Dosya: Evrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya: Evrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Evrim ve Yaratılışçılık (Semir BEYAZ)

Evrim üzerine söylenecek çok söz var. Ancak Michael Shermer’ın “Evrim ve Yaratılışçılık” kitabında dökülen cümlelerin sebebi, evrimin, karmaşıklığının iki yüz yıl öncesinin bilimsel birikimle algılanmaya çalışılan, öznel ve felsefi anlamlar yüklenip kişisel yorumlarla süslenerek tartışılan ve nihayetinde anlamsızlaştırılan bir “bilim” olmasıyla ilgili. Shermer aynı zamanda, bu bilimsel alana uzak ama pozitif bilimin penceresini kendi içsel perdeleriyle kapatmamış insanların bilgi kirliliğine maruz kalmadan evrimi anlayabilmelerini amaçlamaktadır.

Bir zamanlar yaratılış-”çı” olan Shermer, günümüz yaratılışçılarının argümanlarına karşı somut bilimsel deliller sunarak, evrimin yaklaşık iki yüz yıl önce ortaya atıldığı haliyle “sadece bir teori” diyerek küçümsenemeyeceğini ve canlılık biliminin merkezinde duran çok önemli bir bilim dalı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Üstelik evrim, salt kuramsal tartışmaların alanına ait olmayan, hepimizin hayatının bir parçası haline gelmiş bir bilim.

Bir Bilim Olarak Evrim

Son 50 yılda, yaşam biliminde moleküler biyolojinin devrimine tanıklık ettik. DNA’nın keşfinden, insan genom projesine uzanan süreçte, bilim insanlarının araladıkları yaşamın saklı kapıları, Darwin’in dünyaya getirdiği bu teoriyi besledi, paleontoloji ve jeoloji gibi diğer bilim dallarından aldığı destekle büyüttü ve kendi ayakları üzerinde duran bir bilim dalı haline getirdi. Bugün evrim bilimi sadece canlıların nasıl oluştuğu sorusuyla ilgilenmiyor, pek çok yaratılışçının da faydalandığı sağlık alanındaki birçok yeni tedavinin temelini oluşturacak araştırmalar bir bilim olarak evrimin algılanması sonucunda mümkün oluyor. En basitinden, her yıl milyonlarca insanın etkilendiği kanser ve enfeksiyon hastalıklarının tetkikinde ve tedavisinde evrim biliminin ışığında geliştirilen yöntemlerin kullanılıyor olması, bundan yararlandığı halde kör gözlerle “evrim” sözcüğünü bile yasaklamaya çalışan zihniyetin nasıl bir açmazda olduğunun göstergesidir.

Peki, bilimsel dayanaktan ve somut delillerden yoksun, hiç bir saygın bilimsel dergide kendisine yer bulamayan “yaratılışçılık” ve “akıllı tasarım” nasıl oluyor da evrim biliminin karşısına bir alternatif olarak sunulmaya çalışılıyor? Ortadaki en büyük yanlışlık, başlangıçta insanlığın ve doğanın döngüsünü anlamaya yönelik sorulara cevap vermek adına ortaya atıldığı için; pek çok düşünsel akımda kendine yer bulan evrimi, kendi başına araştırma alanları olan bir bilim dalı olarak algılanmamasıdır. Bunun yerine, ona, yarattığı ya da etkilediği düşünce akımları bağlamında, bir din ya da salt bir inanç sistemi olarak bakarak “kendini -çi ekiyle türeterek evrimi destekler ya da karşı durur konuma sokan” binlerce insan, evrim biliminin günümüz pozitif bilimlerine olan katkısını yadsımaktadır!

Evrim bilimi bugün kuantum fiziğinin, astronominin veya tıp, genetik gibi bilimlerin yaptığı şekilde kendi alanında bilinmeyenlere ışık tutmak için çalışmaktadır. Tıpkı diğer dallarda olduğu gibi, evrim konusunda çalışmalar yapan saygın bilim insanları vardır ve bu çalışmalar günümüz bilim dünyasının kabul gören en saygın dergilerinde yayınlanmaktadır. Evrim biliminin karşısına sunulmak istenen ve bu yolla aksini ispatlamaya çalışacakları düşünülen, “akıllı tasarım” ve “yaratılışçılık” gibi kavramlar, bir bilim olmaktan ziyade olayın felsefi ve bireysel inançlar sisteminde çatışmasından doğan boşlukları doldurmak için geliştirilen, bilimsel dayanaktan uzak “fikirler demeti”dir. Akıllı tasarımın ve yaratılışçılığın hiç bir bilimsel bulgusu yoktur ve hiç bir hakemli bilimsel dergide bu kavramların savlarına dair bir çalışma yayınlanmamıştır. Bunun sebebi, elbette -yakın zamanda ülkemizde evrimin başına geldiği gibi- bu bilimsel dergilerin akıllı tasarımı sansürlemesi değil, akıllı tasarımın her hangi bir bilimsel veriyle desteklenmemesidir.

Bilimin Tarafsızlığı

Shermer, “Evrim, inanç ve dinin yerini alamaz!” diyor kitabında ve ekliyor, “Bilimin bunu yapabiliyormuş gibi görünmekte hiç bir çıkarı yoktur. Bilim, sadece kanıtla ayakta durur veya çöker.” Bu bağlamda anlaşılması gereken en önemli şey şudur: Evrim mevcut dinlerin karşısında rakip olan bir din değildir, bir inanç sistemi de değildir. Ama her bilim dalının yaptığı gibi gelişimi, kabul gören genel geçer dini, toplumsal ve bireysel yargılarla çelişecek fikirler doğurmuştur. Bu noktada Shermer’a kulak verecek olursak: “Evrimle inanç arasındaki herhangi bir bağlantı, inanç veya inançsızlık evrim teorisine dokunamaz. Çünkü bilimsel teoriler tarafsızdır.”

Bugün modern fizik ve astronominin evrenin oluşumu ya da gelişimiyle ilgili olan çalışmaları da kutsal kitaplarla çelişmektedir. 1969'da insanoğlu aya ayak bastığında da bu kabullenilmesi zor bir şeytan oyunuydu! Bilimsel delillerin karşısına kutsal kitapların metaforlarıyla yaklaşmak komiklikten öteye gidemez ne yazık ki. Çünkü bu iki kavram bir birinden tamamen çok farklıdır. Din ve bireysel görüşler, nesnel bilimin yönlenmesinde etkili olabilir, ancak, nesnel bilimin ulaştığı veriler bu görüşlerin aksini ispat edebilir ve çoğu zaman etmiştir de! Bilim ile din arasındaki çizgiyi açıklamak gerekirse; aksi bir durumla karşılaştığı anda bilim adamı kendi yorumladığı verisinden bile şüphe etmek durumundadır. Bu yüzden laboratuvarda “bireysel dünyasının renkli gömleğini çıkarıp, bilim dünyasının beyaz önlüğünü giymek” zorundadır! Renkli gömleğinde, din, bireysel inanışlar, günümüzün toplumsal kabulleri gibi öğeler yer alırken, beyaz önlük tamamen o andaki veriyle anlam kazanacak düşüncelerini yansıtmaktadır. Beyaz, yani tarafsız! Dini inanç ise kanıt aramaz, tartışmaz, kendinden taraftır her zaman ve her şeyi koşulsuz kabul eder. İşte bu yüzden, Shermer’a göre “din ve bilim insanın doğasında farklı yerleri doldururlar.”

