Enine Boyuna Biyopolitikanın Momentleri (Fehmi ÜNSALAN)

Biyopolitika kavramı çağdaş politikaya damgasını vuran kavramlardan biri. Neo-liberalizmin anlamını içten içe oyduğu hukuk, demokrasi, özgürlük, müzakere gibi temel kavramların yeniden ve yeniden tanımlanması; hatta politik olanın neliğine kadar inen çağdaş düşünsel çabalardan tutun da, 11 Eylül sonrası egemen antiterör söylemi ve söylemin meşrulaştırdığı hukuk düzeni, ekoloji temelinden yükselen yeni toplum tahayyülleri, toplumsal cinsiyet mücadeleleri, sınıflar üstü toplum kurguları ve tıp etiği gibi farklı farklı mecralarda verimli bir teorik zemin işlevi gördü. Biyopolitika kavramının söz konusu işlevselliğinin temelde iki nedeni olduğu söylenebilir: Öncelikli olarak biyopolitik bakış açısı insan-doğa ilişkisine dayanan normatif politik pozisyonlara olanak tanımakta; dolayısıyla politik evrensellik iddialarını tin/bilinç/tarih kavramlarından bağımsız olarak eleştirmeyi/açıklamayı olanaklı kılıyor. Ayrıca politika ve etik alanında felsefenin içine düştüğü nispi bunalımdan çıkış için yeni olanaklar sağlıyor.

Thomas Lemke’nin Biyopolitika başlıklı kitabı biyopolitikanın günümüzde sahip olduğu çözümleyici-eleştirel potansiyeli ve kavramın çıkış noktalarını detaylı bir şekilde ortaya koyuyor. Yaklaşık yüz yıllık tarihi boyunca kendisini besleyen pozitif bilimlerin gelişimi ile eş güdümlü olarak kavramın politika ve etik alanında ne gibi etkilere sahip olduğunu inceliyor. Ayrıca farklı alanlarda farklı işlevler gören kavramın, doğal olarak sahip olduğu muğlaklığı da gidermeye çalışıyor, zira yazara göre biyopolitika kavramı çelişkili, hatta kafa karıştırıcı biçimde kullanılıyor.

Kitap dokuz bölümden oluşuyor. İlk iki bölümde biyopolitika kavramının tarihi ve teorik zemini üzerine özet niyetine bir inceleme sunuluyor. Hayat ve politika arasındaki içsel ilişkinin son yüzyılda ne biçimlerde tezahür ettiğinin tartışıldığı bu bölümler bir uçta Nazizm diğer uçta ekolojik sosyalizm ile flört eden kavramın neliğine dair bir sorgulama. Hayat ve politika arasındaki bu içsel ilişkinin yarattığı sonuçların ve bu sonuçların politikanın doğasında yarattığı dönüşümün ilk farkına varan düşünür olan Michel Foucault düşüncesi kitabın üçüncü bölümünde tartışılıyor. Foucault, iktidarın biyolojik süreçler üzerinden toplumsal olanı denetlemesi olgusunu açıklamak için biyopolitika kavramını eleştirel bir anlamda kullanıyor. Yazar Foucaultcu anlamda biyopolitika kavrayışının etkisinde ortaya çıkan eğilimlerden farklı olduğunu haklı bir şekilde ortaya koyuyor. Bu bağlamda Foucault’nun çizdiği eleştirel sınırlar dâhilinde biyopolitika kavramını farklı biçimlerde kullanan Agamben’in düşünceleri kitabın dördüncü bölümünde ele alınıyor.

