"Derin devletlerin sırtı bireyin zaafına dayalı" (Timur Soykan'la Röportaj: Ertuğrul MAVİOĞLU)


Timur Soykan’ı yıllardır tanırım. Radikal’de yalana, dolana karşı güçlü bir dayanışmadan mı yoksa daha öncesinden mi geliyor tanışıklığımız, hatırlayamadım. Hafızamı yokladım, hayal meyal sahneler geldi. Çok daha önce ama nerede, bulamadım. Timur, Radikal’de muhabirlik yaparken başkaydı. Sonra editör oldu, masa başına oturdu. Yapmasaydı keşke derim, hep muhabir kalsaydı. Çok cevvaldi; canla başla olayların peşinden koşar, kimsenin yakalamadığı ayrıntıları bulup buluşturup haberleştirir, dahası bu haberleri öykü tadında yazarak, herkesi kıskandırırdı. Arkadaşlığımız o günlerde ilerledi işte. Bir gün önündeki defterde desenler gördüm. Kara kalemle çizilmiş, hayli ilginç desenler. Sordum, “Stres atmak için” dedi. Yanıtı pek mütevazı olsa da çizgiler bundan çok fazlasıydı. Sonra gazeteci arkadaşı Demet Bilge ile birlikte Hrant Dink suikastını anlatan bir kitap çıkardı. ‘Sapan’, gergef gibi örülmüş iyi bir araştırmacı gazetecilik çalışmasıydı. Katil Ogün Samast’ın Dink’i öldürürken yalnız olmadığını, dahası Pelitli’deki bir grup faşistin karanlık ilişkilerini tüm detayıyla gün ışığına çıkarmıştı, Sapan. Timur durmadı. Bu kez ‘Tanrı Misafirleri Oteli’ kitapçı vitrinlerinde görünür oldu. Bir öykü kitabıydı bu. İzlediği ve zaten hayli kıvrak kaleminin ürünü olan haberlerini bir araya getirmekle yetinmemiş, Sait Faik tadında öyküleştirmişti.

“Timur’un epeydir sesi çıkmıyor” diye düşünürken, geçtiğimiz günlerde postadan ‘Zavallı’ çıktı. Sürpriz, kitabın üzerindeki imzanın ‘Timur Soykan’ olması değildi, bunu zaten biliyordum. Bu tuğla gibi kitabın içindeki desenlerin de Timur’un çizimleri olması, stresin değere dönüşmesi bakımından tam bir sürprizdi.

YAZMAZSAM DELİ OLURUM

Hepimiz son birkaç yıldır onca hengâmeyle boğuşurken, hangi ara yazmış, çizimlerini ne zaman tamamlamıştı acaba? Karşıma oturduğunda ilk bunu sordum: “Geceleri yazıyorum” dedi, “yazmazsam, çizmesem deli olurum!”

Sorularım devam etti. Sadece gerçeğin peşinde koymaya alışmış olan bir gazeteciden, aslında kurgusal yalanlar toplamı demek olan romanın kolay kolay çıkamayacağına ilişkin inancımı yok etsin istedim... Verdiği yanıt makul geldi, ‘Zavallı’ bir romandı roman olmasına ama içinde gazetecilik geziniyordu:

“Zavallı, roman ama yine bir gazetecilik çalışması. Hep yaptığımız şeyler; adli süreçler, polis takipleri, soruşturmalar, MOBESE’ler, sinyaller, hts kayıtları... Bunları gazetecilik fazlasıyla veriyor. Romanda gerçeklik duygusunu vermek önemliydi. Gazetecilik mesleğinin içinde olmam, bu noktada da fazlasıyla işime yaradı. Ama zaten romancılıkta büyük önem taşıyan kurguculuğu seviyorum. Bunu edebi bir biçimde yapmak zevk veriyor. Sürprizler, akıl oyunları, karakter oluşturup izini takip etmek çok sevdiğim bir uğraş. Bir de bunu politik polisiye formatında üretmek bana çok heyecan verdi.”

Artık ‘Zavallı’nın sayfalarını çevirmeye başlayabilirdik. Romanın kurgusunda yeni bir devlet var. Haliyle yeni devletin de yeni derin devleti. Ergenekon adı verilen operasyonlar sonucu eski devletin tasfiye edilip, Gülen-Erdoğan koalisyonunun oluşturduğu sürece ne kadar benziyor? Kayıp bir genç kızın peşine düşen iki genç polis, romanın baş kahramanları. Ama bu polisler gerçekte anti-kahraman ve hayli  çömezler. Henüz mesleklerinin başındayken siyasal baskıyı iliklerine kadar hissediyorlar. Devamı Timur’dan gelsin:

“Yeni iktidar ve yeni yalanların romanı bu. Kayıp kız soruşturmasında polis Erdal, politikanın her boyutunu tüm ağırlığıyla üzerinde hissediyor. İktidar bir yandan küçük memurlarını manipüle ederken, bu insanlar da kendi iç hesaplaşmalarını yaşıyorlar. Mesela romanın bir yerinde polis Erdal kayıp kızın izini buluyor, hangi binada olduğuna kadar tespit ettiğini düşünüyor. Fakat orası bir tarikata ait ve Erdal kızın orada olmadığına dair kendisini ikna ediyor. Roman tam da kırılma anını anlatıyor. Değişim anının karmaşası, hesaplaşmaları... Devlet değişmişama eski iktidarın polisleri de var. Yani hepsi cemaatçi değil. Tam burada son derece insani zaaflar devreye giriyor ve hepsi uyum sağlıyorlar. Mesela, Erdal’ın kendisi gibi polis olan arkadaşı Gürkan öldürülecek. Gürkan Ergenekon operasyonlarında görevli. Romanın tam orta yerinde Ergenekoncular öldürüyorlar belki. Ama belki de Gürkan’ı öldüren yeni derin devlet olabilir mi?”

Bir de politik polisiye kavramı var. Timur, öykücü ve gazeteci kimliğiyle tanınıyor. Romancılığa geçmesi de söylediklerine bakılırsa pek anlaşılır. Buraya kadar tamam. Peki, Timur’u politik polisiye kulvarına iten ne olabilir? Bununla da sınırlı değil, başka sorular da var. En iyisi, şu ana kadar konuşulanları ‘ısınma turu’ diye geçip, daha formel bir söyleşiye geçmek.