“Bunları göz önünde bulundurduğunuz zaman, sapla samanı karıştırmadan her iki kavramı da algılayabilmek mümkün” diyor Shermer. Evrimden bahsedeni “dinsiz”, dinini kendi içinde yaşayarak evrime bakabileni de “yobaz” olarak keskin çizgilerle nitelemektense, her iki kavramı birbirini gölgelemeyecek ölçüde yaşamayı bilmek en sağlıklısı olacak. Tekrar hatırlatmak gerekirse, evrim bir din değildir, din bir bilim değildir. Sonuç olarak evrim biliminin geçersizliği, ne akıllı tasarımla ne kutsal kitapla kanıtlanabilir. Bir geçersizlik varsa eğer, ancak bu bilim dalının ilerleyen zamanlarda elde edeceği verilerle şekillenebilir. Ancak şu an var olan bilimsel birikime bakarsak, evrimin önümüzdeki yüz binlerce yıllık bilimsel süreçte bile tümden geçersizliği pek mümkün görünmüyor.

Evrim ve Yaratılışçılık,  Michael Shermer, Altın Bilek Yayınları


İnsanın Yanlış Ölçümü (Ferhat KAYA)

Antropolog Michael Little bir söyleşisinde “Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim, çünkü çok mahcup olurdum ve utanırdım” der. Stephan Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man) başta antropolojinin ve daha sonra biyolojinin bu utanç verici yüzünü en çıplak hali ile gözler önüne serer. Kitap ilk olarak 1981 yılında Penguin Press, 1996 yılında bazı ekler ve düzeltiler ile Norton Press tarafından yayınlandı. Maalesef Türkçe’ye bugüne kadar kazandırılmamıştı, bu sorumluluğu üstlenen Versus Kitap’a, kitabı yayına hazırlayan sevgili dostum Murat Gülsaçan’a ve Gould’un zor yazım dili ile baş edip Türkçe’ye tercüme eden Ebru Kılıç’a değerli katkılarından dolayı teşekkürler. Kitap pek yakında raflarda yerini alacak.

Gould, Harvard Üniversitesinde biyolojik belirlenimciliğe karşı uzun yıllar ‘Sosyal bir Silah Olarak Biyoloji’ dersini vermiş, bir akademisyen ve aynı zamanda politik bir aktivist olarak yaşamını sosyal eşitsizliği, bencilliği, saldırganlığı ve genel olarak kötülüğü biyolojik geçmişimize bağlayan indirgeyici anlayışa karşı mücadeleye adamıştır. Bu kitap, insanın düşünsel yetenekleri ve sosyal davranışlarındaki çeşitliliği ırksal farklılıklara dayalı matematiksel hesaplamalar ile açıklamaya çalışan bakış açısına karşı bir paleo-biyolog tarafından yazılmış en önemli çalışmalardan biridir ve Gould’un bu soruna karşı duruşunu karakterize eden en keskin hamlesidir. Özet olarak kitabın birinci bölümünde Gould, Darwin öncesi Amerika ve Fransa’da kafatasından alınan antropometrik ölçümlere dayalı ırk tasnifleri, bilimsel ırkçılık, poligenizm, rekapitülasyon ve genetik belirlenimcilik çalışmalarına, bu çalışmalarda bilim insanlarının taraflı duruşlarına ve metodolojik aksaklıklara odaklanır. İkinci bölümde ise daha çok sosyal Darwinizm, kalıtım, zeka testlerine, yine bu çalışmaların yöntem sorunlarına yoğunlaşır ve son olarak Darwin’in bir misyoner gezisi olan Beagle serüveninde köle ticaretine ve köleliğe karşı duruşunu belli ettiği ilk makalesini irdeler. Gould, Darwin’in bilimsel ırkçılığa ve köleliğe -bireysel olarak- karşı olmasına rağmen ileri sürdüğü evrim mekanizmasının bu tür sorunların giderilmesinde herhangi bir rol oynamadığını hatta tam aksine ırkçıların ve sosyal-Darwinistlerin kendi varsayımlarına daha bilimsel bir çerçeve oluşturulmasında kullanıldığını da vurgular.

Kafatasını Ölçmek

Gould, başlangıçta okuyucuyu 19. yüzyıl Anglo-Amerikasına, özellikle antropoloji alanında ölçme ve kaba sınıflandırmaya dayalı resmi ırkçılığın korkunç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarır. O günün Amerikası ırkçı çalışmaların yaşayan bir laboratuvarına dönüşmüştür. Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı ve geçen yılın sonunda gösterime giren Django Unchained (Zincirsiz) filminden bazı sahneler kitapta anlatılan dönemi anımsatır. Filmdeki karakterlerden Afrikalı Django (Jamie Foxx) ve Alman King Schultz (Christoph Waltz), Calvin Candie’nin (Leonardo DiCaprio) plantasyonunda köle olarak çalışan -Django’nun sevgilisi- Broomhilda’yı kurtarmak üzere yola çıkarlar. Calvin Candie siyah dövüşçü almak bahanesi ile kendisini kandırıp köle kızı satın alıp kaçırmak isteyen bu ikiliye -özellikle de Alman Schultz’a- büyük bir fiziksel antropoloji dersi verir. Evde sakladığı Afrika kökenli eski bir kölelerine ait kafatasındaki bazı morfolojik özellikleri göstererek siyahların beyazlardan farklı olarak aşağı ve köle ruhlu bir ırk olduğunu -o dönemin egemen antropolojik ve frenolojik algısından aldığı güç ile- kendinden emin bir biçimde anlatır. Filmdeki bu sahne ırkçılığın toplumda özellikle de plantasyon sahibi zengin sınıf arasında nasıl yayıldığını göstermesi açısından en can alıcı sahnelerden biridir. Bu dönemin Amerika’sında ırkçılığın bilimsel sorumlularından biri de Gould’un hakkını vererek eleştirdiği kişidir: Amerikan antropolojisinin kurucu figürlerinden Samuel George Morton’dur (1799-1851).

