Kul Hakkıdır, Ayıptır! (Abdurrahman AYDIN)

Quentin Skinner’ın derlediği The Return of Grand Theory in the Human Sciences (İnsan Bilimlerinde Büyük Teorinin Geri Dönüşü) adlı kitap Ahmet Demirhan’ın çevirisiyle ve Çağdaş Temel Kuramlar adıyla İletişim Yayınlarından çıktı. Kişisel ilgilerim dolayısıyla ilk olarak James Boon tarafından yazılmış olan “Claude Lévi-Strauss” bölümünü okudum. Bir çeviri felaketinin nasıl olacağını merak edenler için olabilecek en iyi örneklerden biri.

Her şeyden önce daha ilk cümleden itibaren kendini duyuran bir üslup sorunu: Metnin başına epigraf olarak yerleştirilmiş ve Hüzünlü Dönenceler’den alıntılanmış bir cümle; İngilizcesiyle “Is mine the only voice to bear witness to / the impossibility of escapism?” cümlesi, “Kaçışın olanaksızlığına / Şahit olan tek ses benim mi?” diye tercüme edilmiş. Ardından da ana metnin ilk cümlesi: “Bu alıntı, bu makalenin ele almayı amaçladığı Tristes Tropiques’ten Claude Lévi-Strauss’un bir göstergesidir.” Bu cümlenin İngilizcesi “The quotation from Tristes Tropiques which heads this essay is indicative of Claude Levi-Strauss” biçiminde. Yani yazar, Hüzünlü Dönenceler’den alıntılayıp makalesinin başına yerleştirmiş olduğu ifadenin tam da Levi-Strauss’a işaret ettiğini söylemeye çalışıyor. Bunun hemen ardından “…açık suçlu ironik geri dönüşler..” biçiminde bir ifade var ki kitapseverin böğrüne saplanan bir bıçak gibi. Halbuki yazar “açık uçlu ironik geri dönüşlerden” söz ediyor. Haydi diyelim ki bu bir basım hatası olsun ya da bir gözden kaçırma olsun; fakat yine de anlamı ‘çürüme, bozulma’ olan ‘decay’ sözcüğünün nasıl olup da ‘gecikme’; anlamı ‘yorumlamak’ olan ‘construe’ sözcüğünün nasıl olup da ‘kurar’ (Türkçe metinde s. 208); anlamı ‘davet etmek’ olan ‘invite’ sözcüğünün nasıl olup da ‘icat eden’ (s. 209); anlamı ‘vicdan azabı, pişmanlık’ olan ‘remorse’ sözcüğünün nasıl olup da ‘uzak’ (s. 209); anlamı ‘kültür’ olan ‘culture’ sözcüğünün nasıl olup da ‘kostüm’ (s. 209); ‘Amazonian societies’ ifadesinin nasıl olup da ‘aranan toplumlar’ (s. 209); ‘çekim, bükün’ anlamına gelen ‘inflection’ sözcüğünün nasıl olup da ‘eğilim’ (s. 210); ‘açık, kesin’ anlamına gelen ‘incisive’ sözcüğünün nasıl olup da ‘nüfuz edici’ (s. 210) olarak tercüme edildiği ve ‘Vichy’ özel adının nasıl olup da ‘Viney’e (s. 210) ve ünlü etnolog Franz Boas’ın adının nasıl olup da ‘Fransız Boas’a dönüştüğü soruları pek çok sonuca götürüyor insanı: Yazara saygısızlık, metne saygısızlık, okura saygısızlık, kamuya saygısızlık ve elbette sorumsuzluk.

Bunda, kitabın editörü Ekrem Buğra Büte’nin de en az çevirmen kadar payının olduğu belirtilmeli. Bir editör hiç mi okumaz önüne gelen metni? Örneğin şu kısımdan ne anladığını çok merak ediyorum: “Men ettiklerinin yanında izhar ettikleri şeyler için de önemli şeyler, “bir önceki üslubun hakkında hiçbir şey söylemediği fakat bunu beyan etmesi için yeni bir üslup icat eden bir şeyler söyleyen her bir üslup” (s. 209). Doğrusu şuna yakın bir şey olacak: “Her bir üslubun, “bir önceki üslubun söylemediği fakat sessizce, yeni üslubu, dile getirmeye davet ettiği” bir şeyleri dile getirmesi suretiyle, bunlar, açıkça gösterdikleri kadar gizledikleriyle de anlamlıdırlar.” Ya da şu ifadeye ne demeli: “Lévi-Strauss, ustalıkla, belki de göz kırparak, bir çeşitlilikler kataloğunda hem kostümleri hem de tarihleri değiştirmek için düzenlenmiş bir kitapla, zamansal dönemleri ayıran formülleri aranan toplumları ayıran formüllerle birleştirir” (s. 209). Bunun da doğru bir tercümesi şöyle bir şey olacaktır: “Levi-Strauss, tam bir ustalıkla, hatta belki başka açıklamaya gerek bile bırakmaksızın, hem kültürleri, hem de tarihleri bir çeşitlemeler kataloguna dönüştürmek üzere tasarlanmış bir kitapta, zamansal çağları ayırt eden formüller ile Amazon toplumlarını ayırt etmek için kullanılan formülleri eşleştirir.”

Bu eşleştirme çabaları sırasında, özellikle de Yapısal Antropoloji’de karşımıza çıktığı biçimiyle akrabalık sistemlerinin çözümlenmesinde, Lévi-Strauss’un kendisine Ferdinand de Saussure ve Roman Jakobson tarafından geliştirilmiş olduğu haliyle dilbilimi model aldığı bilinmektedir. Burada da asli vurgu dilsel birimlere yapılan vurgudur. Bir dilsel birim, hem diğer birimlerden ayrı olan hem de dil içinde tekrarlanabilir bir biçimsel özdeşlik sunan bir birimdir. Dilsel birim, içerdiği sessel karakterle değil, ayrımla varolur. Onu tekrarlanabilir kılan da gene bu ayrımdır. Bir dilsel birimin, örneğin “yol” sözcüğünün, belirdiği her yerde, ister Ahmet tarafından isterse Mehmet tarafından dile getirilsin, dile geldiği her yerde tekrar eden bir niteliği söz konusudur. Tekrar eden şey, sözcüğün kendisi değil, başka sözcüklerle arasındaki sistematik ayrımdır. Değeri yaratan şey ise öğelerin karşılıklı olarak birbirlerine göre konumları, karşıtlıklarıdır. Değer ve dolayısıyla da anlam, göstergeler ya da birimler arasındaki olumsuzlayıcı bağıntıda tesis olur. Bu çerçeve akrabalık biçimlerinin çözümlenmesine aktarıldığında, açığa çıkardığı olgu, topluluklar arasındaki her türlü mübadelenin, fakat özellikle de kadın mübadelesinin bütünüyle simgesel bir nitelik taşıdığıdır. Böylelikle “Hem rekabet hem de işbirliği, mübadele ilişkileri boyunca kurumsallaşmıştır; bir birimin rakibi aynı zamanda onun bağışçısıdır: Alıcılar, mübadelenin bütün bir sisteminin işleme tarzları aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak verenlerdir. Bu paradoks, Levi-Strauss’un ‘toplumsal yaşamın özü’ adını vermiş olduğu süslenmemiş ‘karşılıklılığın’ bir parçasını oluşturur. Hem Hobbes hem de yararcılık karşıtı (çünkü kişisel çıkarı toplumsal çıkardan bütünüyle ayırmanın bir yolu bulunmamaktadır) olan bu dayanışma imgesi, siyasal teori ve toplumsal pratiklerin felsefesi açısından temel içerimler taşımaktadır. Levi-Strauss’un Temel Yapıları, insanların kamusal ve özel yaşamlarının bütün çeşitliliğinin gerisinde gizlenmiş bulunan ‘toplumsal bilinçdışı’ benzeri bir şeyi etkili bir biçimde vazetmiştir: Bir miktar ‘dışarıda’ olanla (ensest olmayan bir biçimde), fakat çok uzağa da gitmeden ve rastlantıya bırakmadan ilişkilenme gereksinimi.” Demirhan bu bölümü şöyle çevirmiş: “Hem rekabet hem de işbirliği, mübadele ilişkileri yoluyla kurumsallaşır; bir birimin rakibi onun velinimetidir: Faydalananlar hem dolaylı hem de doğrudan olarak tüm bir mübadeleler sisteminin çalışanları aracılığıyla sağlayanlardır. Bu paradoks Lévi-Strauss’un “toplumsal hayatın özü” dediği hoş olmayan bir “karşılıklı ilişki” biçimi oluşturur. … Çok fazla dışarıdan olmamak koşuluyla, tesadüfî olmayan bir şekilde kabile dışındakilerle (akrabalığa dayanmayan) ilişki kurmak ihtiyacıdır bu” (s. 212). Anlayabilen beri gelsin!

Demirhan’a göre (yukarıdaki ifadenin hemen ardından gelen paragraf) “kültürler, ihlal edilmeleri ihtimalini düşünerek özelliklerini kapalı hale getirirler”miş. Burada da ‘encode’ sözcüğünü ‘enclose’ olarak anlamış olmalı ki kapalılıktan söz ediyor. Hâlbuki “Kültürler, ihlallerini tahayyül ederek toplumsal ve ahlaksal davranış uygunluğuna ilişkin kodlar oluştururlar.” Yine aynı paragrafta bulunan bir kesimin Demirhan tarafından yapılmış çevirisi şu biçimde: “Dengeli kılınmış düzen için hayli ani risk, bir yatırımda karşılıksız olandır: Başka birinin eşi olan bir çocuğu terk eden toplumsal bir birimin karşılığında alınmamış bir eş ya da sorulmuş bir soruya karşı verilmeyen cevap gibi.” Destana gel ki göreyim! Yazarın söylemek istediği şuna yakın bir şey: “Dengelenmiş düzen için daha dolaysız risk, bir yatırımın geri dönüşünün olmayışıdır: Örneğin çocuğunu bir başka toplumsal birime eş olarak vermiş bir toplumsal birimin, bunun karşılığında bir eş almaması ya da ortaya bırakılmış bir sorunun karşılığında hiçbir yanıtın geri gelmemesi.”

215. sayfada ‘analytic rigour’ ifadesi ‘analitik kabalık’ olarak çevrilmiş ki ‘analitik özen’ ya da ‘analitik ihtimam’ anlamına gelmektedir. 217. sayfanın başında, “farklı toplumsal…” ifadesinden önce yer alması gereken “they establish terms of exchange among different social divisions and cultural categories” (‘farklı toplumsal bölümler ve kültürel kategoriler arasındaki mübadele terimlerini tesis ederler’) ifadesi atlanmış. Yine aynı sayfada “…iyileştirilmelidir” sözcüğüyle sona eren cümlenin ardından gelen “This is a therapeutic model in which contradiction is not so much integrated as released and tensions felt by the actors thus eased” (‘’) cümlesi atlanmış. ‘Örtük, saklı, gizli vs.’ anlamına gelen ‘implicit’ sözcüğü her yerde ‘içkin’ olarak karşılanmış. 218. sayfada, doğru tercümesi ‘karşıtlıkların kodları’ olan ‘codes of contrasts’ ifadesi ‘sözleşme kodları’ olarak, ‘öz-bilinçli’ ya da ‘kendisinin bilincinde’ anlamına gelen ‘self-conscious’ ifadesi ‘kendi halinde’ olarak çevrilmiş. 221. sayfada anlamı ‘dipnot’ olan ‘footnote’ sözcüğü ‘nokta’ olarak ifade edilmiş. 222. sayfada ‘muhafaza etmek’ anlamına gelen ‘reserve’ sözcüğü, ‘tersyüz edilen’ biçiminde karşılanmış.

Cümlelerin neredeyse hiçbirinin ne dediğinin anlaşılmadığı bu çeviride, çoğu cümle ise kökten yanlış kurulmuş. Yukarıda seçilmiş olanlar yalnızca birkaç örnektir. Ama en korkunç olanı, herhalde, ‘kartal’ anlamına gelen ‘eagle’ sözcüğünün ‘kanal’ biçiminde çevrilmesidir. Metnin, Hidatsa yerlilerinin kartal avlama biçimlerine eğilen bölümünde, avcılar ‘kartalı’ değil ‘kanal’ı bekliyorlar(s. 222); yaptıkları işin adı ‘kartal avı’ değil, ‘kanal avı’ (s. 223) ve Pueblo anlatılarındaki mitik bir figür de ‘kartal kız’ değil, ‘kanal kız’ (s. 224).

Söylenecek daha çok fazla şey var. Fakat bana özellikle gülünç gelen iki ifadeyi seçerek sonlandırayım: “Burada yaya, değerli kuş tüylerini kan lekelerinden korumaktan daha fazla bir şeydir” ifadesi ile “Aynı verilerin alternatif bir çıkıntı olarak artılarının ve eksilerinin bir diyagramını sağlayabilirdi.” Çıkıntı ne yahu! İlkinde yazar “Burada, kuşun değerli tüylerini kan lekelerinden sakınmaktan daha fazlası yürürlüktedir” diyor; ikincisinde ise “Aynı verilerin alternatif bir gösterimi olarak bir artılar ve eksiler diyagramı oluşturabilirdi” diyor.

Kitaptaki diğer bölümlerin hiçbirini okumadım; zaten artık yeterince zan altındalar. Üç lira ya da beş lira… Hiç önemli değil; onurumuzla yaşamayı sürdürebilmek için bin bir zorlukla kazanıyoruz efendim!

ÇAĞDAŞ TEMEL KURAMLAR, Quentin Skinner (der.), Çev. Ahmet Demirhan, İletişim Yayınları, 2013.