» Politik polisiye Türkiye'de çok rastlanan bir tür değil. Nasıl karar verdin böyle bir kitap yazmaya?

Polis, adliye muhabirliği ve politika editörlüğü yapan biri olarak siyasetin polis üzerindeki büyük etkisine sürekli tanık oldum. Gerçekler, suçlar, suçlular iktidarlara göre hep değişti. Amiri siyasiler olan polis her zaman bu yalanların yaratılmasında önemli role sahipti. Son yıllarda Türkiye'nin yaşadığı sinsi darbede de polis operasyonlarının büyük etkisi oldu. Ergenekon, Balyoz, KCK gibi operasyonlarla yeni suçlar, yeni suçlular yaratıldı. AKP bu sayede sadece hükümet olmaktan çıkıp bir iktidara dönüştü ve kendi devletini inşa etti. Kitabı okuyanların siyasetin hayatın ne kadar içinde ve gerçeğin ensesinde olduğunu göreceklerini düşünüyorum. Üstelik bunu bir polisiye tadında kaleme almak keyifli olacaktı.

» Kitabındaki baş karakterler polis ve Türkiye'nin siyasi durumunu onların üzerinden anlatıyorsun.

Aslında kitap polisiye bir macera. Ana karakterler; Erdal ve Gürkan polis okulunda birlikte büyümüş, iki genç komiser. Erdal kayıp bir kızı arıyor, Gürkan ise Ergenekon operasyonu gibi bir 'derin örgüt' soruşturmasında görevli.

Onlar işlerini yaparken polisliğin sadece olayları aydınlatmak olmadığını öğreniyor. Siyasetin istediği gerçekler var ve o gerçeklere ulaşmak başarı, onun dışına çıkmak ise başarısızlık, bedel ödemek anlamına geliyor. Bu nedenle Türkiye'de iktidarın tam anlamıyla el değiştirdiği ve yeni egemenlerin yeni bir devlet inşa ettiği bir zamanda polislik çok karmaşık bir hal alıyor.

»Kitabın önemli bir bölümünde karakterler buna uyum sağlıyor.

Evet. Bu anlamda bir kahraman yok. Aslında karakterlerin yavaşyavaşyeni dönemin yalanlarına ayak uydurmasını, kendilerine bile itiraf etmeden polislik idealinden kopuşunu okuyoruz. Hatta Erdal, kayıp kızı bulmayı değil, kendisini bu davadan zarar görmeden kurtarmayı ister duruma dönüşüyor. Yani bir bölüme kadar gerçeği bulmak istemeyen, işine gelen gerçeği arayan bir 'kahramanımız' var. Ama gerçek öyle kolay kurtulabileceğiniz bir şey değil.

»'Zavallı' adı buradan mı geliyor?

Evet. Yeni iktidar yeni devleti inşa ederken en büyük güvencesi insanların zaafları. Herkes, sinsi bir darbe yaşayan ülkede kendisini korumak ve yükselmek derdinde. Gerçek kimsenin umurunda değil, idealler yok. Zaten siyaset bu zavallı hal sayesinde yeni devleti dantel gibi işleyebiliyor. Gürkan'ın içinde olduğu 'Derin Örgüt' soruşturmasında eski devleti okuyoruz.

»O eski dönemde de devletin memurları farklı bir tavra sahip değildi herhalde?

Evet. Devlet karşısında bireyin zavallı hali değişmiyor. Ama Gürkan'ın soruşturmasında derin devletle bir hesaplaşma var. Eski devletin ölümcül günahlarını soruşturuyorlar. Orada faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, devlet eliyle yapılan uyuşturucu ticareti ve daha niceleri var. Ama durduruldukları noktalar da oluyor. Eski devlet de tasfiye edilmesine karşı direniyor.

»Gürkan öldürülünce ilk zanlılar onlar.

Ama gerçek çoğu zaman çok karmaşıktır. Bu aşamada Cinayet Büro Amiri Kurt devreye giriyor. O peşin hükümlerle hareket etmeyecek kadar deneyimli bir polis. Ama siyasetin katil çıkmalarını istediği birileri var. Başbakan, Meclis kürsülerinden suçluları söylerken onun emrindeki bir polis nasıl peşin hükümlerden kaçabilir? Nasıl gerçek bir soruşturma yapabilir?

»Kitapta peşin hükümlerle bir hesaplaşma olduğunu söyleyebilir miyiz?

O farklı olasılıklar merak duygusunu artırıyor ve gerçeğe ulaşmanın kolay olmadığını gözler önüne seriyor. 'Katil eski derin devlet mi yoksa yenisi mi?' diye düşünürken bir aşk cinayeti bile olabileceğini görüyoruz.

Ben ve Başka(sı) Arasındaki Gizemli İlişki (Onur KARTAL)

"Cogito’nun yapıbozumu ego’ya tapan modern zamanlar için zorunlu bir düzeltmeyse eğer, dışsallığa ve ötekiliğe ilişkin mutlakçı düşüncelere yönelik postmodern saplantının eleştirisinin ilave edilmesi gerekiyor buna…Ötekinin fetişleştirilmesi, keza egonun yüceltilmesi, ötekiyle kurulacak sahici bir ilişkiye yönelik en büyük tehdittir. Her iki uç da öteki-olarak-ben’e ilişkin pratik idrakin altını oyar. Çünkü her iki uç da yabancıların hem içimizde hem de ötemizde olduğu gerçeğini göz ardı eder." Richard Kearney.

Felsefenin kadim ve geride bıraktığımız yüzyılın güncel sorunlarından olan ben ve başkası arasındaki ilişki üzerine son söz alanlardan biri de Richard Kearney. Ancak Kearney’nin konuyu irdeleme tarzındaki çok yönlülük takdire değer olsa da ana argümanlarıyla bu ilişkiye dair tartışmanın düzeyini bir adım öteye taşımaktan ziyade iki adım geriye götürdüğünü öne süreceğiz.