Avrupa’da 1700’lü yılların ortalarında başlayan ırk tasnifine yönelik çalışmalar ancak 1800’lü yılların ilk yarısında Amerika’ya ulaşmıştır. Bu arada Amerika aynı zamanda kendi tam bağımsızlığını ilan etmiş ve Avrupa’nın evlatlık çocuğu olmaktan kurtulmaya çalışmaktadır; kendi ayakları üzerinde yürüyecek, kendi elleri ile çalışacak ve kendi düşüncelerini konuşacaklardır. Ancak Amerika bilim alanında halen Avrupa’ya bağımlıdır. Morton siyah, beyaz, kızıl ve sarı ırklara ait Amerikan Golgotha adını verdiği yaklaşık 1000 örnekten oluşan büyük bir kafatası koleksiyonuna sahiptir. Morton’un bu kafatasları üzerinde yaptığı analiz sonuçları 19. yüzyıl genel ırkçı önyargılar ile uyuşur. Beyazlar en büyük beyine sahip iken Malezyalılar ve Amerikan yerlileri ikinci, Çinliler ise sonuncudur. Afrika ve Avustralya yerlilerinin beyin hacimleri ise sonun da aşağısında kalmıştır. Büyük beyin zeki, yaratıcı, yetenekli ve üstün, küçük beyin ise köle ruhlu ve taklitçi davranışların belirtecidir. Morton’un çalışmaları dönemin siyasal rüzgârına da paralel olarak ona en objektif ve güvenilir bilim insanı saygınlığını kazandırmıştır. 1851 yılında Morton’un vefatından sonra varisleri Josiah Nott ve George Gliddon onun yarım kalan çalışmalarını tamamlayarak poligenizmi savunan Types of Mankind (1854) adlı kitabı yayınlarlar.

Gould, Darwin öncesi özellikle bilimsel ırkçılığa odaklanmış bu tür antropologların gerçek bilimden ziyade bireysel bakış açıları ve politik duruşlarının etkisi altında kalarak spekülasyon yaptıklarını ileri sürer. Çünkü kullanılan bilimsel yöntem araştırmacıyı kendi bireysel manipülasyonundan koruyamayacak kadar spekülatiftir. Gould bu dönemde iki farklı düşünsel ayrışmaya dikkat çeker; farklı insan ırklarının farklı türler olarak yaratıldığını (poligenesis) savunanlar ve kutsal kitaplarda yazıldığı gibi insanın Tanrı tarafından tek bir tür olarak yaratıldığında (monogenesis) kararlı olanlar. Monogenistler, Avrupalı (beyaz) olmayan ırkların zaman içerisinde Avrupalı ırktan yozlaşmış aşağı ırklar olduğunu düşünmüşlerdir. Bu dönemde, insanın farklı ırklarının olduğunun düşünülmesi Tanrı tarafından tek bir ırkın yaratılmış olduğunu tartışılır hale getirmiştir. Morton’un Amerikan yerlileri (Crania Americana, 1839) ve Mısırlılara ait kafatasları üzerinde yaptığı çalışmalar (Crania Aegyptiaca, 1944) ile ırkların çok eski tarihlerde de birbirlerinden çok farklı olduğunu, monogenistlerin önerdiği biçimde bir karakter bozulması ile aşağı ırkların oluşamayacağını ileri sürmüştür. Tarihsel süreç içerisinde ırklar arasında melezleşmeler olduysa da Morton bu melezlerin çok ender olduğunu ve olanların da kısır olacaklarını önermiştir. Bununla birlikte Lewis Henry Morgan durumu biraz daha yumuşatmış, Amerikan yerlisi ve beyaz melezi olan canlı kanıtlardan yola çıkarak “beyazlaşma” adını verdiği ırksal melezleşmenin mümkün olabileceğinden ve fiziksel olarak daha etkileyici, güçlü bireylerin ortaya çıkabileceğinden bahseder.

Morton’un çalışmaları (poligenizm) Amerika’da dönemin ırkçı ve köle ticareti politikalarını beslerken yaklaşık olarak 80 yıl sonra bu “bilimsel ırkçı” ruh daha tehlikeli bir biçimde Eugen Fischer’in bilimsel danışmanlığında Almanya’da Nazi rejiminin akıl hocalığını da yapar. Fischer’in kontrolünde gelişen insan genetiği çalışmaları Nazi partisine bir emniyet kemeri oluşturmuş ve Alman fiziksel antropoloji ve genetik bilimi Nazilerin korkunç politikalarını uygulamaları için teorik ve pratik kaynak sağlamıştır. Bu dönemde Gestapo, Security Service ve Security Squad kurumlarının lideri olan Heinrich Himmler –aynı zamanda Hitler’in de korunmasından sorumluydu- üst düzey elitlerden oluşan bir Nazi araştırma enstitüsü kurar; Ahnenerbe. Alman ırkının kökeni ve fiziksel özelliklerinin araştırılması için kurulan bu enstitüde birçok antropolog, arkeolog, biyolog, sosyolog ve diğer alanlardan bilim insanları çalışıyorlardı.

Halis Avrupalı

Hannah Arendt’e göre antropoloji bazen “şeytan-lığ-ın sıradanlaştığı” zamanlardı. Antropoloji biliminin ünlü tarihçisi George W. Stocking fiziksel antropoloji biliminin gelişiminin farklı ülkelerin uluslaşmaları ve ulusal antropoloji geleneklerine önemli derecede bağlı bir biçimde çeşitlilik gösterdiğini yazar. Gould’un kitabında bizler yani Türkiye için de alınacak çok dersler vardır. Fiziksel antropoloji Cumhuriyet devriminin ardından ulus-devlet oluşturma sürecinde “Türk’ün” ırksal özelliklerini belirleyip, gelişmiş medeniyetler içerisinde bu ırkın hakettiği yeri alabilmesi için ithal edilir. Beyaz ırkın dışındaki ırkların aşağı görüldüğü bu dönemde Türk’ün Asyalı mongoloid (sarı) ırka sınıflandırılması kabul edilememiştir. Bu nedenle Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan, bir devlet projesi olan doktora çalışması için yaptığı antropometrik saha çalışmalarında binlerce (64.000) Anadolu insanını neredeyse çok kısa denebilecek bir sürede ölçmüş ve Türk ırkının ırksal özelliklerini belirlemeye çalışmıştır.

1939 yılında Cenevre Üniversitesi’nde tamamladığı ve 1947 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından Türkçe’ye kazandırılan çalışmasının sonuçlarını şu şekilde özetler: “Türkiye'de yaşayan halkın çoğunluğu orta boyludur. Kafa karineleri bakımından ekseriyet kısa (brakisefal) kafalıdır, gözler muntazamdır, mongoloit (Asyalı) tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler ekseriyetle açık ve orta renktir. Saçların da çoğunluğu orta, yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle "Homo alpinus” denilen Avrupa'nın büyük beyaz ırkına mensuptur... Netice olarak, evvelâ bugün Türkiye'de oturmakta olan halkın, maddî delillere dayanarak, ilmî metotlarla, antropoloji âleminde yeri tespit edilmiş ve milletlerarası antropometri listelerinde Türklerin hakikî yeri tayin edilmiş, Türkiye'de bir ırk birliğinin mevcut olduğu anlaşılmış bulunmaktadır” der. Kimi araştırmacılar Türkiye’de gerçekleşen bu ölçüm çalışmalarının etnik (ayrımcı-ırkçı) değil antropolojik (bilimsel) olduğunu iddia etseler de bir devlet siyaseti ve bilimi olarak fiziksel antropolojinin eski yöntemleri ile egemen bir “ırk” ve “ırkçılık” yaratılmış olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Böylece Türk ırkı “bilimsel” olarak kurgulanmış ve devletin resmi ideolojisi sosyolojinin ve kültürel antropolojinin dışlanması ile biyolojik belirlenimci bir içeriğe sahip olmuştur. Irksal ölçekte Avrupa’ya –beyaza- dahil olan Türk, toplumsal ölçekte de bu seviyeye ulaşabilmeliydi. Bunun üzerine devlet, özellikle sosyal ve biyolojik hijyen araçları olarak sosyal Darwinizm ve öjeniği toplumun yeniden (dil, cinsiyet, beden, sağlık, doğum, giyim-kuşam, ahlak v.b. alanlarda) tasarlanmasında kullanır.