Pamuk Kadınlar Üzerine (A. Şule Süzük Toker ile Söyleşi: Mehmet Emin KURNAZ)

Pamuk Kadınlar, Orhan Pamuk’un Kar ve Masumiyet Müzesi romanlarından hareketle kadının erkek egemen toplumdaki yerini inceleyen bir eser. A. Şule Süzük Toker’in İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları bölümünde master tezi olarak hazırladığı çalışma, Kalkedon Yayınları tarafından geçen ay okuyucuya sunuldu. Kadına ve kadın imgesinin anlatımına dair sanatın ürettiği anlamları ve kadın olmak durumunun nasıl inşa edildiğini dert edinen çalışma, Orhan Pamuk’un romanları nezdinde erkek egemen toplumun kadın sorununa dair iktidarını ve bu iktidarın yeniden üretimini incelemeyi gaye edinmiş. Edebiyatımızda kitaplaştırılmış eleştiri örneklerinin bakir olduğu bir dönemde A. Şule Süzük Toker, 3. kitabı olan “Pamuk Kadınlar” ile bu dar çerçevenin dışına bir adım atmaya çalışıyor.

Mehmet Emin KURNAZ: Öncelikle sormak istiyorum, eleştiri edebiyatımızda çok yaygın alan değilken sizi böyle bir çalışmaya sevk eden şey neydi ve Neden Orhan Pamuk?

Şule Süzük TOKER: Orhan Pamuk, 90’lı yıllardan itibaren Türkiye’de önemli bir yazar kültü, hegemomik bir alan oluşturdu. Bu alana dair bir eleştiri yapılmadığını gördüm. Herkesin post-medern romanın nimetlerinden söz ettiği, Orhan Pamuk’u olumladığı bir hat söz konusu idi. Böyle bir atmosferde Orhan Pamuk’u inceleme gayesi içine girdim. Orhan Pamuk, Nobel ödüllü bir yazarımız olarak, çok okunan, tartışılan ve popüler bir yazar olma noktasında onu inceledim. Buradan hareketle Pamuk, bir ödüllü erkek yazar olarak kadınları nasıl ele alıyor, onları özgürleştiriyor mu, yoksa erkek egemen iktidarın yeniden üretilmesine hizmet mi ediyor gibi soruları yönettiğim bir çalışma oldu.

Eserde Orhan Pamuk’un sınıf ve cinsiyet körü olduğuna dair çıkarımlarınız var. Bir kadın ve edebiyat eleştirmeni yazar olarak sizce bir yazar, “var olanı mı, ideal olanı mı yansıtmalı” tartışmasına düşmeden kadını nasıl anlatmalı, bir yazardan beklentileriniz nelerdir?

Kadın yazarlar feminist eleştiri çerçevesinde kadının bir dili olmalı, kadın artık var olan hegemonik yapının dışında bir dille ifade edilmeli şeklinde fikirler ifade ediyorlar. Bu noktada yazarların ataerkil-kapitalist sistemde kadını ikincilleştirmemesi gerekir. Orhan Pamuk da bana göre bu çerçevenin dışına çıkmış değil. Kadını gerici-ataerkil bir noktadan ele alıyor, ayrıca aşkı sınıfsallaştırdığını düşünüyorum. Bence böyle büyük yazarların kurguladıkları yapı, var olan gerçeğe dair de bir model niteliğinde. Örneğin “Masumiyet Müzesi”i neredeyse “kadın öldü cenaze namazını kılalım” diyen bir roman bana göre. Bu roman, kurgudan gerçek hayata bir akış yarattı. Pamuk, romandan yola çıkarak bir müze inşa etti. Burada beyaz Türk-burjuva Kemal’in, alt sınıftan bir kadın olan Füsun’a yönelik baskıcı bir aşkını görüyoruz. Hem sınıfsal olarak hem de cinsiyet bakımından erkeğin kadını baskıladığı bir anlayış söz konusu. Sonrasında bir müze ile erkek aşkının sembolleştirilmesi de bence çok yanlış. Kadın var olan sınırlarının dışına çıktığında cinayete kurban giderken, o sınırlar içinde kaldığında da uğruna müze yapılacak bir meta haline getiriliyor.

Masumiyet Müzesi Kemal’in aşkı üzerinden ele alınmış, metaforlar da buna göre oluşturulmuş, dolayısıyla romanda kadının aşkı anlatılsaydı bu sizde aynı sıkıntıyı yaratacak mıydı?

Bilmem, yaratabilirdi belki yani orada kadın kendini dayatıp diğer insanın yaşamı pahasına bunu aşk olarak roman da böyle sunulsaydı yine sıkıntı olurdu. Yani toplum olarak büyük bir kandırmacanın içindeyiz. Eserde bunu vurgulamak istedim. Eserlerde genel olarak kadının mağduriyetini görüyoruz aşk ise bir erkek söylemi gibi geliyor bana.

Peki roman müdahaleci olmalı mıdır?

Hayır, romanın müdahaleci olması gerektiğine inanmıyorum. Ama olursa da bu yazarın tercihidir.

Masumiyet Müzesi sınıfsal ilişkileri okumak için yeterli midir?

Masumiyet Müzesi’ne dair Sınıfsal ilişkileri sosyalist-feminist bakış açımla sözüm olduğu için söyledim ama merkezde ataerkil ilişkilerin çözümlenmeye çalışıldığı bir roman diyebiliriz.

Orhan Pamuk, edebiyatımızda bir kısım çevreler tarafından Ermeni Soykırımı’na dair söylemleri üzerinden ele alınan ve bu doğrultuda bütünüyle reddedilen bir yazar. Pamuk’u bütünüyle hassas bir edebiyatçı olmadığını söyleyebilir miyiz?

Bu çok kritik bir nokta, en başta Pamuk’a dair edebiyat eleştirisi yok demiştim. Eleştiri var ama bunlar edebi açıdan yapılan eleştiriler değil. Ona dair yapılan eleştiriler Ermeni Soykırımı söylemlerinden kaynaklı eleştiriler. Politik bir amaçla yapılmış eleştiriler. Bu durumun çok problemli olduğunu düşünüyorum. Orhan Pamuk, belli çıkışlarında evet muhalif bir yazar. Cesurca dillendirilmeyen bir şeyi söylemiş olabilir. Ama pek çok konuda çelişkili görüyorum. Örneğin son dönem Suriye müdahalesine yönelik Esad ile ilgili yazmış olduğu tetikçilik de içeren bir dilekçesi var. Ama Orhan Pamuk’a yapılan faşizan eleştiri doğru noktayı gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Son olarak, kitapta Orhan Pamuk’un post-modern tarzda yazdığını belirtmişsiniz. Pamuk’a yönelttiğiniz eleştirilerden biri de post-modern düşünceyi benimsediğine yönelik. Sosyalist-feminist bir yazar olarak bu tarz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kurmaca eserlerde farklı biçim arayışları hiçbir zaman yadsınamaz. Yani yazarlar burada olabildiğince deneysel çalışabilirler. Benim derdim post-modern romana hasmış gibi görünen biçimsel özelliklere yönelik değil. Ama ideolojik olarak bunun nereye hizmet ettiğini iyi okumak gerekir. Bunu birtakım ilişkileri örtmek anlamında mı yapıyoruz, yoksa görüneni daha iyi ifade etmek açısından mı yapıyoruz? Bunu sormak gerekir. Post-modern roman son dönem prestij de kaybetti. Yaptığım eleştiri Pamuk, post-modern roman yazıyorum dediği için yapılmış oldu.

Elvedası geciken canavarlar var şehirde! (Funda DEMİR)

Deniz Gezmiş ismini ilk duyduğumda ilkokul çağlarında olsam gerek. Devlet o gençleri asmıştı. Düşüncesi korkunç, yaşattığı acı tarifsiz ve durumun kendisi inanılmazdı, olamazdı. Koskoca devlet çocuk öldürmezdi. Büyüdükçe anladım ne yazık ki… Deniz’ler ne ilkti ne de son olacaktı. Adı terör oldu, adı darbe oldu, adı biber gazı kapsülü oldu, alınmayan önlemler oldu, deprem oldu adı, yoksulluk oldu, adı hayata dönüş oldu, intihar oldu adı, barış oldu, özgürlük oldu, adı isyan oldu, adı çernobil oldu, kanser oldu ve çocuklar, o bin bir emekle doğup büyüyen çocuklar yamalı ceketlerini bulutlara asıp birer birer yıldız oldular.

Şehre dadanan canavarın gözü doymuyor. Kan arsızı! Ne öğretmen tanıyor, ne öğrenci! İşçisi, emeklisi, köylüsü fark etmiyor. Kendine benzemeyeni yok etme timi. Düşünüyorum. Aklımda Metin Lokumcu, aklımda okuyabilseydi ingilizce öğretmeni olacak olan Ali İsmail, aklımda 23 kasımda ağır yaralanan Aslı öğretmen var bugün. Canavarlar sürüsünü gördükçe bir öğretmenin bir çocuğa öğreteceği ne kadar çok şeyi olduğunu bir kez daha anlıyorum.

İçimi sıkan, karanlık bir yerleri dürten bir pazar akşamı bu. Yann Tiersen çare olmadı, kahve desen soğudu gitti. Gözümün önünden geçen devletin öldürdüğü çocuklar,öğretmenleri, anneleri,babaları ve ben. Neresindeyim bu hikâyenin? Zaman kardeşlik zamanı diyorlar. Zaman "acıların, bir de onları yaratanların" zamanı sanıyorlar. Kayıp giden her yıldızın ışığı söndü sandıklarından belki, bir gün bu zamanın da yok olup gideceğini unutuyorlar. Bir canavara nasıl elveda denir onu düşünüyorum. Kediler yardım etse? Dünyanın bütün renkleri bir araya gelse? Her şey bir anda dursa, yer yarılsa birden. Dünyayı döndüren güç bir şarkı olsa dilimizden düşmeyen. Kulaklarını tıkaya tıkaya terketse şehri canavar. Yediklerini geri vermez "acıtan zaman" ama yedirtmeyeceğimiz çok insanımız yok mu hâlâ? Suları temizlemek kolay, hava desen bedava. Yeniden güzel günlere döner mi dünya? Döner mi? Dönse ya Kızıltepe yollarından.

Haftanın Kitabı; Elveda Bay Muffin

Evet daha önce hiç başıma gelmedi ama bir çocuğa ölümü anlatmanın ne kadar zor ve hassas olduğunu sadece tahmin edebiliyorum. Kendi çocukluğumdan ölümle ilgili hatırladığım tek şey gömülmek ve ölüm arasında kurduğum bağ. 3,5 yaşımda anneannemle tanıştığım ölüm hakkındaki tek fikrim avuç avuç toprak yiyen insanların öldüğü ve yaşlanınca bunu yapmak isteyen insanların bilinçli bir tercih olarak toprak yemesiydi. Toprak yiyen toprak oluyordu işte. Basitti. Öyle sanmıştım.

Umarım ihtiyacınız olmaz. Ama hayatın en kötü sürprizi kapınıza dayanırsa bunu ufaklığa anlatmanız için bir yardımcınız var; Bay Muffin. Elvada Bay Muffin, yedi yaşına gelmiş evcil bir kobay fare olan Bay Muffin’e veda etme vaktinin geldiğini oldukça dokunaklı bir biçimde anlatıyor. Sessizce aramızdan ayrılan Bay Muffin sevenleri tarafından unutulmayacak ve hep hatırlanacak. Ama nasıl? Pek çoklarından daha iyi ve mutlu bir hayatı olan Bay Muffin, eşi ve altı çocuğuyla mutlu bir hayat geçirmiştir. Dünyanın sonuna bir yolculuk bile gerçekleştiren bu aile gerçekten mutludur. Artık iyice yaşlanan Bay Muffin her salı posta kutusuna bir mektup alır. Bir dostluğu, bağlılığı anlatan bu mektuplar neyi anlatıyor? Bay Muffin hayata veda ederken arkasında neler bırakıyor? İncelikle anlatılıyor.

Sevgi dolu bu öykünün yazarı Ulf Nilsson. Kanat Kitap tarafından yayımlanan Elveda Bay Muffin’i resimleriyle canlandıran isim Anna Clara Tidholm. Türkçe’ye çeviren isim ise Ali Arda. 48 sayfa, kuşe kâğıt ve ciltli olarak hazırlanan bu kitap küçüklerin ölümü tarif etmelerine yardımcı olacaktır.

Elveda Bay Muffin
Ulf Nilsson
Resimler: Anna-Clara Tidholm
Çeviren: Ali Arda

Karnaval ve Direniş (Burak ÖZÇETİN-Doğuş SARPKAYA)

Gezi direnişi boyunca sürekli olarak gündeme gelen konulardan biri “isyancıların” ve “direnişçilerin” ortaya koyduğu mizahi performans oldu. Afişlerle, duvar yazılarıyla, şarkılarla, sloganlarla, Twitter temaşasıyla, sosyal medya paylaşımları, web siteleri ile direnişin mizahi yönü öne çıktı. Direnişçiler İstanbul sokaklarını, Gezi Parkı’nı ve Türkiye’yi bir eylem ve karnaval mekânına çevirdiler. Gelişmeler, toplumsal hareketlerin mizahi ve ayrıksı yönleri ile ilgili tartışmaları yeniden gündeme getirdi. Özellikle 1980’lerin ortalarında Batılı akademik çevrelerde fazlaca bir ilgiye mazhar olan (“Bahtin endüstrisi” deyişinin ortaya çıkmasına yol açacak kadar yaygın bir ilgiydi bu) Mikhail Bahtin’in karnaval imgesine sıkça başvuruldu. Gelişmeler, iktidarı alaşağı etme ve iktidara karşı direnmenin farklı yönlerini öne çıkaran James Scott ve Barry Sanders gibi figürlerin de çalışma ve kavramlarını gündeme getirdi.