Kearney, bizleri uçurumun kıyısına getiren, “malumu meçhul” ile tehdit eden, “yerleşik kategorilerimizi” sarsan aşırılık deneyimlerini simgeleyen figürler olarak yabancılara, tanrılara ve canavarlara yoğunlaşır. Bu üç figürü başkası altında toplayarak, başkasının başkalığına tahammül edemeyen bir felsefe tarihi kurgusundan hareket eder. Her ne kadar tartışmalı olsa da bu iddiaya Fransız düşünür Emmanuel Levinas (ve hiç şüphesiz Jacques Derrida) sayesinde fazlasıyla aşinayız. Fakat Kearney bu tespitin ardından Levinas’tan farklı bir yol izliyor ve benin başkasıyla ilişkisinde başkasının mutlaklığı, aşkınlığı ve nüfuz edilemezliği düşüncesiyle yaratılan uçurumu reddederek bu iki kutbu yeniden birbirine teyellemeye girişiyor. Yani bu ilişkide ağırlığı ben ya da başkasına vermeyi reddetmenin bir yolunu arıyor: “Bugün önümüzdeki zorlu görev, ikisinin aralarında herhangi bir ilişkiyi imkânsız kılacak ölçüde kesin çizgilerle ayırmaksızın ben ile öteki arasında bir farklılık olduğunu kabullenmek”(s.22).

Benin başkasıyla temasını yeniden sağlama çabasının, bir diğer ifadeyle bendeki başkasını ve başkasındaki beni keşfetmek dolayısıyla karşılıklı gidiş gelişi olan bir köprü inşa etme teşebbüsünün, post-yapısalcı moment sonrası vücut bulan tekillikler ve farklılıklar evreninde yeniden ortaklık fikrinin peşine düşen felsefe için önemi tartışılmaz. Kearney’nin bu uğurda edebiyattan, mitolojiye, teolojiden antropolojiye sınırları geniş bir disiplinlerarası bir zeminde yol alması da felsefenin kendi içine kapanan dilinin yol açabileceği sorunların önemli bir kısmını daha baştan bertaraf etmesini sağlayabilir. Gelgelelim Kearney’nin bu disiplinler bolluğunda siyasetten ısrarla uzak durması, izleyeceği yöntemin sınırlarını ısrarla yorumbilgisi etrafında çizmesi, ben ve başka(sı) arasındaki ilişkiye dair bırakın yeni bir söz söylemesini hâlihazırdaki tartışma bağlamının ulaştığı düzeyi de yeniden aşağı çekmektedir. Spinozacı karşılaşma etiğinin ya da Nietzscheci farklılığın olumlanması düşüncesinin ve bunların post-yapısalcı yorumlarının etrafından dolandığı gibi efendi-köle diyalektiğinin Hegelci felsefi-politik ve insanın insana yabancılaşmasının Marxçı ekonomi-politik tartışmalarını görmezden gelmektedir. Dahası, yirminci yüzyılın can alıcı sorunlarından biri olarak kendisini gösteren benin başkasıyla olan ilişkisine getirilen Husserlci fenomenolojik ve Heideggerci ontolojik bakış açılarına karşı Levinas’ın etik hamlesini yalnızca başkasına verdiği koşulsuz öncelik sebebiyle yalnızca eleştirel bir pozisyonda ele almaktadır. Oysa Levinas, uzun bir aradan sonra ilk kez benin başkasıyla olan ilişkisini somutluğunda ve pratik mahiyetinde düşünmeyi denemiştir. Levinas momentinden sonra atılması gereken adım, yorumbilgisinin güvenli kıyılarına çekilmek değil, tıpkı Judith Butler’ın Kırılgan Hayat’da yaptığı gibi benin başkasıyla olan ilişkisinin etik boyutunu mümkün kılan politika üzerine düşünmektir. Böylece egemen iktidar mekanizmalarının dolaşıma soktuğu başkasının başkalığına ilişkin etnik, cinsel, cinsiyetçi, kültürel ve milliyetçi algıyı ifşa etmenin ve felce uğratmanın etik olduğu kadar politik imkânları üzerine de düşünülebilecektir.
Oysa Kearney, farklı bir istikamet tutturur. Benin başkasıyla ilişkisine bakışını çeviren bu felsefi düşünme, ellerini politikayla kirletmeyip yorumbilgisine sığındığı içindir ki, yakıcı birçok meselenin kaynağı ve verimli birçok tartışmaya gebe olan bu sorun, “Kusursuz sevgi, korkuyu kovar” (s. 33) gibi bir naifliğin içinde kaybolabilmekte; Kearney “günah keçisi yaratma döngüsüne bir son vereceksek, işe kendi canavarlarımızı anlamaya çalışarak başlayamaz mıyız? Böylece, canavarlarımızın bazılarını tutkulu bir barışın yaratıklarına dönüştüremez miyiz? Hatta ‘orada, dışarıda’ canavarca davranan gerçek insanlara –zorbalara, işkencecilere, tecavüzcülere, katillere- içlerindeki canavarlarla barışıp günah keçisi yaratmaya ilişkin öldürme katletme pratiklerine son vermeleri konusunda yarımcı olamaz mıyız?” (s. 83) gibi tarafımızda tarifi imkansız ızdıraplara hasıl olan sorulara yanıt arayabilmektedir.

Bütün bu söylediklerimizden Kearney’nin söz aldığı pozisyonun hiç değilse masum bir yanı olduğu sonucu çıkarılabilir. Ancak tam aksine, Kearney’nin siyasetten ısrarla uzak durması fazlasıyla tehlikeli bir siyasi pozisyonun filizlenmesine yol açıyor. Zira Kearney bir yerde 9/11 sonrası Bush’un meşhur “haçlı seferi” çıkışına istinaden ABD hükümetinin terörle mücadelesinin, İslam’a açılmış bir savaş olmadığını açıklığa kavuşturmak için sarf ettiği çabaları takdir ederken Alan Wolfe’un “Bir medeniyetler çatışmasının söz konusu olduğuna ne kadar inanırsak, düşmanımıza o kadar benzeriz.” (s. 144) sözlerine gönderme yapabiliyor. Yine başka bir yerde “düşmanlara yönelik çağrılara hak vermekle birlikte, 11 Eylül’ün failleri ile kurbanlarını ahlaki açıdan birbirine eşitlemekten kaçınmanın önemli olduğunu düşünüyorum” (s. 154) diyebiliyor. Bu sözleri ışığında, yolculuğu boyunca pratik idrakten, üstesinden gelmeye, bağışlamadan tanıklığa birçok pratiğe uğrayan ve bunlar aracılığıyla yeni bir ortaklık fikrinin izini sürerken sürekli kaybolan Kearney’nin, hiç değilse bir hedefini yerine getirdiğini; her ‘ben’in şeytan her ‘başkası’nın da melek olmadığını göstermeyi başardığını ve felsefeye tahrip etmesi gereken bir söylemi yeniden üretme işlevini kazandırmakta muvaffak olduğunu söyleyebiliriz.