Gould kitabın geri kalan bölümünde ırklar arası zekâ seviyesi farklılığı olduğunu biyolojik ve matematiksel hesaplamalar ile belirlemeye çalışan bakış açısına karşı savaşır. Özellikle Goddard’ın 1900’lü yılların başlarında yaptığı IQ (Intelligence quotient: zekâ oranı) testinde İtalyan, Yahudi ve Rus’ların büyük bir bölümünü “yüksek derecede özürlü” ya da “moron” olarak belirlemiştir. Bu bölümde Darwin’in kuzeni ve modern istatistiğin kurucularından Francis Galton’dan Amerikan IQ testlerinin başlatıcısı Lewis Terman’a, Robert B. Bean’a ve Fransız antropolojisinin kurucularından Paul Broca’ya varan bir tarihsel alt yapı ile IQ, kafatası anatomisi ve ölçümleri arasında ilişki kuran antropologları, psikologları ve doktorları tartışır. İnsanlar arasındaki sosyal ve anatomik eşitsizliğin bilimsel uydurmaları 1900’lü yılların başlarında Darwin’in evrim kuramının genel kabul görmesi ve Mendel genetiğinin yeniden keşfedilmesi ile antropometri ve kraniyometri çalışmalarından genetik çalışmalara doğru zemin değiştirir. Gould, özellikle zekanın kalıtımsal olduğunu iddia eden dönemin en ünlü çalışmalarını (psikolog Cyril Burt’ın, Spearman’ın, Thurstone’un, ve The Bell Curve (Çan Eğrisi) adlı çalışma ile bilinen Herrnstein ve Murray’in analizlerini mercek altına alır.

Gould son bölümde Darwin’in bilinmeyen bir tarafını bizlere gösterir. Bir misyoner faaliyeti olan Beagle serüveninde Darwin uğradıkları ülkelerde köleler ve kölecilik ile bir iç hesaplaşması yaşar. Bununla birlikte Darwin’in çok düşük düzeyde de olsa sosyal Darwinizme ortak olduğunu gösteren mektupları mevcut; Heinrich Fick’e yazdığı bir mektupta ılımlı ve tutumlu bir işçinin düşüncesiz, boş gezen, sarhoş alkoliklere oranla üremede ve hayatta kalmada daha başarılı olacağını belirtmiştir. Darwin ırk değil sınıf temelli bir sosyo-biyolojik yaklaşıma sahip olmuştur. Buna karşın sınıf temelli biyolojik belirlenimcilik -Malthus ve Adam Smith’in öğretileri ile- gelecekte sınıflar arası sosyo-ekonomik eşitsizlik üzerine kurulu daha büyük bir felakete yol açacaktır.

Amerika’da biyoloji ve fiziksel antropoloji tarafından desteklenen bilimsel ırkçılığa en büyük darbe biyolog Dobzhansky’nin arkadaşı antropolog Sherwood Washburn tarafından gelir; Washburn, biyolojiden Modern Evrimsel Sentezi fiziksel antropolojiye entegre ettiği (1951yılı) manifestosunda ırktan popülasyona, kategorizasyondan karakterlerin fonksiyonuna, tipolojiden plastisiteye, kaba sınıflandırmadan evrimsel dinamiklere, kalıtım spekülasyonlarından genetik çalışmalara ve insanlığa ırkçı bakış açısından ziyade türün ortak evrimsel geçmişine atıf yaparak fiziksel antropolojinin metodolojisini değiştirmiş ve inter-disipliner bir bilim olarak yeniden tanımlamıştır.

Gould’un bu eseri birçok üniversitede -antropoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi bölümlerde- ilgili derslerde okuma listelerinde sürekli yer alır. Gould tarih, olaylar, kişiler, kanıtlar ve analizler ile bilgi dolu bir okuma sunmaktadır. Bazen matematiksel hesaplamalar okumayı güçleştirse de konunun çekiciliği ve önemi daha baskın gelmektedir. Gould’un –özellikle Morton hakkında- saptamalarına farklı çevrelerden eleştiriler ve düzeltiler de geldi. Ancak Gould’un bu kitap ile yapmak istediği uyarı, sosyal canlılar olarak düşüncelerimizin ve davranışlarımızın kültürel ve sosyal etmenlerden biçimlendiğini düşünmek yerine bunun bir eşitsizlik gerekçesi olarak biyolojik farklılıklarımızdan kaynaklandığını düşünmenin tarihteki korkunç örneklerine dikkat çekmektir. Bu anlamda İnsanın Yanlış Ölçümü okunmayı fazlasıyla hak eden bir eser. İyi okumalar!

The Mismeasure of Man, . Stephan Jay Gould, Penguin Book


O tempora! O mores! (Çağhan KIZIL)

Çiçero, Eski Roma’da bir duruşmanın açılışındaki konuşmasında, dönemin değer yargılarından ve yozlaşmadan bahsederken şu sözleri kullanır: “O tempora, o mores! (Ey zamanlar, ey gelenekler!)” ve ekler: “Ne kadar kural ve düzen varsa, o kadar az adalet vardır”. Bu konuşma, etkileyici hatibin Roma imparatoruyla yakın bağını nasıl etkilemiştir bilinmez ancak kurallar ve zamanın ilişkisini, hatta zamanı sabitleyen status quo’ya karşı değişimin gerekliliğini vurgulaması açısından tarihe not düşmüştür denebilir. Zaman ve değişim kavramları, üzerinde sıkça fikir yürütülen kavramlardandır. Aristoteles’e göre zaman, değişimin ve hareketin ölçüsüdür. Nerede önceki duruma göre bir değişim varsa, zaman bu değişimin nedensel yürütücüsüdür. Heidegger, bir yolda yürümeden o yolun doğru olup olmadığını anlayamayacağımız gibi, zaman da doğrusal değildir der; aslında zamanlar henüz başlamamış bile olabilir.