James C. Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatları (1995, Ayrıntı) adlı kitabı, “Akıllı köylü büyük efendinin karşısında yerler kadar eğilir ama sessizce osurur” diyen Etiyopya atasözünü aktarırken aslında kitabın ruhunu ve temel iddiasını ortaya koyar. Ezilenlerin “yanlış bildikleri”, “kandırıldıkları”, “uyutulduklarını” iddia eden egemen ideoloji tezinin eleştirisinden hareketle tahakküme karşı geliştirilen farklı direniş türlerinin varlığına işaret eder. Malezya yerlileri üzerine yaptığı antropolojik çalışmalarıyla bilinen Scott, kapitalizm öncesi direniş biçimlerinin modern dünyada da karşılık bulduğunu savunuyor. Scott, doğrudan devrimci bir biçimi olmayan pasif direniş biçimlerinin sadece köylülüğe özgü olmadığını, pek çok yer ve zamanda tahakküm altındaki birçok grubun eylem repertuarında farklı direniş biçimlerinin gözlemlendiğini bildirir: İş yavaşlatma, mizah ile eleştirme, dedikodu, arkadan sövme vb. gibi eylemlerin çoğunun aslında ezilenlerin baskı karşısında tepkisi olarak görmek gerekir. Scott’a göre hâkim ve tabi gruplar, iki tarafın da bildiği bir senaryoya uyarak mücadele içerisine girişirler. Gündelik olanda gizlenen bu senaryolar, karşı tarafın kararlılığını sınayan ve kendi mücadele alanının sınırlarını genişletmeye çalışan bir niteliğe sahiptir. Hâkim gruplar iktidarını normalleştirip doğallaştırmaya çalıştıkça, tabi gruplar bu iktidarı aşındırmanın yolları üzerine çalışır. Benzer bir izlek görece daha yakın zamanda Türkçeye kazandırılmış olan Gündelik Hayatın Keşfi (1. ve 2. Ciltler 2009, Dost) adlı çalışmalarıyla Michel De Certeau’da da görülür. De Certeau, madunların taktiklerini muktedirin stratejilerinin karşısında “idare etme” sanatına, kullanımlar ve taktiklere odaklanır. Bu arada, Tahakküm ve Direniş Sanatları’nın baskısının tükenmiş olduğunu not ederek Ayrıntı Yayınları’na durumu arz edelim.

Scott’ın gündelik hayat içerisinde gerçekleştiğini varsaydığı mücadelenin bir ayağı mizahtır. Bu açıdan Scott’un direniş sanatları ve “gizli senaryolar”a yaptığı vurgu Bahtinci karnaval kavramı ile etkileşimli olarak okunabilir. Karnaval toplumsal sınırların yıkıldığı, alaşağı/altüst edildiği, gerçeklerin ve gerçeklerin sapkın yorumlarının dolaysız bir şekilde ortaya serildiği ve farklı dillerin, aksanların bir arada konuşulabildiği bir ortamı anlatır. Bakhtin’e göre karnavalın belirleyici öğelerinden biri gülmedir. Sahici gülme ciddiliği yadsımaz, onu kapsar. “Gülme dogmatizmden, hoşgörüsüz ve korkutucu olandan arındırır; fanatiklik ve ukalalıktan, korku ve sindirmeden, öğreticilikten, toyluk ve yanılsamadan, tekil anlamdan, tekil düzeyden, duygusallıktan kurtarır.”

Bakhtin, özellikle Rönesans döneminde ortaya çıkan ve ortaçağın ikili dünyasını -ciddi kilise retoriği ve gülme ile kendini yansıtan karnaval yaşamının- gülme yönünde büken, dönüştürücü gülme eyleminin, dünyayı sorgulama ve değiştirmede büyük rolü olduğunu savunur. Karnaval, komik olanla eşzamanlı ortaya çıkan küçük düşürülmeler, rezaletler ve aşırılıklarla gerçekliği ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir. 2001 yılında, Sibel Irzık’ın bilgilendirici önsözüyle ve Cem Soydemir’in akıcı çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan Karnavaldan Romana, Rabelais ve Dünyası (2001, Ayrıntı) ve Dostoyevski Poetikasının Sorunları (2004, Metis) başlıca Bakhtin çevirileri. Aynı zamanda Bakhtin uzmanı Craig Brandist’in Bahtin ve Çevresi (2011, DoğuBatı) adlı çalışması da kayda değer.

Barry Sanders Kahkahanın Zaferi (2009, Ayrıntı) kitabında Bakhtinci gülmeyi tarihsel bir bağlama yerleştirir. Gülmenin yıkıcı bir tarihini yazma iddiasıyla yola çıkan Sanders, gülmenin direnişi tetikleyen etkilerini ve egemenlerin buna karşı aldığı pozisyonu masaya yatırır. Sanders’a göre nesnelere tek bir bakış açısıyla bakmamak, onlara ilişkin kurgusal ve imgesel dünyalar yaratmak mizahın ya da genel olarak estetik deneyimin beslendiği alandır. Hayal gücünün beslediği mizah, nesnelerin yeni bir biçimde görülebilmesini sağlar. Bu da günlük yaşama ile mesafe alınmasını sağlayarak, gerçek olana karşı uzaklığın oluşturulmasına, umudun ve düşlerin alanının genişletilmesine olanak verir. Konuyla ilgili çarpıcı çalışmalardan biri olan The Politics and Poetics of Transgression’da (İhlalin Polititası ve Poetikası, 1986) Peter Stallybrass ve Allon White Bahtinci karnaval kavramını ideolojik repertuarların ve kültürel pratiklerin çalışılmasında kullandılar. Ayrıntılarına giremeyeceğimiz bu çarpıcı çalışmanın yakın zamanda Türkçeye kazandırılması dileğimizi burada not edelim.

Son olarak, gülmenin, mizahın, karnavalın iktidar ilişkilerini alaşağı etme potansiyeli ile ilgili şüphelerin altını çizmek mümkün. Scott’un “gizli senaryolar” argümanında neler olup bittiğinden “haberdar olan”, ne olup bittiğini “bilen”, kamusal senaryonun bir parçası olarak itaat eden, ama aslında itaat edermiş gibi yapan, direngen maduniyet konumları tanımlanır. Bu, “bilmiyorlar, ama yapıyorlar” sözleri ile formüle edilen yanlış bilinç tezlerini açık bir şekilde yadsımak anlamına gelir. Yanlış bilen öznenin yerini, rol yapan öznenin gizli senaryosu alır. Oysa Gramsci’nin madun sınıfların tarihlerinin zorunlu olarak parçalı ve episodik olduğuna dair yaptığı vurgusunu hatırlamak; bunu, Althusser’in ideolojinin maddiliğine yaptığı vurgu ile birlikte düşünmek belki birkaç soru işaretinin doğmasına katkıda bulunabilir.

TAHAKKÜM VE DİRENİŞ SANATLARI, James D. Scott, Çev. Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1995.

GÜNDELİK HAYATIN KEŞFİ I-II, Michel De Certeau, Çev. Lale Arslan Özcan (Cilt I), Ç. Eroğlu, E. Ataçay (Cilt II), Dost Kitabevi Yayınları, 2009-2010.

KARNAVALDAN ROMANA, Mikhail Bakhtin, Çev. Sibel Irzık, Ayrıntı Yayınları, 2001.

KAHKAHANIN ZAFERİ, Barry Sanders, Çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Yayınları, 2009.

Gezi İtaatsizliği mi Gezi Direnişi mi? (Önder KULAK)

31 Mayıs sonrası kimi kavramları daha sık duyar olduk. Bu kavramlardan birisi de sivil itaatsizlik. Bugünlerde kimi yazarlar bütün bir deneyimi bu kavram içerisine sığdırmaya çalışıyorlar. Bu durumda sivil itaatsizlik kavramını sorgulamak pek yerinde olacaktır. Maalesef söz konusu yazarlardan çok azı kavrama dair bir tanım veya açıklama yapma ihtiyacı duymuştur. Belki de kavramın içeriğinin hâlihazırda kendiliğinden açık olduğunu düşünüyorlardı. Ne var ki bu düşünce ideoloji kavramının düştüğü talihsizliği çağrıştırmaktadır. Tıpkı ideoloji kavramı gibi sivil itaatsizlik de içeriği en belirsiz kullanılan kavramlardan biri haline gelmiştir. Bu belirsizliği bir parça aşmak için kavramı ilk kullanan düşünürlerden Henry David Thoreau’ya ve okurları tarafından Sivil İtaatsizlik olarak adlandırılmış Haksız Yönetime Karşı isimli çalışmasına işaret etmek gerek.

Thoreau Meksika Savaşı’nı ve köleliği gerekçe göstererek haksız yönetim olarak nitelediği Birleşik Devletler’e karşı başkaldırı çağrısı yapar. Bu başkaldırı bir itaatsizlik, dolayısıyla yasaları tanımama ve onlara karşı ilgisiz kalma olarak nitelenebilir. Thoreau kendi örneğinde, ödenen vergilerle sürdürülen savaş ve köleliğe karşı yurttaşlara vergi ödememeyi önerir. Okurlarına daima metnin satır aralarında saklanan ütopyayı sezdirse de, Thoreau başkaldırı çağrısını kölelik, savaş ve birkaç başka koşulla sınırlar. Bir anlamda itaatsizlik çağrısının geçerliliğini bu koşulların ortadan kaldırılmasına bağlar. Bu noktadan sonra Thoreau’ya dayanarak bir sivil itaatsizlik tanımı yapmak mümkündür. Sivil itaatsizlik, kimi toplumsal ilişkilerin belirli veya belirsiz bir süre askıya alınmasını ya da geçici olarak yıkıma uğratılmasını içerir. Bu itaatsizliğe daima açık veya örtük bir diyalog eşlik eder. Tanınmış otoriteden taleplerin karşılanması beklenir ve eğer talepler yerine getirilirse itaatsizlik sona erer. Sivil itaatsizlik olası bir “haksızlık”ın daha gerçekleşmeden durdurulması, gerçekleşmiş ise geri alınması veya hali hazırda mevcut bir “haksızlık”ın giderilmesi bakımından önemli bir politik savunma aracıdır. Bu sürece kurucu bir rol yüklemek ve ondan sınırlarını aşan bir toplumsal değişim beklemek ancak bir hayal kırıklığı getirecektir. Oysa tarih 1 Haziran’ı gösterirken, kitleler Gezi Parkı’nı ve dahası Taksim Meydanı’nı işgal etmeye başlamış, bir hayali gerçekleştirmenin ilk adımlarını atmışlardı.

Kitlesel ölçekli veya ses getiren her tür gösteri, boykot, işgal, vb. eylemler her zaman sivil itaatsizlik kategorisi altında değerlendirilemez. Burada ayırt edici özellik olarak, eylemin kurucu niteliğinin amaç olması veya olmaması aranabilir. Örneğin otorite, diyalog yolunu kapatarak, Gezi Parkı’nın yıkılacağını ve yerine kendileri ne isterlerse onu yapacaklarını beyan etti. Halk ise, otoritenin hükmüne karşı, tıpkı sivil itaatsizlikte olduğu gibi hükmü tanımayarak, akın akın Gezi Parkı’na koştu. Ancak bu örnekte, sivil itaatsizliğin bir muhataptan taleplerde bulunmasından farklı olarak, eylemin kendisi kurucu bir niteliğe sahiptir. Hükme karşı özneler, kendileri bir karar verir, uygular ve alternatif ilişkiler kurarlar; olumlu ya da olumsuz olsun, olası bir başka hükmün gelmesini beklemezler; kendileri, “haklı bir ilke”den hareketle parkı muhafaza etmeye girişirler. Bu noktada bir itaatsizlik değil, bir direniş söz konusudur. Direniş kavramı, sivil itaatsizliği aşan bir koşula işaret eder. Bu, direnişin gereken durumlarda kurucu bir rol üstlendiği anlamına gelir. Direniş, otoriteyle doğrudan bir talep ilişkisi kurmaz ve kendi kuruculuğunu dayatır. Dahası, olası yaptırımlara (örneğin mahkeme kararları, polis müdahalesi) karşı durarak, eşdeyişle direnerek kendi kuruculuğunu müdafaa eder.

Direniş kavramı için de başlıca iki farklı formdan bahsedebiliriz. Örneğin kimi direniş örnekleri tıpkı sivil itaatsizlik gibi toplumsal ilişkiler için yapısal bir dönüşüm amaçlamazlar. Değişim, mevcut ve değişim-öncesi toplumsal ilişkilerle uyumludur. Bu örnekler literatür kapsamında sivil direniş adıyla anılırlar ve çoğunlukla akla gelen ilk örnek Martin Luther King deneyimleridir. Bunlardan farklı olarak, yapısal değişimlerin gerçekleştiği direniş örnekleri düşünmek de mümkündür. Bu örnekler, sivil direniş kavramından farklı bir tanımla anılmalıdırlar; örneğin devrimci direniş. Bunlara dair çok çeşitli örneklerler verilebilir. Örneğin Topraksız Köylüler Hareketi (MST) deneyimleri.