YABANCILAR, TANRILAR VE CANAVARLAR-ÖTEKİLİĞİ YORUMLAMAK¸ Richard Kearney, Çev. Barış Özkul, Metis Yayınları, 2012.

"Onlar Ümidin Düşmanıdır Sevgilim" (A. Ömer TÜRKEŞ)

Başlık Nazım Hikmet’e ait. Hatırlamışsınızdır. Son sansür uygulamalarını konu edinen bu yazıyı yazarken önce bu şiir, sonra bir dizesi geldi aklıma; “sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman”… Sanki bugünü görerek, sansürcü zihniyeti lanetlemek için yazmış Nazım Hikmet bu şiirini. Gerçekten de sansür hem ümidin hem de ümidi yaşartan şiirleri, öyküleri, romanları yazanların, yani düşünen insanların düşmanı olanların icaatından başka bir şey değildir. Geçtiğimiz yıl Chuck Palachinuk’un “Ölüm Pornosu” ve Willaim Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanları hakkında davalar açılmıştı. Belki davalar fazla göze battığındandır, geçtiğimiz günlerde sansür mekanizmasının daha sessiz ve sinsi görünümleri çıktı ortaya. Mesela Yunus Emre’nin "Cennet cennet dedikleri" şiirindeki iki dize yayınevi tarafından sansürlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu da "Şiirden beklenen kazanımlar sağlanmıştır" açıklaması yaparak sansürü açıkça destekledi. Ardından Kaygusuz Abdal’ın “Nefes” şiirindeki Alevilik kültürüne ait kavramların yer aldığı dizelerin de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yazarlar komisyonu tarafından sansürlendiği ortaya çıktı. Açıkça sansür edilmeseler bile, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl”, Bülent Arınç’ın “Behzat Ç.” dizileri hakkında ettkleri laflar yazar ve sanatçıların otosansür mekanizmasını işletmesine yönelik adımlardı.

Ahlakın Ahlaksızlığı

Ancak hepsinden daha vahim olanı İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'ne bağlı Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’nun Nobel Edebiyat Ödülü sahibi John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanı hakkında “sakıncalı” raporu vermesidir. İhbarname niteliğindeki bu “sakıncalı” belgesine meczup işi deyip gülüp geçebilirdik. Ancak son yıllarda özel hayata getirilmek istenen kısıtlamalara baktığımızda, ne kadar budalaca da olsa, bu girişimin sistemli bir politikanın bilinçli bir parçası olduğunu anlıyoruz. İzmir’de ortaya çıkan vaka, merkezdeki zihniyetin il ve ilçelerdeki doğal yansımasıdır ama doğal olması ürkütücü olmadığı anlamına gelmez. Durumdan vazife çıkaran bürokratlar kraldan çok kralcı kesiliyor, buna sansürcü şahısların kültürel açıdan kifayetsizlikleri de eklenince, cadı kazanları kaynamaya başlanıyor. Eğer hep birlikte sesimizi yükseltmezsek belki büyük kentlerde değil ama zaten muhafazakarlaşmış Anadolu kentlerinde, çok kısa bir zaman sürecinde, hayatın her alanı “resmen” denetlenmeye başlanacaktır.

“Fareler ve İnsanlar”ın sakıncalı bulunma nedeni özellikle üzerinde durulmaya değer. İddiaya göre gençlerin ahlakını bozacak bir sözcük kullanmış Steinbeck; randevuevi!.. Nasıl kullanmış? Övmüş mü, önermiş mi? Elbette hayır. “Fareler ve İnsanlar” büyük bunalım döneminin çaresiz, dibe vurmuş insanlarını anlatan bir romandır. Ve yazar olmanın sorumluluğunu taşıyan Steinbeck toplumsal bir yara olarak söz eder randevuevlerinden… Çünkü yazar şu dünyanın haksızlıklarıyla birlikte önüne getirilişini onayan, bu haksızlıkları soğukkanlılıkla seyreden değil, tiksintiyle canlandıran, üstlerindeki perdeyi kaldıran ve onları birer haksızlık, yani yokedilme­si gereken yolsuzluklar olarak yaratan insandır.

Evet, randevuevleri ve genelevler toplumsal bir yaradır ve 21.yüzyıl Türkiyesinde hala kanamaktadır. Her Türk erkeği çocukluktan yetişkinliğe geçerken üç ağır travmatik an yaşar, sünnet töreni, genelev ziyareti ve askerlik uğurlaması… Bu travmalardan söz edilmez, edildiğinde ise travmalar değil erkek olmanın gereği ve onurudur dile getirilen. Aslında herkesin bildiği ama söz etmekten imtina ettiği anlar, anılardır bunlar. Yüzleşilmez…

AKP bir adım daha atıyor; varlığını yıllardır koruyan –halk dilinde “mektep” diye anılan- bu “müesseseyi” ortadan kaldırmak yerine gündelik dilden çıkarmaya çalışıyor. İzmir Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’nun içinde randevu sözcüğü geçtiği için “Fareler ve İnsanlar” romanını sakıncalı bulması iki yüzlülüğün ulaştığı en çarpıcı boyut olarak kayda geçirilmelidir.

