüme koyuvermiş az pilav gibi.” Kitabın hazırlanışından yazar Burak olarak bahseder misiniz?

Orhan Duru o müthiş mizahıyla beni ‘‘muavinim’’ diye tanımlardı bazen. Bir minibüs düşün. Nereye gideceğimizi Orhan Duru biliyordu. Yolcular da birtakım hayaletlerdi. Hayaletlerle birlikte anılar, düşünceler, olaylar ve düşler de vardı minibüste. Ben bir işçiydim. Bir muavin olarak roman işçisi. Ayrıcalıklı bir işçi. Çünkü gün bitip de yolcular gidince ikimiz kalıyorduk minibüste. Bu çok ama çok güzel deneyimdi.

»Kitapta hayaletler var. Gerçek olanlar ve birlikte hayal ettikleriniz var (belki de gerçekten gördükleriniz). Pavarotti’den Erbakan’a, Müjde Ar’dan İlber Ortaylı’ya kadar birçok ismin hayaletleri görünüp kayboluyor Az Roman’ın içerisinde. Bu hayalet konusu sıradan bir okuyucu olarak benim kafamı karıştırdı. Yaşamının sonlarında olduğunu düşünen bir yazarı okuyormuşum gibi hissettim ve hayaletlerin aslında onun “boşluğa” geçişinde ona yardımcı olacağı gibi bir fikre kapıldım. Her şeyden az az söz ederken sadece gerçek bilgileri okuyoruz gibi gelse de yazarın anılarından detaylara rastlıyoruz. Yazarının hayatını film şeridi gibi izleten bu kitap yazılırken siz bir tanık olarak böyle bir duyguya kapıldınız mı?

Az Roman’da şöyle bir cümle var: ‘‘Bu bir savaş gibi bir şey. Bellekle bilincin teknikle içselliğin dövüşü.” Bu cümle Az Roman’ın her bir satırında bir hayalet gibi dolaşır yorumuma göre. Boşluk, Orhan Duru’nun tam olarak belleği ile bilinci arasında açılmıştı. Hayaletler, anılarla birlikte burada varlık gösterirler. Benim bu süreçteki, bu yaşamı bir film şeridi gibi izlerkenki duygum hayranlıktı. Görkemli bir son izledim ben. Yazınla ulaşılabilecek en yüksek noktayı, ölümün sanatçı tarafından nasıl öldürüldüğünü gördüm.

»“Güncel hayatta yaşanan saçmalıkların yazında devam ettirilmesi” diyorsunuz Az Roman’daki çabanız için. Örneğin siz Burak Fidan olarak kitabın hazırlanması sırasında kırmızı bir Ferrari satın almış olsaydınız bunun doğrudan kitaba tesir edeceğini biliyordunuz. Belki de Orhan Duru’yla o gezegendeki pikniğe kıyak arabanıza atlayıp gidecektiniz. Bir roman kahramanı olarak kitabın akışına müdahale etmeye yeltendiğiniz oldu mu?

Güncelin bilincinde, onun saçmalıklarından kurtulmak için bir kaçış çizgisi olarak Az Roman! İşte bu teknikle içselliğin dövüşünden, hastane personelini astronotlara, MR cihazını da UFO’ya benzeterek çıkarsın. Az Roman’ın akışına müdahalem söz konusu değildi çünkü yaşamın akışı Az Roman’ın akışıyla paralel bir biçimde ilerliyordu. Yeni bir güne uyanıp da çalışmaya başladığımızda ne oluyorsa Az Roman’da da aynıları oluyordu. Dolayısıyla bir roman kahramanı olarak kendimi yaşamımın bir roman kahramanı gibi hissediyordum.

»Kitabın başından beri tanımaya ve keşfetmeye başladığımız o Kıyak Otel odasının Az Roman’ın sona yaklaşmasıyla birlikte yarının hemen yarına bağlandığı, zaman geçirmeyen bir odaya dönüştüğünü görüyoruz. “Somut bilgiler edinmek istiyorum. Karamsarlık kendiliğinden oluşuyor” diyor Orhan Duru. Birçok kısımda da onun kılavuzluğunda bu karamsarlığa biz de girip çıkıyoruz. Sonuçta ise kitap yazarın yaşamı tarafından tamamlanıyor. Hepsi ve hiçbiri olarak bu kitabı Orhan Duru’nun hayatında ve kendi hayatınızda nereye konumlandırıyorsunuz?

“Zaman uzuyor, sönüyor, sarkıyor enerji nakil hatları gibi” diyor bir yerde. Zamanının bu kimyası boşluk duygusuyla ilişkiliydi bence. Karamsarlık, Orhan Duru’da saçmayı tokatladığı kadar vardır, kara mizahla yapar bunu. Onunla ilk tanıştığımız gün, anlattığım bir hikâye üzerine, bana bir hikâye borçlu olduğunu söylemişti. Sonunda bana büyük bir hikâye armağan ederek gitti. Az Roman benim için, bir kitap olarak belki tamamlanmış bir roman ama içimde sürekli, azar azar çoğalan ve hiç bitmeyecek bir roman olarak kaldı.