1 Haziran günü Gezi Parkı ve ardından Taksim Meydanı işgal edildiğinde, kitlelerde bir şaşkınlık ve bir tam olarak ne yapacağını bilememe hali hakimdi. Bu noktada anti-kapitalist oluşumlar kitlelere yön vermekte değilse bile organizasyonda öncü rolü oynadılar. Kısa sürede atlatılan şaşkınlık ve belirsizlik halinin ardından, adım adım, paranın geçmediği, gönüllü emek temelli ve kimilerinin “Şirinler Köyü” dediği bir komün kuruldu. Bu komün içerisinde doğal bir işbölümü oluştu ve neticesinde yemek, barınma, sağlık ve hatta güvenlik için komiteler, örgütlü-örgütsüz herkesin temsil edildiği, şimdiki dayanışma ve halk forumlarının öncülü olan yönetim organları ve serbest kürsüler oluşturuldu. Bir anlamda Taksim’de iki iktidar ve dolayısıyla iki dünya vardı; barikatın arkası ve barikatın önü. Bu ortam toplumun mevcut ilişkilerine yapısal bir dönüşüm, bir alternatif öneriyordu. Gezi Komünü tıpkı Paris Komünü gibi koskoca bir okyanusta küçük bir adaydı sadece. Paris Komünü’nün varlığını sürdürebilmesi nasıl tüm Fransa’ya yayılmasına bağlı olmuşsa, Gezi Komünü de ancak tüm Türkiye’ye yayılarak varlığını sürdürebilirdi. Ancak Gezi Komünü’nün “diğer dünya”ya olan bağımlılığı da bir şekilde sürüyordu. Çok doğal ki parkın ihtiyaçları “diğer dünya”dan getirilen metalarla sağlanabiliyordu. Bunun yanında kitlelerin önemli bir kısmı anti-kapitalist olmasına ve kitlenin ezici çoğunluğu bu duruma sempati duymasına karşın, özneler henüz “diğer dünya”yla olan bağlarını koparmaya hazır değillerdi. Bu ve başka sebepler Gezi sürecini ne tek başına devrimci direniş ne de tek başına bir sivil direniş olarak değerlendirmeye izin veriyor. Gezi deneyimi olsa olsa sivil direniş ve devrimci direniş arasında gidip-gelen bir salınımdır.

Gezi deneyimi için direniş yerine bir sivil itaatsizlik örneği demenin başlıca iki boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilkinde yazarlar tıpkı ideoloji gibi içeriği belirsizleşmiş sivil itaatsizlik kavramını köklerine sadık kalmadan kullanırlar ve bir anlamda içeriği kendi diledikleri şekilde oluştururlar. Diğerinde ise yazarlar Gezi deneyiminin toplumsal değişim vurgusundan çekinirler ve bundan kaçınmak isterler. Bu durum da deneyimin kurucu niteliğine düşüncelerinde yer vermemeleri anlamına gelir. Diğeri gibi bu kavram kullanımı da kusurludur.

Taksim’deki bir duvar yazısının da söylemiş olduğu gibi: “Bu bir halk direnişidir!”
Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev. Melis Olçum, Kafe Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2013.

Protesto Bir Sanattır (Onur KOÇYİĞİT)

Çok ciddi bir toplumsal süreçten geçtiğimiz ortada. 60’lar ve 70’lerin sıcak ideolojik ikliminin 80’lerin ve 90’ların soğuk hücreler ve tabutlarla dönüştürüldüğü, devlet eliyle bir bakıma “kırdığı” günlerden; bugüne, toplumsal hareketin gerek ülkemiz gerek coğrafyamız adına yeniden ısındığı âna dönüştürüyoruz. Bu, iyimser bir teori ya da retoriğe sığınma hâli olarak görülebilir ancak protesto hareketlerinin etkisini iyi saptamak gerekir.

Muhtelif nedenlerle ortaya çıkacak protesto eylemi, ne kadar çok kitleselleşirse, o kadar fazla dönüştürücü/eğitici deneyimlere kavuşmamızı sağlar. Bugün kültür kanalıyla -özellikle sinema- popülerleştirilen, anlamın ve bağlamın dışına çıkarılan, silikleştirilen ve “neo” literatüre büründürülmeye çalışılan sol hareket/ler, yeni çağda yeni formlara bürünerek yaşanıyor. Uzun uzun yazmaya/anlatmaya gerek yok; zaten yüzlerce şey yazıldı çizildi. Gezi Direnişi, radikal bir hareketken, “çiçek-böcek-ağaç sevgisi”ne indirgenmeye çalışılıyor. Bu türden bir çözülmeci anlayışa -biraz ileri gidip sağ sapma dahi diyebilirim- direnmek pek de mümkün ol(a)madı. Hak arama, hesap sorma yönteminin “dilekçe yazmak” dışındaki bütün yöntemleri “yasadışı” bulduğu, dolayısıyla yaptırım uyguladığı bir devlette, bu türden kalkışmalar, itibarsızlaştırılmaya mahkûm olur. Buna, eylemcilerin/hareketlerin/örgütlerin katkısı da yasadışı olmamak nedeniyle -ki yasa dediğin; topluma zincir vurmanın tek yöntemidir- talebi devlet diline uydurma anlayışı olmuştur.

Direniş, Romantizm, Modernleşme…

James M. Jasper, Ahlâki Protesto Sanatı kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde şöyle söylüyor:

“Ne var ki çarpıcı benzerliklere rağmen direniş, bir ülkenin modernleşme yolunda ne kadar ilerlediğine bağlı olarak farklılaşıyor. […] siyasi romantizm, daha belirli çıkarlarla birleşebilir; örneğin sendikacıların ve çevrecilerin çıkarlarıyla. Onların nostaljileri daha az sivridir. Pazar bölgesi olarak kabul edilmeye başlayan uluslardaki muhalifler açısından ise bütün bir hayat tarzı değişmektedir; pazarlar bu yüzden suçlanır. Bu ülkelerde, özellikle İslam dünyasında, Alain Touraine’nin tarihselciliğin denetimi dediği şey için daha ciddi bir savaş ilan edilir. İslami nostalji, Avrupa’yı neredeyse yok eden milliyetçi nostaljinin bugünkü dengidir ve eşit derecede ölümcüldür.”

Direniş, romantizm, modernleşme, çevreciler, muhalifler, hayat tarzı vd. Hepsi bize çok tanıdık, son günlerin literatürü göz önünde bulundurulursa.

Bu alıntı, 2002 tarihli; yani ne Ortadoğu’nun ne de Türkiye’nin sıcak günlerini “henüz” madden görmemişti fakat öngörmüştü Jasper. Ölümcül bir milliyetçilik yükselirken, solun konumlanacağı alan ve o alanı kullanma yöntemi, bir tür sanata evrilebilir diye düşünüyordu. Haklıydı, zira eğer “sanat” kavramını, bilinen tanımının dışına çıkarırsak, toplumsal hareketler, çeşitli kendiliğindenlik yöntemlerini içinde barındırdığı için bir tür sanata evrilebilir. Anımsanacağı üzere, Arthur Coleman Danto, ’84 yılında yazdığı “Sanatın Sonu” başlıklı makalesi büyük bir tartışma yaratmıştı. Makalede, “artık sanatın bittiğini” ve şimdilerde yapılanların “sanat sonrası çağdaş etkinlikler” olduğunu söylemiş, Hegel’e dayandırdığı fikirlerini uzun uzun anlatmıştı. Jasper’in söylediklerini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.

Her Protesto Ahlâkidir!

“Protestonun Temel Boyutları” bölümünde ise meselenin ahlâkla nasıl ilişkilendirildiği ve ne tür bir bağlantı kurulabileceğini görüyoruz. Ahlâkın, radikal kültürel-sosyolojik değişiklikler karşısında nasıl bir tavra bürüneceğine özellikle gözatmak gerekiyor.

“Bütün kimlik türleri (bireysel, kolektif kimlikler, hatta hareket kimliği) belli ahlâki yükümlülükler taşır. Aslında kimlik öncelikle ahlâkidir. Charles Taylor’ın söylediği gibi ‘Kim olduğumuzu bilmek ahlâki bir uzayda yolunu bulmaktır, burada iyi ve kötünün ne olduğu, neyin yapılmaya değer ya da değmez olduğu, sizin için anlamlı ve önemli; önemsiz ve ikincil olanın ne olduğu sorgulanır.’ Kimlik asla tamamen bilişsel bir sınır değildir.”

Bu öngörüden hareketle, ahlâki olmayan bir protesto yöntemi olmadığını söyleyebiliriz. Unutmamalı; protesto etmek, doğru olanı “yapmak” değil, doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi “söylemek”tir. Toplumsal hareketlerin bütünü, böyle bir öngörüyle kabullenilmelidir. Çünkü protesto “aracıyla” odaklanılan noktada görülmek istenen şey, doğru olanı söylüyor olmanın verdiği cesaretle eyleme geçiş hızını da artırmaktır. Jasper bunun, eylemliliğin kimliğini oluşturduğunu söylüyor ki büyük ölçüde de haklı.

Ufukta görünen günler, bizim tekrar tekrar teoriye sığınmamız ve bu denli kitaplara ihtiyacımız olacağını da gösteriyor. Elbette bütün bu teoriler -elbette bu yazdıklarımız dahil- eleştiriye muhtaçtır. Kazanacağımız günler yakındır; direnişle!

AHLÂKİ PROTESTO SANATI, James M. Jasper, Çev. Senem Öner, Ayrıntı Yayınları.

“Metalaşma Dışında” Başka Bir Dünya (Kansu YILDIRIM)

Son yıllarda yabancı yatırımları çekebilmek veya uluslararası finansal birleşmelere eklemlenebilmek için Türkiyeli siyasetçiler, bürokratlar ve sermayedarlar ciddi bir gayret sarf ediyorlar. Onlar için en önemli ölçüt, Türkiye’nin “görünürlüğü”. Nitekim 31 Mayıs 2013 tarihinden itibaren Gezi Parkı Protestosu ile Türkiye hem uluslararası kurumların açıklamaları ve raporlarında hem de medya kuruluşlarının haberlerinde ve internet ağlarında muazzam bir “görünürlüğe” kavuştu. Görünürlüğün sağladığı “imaj”, AKP ve ona yedeklenmiş sermaye fraksiyonları açısından negatif mahiyete sahipken yaklaşık on yıldır politik temsilde arka plana atıldıklarını düşünenlerden işsizlikle uğraşan, geçim sıkıntısı çeken, mülksüzleşen ve barınma sıkıntısı çekenlere kadar geniş kitleler için tepkilerini gösterebildikleri bir halk hareketinin ta kendisiydi. Ekonomik, politik ve ideolojik pek çok öğeyi içerisinde barındıran bu hareketlerde sadece Türkiye’deki aktivistler, kadınlar, akademisyenler, öğrenciler, memurlar, işçiler, işsizler birbirinden etkilenmedi. Tüm dünyayı gezen bir “heyula” misali Gezi Parkı Protestoları farklı coğrafyalardaki aktivistlere ve direnişlere de esin kaynağı oldu.

Gezi Parkı Protestolarının Anatomisi

Kanadalı siyaset bilimi profesörü ve aktivist David McNally de Gezi’den ilham alanlar arasında. Bunu “Başka Bir Dünya Mümkün” kitabının Türkçe basımına yazdığı Önsözde “Taksim Gezi Parkı protestocuları, bu yazar da aralarında olmak üzere, dünyada milyonlarca insana esin kaynağı oldu” sözleriyle belirtiyor. McNally Önsözde aynı zamanda Gezi Parkı Protestolarını eylemlerin genel özelliği, eylemci tipolojisi ve eylemlerin kökeni olmak üzere üç başlıkta kısaca analiz ediyor. McNally’e göre Gezi direnişi mekânsal bir etkileşime açık. Eylemlerin “kent ve kasabalara yayılışından” bahsediyor ve protesto gösterilerine katılan “yüz binlerce kişinin özgürlüğün, eşitliğin ve insanlar arasındaki işbirliğinin hüküm süreceği yeni türde bir toplumu kurabilmeye” muktedir enerji birikimini ortaya çıkardığını vurguluyor. Polisin ilk protestoculara uyguladığı şiddet, söz konusu enerjinin ve eylemlerin dozajının artmasına yol açıyor. Diğer bir başlıkta McNally eylemci tiplerine değinirken protestoların öznesi olarak protestocuların tek bir kategoriye sığmadığının altını çiziyor. Yaşam alanlarını ilgilendiren sorunların çokluğu eylemcilerin de kozmopolitleşmesine ve farklılaşmasına yol açıyor. McNally bu durumu “gençlerin, feministlerin, işçilerin, cinsel hak savunucularının, çevrecilerin, öğrencilerin ve diğerlerinin esin verici kolektif eylemleri” ifadesiyle belirtiyor; Gezi Parkı eylemcilerinin kendi mücadelelerinin küresel antikapitalist hareketin bir parçası olduğunu söylüyor. Son başlık ise eylemlerin kökenine dair. McNally Gezi direnişi üzerine düşünürken liberallerin çok sevdiği türden ekonomiden ve ideolojiden yalıtılmış afakî “ceberut iktidar” analizleriyle kendisini sınırlandırmıyor. Sorunların ve protestoların kaynağında küresel finansal krizin etkilerini ve AKP’nin “kapitalist kalkınma” hamlelerini, neoliberalizmin yıkıcı etkisini görüyor. Türkiye’nin istikrar söylemine koşut uluslararası mali piyasalarda “başarı” yakalarken, “yüz binlerce Türkiyeli işçinin sendikasızlaştırılmasına” ve “taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılmasıyla istikrarsız ve riskli işlerde bir patlamaya yol açmasına”, “parıldayan konut kuleleri ve alışverişmerkezleri inşa edilirken” “Türkiyeli işçiler ve gençlerin dışarıda iki yakalarını bir araya getirememesine”, “kentsel mekânlar ticarileştirilirken” “çalışan sınıfları yerlerinden edilmesine” dikkat çeken McNally direnişlerin filizlenişine ilişkin ekonomi-politik bir bütünlük koymaya çalışıyor. Buna göre neoliberalizmin türdeş olmayan alanlarda yol açtığı tahribat, doğrudan, toplumun değerler ve ilkeler dengesini sarsıyor ve bozuyor. McNally’in belirttiği “Türkiye’de de, bürokratların, bankaların ve şirketlerin egemenliğinden bağımsızlaşmış yeni yaşam biçimlerine yönelik özlem” Gezi Parkı protestolarındaki dinamizmin başlıca faktörlerinden birisi haline geliyor.