Yüksekkaldırım, Bentderesi, Tepecik; üç büyük kentin merkezinde faaliyet gösteren üç büyük genelev… Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi koruması ve sağlık denetimi altında, kısacası tümüyle yasal olarak “hizmet” sunuyorlar, vergi veriyorlar, sermaye adı altında kadın bedenlerini pazarlıyorlar. Utanç verici ama yasal; kimse itiraz etmiyor, kadınların köleliğini, bedenin metalaştırılmasını, insanın ve cinselliğin aşağılanmasını kimse dile getirmiyor. Zaten söz edilse bile, isterse yıllarca önce yazılmış bir dünya klasiği olsun, sansüre takılıyor.

AKP ve yandaşları ne yaptıklarının çok iyi farkındalar. Bu nedenle değiştiriyorlar eylemlerinin isimlerini; totaliterizme demokrasi, teslim alma ve imhaya barış, faize kar payı, doğa katliamına çevre düzenlemesi, rant yağmasına kentsel dönüşüm, savaş kışkırtıcılığına demokrasi havariliği… Örnekleri çoğalttıkça bu ahlakın ahlaksızlığı daha sırıtır hale gelecek. Ama kimin umurunda…Yandaşından liberaline, liberalinden mahçup solcusuna kadar geniş bir işbirlikçi köşe yazarı ordusu, kendisini Faust sanan irili ufaklı bir dolu kanaat önderi mazeret bulmayı sürdürdükçe yalanların üzeri nasılsa örtülmüyor mu?

Devletin yaslarla koruduğu genelevler utanç verici varlıklarını gözümüzün önünde –hatta İstanbul’un göbeğinde, orta öğrenim kurumlarının bitişiğinde- sürdürürlerken hayatı yansıtmayı önüne koymuş, bu nedenle ödüllendirilmiş bir romanda bu türden evlerden söz edilmesinden rahatsızlık duymak işte bu iki yüzlülüğün en son örneği, iki yüzlülüğün vücut bulmuş hali, AKP ve yandaşlarının ahlak anlayışı, kısacası ahlakın ahlaksızlığıdır.

Ahlaki değil siyasi

Hiçbir kitap baskı ve yasaklarla engellenemez. Ve hiç kimse kendi ahlak normlarını başkalarına dayatamaz. Eğer bir ahlak piramidi yapılacaksa, görünenleri gizlemek ya da aklamak isteyen sansürcüleri en alta yerleştirmeli. Peki ama kim bunlar, bizi hangi kötülüklerden korumak istiyorlar? Onlara sanat ve edebiyat ürünlerini yargılayıp mahkum etme, neyin zararlı olup neyin olmadığına karar verme yetki ve gücünü kim veriyor? Gerçek ya da kurgusal; elinde silahıyla ölüm saçan birinin ağzındaki sigarayı karartmak ya da parçalanmış bedenler açıkça/iştahla teşhir edilirken insanın doğal çıplaklığını örtmek ayıbına, gülünç saçmalığına bizi ortak eden kim?

Bastırmak, yasaklamak, görünmez kılmak isteyen sansür mekanizmaları bu ülkede kendisini norm ve normal tayin etmiş heteroseksüel iktidarın geleneksel faşizan çehresidir. İlk ortaya çıkışında hasmını komünizm olarak belirleyen siyasi İslam bugün iktidar kavgasını sadece kürtlere, işçi ve emekçilere karşı değil kadın bedenine ve cinsel özgürlüklere karşı da yükseltiyor. Ama iki yüzlülükle; eşcinselleri sapkın bulurken cinsel tacizi hoş görebiliyor, cinsel eğilimleri suç delili olarak sunarken cinsel tacizcileri hüküm giymekten kurtaracak yasalar çıkarabiliyor, genelevlere dokunmazken randevuevi sözcüğünü yasaklıyor… Baktığı/okuduğu/duyduğu her şeyden, bir kız çocuğunun saçının bir perçeminden tahrik olanların müstehcenlikten en çok şikayetçi olmaları zihniyetlerinin müstehcenliğinden; bugünün sansürcü refleksi artık gizlenmeye hiç ihtiyaç kalmayan hegomonik “heteroseksüel muhafazakar sunni Türk” kimliğinin yansımasıdır. Bir kez daha tekrarlamakta yarar var; “asıl kısıtlanmak istenen özgürlüklerimizdir.”

Özgürlüklerimiz tehdit altındaken ne bu türden eleştirel yazılara ne de keskin ve öfkeli düşüncelerin dillendirildiği sosyal medyaya güvenebiliriz. AKPnin sansür uygulaması bizzat Başbakan tarafından dile getirilmiş baskıcı politikasının bir parçasıdır; ancak ve ancak politik mücadele ile göğüslenebilir. Entelektüel olmanın anlamını ve sorumluluğunu yazdıkları kadar yaşamı ve eylemleriyle de kanıtlayan Jean Paul Sartre “Edebiyat Nedir” adlı incelemesinde bu durumu çok iyi özetler; “İnsan köleler için yazmaz. Düzyazı sanatı, düzyazının anlam taşıdığı biricik yönetim bicimi olan demokrasi ile bağdaşır ancak. Biri teh­likedeyse, öteki de öyledir. Ve o zaman onları kalemle savunmak yetmez. Bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır; o zaman yazarın kalemi bırakıp silaha sarılması gerekir.” Tam bu noktada Pascal Mercier’in “Lizbona Gece Treni” romanında bir direnişçinin mezar taşına yazılı bir cümleyi de anmadan geçmek istemem; “Diktatörlük bir gerçekse devrim bir görev olur”.

Nazım’la başlamıştık Nazım’la bitirelim,

"çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
çürüyen diş, dökülen et
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
ve elbette ki sevgilim elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet..”

Gökyüzünden İndirilen (Fadime USLU)

Onur Caymaz, önceki kitaplarında yer alan iki novellasını Gökyüzü Sineması’nda bir araya getirdi. Bu uzun öykülerden ilki, 2005 yılında yayımlanan “Sanki Yarın Nisan”da okuduğumuz “Hüzün İyidir”. İkincisi; kitaba adını veren öykü, 2008 tarihli “Kalbin ve Tenin Bütün İstekleri” kitabından. Birbiriyle biçimsel bağları bulunun çok katmanlı, farklı okuma biçimlerine açık bu öykülerde Caymaz, bir yandan edebiyatımızın atalarıyla metinlerarası yöntemle sıkı bağlar kuruyor, öte yanda da oyunsuluğu yerleşik bir düzende değerlendiriyor. Dille kurulan gerçekliği birdenbire yıkmaya yönelmiş, anlamı sorgularken yabancılaştırma efektiyle metnin dışına atan, sözünü ettiği değerleri bir çırpıda değersizleştiren bir oyunsuluk bu.