Lemke, Agamben’nin Kutsal İnsan’da liberal demokratik devletler ile faşist diktatörlükler arasındaki yapısal benzerlikleri çözümleyen bakış açısının nasıl bir zemine sahip olduğu eleştirel bir biçimde tartışıyor. Agamben’in düşüncesinde çelişkili görünen noktaları kavram bağlamında açıkça ortaya koyuyor. Kitabın beşinci bölümü ise İmparatorluk ve Çokluk adlı çalışmalarıyla son yılların politika tartışmalarına damgasını vuran Michael Hardt ve Antonio Negri üzerine. Lemke bu bölümde Spinoza’nın da etkisiyle biyopolitik zemini Foucault ve Agamben’den farklı bir biçimde kullanan Hardt ve Negri’nin içine düştükleri çatışmanın, aşağıdan gelen üretici-yaratıcı politika ile yukarıdan gelen asalak-vampirimsi politika çatışmasının, nasıl bir çıkmaz sokak olduğunu dile getiriyor. Özellikle bu bölümlerde Foucault sonrası biyopolitika üzerine kayda değer katkıyı yapan düşünürler ve bu düşünürlerin öne çıkarılan kavramsal bağlamları oldukça kayda değer. Bu anlamıyla Lemke’nin ortaya koyduğu tespit ve eleştiriler oldukça doyurucu.

Lemke’ye göre biyopolitika, bedenin-hayatın özünde sahip olduğu varsayılan bir zemine dayanıyor ve bu yanıyla ne hayat ne de politika biyopolitikadan önce gelebilir. Lemke’nin kitabı biyopolitika kavramını tarihsel bağlamı içinde ele alan ve sahip olduğu, gerek yapısal gerek dışsal çelişkileri serimleyen bir çalışma olarak öne çıkıyor. Ayrıca alttan alta biyopolitikayı kurucu olmaktan ziyade bir eleştiri dinamiği olarak öne çıkarması da dikkat çekici. Kitabın akıcı ve anlaşılır dilinin korunması da kuşkusuz çevirmen Utku Özmakas’ın bir başarısı…

BİYOPOLİTİKA, Thomas Lemke, çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2013.

Hapishane Kapılarında Büyümek (Füsun ERDOĞAN)

Hapishane kapılarında büyümenin ne mene bir şey olduğunu çarpıcı örnekleriyle anlatan sevgili Adil Okay’ın Nota Bene Yayınları’ndan çıkan “Ben Çıkana Kadar Büyüme E mi…” kitabını okumanızı öneriyorum.

Babası Adil Okay’ın kızı adına yazdığı mektuplarla tanıştım şirinem Öykü ile…

Vefasızlığın, incelikten ve sevgiden yoksun yabancılaşmanın insanın içini üşüttüğü bir süreçte kapımı çalmıştı Öykücük!

Ak zarflardan çıkan mektuplara, kartlara eklenmiş balonlara konulan yasakla kamuoyu Öykü’yü tanıdı…

Mahpus teyze ve amcalarına gönderdiği balonlar bazı hapishane idarelerince sakıncalı bulunarak el konulmuştu.

Bunun için DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, Adalet Bakanı’na verdiği soru önergesinde Öykü’nün mektupla gönderdiği balonların nasıl bir sakınca yarattığını sormuştu.

Eminim Sayın Birdal, bu önergesini sunarken; hapishane ve yasaklar bir araya geldiğinde orada genellikle akla ve mantığa yer olmadığını farkındadır.

Ama bu saçmalığı kamuoyuna göstermek bakımında da bu soru önergesi gerekliydi…

Nitekim öyle de oldu!

Bakan soru önergesine verdiği yanıtta:

Balonları tutsaklara veren hapishane idarelerini “yumuşaklıkla” suçlamış. Beş yaşındaki Öykü’nün balonlarının sakıncalı olduğunu ve balonların yasaklanması gerektiğini belirtmişti.

Yapılan basın açıklamasıyla bakanın bu ibretlik açıklama ve kararı protesto edilmiş, gri hapishane yaşamına tutsak edilmiş mapuslar için rengârenk balonların gökyüzüne bırakıldığı haberini gazetelerden okumuştum.