Yeni Bir Yaşam İnşası

David McNally’ın gerek Türkiye gerekse Meksika, Amerika, İngiltere ve diğer ülkeleri incelerken merkeze aldığı kapitalist üretim ilişkileri, direniş hareketlerinin maddiliğini ortaya koyarken önem kazanıyor. McNally anti-kapitalist bir mücadele ve alternatif arayışı önerirken yaşam alanlarının “metalaşma” süreçlerinin “dışına çıkarılmasının” gerekliliğinden bahsediyor. “Brezilya’da topraksızlar topraklara el koyduğunda, Latin Amerika’da yoksullar daha iyi otobüs hizmeti istediğinde, Hindistan’da Yerli halklar dev barajlarının yapımını durdurmak için yolları bloke ettiğinde, Bolivya’da işçiler suyun özelleştirilmesini önlemek için protestolar düzenlediğinde, Arjantin’de işsizler iş yaratılması için kamu harcamaları yapılmasını talep edip yolları bloke ettiğinde” kitleler, Marx’ın “Kapital”de işaret ettiği bir noktaya dikkat çekmiş oluyorlardı: İhtiyaçların yeniden düzenlenmesi. Ancak McNally ihtiyaçlar kategorisini biraz da güncel bir bağlama çekerek özel şirketlerin değil, insanların yararına olacak biçimde, yaşam alanlarının metalaştırılması sürecinin önüne geçecek politik hat çiziyor.

“Metalaşma dışında” başka bir dünyanın inşasına giden bu politik hat içerisinde “mülkiyet ve kontrol ilişkilerinde bir devrim” ve “radikal biçimde sınıf ilişkilerinin tersine döndürülmesi” zaruri bir hal alıyor. McNally’e göre “tersine döndürme”nin yegâne yöntemleri üç tane: “üreticilerin üretim araçlarından ayrılmasının önüne geçilmesi”, “iş sürecinde işçi kontrolünün kurulması” ve “üretim araçlarının ortak mülkiyeti”. Marx “Kapital”in ilk cildinde “ortak mülkiyetteki üretim araçlarıyla çalışan özgür insanların birliğinin olması ve birçok farklı işgücü biçiminin tam bilinçle tek bir sosyal işgücünün içinde harcanmasıdır” demişti. McNally buradan hareketle kapitalizme karşı ciddi bir direnişin örgütleneceği “özgür birlikteliğin” önünü açacak işçilerin “öz-yönetimini” yani üretim süreçleri üzerinde kontrollerini, (üretim araçlarının) mülkiyetinin ortaklaştırılmasını ve üretimin toplumsal eşgüdümünün sağlanmasının önemi üzerinde duruyor. Sadece üretime değil bölüşüme de değinen McNally, yiyecek, ev, elektrik, su, sağlık hizmeti, eğitim, boş zaman, kültürel faktörler (kitap, müzik, tiyatro gibi), çocuk bakımı, kamu taşımacılığı gibi yaşam alanlarını ilgilendiren her türlü konuda kaynakların ihtiyaçlara göre “demokratik” yönetilmesi gerektiğini söylüyor ve metalaşmanın dışında bir hat örülmesini kolaylaştıracak yöntemler olarak bunları sunuyor. Bunun dışında emperyalizme ve savaşlara karşı direniş; cinsiyetçi, cinsel ve ırksal baskılara karşı direnmek; öz-kurtuluş ve demokratik kitle hareketlerinin yükselmesi anti-kapitalist politik hattın tamamlayıcıları arasında.

David McNally, Başka Bir Dünya Mümkün, Çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, İstanbul, 2013

Popülist Akıl: Fırsatlar ve Tuzaklar (Onur KARTAL)

Bu yazı rahatlıkla “Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor” cümlesiyle başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikatinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler. Rotaları farklıydı ancak vardıkları yer aynı oldu: pratiği bir kavramsal çerçeveye oturtmak, çerçevenin içinde kalanları yüceltmek, dışına taşanları görmezden gelmek. Biz burada işin kolay kısmını da es geçmeyeceğiz. Laclau’nun popülizmi esas alan, evrenselliğin ufkunu bir boş gösteren olarak demokrasiyi tikel taleplerin arasında kurulan bir eşdeğerlikler zincirinde arayan kavrayışının Gezi deneyimini anlamada işimizi ne ölçüde kolaylaştırdığına bakacağız. Fakat bu kavrayışın tehlikesine de işaret ederek işimizin aslında hiç de kolay olmadığını göstermeye çalışacağız.

Laclau ilk elden demokrasinin olanağını, bir halkın inşasına bağlar. Halk ise kimliğini değişen eşdeğerlikler zincirleri vasıtasıyla bulur: “demokrasi yalnızca, ortaya çıkışı eşdeğer talepler arasındaki yatay eklemlenmeye bağlı olan demokratik bir öznenin var oluşu üzerine oturtulabilir. Boş bir gösteren tarafından eklemlenen eşdeğer talepler topluluğu, bir ‘halk’ı inşa eden şeydir. O halde demokrasinin olanaklılığının kendisi, demokratik bir ‘halk’ın kurulmasına bağlıdır”. Laclau’nun eşdeğerlikler zinciriyle kast ettiği şey, verili bir baskı rejimine karşı baş gösteren taleplerin tikel farklarını muhafaza etmeleri; ancak yine bu rejimin karşısında konumlanmalarıyla ortak bir muhalefet platformunun unsurları olarak birbirlerine eşdeğer olmalarıdır. Kendilerinde yalıtılmış heterojenlik arz eden talepler, karşı oldukları iktidar aygıtıyla ilişkilerinde söz konusu eşdeğerlilikler zinciri üzerinden evrensel bir ufka açılırlar. Ezcümle: tikelden evrensele giden yol ancak tikeller arası bir zincirin kurulmasıyla aralanabilir.

Laclau’nun vermiş olduğu bir örnek bu karmaşık tablonun anlaşılmasını sağlamaya yetecektir: “Gelişmekte olan bir sanayi kentinin eteklerindeki gecekondularda ikamet eden geniş bir tarım göçmeni kitlesi düşünün. Konut sorunları ortaya çıkar ve bunlardan etkilenen bir grup insan yerel otoritelerden bir çözüm ister (...) İstek yerine getirilirse bu meselenin sonu olur; yerine getirilmezse insanlar, komşularının aynı biçimde yerine getirilmemiş su, sağlık, okul vb. başka sorunları olduğunu fark etmeye başlayabilirler. Durum bir süre değişmeden kalırsa, doyurulmamış taleplerin birikimi ve onları farklılık biçiminde (her biri diğerlerinden soyutlanmış olarak) özümseme konusunda kurumsal sistemin artan bir yetersizliği söz konusu olur ve talepler arasında bir eşdeğerlilik ilişkisi kurulur” (92). İşte bir boş gösteren olarak demokrasi, yani yapısal olarak anlamlandırma sistemi içinde temsil edilemez bir yer olarak demokrasinin boşluğu, tikel talepler arasında kurulan eşdeğerlikler zinciri vasıtasıyla yeniden anlamlandırılır ve böylece demokrasi, tikelden evrensele popülist bir mücadele alanının önceden belirlenemez zemini haline gelir.

Buraya kadar anlatılanların Haziran Direnişiyle büyük oranda örtüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Somut görünümünü AKP İktidarı ve bilhassa Başbakan Erdoğan’da bulan baskı rejimine karşı farklı mağduriyet alanlarından doğmuş ve doyurulmamış tikel talepler manzumesi, Gezi Parkı özelinde birbirlerine eşdeğer düzeyde bağlanarak popülist bir ayaklanmayla taçlandı; direniş, Antakya, Ankara, İzmir başta olmak üzere diğer kentlerle ve hatta diğer ülkelerle -Brezilya ve daha geç de olsa İtalya- buluşarak söz konusu eşdeğerlikler zincirinin evrensellik ufkunu en uç sınırlarına kadar genişletti. Bir boş gösteren olarak Gezi Parkı, tikel taleplerin eş değerlikler zinciri üzerinde yükselen evrensel demokratik bir halk hareketine dönüştü. Peki ama bu hareketi doğuran zincirin bir halkasını diğerine bağlayan unsur neydi? Şüphesiz bu soruya birçok yanıtın verildi, veriliyor. Kimileri ufuk açıcı, birçoğu değil. Ancak biz Laclau’nun yanıtını merak ediyoruz. Aldığımız yanıtın çok tatmin edici olmadığını, hatta bu yanıtla şimdiye kadar yolunda giden işlerin birden sarpa sarmaya başladığını göreceğiz. Zira Laclau, soruyu daha çok negatif bir belirlemeden yani eşdeğerlikler zincirini neyin kurduğundan değil neyin kurmadığından doğru yol alıyor. “Pratik koşullar içinde (…) üretim ilişkileri içinde yer alan mücadelelerin global bir anti-kapitalist mücadelenin ayrıcalıklı noktaları olmaları için bir neden yoktur (…) bütün tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu mücadeledeki hegemonik aktörlerin kimler olacağını önceden belirlemek olanaksızdır. Bunların işçiler olacağı, hiçbir biçimde açık değildir”.

Burada niyetimiz Laclau’nun sınıf kategorisini aşındırma çabalarını teşhir etmek değil. Defalarca yapılan bir şeyi tekrarlamanın manası yok. Ayrıca burada sadece satır başlarını sunabildiğimiz Laclaucu popülizm tahayyülünün yalnızca kültürel alana değil aynı zamanda ekonomik alana temas eden mücadelelerin çözümlemesi için muazzam bir malzeme sunduğunu ve maalesef coğrafyamızda bu malzemenin hakkının verilmediğini düşünüyoruz. Ancak sırf bu yüzden de eşdeğerlikler zincirini eklemleyen unsurun belirsizliğinin beraberinde getirdiği tehlikeyi görmezden gelemeyiz. Evet, Laclau’nun terminolojisine sadık kaldığımızda Haziran Direnişini popülist demokratik bir halk ayaklanması olarak alkışlayabiliriz. Ancak eklemleyici unsurun ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorusuyla layıkıyla yüzleşmezsek bu sadakat, karşı-devrimci hareketleri, demokrat hamleler olarak alkışlamamıza yol açacaktır: “Bir ‘halk’ inşa etmekte Kemalist deneyimin başarısızlığı, politik sistemde ne zaman bir açık görülse ortaya çıkıyordu. Cumhurbaşkanı İnönü 1950’de demokratik seçimleri yapma kararı aldığında, muhalefetteki Demokrat Parti, Parlamento’da, resmi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin 69 sandalyesine karşılık 408 sandalye kazandı. Eşdeğerlikler çılgınca yayıldı, fakat Atatürk’ün altı okuyla pek az ilişkili yönlere doğru: Önce Adnan Menderes’in yeni popülizmi; sonra İslam’ın rönesansı. Sonuç ıstıraplı bir süreçti; bu süreç içinde demokratik açılım dönemleri, ardı ardına gelen askeri müdahalelerle kesintiye uğradı”. Bu satırların yazarı Melih Altınok ya da Nagehan Alçı değil Ernesto Laclau. Bir kavramsal hazneyi, pratiğin üzerine boca ederken işimizin neden hiç kolay olmadığı sanıyorum anlaşılmıştır. Pratiği yorumlamada başvurduğumuz kavramsal şemaların beraberinde getirdiği fırsatlara başvururken tuzaklara karşı uyanık olmamız gerektiğinde ısrar etmemiz bundandır…

Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine¸çev. Nur Betül Çelik, Epos yayınları, Ankara: 2007.

2000'ler Şiiri İçin Harita (Utku ÖZMAKAS)

Milenyumun ilk on yıllık dönemi şiir için bir “mücadele” dönemiydi.* Farklı şiirsel anlayışların, yani nesneye adıyla seslenirsek deneysel, görsel, epik ve lirik şiir anlayışları arasındaki çatışmanın özellikle dergilerde su yüzüne çıktığı bu dönem aslen –her tasnifteki kabalaştırma riskini göze alarak– iki temel yaklaşımın mücadelesiydi: İmgecilik ve imge karşıtlığı. Şiiri gelenekten devraldığı haliyle bir “imge” üzerine inşa edenlerle şiiri “imge”den kurtarmak isteyenler arasındaki polemik aslında kısmen Platonik bir diyaloga benziyordu: Ne denirse densin muhatabın sadece muarız pozisyonunda kaldığı bir diyalog. İmgeci yaklaşıma ilişkin olarak “gelenekten devraldığı” dedim; o halde burada öncelikle şiirde geleneğe dair bir tartışma yapmak gerekiyor.

Sıfırlamamak: Bir Geleneğin İcadı

Bu polemiğin biçimsel açıdan Platonik bir diyaloga benzemesinin asli nedeni, deneyselci hattın geleneğe yönelik eleştirilerinin –Ulus Baker’den ilhamla söylersek– bir “sıfırlama projesi” olarak anlaşılmasıydı. Yani, imgeci şiir deneysellik çatısı altında toplanabilecek bütün bu çabaları geleneği reddetmek olarak görüyor; böylelikle kendi şiirsel köklerine yönelik bu saldırının asıl hedefinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Oysaki denklemi tersten kurmak gerekiyordu. İtiraz bayrağı “şimdi ve burada” olan şiire ve onun geleneği okuma tarzına karşı kaldırılmıştı.