Zamanın gerçekten de döngüsel bir geçişi vardır. Antik Yunan’da Titan tanrısı Kronos’un, evrenin simgesi olan kozmik yumurtayı sarmalayıp onu belirli bir düzen içindeki dünyadan, denizden ve gökyüzünden ayırmasının nedeni, yaşanan zamanın yalnızca bir görüntü olduğu, bu zamanın ve gördüğümüz herşeyin değişeceğine inanması olarak bilinir. Kendi hükümdarlığının biteceğinden ve yeni bir düzen kurulacağından korktuğu için Kronos, her doğan oğlunu yemektedir. Fakat kurtulan bir tanesi, Zeus, Titan hanedanlığının yerine gücü Olimpos’a geçirip zamanı değiştirebilmiştir – ta ki Prometheus ölümsüzlük ateşini çalıp tüm insanlığa armağan edene kadar. Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, Jean Delumeau ile tarih, Stephen Jay Gould ile biyoloji, Umberto Eco ile edebiyat ve Jean-Claude Carrière ile sanat kuramı açısından, zaman ve değişim kavramları üzerine yapıcı anlamda sorunşallaştırmayı körükleyen bir söyleşi dizisinden oluşuyor. Ayrıca bu kitap değişim ve zaman tartışmalarına farklı bakış açıları sunarken okuyucuyu değişim-saplantı ikileminin insan aklındaki yolculuğu hakkında düşünmeye ve evrimi anlamaya sevk ediyor.

Seküler bir kıyamete karşı evrim

Özellikle dini öğretilerde zamanın bir an sonra ereceği ve kıyamet gününün geleceği üzerine savlar çokça bulunur. Ahir zamanlar fikri, dinin topluma etki etmesinde de şüphesiz önemli rol oynamıştır. Zamanın döngüsel bir anlayışla ele alındığı Antik Yunan ve Doğu felsefelerindekinin aksine, monoteist inançlarda zaman doğrusaldır. Başlangıcı ve bitişi, tanrının düzenlediği önemli olaylarla belirlenen bir süreç olarak algılanır. Bu nedenle mütemadiyen gezegenimizde kıyametin geldiği üzerine teoriler ortaya çıkar; örneğin, 1999’daki güneş tutulması, 2000 yılının başlangıcı, 2012’de Maya takviminin bitmesi gibi “matematiksel” olaylar tanrısallaştırılma eğilimi içindedir. Bu elbette bir yandan popüler bir gündem yaratmaya yatkın olan insanlığın magazinel doyumsuzluğunu besleme amaçlı olsa bile bir yandan da aklın özgürleşemediği çarpık bir sekülerizmin sefaletinden kaynaklanmaktadır.

Umberto Eco’ya göre bugün zamanın sonu teorileri dinsel bir algıdan çok seküler dünyanın sosyal kontrol aracı haline gelmiştir. Artık günümüzde dünyanın sonunun, Gülün Adı romanındaki William’ın baş rahip Abbonne ile tartışmasında betimlediği alametler ile gerçekleşeceğini düşünenlerin sayısı azalmış bile olsa, sekülerizm algısında zamanların sonu kavramı meditatif bir otantizmin dayanağı olarak kültleşmeye devam etmektedir. Bunun ötesinde, politik zeminde başat yönelim olan neoliberal devlet teorilerinin ve post-modern toplum tezlerinin, siyaset alanındaki zamanı çoktan bitirdiğine tanık oluyoruz. Huntington, Medeniyetler Çatışması kitabında zamanın bittiği, ideolojilerin bittiği, artık politik düzlemin bu şekliyle emek sermaye çelişkileri alanında değil de kimlik ve kültürlerin belirlenimleyiciliğinde devam edeceğini yazmaktadır. Yani onlara göre sınıflar ortadan kalkmıştır, sınıf mücadeleleri bitmiştir, ezen ezilen değil, artık kültürleri uyan ve uymayanlar vardır. Herkes olduğu yerde bulunduğu toplumsal statüde bulunmayı hak ettiği için oradadır. Bir başka deyişle, onlara göre mistik bir tanrıcılık sosuna bulanmış sosyal Darwinizm’dir artık yaşamlarımızı belirleyen güç.

İşte tam da bu dönemde insanların genetik profillerinin çıkartılmasının ve bunların kataloglanmasının tartışılması tesadüf değildir. Genom dizisinin belirlenebilmesiyle insanların suç, başarı, toplumsal ilişkileri gibi esasen genetik yapıyla değil ama çevre etkisiyle biçimlenen karakterlerinin belli DNA özellikleriyle ilişkilendirilmesi, en temelde modern Nazizm olarak adlandırılabilir. İnsanların genetik yapılarının belirlenmesi ve bunlara göre sınıflandırılması, George Orwell’in 1984 romanındaki gibi distopik ve “sınıflandırılmış” bir insanlık yaratır mı bilinmez ama liberal öjenik yönelimini başarıyla karikatürize eden Gattaca filmindeki genetik ayrımcılık pratiklerinin şimdiden yavaş yavaş yaşama geçirildiğini görebilmekteyiz. Zira işin ilginç yanı, bu uygulamaların daha çok liberal-muhafazakar ittifaktan gelmesi. Malumdur, bu ittifakın din ile kategorik olarak sorunları olmamakla birlikte, yaşamın her ne kadar seküler bir şekilde yürümesi gerektiğini düşünseler de siyasi ve kamusal alanda dinden alınan referanslarla politik bir çizgi çizmeyi de ihmal etmeyen bir duruş sergilerler. Evrim ya da herhangi bir anlamda düzenlenemez bir gelecek referansı hakkında bu politik duruşun katı bir reddetme pozisyonu vardır. Onlara göre örneğin evrim yoktur, çünkü insanlık ve tüm doğa, olması gereken ve mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Yani evrim yoktur, çünkü biyolojik anlamda yaratılıştan beri zaten zamanın sonu gelmiştir. Bu görüşün en temel toplumsal pratiği, tevekkülü öğütleyen, başımıza gelen herşeyin tanrıdan geldiğine ve şükredilmesi gerektiğine inanan “vatandaşları” yaratmaya çalışması ve bunda da başarılı olmasıdır. Bu anlayışa göre yaşadığımız an aslında baştan sona yaratılmış bir kesit anıdır ve onun yapısallığı, değişmeye imkan tanımaz. Ancak biliyoruz ki Herakleitos haklıdır: değişmeyen tek şey değişimdir!

Zamanların sonu üstüne söyleşiler

Evrim kavramı, sadece biyolojide sınırlı kalan bir kavram değildir. Yaşamın felsefi ve materyalist okuyuşu için, doğanın devinimi ve canlılığın yeryüzünde yarattığı gerçek cenneti için, kutsal olanın doğada olduğunu anlatması açısından ve yaşamın tüm alanlarında varoluşsal bir perspektif sunabildiği oranda geçerliliğini kanıtlamaktadır. Zira ne zamanın sonu gelmiştir ne de durağan bir evrenin kuklalarıdır yaşamlarımız. Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, bu anlamda soyut zaman kavramının somut ilişkilerimizdeki yansımasına farklı uzmanlık alanlarından bakan, okunması hem eğlenceli hem de zihin açıcı bir kitap. Editörünün İngilizce baskısına önsözünde belirttiği gibi bu kitap, akılcılık, berraklık, aklın özgürleşmesi, sorumluluk ve mizah ile ilgili bir metin bütünü.

Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler, Hint mitolojisindeki Kali Yuga’nın çembersel zaman algısının evrimsel niteliğinden bağışlanma üzerine kurulu öte-yaşam kavramına, matematikte sıfırın batıya geç gelmesinin milenyum kavramını nasıl etkilediğinden siberuzay tarikatlarına kadar çeşitli konularda ilginç bakış açıları sunuyor. Örneğin, Gould, tarihin sonu tezini savunan muhafazakarlığa karşı evrim kavramını sadece geleceğe referans vererek anlatmak yerine geçmişle ilişkilendiriyor. Aslında zamanın sonunun birçok kez gerçekleştiği fikrini ortaya atan Gould, bu bitişin dünya üzerinde yaşanan büyük felaketler sonucunda canlıların büyük çoğunluğunun yok olması koşulları olduğunu söylüyor. Dinozorların yok olması, küresel buzul çağlarında birçok canlının soyunun tükenmesi ve aslında iklim koşullarının etkisiyle insanın ortaya çıkması bir dönemin sonlanması ve diğerinin başlamasına işaret ettiği ölçüde zamanın sonunu haber veriyor. Fakat ekliyor: ancak yaşam hala devam ediyor! Dolayısıyla, evrim kavramını, doğrusal olmayan bir seyir izleyen aşamalı rastlantısallıkların bütünü olarak kavrayıp, tam da bu anlamıyla aslında muhafazakar bakış açıları gibi zamanı bitirmeye endekslenen negatif bir sosyal psikolojiye değil, onu bitirenlere inat yeniden başlatmayı amaçlayan pozitif bir algılayışa denk düşürmek gerekmektedir. Benzer bir şekilde, tarihçi Delumeau, tarihin sonu söylemlerinin yaratılışçı bir tarih anlayışından kaynaklandığını düşünmektedir. Bu anlayışa göre zamanın bitişi aslında tarihin bitişidir; ebedi bir başka alana açılan zaman dilimi olarak dünyevi yaşam sonladığında, yeryüzünün yaratılışı anlam kazanacak ve “sınav”ın nihai hedefi gerçekleşmeye başlayacaktır. Oyun yazarı Carrière’e göre muhafazakarlaşmayı ve zamanın sonu inancını besleyen belki de zamanın en temel üç halinin (geçmiş, şimdi ve gelecek) detaylandırılmasında kullanılan gramer çekimlerinin artık kullanılmıyor olmasıdır. Carrière özellikle gelecekteki geçmiş zaman kipinin kullanımına dair bir bakış açısı sergiliyor. Ona göre insanlar artık birşeylerin yapılmış olacağından bahsetmiyorlar. Çünkü artık insanlar gelecek zamanda referans verilen bir anda başka şeylerin gerçekleşmiş olacağını düşünmezken, çeşitli güdülerce belirlenen sabit bir gelecek tanımı yapıyorlar. Bu durum, düşünüldüğünde esasen post-modernizmin çarpık bir şekilde tanımladığı ve dikte ettiği zamanın sonu nosyonunun bir yansıması olarak gelişmektedir. Kişilerin yanılsadıkları şudur: kendi kafalarında yarattıkları zaman dilimlerinin ötesinde, o zaman diliminde gerçekleşen olaya göre biçim alacak başka olaylar olacaktır. Dolayısıyla da yaşam kaderci değil büyük oranda rastlantısal ya da Heisenberg’in belirsizlik kuralına uygun olarak kaosun getirdiği bir düzen içinde işlemektedir. Bu gereklilik, evrim kavramının yaşam felsefesi haline gelmesinin ne kadar önemli olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya çıkartmaktadır.

Evrim kavramı, baktığımız noktaya göre farklı parametreler barındırmaktadır. Örneğin doğanın evrimini düşündüğümüzde, evrim kuramı sınırları olmayan ve sürekli bir değişimden bahsederken, Gould’un kinaye ile betimlediği birden fazla zamanın sonu deneyiminin getirdiği diyalektik yenilenmeyi içinde barındırır. Toplumların sosyolojik evriminden bahsedersek bu sefer zaman dediğimiz kavram yine sonu olmayan ve devinimsel bir anlam içerir. Aynı konularda muhafazakar yaratılışçı görüş ise doğanın zamanının zaten bittiğini ve statik bir yaratılış olduğunu savunurken toplumların evrimini de tarihin sonu tezleriyle çoktan post-modern bir bilinemezciliğe hapsetmiş görünüyor. Bu yüzeysel karşılaştırma bile göstermektedir ki evrim bir yaşam tarzıdır.

Tek tanrılı dinlerin kötülük, acı, eşitlik konularındaki tutarsızlıkları; bilinemzci ve mistik toplum anlayışları, doğruyu ve iyiyi bencil bir ödül olarak zamanın ötesindeki bir duruma havale etmelerinin karşısında yaşadığımız evrenin sürekli değişmiş, değişiyor ve değişecek olduğunu savunan ve yaşamın doğrusal olmayan bir zaman aralığındaki deviniminin esas olduğuna inanıp sürekliliğe dayanan bakış açısını savunmak, tarihi ve doğayı yerli yerine koymak anlamına gelmektedir. Herşeyin ötesinde, hangimiz anılarımızda kalan ve bizi biz yapan o güzel zamanların sonunu isteriz ki? Şairin dediği gibi: ne geçmiş tükenmiştir ne de yarınlar; çünkü hayat bizi yeniler...

Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, Jean Delumeau, Jean-Claude Carriere, Stephen Jay Gould, Umberto Eco. Yapı Kredi Yayınları


"Bencil Gen"in Sorunları (Gökhan AKBAY & Mehmet SOMEL)

“Gen Bencildir” (The Selfish Gene, 1976) Oxford’lu davranış bilimci Richard Dawkins’in ilk kitabı. Kitap, 1960 ve 70’ler boyunca geliştirilen bir dizi bilimsel teoriyi popülerleştirmek amacıyla kaleme alınmış. Gen Bencildir, doğal seçilimin işleyiş mekanizmalarına dair gen-merkezli bir modeli, hayvan davranışı alanında ilginç örneklerle süsleyerek, sade ve etkili bir dille tanıtır.

Kitabın ana tezi, doğal seçilimin temel biriminin gen olduğudur. Dawkins’e göre genlerin dinamiklerini anladığımız ölçüde doğayı ve canlı davranışını açıklayabiliriz. Başka açıklamalara ihtiyaç azdır ya da yoktur. Dawkins’e göre saldırganlık, fedakarca hemcinsini savunma, ya da kendi yavrularını öldürme gibi farklı hayvan davranışlarının evrimsel temeli ortaktır: “Bencilce” kendini çoğaltmaya programlanmış genler. Alternatif açıklamalar, örneğin tekil genlerin değil de grubun bekasını artıran evrimsel süreçler, Dawkins’e göre söz konusu değildir.