Onur Caymaz’ın öykü dünyasına bütünüyle baktığımızda geçmiş zamanın belleğindeki görünümleri birer ikonografiye dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Yazar masumiyeti, vefayı, öfkeyi, toplumun farklı kesimlerinde, farklı konumlarında yaşamış kişilerle nesneleri kanıksanmış imajların içerisinde yeniden çözümlemeye girişir. Yoruma sunduğu verileri, ortak hafızamıza düşen izlerin anlamıyla birleştirerek değerlendirir. Dilden, eşyaya, olaydan duruma, kişilere kadar atmosferinde beliren her detayı nesneleştirip bugünün değerleriyle göksel olanı yeryüzüne indirir. Kimi zaman çocukluğun, uçarı masumiyetin, hüznün; kimi zaman da mitsel figürlerle düşüncenin gökselliğidir bu. Yeryüzündeki hâli ise sürekli yer değiştiren bir gerçekliği söyler bize.

Hikâyelerinde değiştirilemez özün içinde sakladığı gerçek nosyonunun karşısına kendi olmayan üretilmiş gerçeği koyuyor yazar. Bunun üzerinde ikinci öykü Gökyüzü Sineması’nda durmak gerekiyor.

“Hüzün İyidir” adlı novellada, anlatıcı aynı zamanda yazar karakter Nisan Birol üzerinden Muhsin Bembeyaz’ın hikâye kişisine dönüşmesi süreci işleniyor. Muhsin’in varlığı kanıtlanacak ölçüde anlatılmasıyla birlikte anlatılanların yazar Nisan tarafından biçimlendiği vurgulanıyor. Muhsin Bembeyaz aşkı, temiz duyguları, saflığı kutsayan ikonlardan biri. Onun kutsal bir simgeyi ifade etmesindeki en büyük etken duygusallığıyla saflığa adanmış oluşu. “Kutsal ancak duygusal’la vardır,” diyordu Bedrettin Cömert, Giotto’nun Sanatı adlı eserinde, “tanrısal bile, ancak bu dünyadaki somut göstergeleriyle kavranılır bir duygu olur…”. Caymaz, cinselliğe aç, ayak oyunlarına, güçsüzü dolandırmaya koşullanmış kirli bir toplumda yaşayan yapayalnız Muhsin’i somut göstergelerle sunuyor okura. Otuz yaşında, ticaret lisesinde yatılı okumuş bir muhasebeci; eski Türk filmlerini, aşk romanlarını yansılayan bir yaşam onunki; hâlâ bakir ve bu yüzden minibüs şoförü, bıçkın arkadaşı Kral tarafından sürekli aşağılanıyor. Tesadüflerin doğurduğu pembe tokalı, beyaz mantolu Gönül’le karşılaşması ve ona olan onmaz aşkı… Yazarı Nisan’la da tesadüf sonucu tanışıyor Muhsin. Nisan, görünmez güçlerin kirlettiği ortamın içinde bembeyaz kalan Muhsin’i anlatıyor, dolayısıyla var ederken o eski filmlerle romanların nahif kahramanlarını kutsallaştırıyor. Onun ikon görüntüsüne Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği Muhsin Bey karakterini; Nisan’a ise şiire vurgun bir hikâyeci kimliğini giydiriyor. Masumiyetin yüreğinden doğan duygular, ki art arda çekilmiş fotoğraflar gibi betimleniyor, yalnızlıkla yenilgiler her iki karakteri birbirine dönüştürüyor. “Birol” diye verilen soyadı Nisan’ın dilindeki, zihnindeki parçalanmanın hem altını çizen hem de durması için verilen bir emri işaret ediyor.

Birini, bir şeyleri etiketlemenin kolaycılığıyla, kişinin etiketlenmekten aldığı yaradan söz ediyor Caymaz. Buna karşılık anlattığı karakterini etiketlemekten geri durmuyor. Öfkenin karşısına öfkeyi kışkırtacak argümanları yerleştirerek onu yeniden kamçılıyor yazar.

Caymaz eski Türk filmlerinin sahnelerindeki atmosferi kullanıyor öyküsünde. Esas oğlanla esas kızın karşılaşması, olayların gerçekliğine uzak durumların birdenbire gelişivermesi, kararlı, duygusal yorumların ağırlığını hafifleştiren söylemelerle gerçekleştiriyor bunu. İyilikle babacanlığı temsil eden figürleri, toplumun çirkin, kirli yüzünün karşısına soyadıyla özdeş Muhsin Bembeyaz karakterini yerleştirmesi kırılganlığın, masumiyetin altını çizerken onların tutarlığındaki inisiyatifin anlatıcı karakter Nisan Birol’a verilmesi onun aynı zamanda oyunsuluğunu kanıtlıyor.

Caymaz bu hikâyesinde Tutumanayanlar’la metinlerarası bir ilişki kurmuş. Kişilerine verdiği isimler, hikâyenin dili, anlatım yöntemi bu ilişkinin göstergeleri.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ı yayımladıktan sonra eserine ve yazar kimliğine yönelik eleştirilerle karşılaşmıştı. Romanın yöntemiyle Nabakov’un Solgun Ateş’inin kopyası olduğu iddialarına karşı anlaşılmadığını söylemişti Atay. O dönemde eleştirimiz metinlerarasına, parodiye, pastişe yabancıydı. Toplumunun algı zamanını aşan bir hikâye kurmuştu yazar. Günümüz yazınını etkileyen edebiyat atalarından biri olacağını henüz bilmiyordu.

Caymaz, bir ata simgesi olarak kullanmış Atay’ı. Onunla birlikte Selim İleri etkisi, onun ayrıntıyı kullanma biçimiyle dili kendini gizlemeden gösteriyor hikâyede. İki ustanın üslubu Caymaz’ın sözlerinde yankılanıyor adeta. Yanı sıra, kurgu atmosferinde edebiyatımızın mitsel karakterlerini kendi kişileriyle çeşitli düzlemlerde bir araya getiriyor. Kimi zaman dış görünüşlerindeki biçimsel unsurlarla, kimi zaman anıştırılan eserleriyle anlatılan yazar ve şairlerin mitsel varlıkları hikâye kişisi aracılığıyla yeniden kuruluyor.