Söz konusu olan bir sıfırlama çabası değildi; anılan çizgilerin yekpareleştirilmesi gibi ciddi bir sorunu bir kenara bıraksak dahi burada deneysel, görsel, epik şiirlerin asıl amacının şiire varma bakımından yeni teknikler icat etme, dolayısıyla “yeni bir şiir” icat etme çabası olduğu göz ardı edildi. Şiir artık nesnesini kendisi kuracaktı; böylelikle şimdiye kadar şiirin sularından geçmemiş navlun raporları, bir haber başlığının permütasyonu, popüler bir figürü odağa alan mp3’ler, şiir olabileceği bir an olsun akla gelmemiş görsel çalışmalar bir anda şiir haline geldi. Yapılan, esasen şiirin serhaddini tartışmaya açmaktı. Burada şaşırtıcı olansa lirik-imgeci şiirin bu türden çabalara verdiği tepkinin “bunlar elli sene önce denendi” şeklinde olmasıydı. Lirik şiir dün sabah bulunmadığına göre “yeni” olanı “eski”ye tahvil etme çabasının kendini konumlandırdığı gelenek anlayışının bir tür “kutsal”a işaret ettiği açığa çıktı.

Burada biraz durup bu sahte eleştirinin altını oymak, geldiği yere geri göndererek sonsuz bir unutuluşa terk etmek gerekiyor: Bu türden bir eleştiri, kendisini bir sıfır noktasıymış gibi serdederek temele alıyormuş gibi yaptığı “tarihsel bilinç”ten azade olmakla kalmaz, aynı zamanda bütün etno-kültürel farkları göz ardı eder. Şiirin temaları gibi, şiirsel teknikler de hayli kısıtlıdır ve bunların reddedilmesi gibi oluşumu da belirli tarihsel uğraklardan geçerek gerçekleştirilebilir. Oysaki böyle bir özgünlük tartışması, şiiri tarihsel olarak kendi çağı içerisindeki konumunda anlamak yerine, şiiri teknikler kataloğu üzerinden geçmişe havale eder. Bu yaklaşım şiiri anlamak değil, aksine şiirin biricikliğini tartışmasını harici kılan bir model-taklit açıklamasının gücünden faydalanmak ister.

Kaldığımız yerden devam edelim: Hilmi Yavuz ve şürekâsının sandığı üzere gelenek bir tür süper-ego ya da kutsal değil, icat edilen bir şeydir. Bu durumda 2000’ler şiirinin başlıca edimlerinden birinin, yenilik iddiasıyla gelen her söz gibi, kendi geleneğini kurmak olduğunu söyleyebiliriz. Geriye dönüp on yıla bakıldığında, 2000’li yılların başında “Kabul edilemez”, “Bunlar da şiir mi?” nidasıyla karşılanan deneysel, görsel ve epik şiirlerin şiir tarihinde yerini aldığı ve kendi kanalını açtığı kolaylıkla görülebilir.

Teknoloji Şiirin Nesi Olur?

Geleneğe ilişkin bu temel tartışmayı bir yana koyarsak, 2000’li yıllarda dikkati çeken birkaç husustan söz etmek gerekir: Bunlardan ilki, kadın şairlerin sayısındaki artış. Bu yıllar boyunca kitabı yayımlanan, dergilerde yazan kadın şairlerin sayısında ciddi bir artış olmakla kalmadı, aynı zamanda “şair kadın”, “kadın şair”, “şaire” gibi adlandırmalara ilişkin feminist tınısı hayli yüksek tartışmalar da yaşandı. Neredeyse her şiir etkinliğinde bir başlık bu meselenin tartışılmasına ayrıldı, soruşturmalar düzenlendi, dosyalar ve kitaplar hazırlandı.

Dikkati çeken bir başka husus da şiir yayımlama yaşının düşmesi oldu. Bunun bir açıdan çağın olanaklarıyla ilgili olduğu açık: Kitaba, dergiye ulaşım kolaylığı aynı zamanda yazarların bunlara erişimini ve yapıtların okurla buluşmasını da kolaylaştırdı. Bir dönem kendi aralarında kolektif kurup sırayla birbirinin kitaplarını basan ya da dergi hazırlayan bir grup arkadaş şairin yerine “word” ve “pdf” formatlarına hâkim bir kuşağın “el yapımı kitap”ları ve fanzinleri geçti. Ayrıca gençlerin daha kolay bir biçimde dergilerde görünmesinin ve kitap çıkarmasının 2000’lerin gövdesini taşıyan tartışmanın yan etkilerinden biri olduğunu da söyleyebiliriz.

Bu örnekler gösteriyor ki, çağın teknolojik gelişmeleri şiiri hem yayıncılık düzeyinde hem de şairler bakımından ziyadesiyle etkiledi. Yukarıda ele aldığımız iki husustaki değişimin nedenlerinden birisi, elbette yaşanan teknolojik gelişmelere bağlanabilir. Elektronik iletişimin hızı ve getirdiği tarz, ister istemez editör ile şair arasındaki ilişkilere yeni bir sayfa açmakla kalmadı; aynı zamanda şairle dergi-kitap, kısacası basılı ürün arasındaki ilişkiyi de dönüştürdü.

Eleştirel Çaba

2000’li yıllar şiiriyle ilgili değineceğimiz son nokta ise bu süreci anlamayı sağlayacak düşünme çabaları üzerine. Ne yazık ki bu yılların şiirine ilişkin eleştirel çaba hayli kısıtlı kaldı. Şiire ilişkin tartışmalar büyük oranda yıllıklar ekseninde gerçekleşti. Bu da yıllıkların çeşitlenip büyük oranda ideolojik bir görünüm almasına sebep oldu. Öte yandan yıllık formatının tartışmayı kısıtlayan yapısı, işi bir soruşturmalar cennetine dönen dergilerin lehine çevirdi. Bütün bu verimsiz yıllık tartışmalarından kazançlı çıkan yine şiirin asıl yatağı olan dergiler oldu ama bu cephede de internetin fendinin kâğıdı ne zaman yeneceği merak konusu.

Dergilerdeki tek tük yazılar bir yana bırakılırsa bu döneme ilişkin kapsamlı çalışmalar ancak sayısı bir elin parmağını geçmeyen eleştirmenler tarafından yürütülebildi. Bu isimlerin olayın sıcağı karşısında eleştirinin soğuk elini devreye sokarak nesnelerini kavrama becerilerini ise zaman gösterecek.

* On yıllık bir dönem için bu kadar dar bir alanda konuşmak ister istemez pek çok açıdan biçimsel tespitlerle yetinmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla bu yazı, kendisini daha baştan “sadece bir çerçeve çizme” niyetiyle sınırlayarak ilerleyecek.

Güncel Bir Olasılık Olarak: Şiir (Ogün KAYMAK)

“İki aşamalı tek varlıktır” diyor Agamben, insan için. Marx bu noktada: “İnsana kendi dışındaki dünyaya inanmayı ilk öğreten şeydir aşk” diyor. Fizyolojik ya da genetik insan değil bahis. Sosyal antropoloji okumalarının yardımıyla; insani değerler üreten, buna sahip çıkan, çevresindekilerin tinsel gelişimine özen gösteren varlık bu önermedeki muhatap. Marx’ın aşk dediğine, şiir dedim varsayın.

Dayatılana razı olmak faşizmdir! Eğilleşmeye, dürtülmeye, güdülmeye zemin ve zaman mekânları oluşturmak faşizmdir. Edilgensiz buyurganlar olamaz. Boyun eğen kitleler olmadan diktatörler, çocuklar ve gençler olmadan da ebeveynler olamayacak. Sözü İlhan Selçuk’la bağlarsak şiire: “Şiir bir süreden beri toplumdan dışlandı; ama dünyanın ve insanlığın kurtuluşu için hepimiz şair duyarlılığına erişmek zorundayız” der bir yazısında. Dünyanın kurtulması ütopyasını geçiyorum, kurtulma umudunun yitmemesi, Pandora’nın kutusu için.

“İletişimin uğultusunun çok arttığı, her şeyin kapitalist çarklar içinde öğütüldüğü bir dünyada” lirik şiir “– enayi durumuna düşmeden ve yalan söylemeden – hala mümkün ve gerekli midir? Ve yeterli midir?” diyor, Orhan Koçak da. Bunların yanıtını ancak şiir verebilir. Ama nasıl bir şiir? Mesele şiirin neyliğinde. Dağlarca fısıldıyor: “Kişi hem bir saat gibi içinde bulunduğu süreç’i yazmalıdır, hem de bir pusula gibi varılması gereken yönü göstermelidir.” Gülten Akın ise: “Dünyaya bakmadan, sadece kendi kafası içinde olanlarla şiir yazmak benim pek aklımın alacağı bir şey değil. Oysa içinde biçem olan, yani hem biçimin hem özün bir arada, dengeli olabildikleri şiirlere gereksinimimiz var…”

Orhan Veli sorar: “İnsan toplum içinde yaşamasaydı yalnızlık duygusu diye bir duygunun var olduğunu bilebilir miydi?”. Bir arada olmaya tahammül edemeyeceğimiz bireyler hiç mi olmadı? J.P. Sartre’ın dediği gibi “Bize cehennem olan başkaları”. Şiirin şairi için de okuru için de bir ‘içe dönüş’ anahtarı olduğu varsayılırsa: İnsanın kuytusunu dolduran onlarca şey var yaşamda ve bunlar ilk bakıda şiirle ilintisiz dursalar da şiirin ta kendisi ya da astarı olabilirler. Şiir, nefes alma alanı açabilecektir size.

Genet, şiir-şair-yazı-yazarın sorumluluğu-şairin şiiri- şiirin şairi sorunsallarında bir dip örnek olabilir. Genet, kötülüğün tarihidir; anarşizm ve derin muhalefet konularında bir başyapıttır mutlaka. “Her estetikte bir ahlak vardır” saptamasını boşuna yapmamıştır Genet. Aktörel ve ideolojik olarak doyurucu olmayan estetik üç bacağı kırık masa kadar sağlamdır ancak. Bu estetikten yoksun şiirler, ancak analojik olarak kurgulanabilirler. Analojik şiirden sakınmak Eluard’ın önerdiği “durum şiiri” olabilir ancak.

Nedir durum şiiri? Eluard, modern şiiri biçimlendirmeyi deneyen konuşmasında; şiirin derin zekâ, sezgi, duyarlılık, libido ve gerçeğe dayalı bir yaratım olduğunu söyler. İmgelem gücünün özgür yaratısı olarak da tanımlayabileceğimiz modern şiir, böylece zekâ, sezgi, gerçek ve üst-gerçeği yüklenir. Bu şiir; zaman, uzam, nesne, doğayla insanın ilişkisini yeniden üretme girişimidir. Bu şiir her durumdan üretilebilinir mi? Evet, yeter ki şiir çalışanı birey bu ‘’herhangi’’ durum karşısında şair duruşunu korusun. O hal şairi yaralıyorsa, tin ve usunu kuşatıyorsa şiire zorlayacak, imgelem gücünü hareketlendirecektir. Esin kuramını bu çerçeveye taşımak akıllıcadır. Durum şiiri lirik şiirle çatışır savına katılmıyorum. Lirik şiirin içsel prensibi, durum şiirinin dışsal öğesine ayrım sunmaz. Başkalarının duyumsamaları da gözlem gücüyle liriğine katılabilecek, kolayca ötekileşebilecektir şair şiirinde çünkü.

İnsan dilinin tutsağıdır. Dili kadar düşünür, dili kadar yazar ve yaratır. Octavio Paz “Şiirsel yaratı öncelikle dile karşı bir öfkedir. İlk iş sözcüklerin kökünü sökmektir” derken, bu bozgunu vurgular.

Mutlaka güzellik ideolojik bir kavramdır. Gramsci’nin “biçim içeriktir” saptaması önemsenmeli. Ahmet Oktay’ın bir şiir ya da sanat eserinin kalıcılığı konusunda sarf ettiği; “o eserin güzel olması değil yapısıdır bunu belirleyen” söyleminin de algılanması gerekli.

Biçimindeki uyum ve ölçüsüyle hayranlık uyandıran bir yapıt, güzel bulunabiliyor kolayca. Bu yapılırken güzelliğin görme ve işitme duyularıyla algılanan bir nesneye indirgenmesinde bir sakınca görülmüyor. Böylece güzel kavramı estetik bir kategori olarak işlevsiz bırakılıyor. Bu değer yargılarının toplumsal oluşumu ve bireysel açılımının boşlukta kalmasına yol açıyor, şiirin gereksinim olduğu savı bu noktada örseleniyor.

Çağdaş şiir dilin kendiliğinden işlevsel yapısını yıkar, ancak sözlüksel temellerini bırakır geride. Sözcük içi boşalmış bağıntılar çizgisi üzerinde patlar. Bachelard ise “Şairlerin bize sunduğu hayaller karşısında – tek başımıza asla tahayyül edemeyeceğimiz hayaller karşısında – hayranlığın yol açtığı toyluk olağandır” der. Ancak şiir okuru, böyle bir hayranlığı edilgence yaşamakla yaratıcı hayal gücüne yeterince derinlemesine katılamaz. Hayal fenomenolojisi yaratıcı hayal gücüne katılımı etkinleştirmemizi bekler. Ampirik bir betimleme nesneye köle olmayı getirecek, özneyi edilgenlik içinde tutmak için bir yasa oluşturacaktır. Şairin ruhu, her tür hakiki şiirin bilince yönelik açılımını, poetik hayal gücünün yönelmişliğiyle bulur.

Eagleton “Bir şiir, sözel açıdan yaratıcı, satırların nerede biteceğine yayıncı veya kelime işlemcinin değil yazarın karar verdiği, kurmaca bir ahlaki ifadedir” der. Şiir öncelikle uyak, ölçü, ritm, imgelem, söyleyiş veya sembolizm ve benzeri şeylerin hiçbirine başvurmaz. Bunları kullanmayan şiirler olduğu gibi, kullanan düzyazılar vardır. Eagleton “ahlaki ifadenin” açılımını şöyle yapar: “Şiir insani değerler, anlamlar ve amaçlarla ilgilenir.” Malzemeleri ne kadar özel olursa olsun bir şiir yazma ediminin kendisi, kendisine verilecek tepkinin kısmi toplumsallığından ötürü ahlakidir de denebilir.