Dawkins’in ilk ilham kaynağı Alman evrimsel gelişim araştırmacısı August Weismann’dır (1834-1914). Weismann, bedenin fani, genetik malzemenin ise ölümsüz olduğunu, bedenin sadece genetik malzemenin yeni kuşaklara aktarılmasını sağlayan bir araç olduğu görüşünü ortaya atmıştı.

Dawkins’in asıl dürtüsü ise fedakar (özgeci) davranışın evrimi tartışmasıydı. Bir şebeğin grubunu korumaya çalışması gibi, bireyin zararına ama grubun yararına davranışlar nasıl evrilebilir? Geçen yüzyıl ortalarında bazı evrimsel biyologlar bunu “grup seçilimi”yle açıklamaya çalışıyorlardı. Bu modele göre, toplumcu davranışların yaygın olduğu gruplar toplumcu davranmayan gruplara üstün geliyorlar, toplumcu davranışlar böyle doğal seçilimle yaygınlaşıyordu.

Ancak grup seçiliminin teorik olarak ne kadar mümkün olduğu tartışmalıydı. William Hamilton, John Maynard Smith, Robert Trivers ve George C. Williams gibi teorik biyologlar 1960 ve 70’ler boyunca oyun teorisinden ilham alarak, özellikle akrabalar arasındaki yardımlaşmanın, birey veya gruplara faydalı olduğu için değil, belirli gen kümelerine faydalı oldukları için evrilebileceğini gösteren matematiksel modeller geliştirdiler. Bu modellerde doğal seçilim, grupları değil, bireyleri seçiyordu.

O halde seçilimin temel birimi birey midir, yoksa grup mudur? Dawkins, Gen Bencildir kitabında bu soruyu daha temel, neredeyse felsefi soyutlukta, bir soruyla değiştirdi: “Bir nesne türünün doğal seçilimin birimi olabilmesi için hangi genel nitelikleri taşıması gerekir?”

Dawkins için seçilimin birimleri şu özelliklere sahip olmalı: kalıcılık, doğurganlık ve kopyalamada güvenilirlik. Kalıcılık, tek tek birimlerin değil birim tiplerinin kalıcılığıdır ve bu da birimin hızlı kopyalanmasına (doğurganlık) ile değişmeden kopyalanmasına (güvenilirlik) bağlıdır. Dawkins’e göre gruplar ve bireyler bu özelliklere sahip değildirler, geçicidirler, dolayısıyla seçilimin birimi olamazlar. Eşeysel üreyen canlılarda, kromozom parçacıkları her üremede tekrar karıldıkları için, bireyin kopyalandığı söylenemez. Grupları bir arada tutan güçler de görece zayıftır. Bir başka deyişle, nesiller arasında kalıtımı ve seçilimi anlamak için bireyleri veya grupları değil genleri incelemek gerekir.

Dawkins, sadece genlerin seçilimin birimi olmayı hak ettiklerini söyler ve ekler: Doğal seçilimin birimleri “bencil” olmalıdırlar çünkü ölümsüzlüklerinin koşulu, “rakiplerine” oranla daha yüksek bir hayatta kalma ve üreme “başarısı” göstermeleridir. Dawkins’e göre bencillik, bilinçli ve bencilce güdülerle hareket etmek değil, yaşam-kalım mücadelesinde rakipleri alt etmektir.

Peki, Dawkins için gen nedir? Gen, eşeyli üremede yekpare kalan ve evrimsel açıdan kayda değer süreler içinde yapısını koruyabilen DNA parçasıdır. Dawkins’in evrimsel gen tanımına göre, bir genin ne kadar geniş bir DNA dizisini içerdiği doğal seçilimdeki rolüne bağlıdır. Ancak bu “evrimsel gen” tanımı bilimsel olarak fazla kullanışlı değildir ve yaygınlaşmamıştır.

İndirgemecilik ve bilimsel sorunlar

Dawkins, Gen Bencildir’de gen merkezci doğal seçilim modelini etkili biçimde anlatır. Yazar kitabın 30. yılı vesilesiyle yaptığı bir konuşmada, bilime yaklaşımını şöyle özetler: “Açıklamaya çalıştığımız şeyin karmaşıklığının hakkını tam olarak vermek istiyorum, ama her zaman olası en basit açıklamasını vermeye çabalıyorum.” Bu basitleştirme ve indirgeme çabası, aynı zamanda Dawkins’in yaklaşımının sorunlarının da kaynağıdır.

Bu sorunlar arasında aşırı indirgemeyi, tarihsel olumsallıkların ve rastlantının rolünü görmezden gelmeyi sayabiliriz. Dawkins’in canlılığa bakışında tarih şöyle bir rol oynar: Doğal seçilim evrensel bir mekanizmadır; yani eğer evrende dünyadakinden apayrı canlılar ortaya çıksaydı, onlar da doğal seçilimle evrileceklerdi. Burada tarihsel olumsallıklar, değişen bir sistemi betimleyen bir diferansiyel denklemde, değişkenlerin aldıkları değer rolünü oynarlar. Doğal seçilim, farklı koşullarda kendini tekrar eden, soyut bir mekanizmadır. Gen merkezci evrim görüşü de, tüm canlılığı kendini tekrar eden basit bir mekanizmanın yarattığı karmaşıklık olarak görür. Canlılığa böyle sadeleştirici bir bakış açısıyla bakmanın kimi avantajları olduğu su götürmez. Hatta bu olmadan bilim yapmaya başlanamayacağı bile söylenebilir. Ancak bu indirgemeci modelde saplanıp kalınması, evrimde tarihin sadece bir girdi olmadığı ve hesaplanan denklemin yapısının zamanla değiştiği durumların anlaşılmasını zorlaştırır.

Gen Bencildir, gen merkezci modelin kısıtlarını ve daha gelişkin modellere ihtiyacı vurgulamadığı için bizce eksiklidir. Aşırı indirgemecilik hatalara da yol açmaktadır. Örneğin 30. yıl baskısının 13. bölümünde Dawkins “genlerin hücrelerde toplandığı”ndan söz eder. Bu, “Türkiye’nin 81 ilinin T.C.’de toplandığını” söylemek denli abestir. Bir defa, genler doğal varlıklar değildir; genomda neye gen dendiğini biyologlar tarif eder. Dahası, binlerce gen taşıyan genomlar, başta bağımsız varolan genlerin sonradan öbeklenmesiyle oluşmamıştır. Genomlar, DNA bölgelerinin çiftlenerek genom içinde çoğalmasıyla ve farklılaşmasıyla evrilmiştir. Dawkins’in bu hatalı ifadeyi kullanmasının sebebi, doğayı tekil genlerin faaliyetiyle açıklama takıntısı olmalı.