Gökyüzü Sineması’da Attila İlhan geçiyor caddelerden. Selma’nın hayran gönlünden ve Ferhat’ın öteki şairlerle, zaaflarını bildiği sanatçılarla kıyasladığı zihninden de. Hikâye, Kabil’le Habil gibi isimleri aynı harften türeyen iki kardeşin; Ferhat’la Rafet’in (ki Ferhat devrimci olmasıyla bir harf ilerdedir tüccar abisinden) kavgası, kendi içlerindeki kavgaya odaklanıyor. Ferhat da Muhsin gibi nahif, göksel bir karakter. Ama onun nahifliği 12 Eylül iktidarının görüşlerinin yansıması. Anlatıcının Ferhat’ı düşüncesinde yarattığı belirtiliyor satır aralarında. Onun etrafında sanatın iktidardan başı dönmüş kirli yüzü, siyasi iktidarın 12 Eylülle dile pelesenk ettiği devrimci harekete ve eylemlere yönelik söylemleri işaretleniyor. İktidarın gördüğü gözle betimlenen karakterin inancını boşa çıkaran yorumlar bunlar. Taksim meydanındaki meşaleli eylemde Ferhat’ın eyleme duyduğu inanç birdenbire sönüyor. Onu yıkan, kendisini önemsiz hissettiren olaylar sonunda Ferhat’ın kavgaya dair düşünceleri veriliyor yer yer. Yazarın mı, sistemin mi görüşü olduğu belirsiz kalan yorumlarla, klişe söylemlerin kıskacındaki kişiler birer şablona dönüşmekten kurtulamıyor.

Gökyüzü Sineması, metinlerin birer oyun olduğunu söylüyor: Gerçekliğin her an bozularak kırılabileceğini.

GÖKYÜZÜ SİNEMASI, Onur Caymaz, İletişim Yayınları, 2012.





“Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (Masis Kürkçügil'le Röportaj: Mutlu ARSLAN)

Hrant DİNK’in katledilişinin altıncı yılında onun yakın arkadaşlarından yazar Masis KÜRKÇÜGİL ile hem Ermeni Sorununu hem de Hrant DİNK’i konuştuk. 

Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’deki resmi görüş “tarihi, tarihçilere bırakmak gerekir” şeklinde ifade ediliyor. Ermeni Soykırımı’nı siyasetten dışlanmak istenmesinin ardında yatan sebep nedir?

Marx, tarihin kendi amaçları peşinde koşan insanın bir faaliyeti olduğunu söyler. Tarih geçmişle ilgili olmayıp insanın geleceğiyle ilgili olduğu için önemli. Ne tarihçiye ne de siyasetçiye terk edilmeyecek basit insanın, sokaktaki insanın faaliyetinden söz ediyoruz. Egemenler insanları tarihten olduğu gibi siyasetten de uzak tutmaya çalışıyorlarsa bu yalnızca baskı aygıtlarıyla olmuyor. Bir tür insanilikten uzaklaştırma, “insanisizleştirmedir” tarihi ona buna emanet etmek. Emanete hıyanet edilen en önemli alan tarihtir. Orwellyen bir tekrar olacak ama egemenler her şeyi denetimleri altına almak, yönetmek istediklerine göre geçmişi öncelikle zapturapt altına alma ihtiyacındadırlar. Ermeni meselesi bu toplumla sınırlı olmayan insanlığın yaşadığı “barbarlık” örneklerinden biri olarak bir kara kutudur. Açılması egemenler açısından düzenin istinat duvarlarını bir domino etkisiyle sarsabilecek güçte olduğundan patlayıcı bir tehlikeli madde hüviyetindedir.

Dünya üzerinde çok az sayıda ülke gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebiliyor. Bu cesareti gösterenler de -Almanya’yı dışarıda tutacak olursak- aradan oldukça uzun zaman geçmesini bekliyor. Ülkelerin kendi günahlarını kabullenmesi neden bu kadar zor?
Aslında Almanya da böyle bir cesaret göstermedi. Yani toplum köklü bir bilinç dönüşümüne uğrayarak kendi tarihini yeniden kurmaya yönelmedi. Savaşta yenilince kendisine kabul ettirilen çerçevede Yahudi ve Çingene soykırımını kabullenmek zorunda kaldı. Devlet özü itibarıyla egemenlik ilişkilerinin fosseptik kuyusu olarak, her daim aşağıdakilere, ezilenlere kendilerine reva görülenlere müstahak olduklarını sürekli olarak telkin eder. Fransa, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yapılanlardan ötürü özür dilemedi, ama Cezayir Devleti de bağımsızlık savaşı sırasında Kurtuluş Cephesi’nin diğer milliyetçi kanada uyguladığı (“işbirlikçileri” kast etmiyorum) terörle yüzleşmedi.

Bir başka insanlık tasarımı söz konusu olmadığı sürece gerçek bir yüzleşme olamaz. Zaten tarihin kendisi de sanıldığının aksine olmuş bitmiş bir şey olmayıp en büyük savaş alanlarından biridir. Aşağıdakilerin tarihi inşa edilirken yukarıdakilerin tarihinden uzlaşmaz bir biçimde ayrışılmalıdır. Tatil-i Eşgal Kanunu’nun hüküm sürdüğü bir dönemi ilerici olarak görecek birinin sosyalist olmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Ermeni katliamını da bir şekilde mazur gösteren birinin, sosyalistlik bir yana insanlığından bile şüphe etmek gerekir. Hele bu topraklarda solu yeşertmeye çalışmış siyasal hareketleri ajan diye görmek, buna karşılık bir katiller sürüsünü de devrimci diye selamlamanın bedeli ağır olmuştur ve olmaya devam edecektir.

Başta soykırım olmak üzere, ülkemizde Ermeni Sorunu yıllar boyunca görmezden gelindi. Son 10-15 yılda ise özellikle Hrant DİNK’in kişisel çabalarıyla konu biraz daha görünür hale geldi. Konunun salt tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan kurtarılarak halklaşması, çözüm için ne gibi olanaklar sağlıyor?