Çağdaş şiir, asla tek bir anlamı olmayacak bir biçimdir. Makul biçimde bu anlama sahip olduğu yorumunda bulunabileceğimiz her anlama gelebilir. Bu bağlamda şairine "Bu şiirde ne anlatmak istedin?" diye sormak yersizdir.

İletişim ve diyalog modern zamanlarda yeni ve özgül bir ağırlık ile acillik kazanmıştır. Zira modern zamanlarda öznellik ve içedönüklük, hem daha zengin hem de daha kapana kısılmış bir gelişme gösterir. İletişim hem umarsızca bir gereksinim, hem de hazzın kaynağı haline geliyor.

Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürdürmek demektir. Çağdaşlık, ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesinde yaşamak ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demektir. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle “ katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği”bir evrenin parçası olmaktır.

Her yeniden okumada yeni bir anlamlaşmayı barındıran ve bu yetisiyle asla metalaşamayan şiir, yeniçağ duvarlarını aşındıracak ince bir sezgiyi de sırtlayabilecek gibi. Süregelmiş iktidarların, güç odaklarının tek ezber bozucusu; imgelemlerin sırtladığı, sarsıcı bilinç olsa gerek şiirin özü. Bilinçaltı ve bilincin eşsiz, biricik harmonisi.

Şiir yazmanın da, şiir okumanın da artan sorumluluğu bir kere daha kendini göstermiştir ki; şairlik edimi, oturaklı okumalarla donanmış birikimi, inanç ve direnç sistemini gereksinir. Bunları sağlamadan sahaya çıkıyorsak, tutkuyla sarıldığımız zaman birimini boşa döndüreceğiz.

Bir Varlık Yoklaması (Asuman SUSAM)

Günümüz şiirinin ‘durum’u… Neyiz, ne haldeyiz? Son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan bu varlık yoklaması düşündürdüğü kadar telaşlandırmalı mı ki bizi? Zaman zaman şair için fırlatılan bu işaret fişeği neye dair bir uyarı ve uyanış dürtüklemesi? Şiir kendi mecrasında akarken şair hangi dalgınlıkla sisler ormanında yürüyor?

Açık ki bize tartışmayı ve derin düşünmeyi hatırlatan bu türden çağrılar yolunda gitmeyen bir şeylerin betimlenmesini ister bizden. Bunlar yapılır ve her şey orda kalır. Şiir akmaya, şair dalgın yürüyüşüne devam eder. Beni çok sıkan bu durum hepimizi sıkıyor olmalı. Bunu isterim. Canımız çok sıkılsın. Yaratıcılık buradan doğar.

Durum tespiti istiyorsak işte size tespit: herkes yazıyor, şair sayısı da yazılan şiir, çıkan dergi sayısı da fena değil. Ama şiirin kuvvetle varlık bulduğu yer sosyal medya; öyle kitaplar, dergiler falan değil. Şiirler orada kesilip biçilip fragmanlaştırılıp hatta anonimleştirilip dökülüp saçılıyor, coşup taşıyor. Aşk acısı çekene, yalnızlıktan şikâyetlenene, çiçek böcek severe, sosyal sorumluluk ve duyarlıklarını ekranları kadar bir dünya içinden ifa edene şiir çok. Okur şiirle şairden çok hemhal vaziyette. Analitik bir çalışma yapılsa, yüzdeler, grafikler havada uçuşsa yakın zamanda kaybettiklerimizin badem gözlerinden de öpmek isteriz içimiz acıya acıya. Sonra şair egosu meşhurdur ya narsist, megaloman… çeşit çeşit. Et yiyen bitkiler gibi küme küme birbirini yiyenler gözlemlenmekte. Hele gençler hele onlar… kimseyi beğenmemekte. Eski köye yeni adet çıkarıcıları da kimse sevmemekte. Hegemonik erkek dil, canı isterse ötekilere gönül indirmekte, aa bakın onlar da var, kadın şairler, şair kadınlar, şaireler demekte; feminist, queer kuram o da neymiş… kuramsal incelemeleri umursamayan büyük şiirimiz bu türden çalışmalara pek yüz vermemekte. Eleştiri mi, bildiğin çöl. O nedenle vahadaki kaktüsleri de gül sanıyoruz, sayıyoruz. …

İşin ironisini burada keselim. Neye şiir yazılır diye sorsak yanıtı her şey’edir. Ama asıl mesele niye şiir yazılır sorusuna verilen yanıttadır. Bu soruya aranan yanıtlar şiirin de şairin de bir özne olarak varlık özelliklerine gelir dayanır. Şiir dünyayı dert edinme işidir. Osman Konuk Sıfır İroni’de ‘şiirsel akıl’, ‘şiirsel zeka’ kavramlarından söz açıyor. Şair başka türlü bir akıl, hissediş, duyarlılıkla evrene, şeylere, kendisine, ötekine bakan kişidir. Dolayısıyla da çoğunluğun aklına uymaz, itirazcıdır, radikaldir, avangarttır, oyunbozandır… Bir inşanın, kurgunun içinde bize verilen normlar, kalıp değerlerle, düzen koruyucu kurallarla çevrili hayata karşı yıkıcı bir öznedir şair. Yaşam enerjisi ve yaratıcı neşesiyle yıkar. Şenbilimdir onunki. Sezgisel arayışları bulmaya odaklı değildir. Deneylere, deneyimlere, başkalıklara açıktır. O nedenle şiir insanın yüzüne işaret parmağını sallanmaz. Tarkovsky’nin iz sürücüsüdür şair. Genellemeler, aşındırılmak içindir ama kimileri geçerli özlerini korur. Tıpkı bu cümle gibi: Derdi olmayanın şiiri olmaz. Bu dert, insanın kendini tamamlama yürüyüşünde karşısına çıkan tüm tahakküm ilişkilerinin doğurduğu trajedilerde özgürlüklerden yana olmak derdidir. Şair ahlakçı değildir, toplumsal öncü falan da. Ama özgürlük arayışında etik sorumluluğu olandır. Bu tanımlamalarda hemfikirsek -tanımlar hem aşınmaya açıktır hem de aşındırmaya, bunun bilgisiyle devam edelim- karşılaştığımız şiirlere bakalım o zaman… Bir tutarlılık görüyorsak, mesele yok. Ama belli ki bir tutarsızlık hakim burada. Bunun nedenleri ile ilgili de bir sürü şey sayabiliriz çoğumuzun bildiği. Bu sayıp etmeler durumu değiştirmeyip besliyor artık sanki. Bir kanıksama, bir duyarsızlık, uyuşma hali…

O yüzden rahat bırakmalı şiiri. Bütün uygarlıklar büyük bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Hiçbirimiz bundan muaf değiliz. Mesele yerimiz neresi. Dilimiz hangisi? Biz değişmeden şiirin değişmesini bekleyemeyiz. Daha iyisini de…

Hepimiz biliriz şiir bizde genç işi bir okuma uğraşıdır. Yaş kemale erdikçe eldeki şiir kitapları yerini romana, denemeye falan bırakır. Bireyin düzene teslim oluşuyla şiire olan sevdası da biter. Dedik ya şiirin kurulu düzen nimetlerine eyvallahı yoktur. Müzmin bir itirazcı, inatçı bir su arayıcısıdır şair. Bunun için en gencimiz Gülten Akın. Bu sayede “bana sorarsan” şiirden umudu kesmemek için hâlâ nedenimiz var bizim.

Anlamak (Onur AKYIL)

Aslında ‘günümüzde şiirin durumu’ dendiğinde algıladığımız / algılamaya çalıştığımız şeyin üç parçalı bir dizge olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü her şeyin parçalanması üzerinden yürüyen bir zaman diliminde, belki de şiir ve durum sözcüklerinden önce günümüz sözcüğünün gerçekten bir belirleme / imleme yaratıp yaratamayacağını düşünmek lazım. Çünkü günümüz denen şey, daha önce birçok yerde yazdığım üzere, çok önceleri olduğu gibi hepimizin aynı sonuca varacağı, yaşadığımız günler vesaire gibi geniş anlamlı geçerliliklerini yitirmiş durumda. Hal böyle olunca şiir ve durum sözcükleri de kendilerine birçok farklı perspektif kazanıp, hepimizin aynı şeyi anladığı ortak birer sözcük / kavram olmaktan çıkıyorlar. Bu üzerinde uzunca düşünülmesi gereken bir konu; çünkü şiir üzerine konuşan herkes bu uzak ara çarpışmayı genel itibari ile gözden kaçırıyor. Üstelik bizim ülkemizin ‘inceleme’ anlayışında da, bilinen o ki işler alışkanlıklar üzerinden yürüyor. Şiir adına her alışkanlık, ister istemez bir kısırlığı da taşıyor beraberinde. Şiirin toplu fotoğrafını çekiyorlar boyuna, kimse çıkmıyor…

Ülkemizde şiir okumak demek hala hiç kuşku yok ki dergi takip etmek demek; şiir kitaplarının hali malum. ‘Yalnızca kendi şiirini okuyanlar’ bir belirleme olarak geçerliliğini koruyor elbette. Fakat ne ilginç ki, yalnızca kendi şiirini okuyanlar, neyin, kimin şiirini yazıyorlar; bunun ayrımında, farkında, bilgisinde olmaları imkansız. Saf tutma hürriyetinden yoksunmuş gibi davranıyor günümüz şairi. Anlamı, anlamları kurmak yerine, çarpıtmak kolayına geliyor herkesin; çünkü bu emeğin değil sadece zekanın göstergesi. Zeki şairimiz çok, kuşku yok ama emek veren şairimiz ne kadar var, orası tartışmalı. Özellikle ‘genç şair’ adı altında gruplanmaya, dizginlenmeye, ehlileştirilmeye çalışan şairlerimiz her şeyden çok zekalarıyla yürüyorlar. Çok güzel, harika! Ama sadece yazdıklarında kalsa bu durum daha kabul edilebilir olacak her şey; fakat zekanın şeytanla olan işbirliği; öne çıkma, adını duyurma, mühim olma gibi şiirle uzaktan yakından hiçbir alakası olmayan bir takım gündelikleri de işin içine sokuveriyor. Bu gün şiirimizi bitiren, kısırlaştıran, aynılaştıran temel şey de bu. Bence şair insanın insan olma kavgasında bir adım öne atmalı kendini; gerisi şair için bir şey ifade etmemeli.

Ve evet bilenler bildikleri gibi yürüyorlar; öyle yazıyor, öyle eleştiriyorlar. Eskimiş oldukları, kendilerini yenileyemedikleri sosyolojinin, psikolojinin, felsefenin ve hatta bizzat sanatın yeni ürettiği / yeniden ürettiği şeyler bütününden haberdar olmadıkları görülüyor attıkları her adımda. Kendilerini şiir adına var kılan dönemin değerleri üzerinden konuşmaya, yazmaya devam ediyorlar. Bunu hala işe yarar bir şey olarak görüyorlar; fakat her şey o kadar hızla değişiyor ki, hızın kendisi dahi yetişmiyor olup bitene. Hızı geçiyor değişim / başkalaşım. Bu yüzden bunca şey yazıp çizmelerine rağmen, aslında kendi köşelerindeler. Dinleniyorlar, farkında değiller.

Yayın dünyasının artık kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, ihtişamlı fuar stantları ve spotları eşliğinde ticarileşmesi bir yana; yayınevlerinin tıpkı şiirde olduğu gibi karşı çıktığı şeyi üretmeye ya da bölüşmeye yönelik çıkmazı da, işleri karıştıran başka bir ayrıntı. Yorucu ama görünen o ki değişen temel bir şey var ve o değişen temel şeyin değişmesi gerçekten pek kolay olmayacak: Artık herkes haklı. Üstelik, yalnızca ‘haklı’. ‘Hayat üzerine olan hayat içre olanla barışmayacak.’ gibi süren bu sıkıcı yolculuk, kendinden yola çıkarak her şeyin altını oymaya devam edecek; ve uzak bir zaman diliminde değil, pek yakında kimse kalmayacak. Tam tabiriyle, bir zincirleme kaza, hep yeniden doğan / gerçekleşen. Dolayısıyla ‘günümüzün’ ve ‘durum’un dışında.

Dil de bu işin bir parçası olarak bütün bu karmaşanın ağırlığından etkileniyor elbette. Ticari şiir diye bir şey oluşuyor gün geçtikçe; bunu görmemek imkansız. Dili de öyle oluşuyor, öyle kuruluyor. Gerçeğin biçimlenemeyen bir kırılması söz konusu burada ve işin en tehlikeli yanı da burası. Gerçeğin bu biçimlenemeyen kırılması; yani aranarak, çalışılarak, bu satar denerek yazılmış işlerdeki soyutluk, şair olanla olmayanı rahatlıkla yan yana getirebilen bir şeye dönüşüyor. Daha derli toplu söylersek; bir fabrikasyona doğru gidiyor şiir.

Dil biriktirdiği her şeyle birlikte kayboluyor böyle olunca; okunan ve yazılan bir şey var, fakat yalnızca bir görüntü, içini dolduran hiçbir şey yok. Bu yazıları; böyle yazıları alıntılarla süsleyip yeniden servis etmek ve şiirimiz geriliyor demekten başka da pek bir şey düşmüyor / düşemiyor kimseye. Çünkü bir etkileşim var / olmalı; şiirin iyiliği hakkında söylenecek şeyler azaldıkça, kötülüğü üzerine söylenecek şeyler de azalıyor. Birbirlerini çoğaltmasalar bile, birbirlerini sınırlamakta, azaltmakta aynı noktada buluşabiliyor şiirin iyiliği ya da kötülüğü üzerine söylenenler.