Sevgili Adil Okay’ın kızı adına biz tutsaklarla yürüttüğü bu dayanışma onun bakımından değişik etkinliklere, ürünlere vesile olmuş…

Sergiler, imza kampanyaları, basın açıklamaları derken…

Bir de kitap doğuvermiş bütün bu etkinliklerin sonunda.

Birkaç gün önce mazgaldan uzanan mektup demetinin içinde çıktı kitap.

Kapağını açtım.

Kurşun kalemle şöyle bir not düşmüş Adil:

Sevgili Füsun:

“Faksını aldım. Kitap daha çok ‘size ait’ olduğu için imzaladım. Sevgiler.”

Elime aldığım her kitabın öncelikle “içindekiler” kısmına bakarım.

Sonra arka kapak yazısını okurum.

Bunların ardından da, okumayı planladığım kitaplar listesinde uygun bir sıraya koyarım.

Fakat bu defa “içindekiler” ve arka kapak yazısına baktıktan sonra hemen kitabı okumaya başladım.

Adil’in notunda belirttiği gibi bu kitap hakikatten “bize ait”ti.

Ve genel olarak görülmeyen ya da pek dikkate alınmayan bir soruna dikkat çekerken bambaşka bir soruna da kapılarını açmıştı!

Adil Okay, 2012 yazında 23 yıldır zindan da olan ve mektup yoluyla tanışarak dost olduğu Kasım Karataş’ın 25 yaşındaki kızı Gülistan’ın düğününde babasının kızına yazdığı mesajı okumuş.

Bu olay(lar) onu bu konuda düşünmeye, özel olarak araştırmaya ve yazmaya teşvik etmiş.

Kitabın önsözünde bunu şöyle anlatmış Adil:

“… Biliyorum ki hapishanelerde binlerce Kasım Karataş vardı. Dışarıda annesinin babasının yolunu gözleyen on binlerce çocuk vardı. Görüş günlerinde büyüyen çocukların yaşadığı travma, tenlerinde değilse bile tinlerinde açılan çentik bir ömür boyu kalacaktı. Hiçbir psikiyatr hiçbir rehabilitasyon merkezi onların karabasanlarını sağaltmayacak, kaybedilen zamanı geri getirmeyecekti. Zira biliyoruz ki büyüdüğümüzde yaşadığımız ‘başarısızlıklarımızın ve başarılarımızın başat kaynağı çocukluğumuzda’ gizlidir.”

Elindeki geniş arşivi tarayarak kitabında kullanacağı mektupları belirleyen Adil; eksiklikleri tamamlamak içinde hapishanelerle yazışır.

Kitaba yalnızca hapishanelerden yazılan mektupları almaz.

Görüş günlerinde büyüyen çocukların mektupları, bir açık görüş gününde çocuklarda çekilen fotoğraflar, çizimler, şiirler, karikatürlerden oluşan zengin bir içerik yakalanmış kitapta.

Böylesine kapsamlı bir konuda çalışmanın önemli handikaplarından biride, birilerini dışarıdan bırakma, atlama kaygısıdır.

Ki, söz konusu görüş günlerinde büyüyen çocuklar olunca, bu bir bakıma kaçınılmaz da oluyor.

Hem adli tutukluların bu konuda binlerce, hatta on binlerce olduğu kesin!

Bu farkındalıkla çalışmaya başlayan Adil Okay, kitabın Önsöz’ünde bunu bir açıklık getirmiş.

“‘Kitapta, neden sadece bir kesimin yaşadıkları yansıtılmış’ sorusu akla gelebilir. Elbette sadece sisteme muhalif sol, sosyalist ve Kürt yurtsever tutsakların ve onların çocuklarının değil, diğer politik mahpusların örneğin Ergenekon davasından subayların, Hizbullahçıların ve adli mahkûmların çocukları da ‘hapishane kapılarında’ aynı zorlu süreci yaşıyorlar. Özellikle ekonomik güçleri olmayan adli mahkûmların eş ve çocukları-ki büyük çoğunluk bu durumda- daha çok itilip kalkılıyorlar.