Kitap evrimde rastlantısallığın rolünü neredeyse tamamen ihmal ederek, evrimi ve doğal çeşitliliği doğal seçilimin ürünü olarak sunar. Oysa ki doğada çeşitliliğin sebepleri seçilim kadar, çevresel etkiler, gelişimsel rastlantılar, gen-çevre etkileşimleri veya genetik sürüklenme olabilir. “Seçilimci” yaklaşım evrimsel biyologlardan yoğun eleştiri almıştır. Sorunu şöyle örnekleyebiliriz: Diyelim ki bir kuzey ülkesinde bireyler uzun boyluyken, bir güney ülkesinde kısalar. Dawkins sebebi hemen doğal seçilimde arayacaktır; soğuk iklimlerde uzun boyun ısı korumayı sağlaması gibi. Oysaki sebep rastlantısal da olabilir. Mesela kuzeye göç eden ata bireyler tesadüfen uzun boy genleri taşıyorlarsa, çocukları da uzun boylu olacaktır. Dawkins elbette bu olasılıkları kitabında zaman zaman değerlendiriyorsa da, kitabın genelinde doğal seçilim her olguyu açıklayabilecek altın anahtar olarak sunuluyor.

Kitabın bir derdi de dili: Dawkins indirgemeci modellerini açıklarken sürekli toplumsal atıflar ve kişileştirmeler kullanıyor. Oysaki doğal seçilimi “bencillik”, “rakipler” ve “yaşam-kalım mücadelesi” gibi referanslarla tarif etmek anlamsız. Tasvir ettiği bu süreçler, kendini çoğaltma yeteneğindeki farklara göre bazı genlerin zaman içinde toplulukta sıklaşması, bazılarının seyrelmesinden ibaret.

Belirlenmecilik ve toplumsal sorunlar 

Kitabın diğer yakıcı sorunu ise toplumsal imaları… Bu sorunlar Batılı solcu bilimciler Richard Lewontin, Steven Rose ve Leon Kamin’in “Genlerimizde Değil“ isimli kitabında eleştirilmişti. Bu eleştirilerden biri, biyolojide indirgemeci modellerin, toplumu atomize modellerle açıklamaya çalışan burjuva düşünceden ilham aldıklarıydı. Bu doğru olabilir; günümüz bilimcilerinin çevrelerindeki hakim retorikten etkilenmemeleri zor. Öte yandan çoğu yeni gelişen dal gibi evrimsel biyolojinin de indirgemeci modellerden yararlanması doğal. Dawkins, bu eleştiriler karşısında teorik biyolog Maynard-Smith’in “ne yapsaydık, formülleri mi değiştirseydik?” diye tepki gösterdiğini yazar .

İndirgemeci modeller astronomiden kimyaya her alanda kullanılsa da, bu modellerin insanı açıklamada kullanılmasının eşitlikçi toplum ülküsü açısından tehlikesi var. Zira indirgemeci modeller kolaylıkla belirlenimci modeller olarak algılanıyor ve insanın değişmez bir kaderi olduğu tezini besliyor. Bu tez ise, insanlar arasında ayrımcılığı mubah gören fikirlere malzeme sunuyor.

Dawkins kitabında bu tehlikeye karşı kendince uyarıda bulunuyor: “[insanlara] cömertlik ve özgecilik öğretmeliyiz, çünkü doğuştan benciliz.” Kitabın “Memler” bölümünde de “gen makinaları olarak kurulmuş ve mem makinaları olarak işlenmişiz, ama yaratanlarımıza karşı gelme gücümüz var” diyor.

İnsanın bencil ve doğuştan belirlenmiş olduğu bilimsel olarak sakat iddialar. Bir yabancıya yardım etmek gibi toplumcu davranışlar insandan sıçana kadar birçok memelide gözlemlenir. Ayrıca insanlar gen makinaları değildir, insan dahil çoğu hayvanda davranış son derece karmaşık bir olgudur ve kalıtsal etkiler çoğu zaman sınırlıdır.

Nitekim Dawkins, kitabının 30. yılı vesilesiyle yapılan genişletilmiş baskının ekinde ilk ifade için özür diliyor; ikincisi konusunda da geri basıyor. “Gen makinaları”ndan vazgeçip, “genlerin davranışları etkileme ihtimali”nden bahsediyor. Bu özürlere ve düzeltmelere rağmen, “bencil genlerin ürünü bencil bireyler olduğumuz” fikri Dawkins’in kitabının tümüne işlemiş.

Aynı sorun, insanda kültürel değişim konusunda da ortaya çıkıyor. Dawkins, kültürel değişimde doğal seçilim benzeri mekanizmaların işleyebileceğini söylüyor; bir şarkının dilden dile yayılmasını seçilimle açıklayabiliriz, diyor. Kültürel evrimin paylaşılan ve seçilen öğelerine “mem” adını veriyor. Yazar birkaç noktada “kültürel evrime dair kapsamlı bir model sunuyor değilim” diyor. Yine de bu bölümde insanda tarihsel değişim ve kültürel evrimi inceleyen külliyata değinmemesi, kültür ve genler arasında uyum, değişim, yayılım ve çevreyle etkileşim biçimleri gibi farkları değerlendirmemesi, tarihe yaklaşımının yüzeyselliğine işaret ediyor.

Dawkins’in kitabında insan toplumsal davranışından veya sorunlarından verdiği örneklerin bir kısmı, bir solcu için hazmetmesi zor nitelikte. Mesela birinci bölümde, bencil davranışın toplum çıkarını nasıl zedeleyebileceğine örnek olarak İngiltere’de işçi sınıfının ücret artışı taleplerini gösteriyor (otuz yıl sonra bu ifade için de özür dilemek zorunda kalıyor). Yedinci bölümdeyse Latin Amerika’da açlığın gerekçesini nüfusun 300 milyona ulaşmasında buluyor. Latin Amerika’nın tüm dünyayı beslediğini, Avrupa’nın dar ve verimsiz topraklarda 500 milyon insanı barındırabildiğini hatırlamıyor.

Kitap, bunun gibi türlü rahatsız edici yorum ve imayla yüklü. Anlaşılan 1976’nın Dawkins’i toplumcu duyarlılıktan fazla payını almamış bir liberaldi. Yazar, bu tip siyasi ve toplumsal referanslardan kaçınsa, genleri canlandırmak ve sürekli insan davranışına atıfta bulunmaktan imtina etse, ayrıca olası yanlış anlamalara karşı okuyucuyu uyarmaya özen gösterse, “Gen Bencildir” daha değerli bir kitap olabilirdi.

Kitabın Türkiye’de yapılabilecek yeni baskılarında yazarın 30. yıl baskısı için önsözünün ve sonnotların da eklenmesi, bu açıdan anlamlı olacaktır.

Gen Bencildir, Richard Dawkins, TÜBİTAK Yayınları