Anlaşılıyor, kalıcılık bir algı olarak dahi bitmek üzere. An için üretilen bir şiir var; şiirin hazzına ermek için beklemeye, merak etmeye bile gerek yok. Heyecan öldüğünde, bilgi başka şeylerin ölümünü engelleyemiyor. Genel olarak teorinin çöküşü denen şey de bu aslında; insanların heyecanlarının öldüğü bir çağda, neyi ne kadar iyi anladığınızın, neyi ne kadar iyi çözümlediğinizin bir önemi kalmıyor. Çünkü bilgiye işlerlik kazandıracak olan özenlerin hareketsiz öylece kaldığı görülüyor; özne felç, bilgi boşlukta; bilmek anlamsız.

Sadece şeyler ve şiir için değil; insanın yalnızca var olma durumu dahi bir pratiklik gerektiriyor / bir pratikliğe zorlanıyor artık. Pratik olan / pratikliğe zorlanan her şey kıvrımlarını yitiriyor; yitirilen kıvrımlar mesafeyi azaltsa da, o mesafenin üzerindeki yol alma meselesini oldukça zorlu bir hale getiriyor. Her şey gibi şiirde yalnızca seveni tarafından öldürülen / öldürülebilecek bir şeye dönüşüyor. Bu aslında, daha geniş bir alandan bakıldığından hayatın anlaşılması en zor kuralı ve işlemekte gecikmiyor.

Sonuç olarak insan ölüyor, şeyler ölüyor, şiir ölüyor. Olmanın kalıcı bir anlamı keşfedilmediği sürece, şiirinde şairin de olmakta ısrar etmesinin bir anlamı olmayacak.

Cinsellik, Şiddet ve Hukuk (Seher Kırbaş CANİKOĞLU)

Cinsellik, Şiddet ve Hukuk kitabının yazarı Alev Özkazanç, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi bölümünde ve Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalında öğretim üyesi. Yazar, bu kitabında; 2009 yılından bugüne kadar cinsellik, şiddet ve hukuk konusunda yazmış olduğu makaleleri ve kendisi ile yapılan söyleşileri derlemiş.

Hem akademik hem de politik kaygılarla yazılan kitap, “Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet” başlıklı makaledeki psikanaliz konusunun doğasından kaynaklanan, yazara mal edemeyeceğimiz anlaşılma zorluğunu dışarıda bırakırsak, herkes tarafından anlaşılabilecek, ilgi çekici ve akıcı bir dille yazılmış. Makaleler son yıllarda Türkiye ve dünyada gündemi işgal eden olaylar üzerinden konuları tartışmaya açarak, aslında sorunun ne kadar yaygın ve hayatımızın içinden olduğunu gözler önüne seriyor. İkinci kısmında yer alan söyleşilerin ise, makaleleri destekleyici ve zenginleştirici bir etkisi var. Bu özgün yapı, konuları monotonluktan ve soyutluktan kurtarırken, okunurluğu arttırıyor.

Kitap neredeyse 30 yıllık feminist deneyimin damıtılmasıyla yazılmış cesur, özenli ve devrimci bir kitap. Feminizme yönelik içerden eleştiriler, bazen haklı bazen haksız bir biçimde, cinsiyetçi olmayla ve hatta “davaya ihanetle” itham edilebildiği için cesur; ele alınan konular çoğunlukla yapıldığından farklı bağlamlarda ve tüm yönleri gözetilerek ele alındığı için özenli; bazı noktalarda ilk bakışta feminizmin kolonlarına konulmuş bir dinamit gibi gözükse de, özümseyerek irdelendiğinde “evet, haklı” demekten kendinizi alamayacağınız çok fazla şeyle karşılaşacağınız için de devrimci bir kitap.

Tartışmak, ama nasıl!

Son yıllarda Türkiye’de kadına yönelik şiddet, medyanın bu konuya gösterdiği ilgiye paralel olarak, en fazla konuşulan konulardan. Ancak, tartışmaların belli kalıplar çerçevesinden çıkartılamadığı ve kısır kaldığını kabul etmek gerek. Yazar sadece antifeministlere/feminist olmayanlara yönelik değil, aynı zamanda feministlere yönelik de eleştiriler getirerek, başka bir imkan peşinde olduğunu söylemekte. Bu bakımdan, kitabın başında Judith Butler’dan yaptığı “…Şuna inanıyorum ki, içkin eleştiriden duyulan korkuyu yenmek ve çok asli konular hakkındaki çatışan yorumları evcilleştirmeksizin içeren bir hareketin taşıdığı demokratik değeri korumak çok önemlidir. İkinci dalgaya geç katılan birisi olarak ben feminizme, global bağlamda hiç tartışmasız herkesin üzerinde anlaşmaya vardığı herhangi bir öncülün varolmadığı varsayımıyla yaklaşıyorum…” şeklindeki alıntı, tek taraflı eleştiri bekleyenleri karşılaşacaklarına hazırlıyor.

Kitabın temel derdi, yazarın önsözünde söylediği gibi, hakim bazı feminist politikalara, feminizmin içinden politik bir eleştiri getirmek. Feminizmin eski heyecanını ve devrimciliğini kaybederek, esas derdi olan herkes için eşit ve özgür bir dünya kurma hayalinin yerini mağdur kadınları güçlendirme amacına bıraktığı, tıkanma yaşadığı şeklindeki kaygı kitapta başat bir yer tutuyor.

Kadına yönelik şiddeti, özel olarak da cinsel tacizi politik olarak değerlendirirken, bildiğimizi sandığımız ve doğru olduğunu kabul ettiğimiz her şeyi yeniden düşünmek gerekiyor. Zira, keskin ölçüler/sınırlar koymak, tam da mücadele edilen şeyin yeniden üretimine neden oluyor. Özkazanç, “Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist: Jane Gallop” başlıklı makalesinde; “çoğu zaman iktidar ile öznenin birbirine dışsal olduğunu, iktidar ilişkisinin olduğu yerde ne rıza ne de failliğin olamayacağını varsayıyoruz. Daha sıkılıkla ilişki içerisinde üstün olan tarafa aslında sahip olmadığı bir egemen güç atfederken bağımlı tarafı da tamamen edilgen olarak görüyoruz. Bu kavrayış, ezeli-ebedi bir ezen ezilen ilişkisi içinde belirli cinsiyetçi normların kendilerini sürekli aynı şekilde ürettiğini varsaymamıza neden oluyor” şeklinde ifade ediyor bu durumu. Yeri gelmişken, Jane Gallop’un yazdığı Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist adlı kitabın da, yazar tarafından Türkçe’ye çevirisinin yapılarak yayına hazır hale getirilmiş olduğunu, ek bir bilgi olarak vereyim.

Hukuk, tek başına derde deva mı?

Julian Assange olayı hakkındaki makalede somutlaşan eleştiri ise, şiddete karşı yürütülen hakim feminist mücadelenin politik olmaktan çok hukuki bir eksende ilerlemesine. İsveç hukukunda cinsel suçların düzenlenişinin örnekleri verilen makalede, politik perspektiften uzak ve sadece hukuk yoluyla soruna çözüm getirilmeye çalışılmasının sekter tarafları ortaya konulmuş. Yazar, “toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkilerini bir bütün olarak değerlendiren ve bu sistem ile yeni ceza siyaseti arasındaki ilişkileri sorgulayan bir yaklaşım geliştirilemediği sürece, feminist hukuk pratiklerinin ırkçı, kapitalist ve ataerkil devlet pratikleri tarafından içerimleme riskleri artıyor.” diyerek, bu yaklaşımın sorunlarına dikkat çekiyor. Şiddetin/cinsel şiddetin politik yönünü görmeden, ceza hukuku kavramlarına sıkıştırmak, sorunun oluşmasında devletin sorumluluğunu görünmez kılıyor. Hatta yazarın da ifade ettiği gibi, ceza siyaseti yoluyla sorunu çözme görevi verilen devlet kahramanlaştırılmakta ve meşruiyet kazanmakta.

Zaten cinsellik ve taciz arasında ayrım yapmakta zorlanan muhafazakar, cinsiyetçi, eril bir kültürde; cinsel taciz konusunda var olan hassasiyetin, kolayca muhafazakar politikalara alet edilebileceği konusundaki “Seks, Yalanlar ve Kasetler ve Cinsel Taciz” ve “Siyaset ve Taciz Siyaseti” makalelerindeki uyarılar, oldukça yerinde ve dikkate değer tespitler.

Ayrıca şiddet kavramının içeriğinin eril tahakkümü ifade eden bütün kavramları ifade edecek şekilde genişletilerek, hukuk/suç/ceza dilinin egemen olmasının, sorunun hem nedenine hem de çözümüne yönelik daraltıcı bir etkisi olduğu, politik ve kültürel araçları görünmez kıldığı eleştirisi, gözlerden kaçırılmaması gereken diğer bir nokta.

Son yıllarda ivme kazanan neoliberal politikalara bağlı olarak artan kadına yönelik şiddet konusunda farklı perspektiflerin kendisine zemin bularak tartışılması, feminist politika açısından zaruri. Bu bakımdan bize geniş bir perspektif sunan Cinsellik, Şiddet ve Hukuk kitabını değerli buluyorum.

CİNSELLİK, ŞİDDET VE HUKUK, Alev ÖZKAZANÇ,Dipnot Yayınları, 2013.

Kolektif Bir Belleğin İzinde 33 Hikaye (Cansu KARAGÜL)

Üzerine kitaplar, tezler, tonlarca makaleler yazılan, insanlık dışı manzaralarıyla filmlere, tiyatrolara, televizyon dizilerine konu olan, Türkiye tarihindeki barışılması en güç dönemlerden birinin adıdır 12 Eylül. Ancak hiçbir doküman o döneme şahit olmuş kişilerin kendi ağzından dökülen cümleler kadar canlı ve dokunaklı olamaz. Bir sözlü tarih çalışması olan Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, “12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikâye”yi askeri cuntanın en ağır yükünü bizzat üstlenmek zorunda bırakılmış ailelerin anlatılarını günümüze taşıyarak okuru karanlık ve kanlı bir tarihe tanık olmaya çağırıyor.

“Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk..”

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde darbeyle, çocuklukları ellerinden alınmış, hiç çocuk olamamışların anılarına yer verilirken, ikinci bölümde annelere, babalara, kardeşlere ve eşlere söz veriliyor. Keşke Bir Öpüp Koklasaydım’ı okurken akrabalarını anne baba bellemek zorunda bırakılan çocukların, tek umutları faili devlet olan cinayetlere kurban giden evlatlarının kemiklerini bulmak olan ebeveynlerin, polisin mesken bellediği evlerine durmadan baskın yapılan ailelerin, çocukluğu bir ümit görüş günlerinde sevdiklerine kavuşma hayaliyle geçen kişilerin, cezaevinden çıktıktan sonra dahi nefes alma fırsatı verilmeyen kurbanların, Diyarbakır’ın karanlık zindanlarının, açlık grevleriyle bedenlerini direniş sembolü olarak feda edenlerin, apolitik olmaya zorlanmış gençliğin, özetle hayatları çalınmış, mutlulukları ellerinden alınmış herkesin mücadelesine, hesaplaşmasına ortak oluyoruz.

Resmi tarihe karşı 12 Eylül Belleği


12 Eylül, Türkiye’de demokrasiye indirilen en büyük askeri darbe olmasının ötesinde, insanlığa indirilen bir darbe, toplumsal belleğe damga vuran en çıkmaz lekedir. Ancak ardında bıraktığı kalıntılarla 12 Eylül aynı zamanda o döneme tanık olanlar ve aktarımlar sayesinde bir kolektif bellek oluşturur. Geçmişe dair ortak bir algılayış ve söylemi mümkün kılan ve “biz” duygusunu koruyan 12 Eylül Belleği ortak deneyimler doğrultusunda yeniden ve yeniden şekillenir ve o dönemi yaşayanlar için toplumsal çerçeve işlevi görür. Dolayısıyla sözlü tarih çalışmaları, arşivler, müzeler, videolar, fotoğraflar, günlükler, kitaplar, heykeller gibi bellek taşıyıcıları bu noktada kritik bir rol oynar.

Eylem ve Özlem Delikanlı kardeşlerin 12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikâyeyi okuyucuyla buluşturduğu bu çalışmanın önemi buradan kaynaklanmaktadır. Konunun hassasiyeti ve travmatik boyutu nedeniyle birçok etik kaygıya gebe olması sebebiyle sözlü tarih bağlamında çalışılması da en zor alanlardan biridir 12 Eylül. O dönemi bizzat yaşamış kişilerle görüşmek, susturulmaya çalışılanlara söz vermek ve onların hafızalarına başvurmak aynı zamanda mayınlı bir bölgede gezinmek demektir. Bu noktada, Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı’nın sosyoloji formasyonlarının devreye girerek tampon mekanizma işlevi gördüğünden söz etmek mümkündür.

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, başta “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyen, yani bugüne kadar üç maymunu oynayanları olmak üzere otuz üçüncü yılında herkesi vicdanlarıyla ve darbeyle yüzleşmeye çağırıyor. Yüzleşmek kadar, bu hikâyeleri aktarmak da iktidarın silahlarıyla mücadele etmenin, çarpıtılmaya çalışılan tarihe sahip çıkmanın bir yolu çünkü. Yaşananlara, acılara, kayıplara, gözyaşlarına tanıklık edildiği ve deneyimler o döneme bizzat şahit olmamış bireylere anlatılmaya devam edildiği sürece unutmayacağız, unutturmayacağız.

KEŞKE BİR ÖPÜP KOKLASAYDIM, Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı, Ayrıntı Yayınları, 2013.