Kitapta yer alan politik tutsaklar ve çocukları yani birinci dereceden tanıkların ifadeleri, hapishanelerdeki genel uygulamalar ve ‘mevzuat’ hakkında bilgi sunmaktadır. Bu uygulamalardan bir diğer deyişle ‘eza’dan tüm tutuklu ve hükümlüler etkilenmektedir. Bu örneklerden yola çıkarak 138 bin tutuklu ve hükümlünün (c)eza evlerinde yaşadıkları hakkında bir öngörüye sahip olmak mümkün olacaktır. Kaldı ki hak ihlalleri, iletişim ve ziyaretçi yasakları, işkence ve uzun tutukluluk mağduriyeti öncelikle sosyalistleri ve yurtseverleri ve onların ailelerini mağdur etmiş durumda…”

Kitabın Önsöz’ünden sonra bizim ve hapishane kapılarında büyüyen çocuklarımızın mektupları başlıyor…

Bu kitabı okuyacak her bireyin çok farklı duygular yaşayacağına eminim.

Zira herkes durduğu noktadan ilişkilenecektir kitapla ve hapishaneler gerçeğiyle.

Kendi adıma kitabı okurken oğlum Akocan’ın bebeklikten başlayarak değişik zamanlarda bizimle birlikte yaşamak zorunda kaldığı yıllar!

Ömrümün hapishanede benim dışarıda, her ikimizin içeride Aktaş’ın dışarıda, benim içeride ömrüm ve Ako’nun dışarıda olduğu/olmaya devam ettiği anılar dolaşıp durdu kafamda.

Altı aylıkken annesiyle hapishanede yaşamaya başlayan Arda, Kıvanç…

Hapishanede doğan Selma…

Hala annesiyle gün sayan küçük mahpusum, kankam Robin…

Kitabın ilk sayfalarının kahramanı Ekin Şinar…

Öncesi, baba ve anne özlemiyle büyüyen binlerce çocuğu ağırladım ranzamda.

Malatya hapishanesinde doğan, annesi Çiğdem ile sürgüne giden Suphi Cihan’ın gencecik yaşta neden intihar ettiği sorusuna yanıt aradım… Sevgili Çiğdem’in yaralı yüreğine dokunamamanın eksikliğini, acısını hissettim!

Algıda seçicilik bu olsa gerek!

Hapishanelerden gönderilmiş mektupların satır aralarına sıkışmış 10,15, …32 yıl boyunca beklemiş ve hala beklemekte olan; dışarıdaki yaşamın tüm acımasızlığına hoyratlığına ve zorluklarına direnerek bekleyen kadınların yazılmamış öyküsünü buldum bu kitapta!

Yoksulluk içerisinde çocuklarını büyütmenin yanı sıra, memleketin hapishanelerini eşlerinin peşinde dolaşan…

Açık görüş günlerinde çektirilen fotoğraf karelerinde bir kenarda kalmış kadınların yürek yakan yazılmamış öykülerine dokundum.

Acaba dedim kendi kendime, tersi bir durum olsaydı kadınların gösterdiği bu fedakârlığı kaç erkek gösterebilirdi?

Can alıcı bir soru!

Ben bu sorunun ardına düşüp yanıtlar ararken; adanmamış bireylerin insan yanlarını, hapishane kapılarında büyümenin ne mene bir şey olduğunu çarpıcı örnekleriyle anlatan sevgili Adil Okay’ın Nota Bene Yayınları’ndan çıkan “Ben Çıkana Kadar Büyüme E mi…” kitabını okumanızı öneriyorum.

Ve elbette sevgili Adil’in eline emeğine sağlık.

BEN ÇIKANA KADAR BÜYÜME E Mİ…, Adil Okay, Nota Bene Yayınları, 2013.