“Çözüm” ibaresinin içini “her sınıf ve tabaka” kendine göre doldurur. Bu meselede ve diğer aslında “etnik”, “mezhepsel” ve “dinsel” olmaktan öte gayet sınıfsal, dolayısıyla insani, yani insanlığın geleceği ile ilgili meselelerde çözüm, öncelikle emekçilerin, ezilenlerin, sömürü ve baskıdan maddi-manevi çıkarı olmayan geniş insan kitlelerinin bu meselenin bilincine varmasıdır. Hrant “idrak” diyordu. Bu ve benzeri olayların “idrak” edilmesi, kendiliğinden demesek de, insanlığın bir daha bu tür olaylarla karşı karşıya gelmeyeceği bir dünyanın bilincine ışık tutacaktır.

Mesele üç beş kilisenin veya çeşmenin restorasyonu olmadığı gibi el konulan, gasp edilen malların iadesi de değildir. Türkiye Cumhuriyeti çok rahatlıkla bu tazminat meselesini halledecek güçtedir. Nihayetinde ahalinin ödediği vergilerdir bunlar. Tehlikeli olan, her kapitalist sistem gibi bizim yaşadığımız toplumun da üzerine oturduğu sistemin nasıl bir insanlık faciasının üzerine oturduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan, Raymond Kevorkian’ın “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabı bize yitirilenlerin insani boyutunu gösterdiği için bir dizi makale veya kitaptan daha farklı bir önem arz etmekte. Hrant’ın, yazılı metinlerden öte bir önemi olduysa söylemindeki bu insani boyutundan ötürüdür. İnsanlar kendilerini yargılamadan yitirilen insanlıklarını “idrak” etmeye başlamışlardı.

Tek partili dönemde uygulanan Türkleştirme politikaları ve “Varlık Vergisi” gibi uygulamalar başta Ermeniler olmak üzere Türkiye’deki azınlıkların merkez sağ siyasete daha yakın olmasına neden oldu. Merkez Sağın milliyetçi-muhafazakâr pratiğini ve söylemini göz önünde bulundurduğumuzda apaçık bir çelişki taşıyan bu duygu durumunu ve siyasal tavrı aşmanın yolu yok mu?

Taşnaklar İttihatçıların müttefikiydi. Hınçaklarsa Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği içindeydiler. Bu tarihi iyi bilmek gerekir; hem her ikisinin kendilerini sosyalist görmesi (Taşnaklar daha önce toplantılarına gözlemci olarak katıldıkları İkinci Enternasyonal’e 1907’de üye olurlar, yani Jaurès, Rosa, Kautsky, Lenin, Troçki vb. gibi ile aynı çatı altında bulunurlar) hem de Jön Türklerin iki kanadı hakkında farklı bir kaynaktan bilgi edinmek bakımından önemlidir. Kimin kime ihanet ettiğini ise bir milliyetçi olarak değil sosyalist olarak tartışmak gerekir.

Türkleştirme tek partiden önce başladı. Azınlıkların merkez sağ siyasete yakın olduğu söylenirken dikkat edilmesi gereken bir husus var, ekseriyet (Türkler ve Kürtler) de öyleydi. Yani ters bir anlam çıkmasın Türkler alabildiğine eşitlikçi özgürlükçü ve de sosyalist iken azınlıklar da “eh biz de merkez sağ olalım” demedi.

Sosyalist hareket ile azınlıklar ilişkisi üzerine ciddiye alınabilir bir çalışma yok. Ama şöyle de sorabiliriz: Sosyalistler azınlıklara nasıl yaklaştı? Talat Paşa’nın Ermeni meselesi hakkında ne dediği biliniyor ve bir ittihatçının hezeyanları Mehmet Ali Aybar tarafından kaynak olarak gösterilebiliyor ama Rosa Luxemburg’un ne dediği bilinmiyordu. Sosyalist inşa çok yönlü ve tarih bilinci bu inşanın vazgeçilmez unsurlarından biri; egemen ideolojiden kurtulmak ha deyince olabilecek bir şey değil. Maalesef genel olarak tarih konusunda, özel olarak da bu ezilen kesimlere ilişkin çok devletli bir tutumu olmuştur sosyalist hareketin. Somutta azınlıklar, İttihatçılık ve onun mütebakisi Halk Fırkasına karşı Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yi desteklemek zorunda kaldılar -bu arada işçi sınıfı da. 6-7 Eylül’e rağmen bu devam etti. İlginçtir, Kürt aydınlarının da demokrasi arayışında benzer bir yörüngeyi Tarık Ziya’nın anılarından izlemek mümkün. TİP’e bir teveccüh olmuştur, ünlü edebiyatçı Zaven Biberyan malum TİP listesinden seçilerek İstanbul Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1973’de ise oylar Ecevit’e yöneldi.

Sosyalist tarihimiz açısından 1999 seçimlerinin anlamlı olduğu kanısındayım. O seçimlerde Hrant’a da kontenjan adaylığı önermiştik. Kendisi açıkça “ÖDP üyesi olmadığını, gazeteci olarak bağımsız (partisiz diyelim yoksa Agos’un seçim haftasındaki sayısında arka sayfa, başyazı, birkaç köşe yazısı ÖDP’den söz ediyordu) kalması gerektiğini, ama eğer bir gün böyle bir şey düşünürse kontenjandan değil partiye üye olup önseçimle aday olmayı tercih edeceğini” yazmıştır. Hrant’ın sandıklara bakarak yaptığı tahmine göre o seçimlerde Ermeniler arasında ÖDP yüzde on barajını aştı. Ama genelde yüzde biri bile bulamadık. Dolayısıyla soruyu belki de tersinden sormak daha anlamlı olacak!

Başlangıçta Patrikhane de içinde olmak üzere Ermeni Cemaati’nin ortak bir sahiplenmesiyle çıkan AGOS Gazetesi zamanla büyük kırılmalar yaşayarak nihayetinde Hrant DİNK’in tek başına üstlenmek zorunda kaldığı bir çabaya dönüştü. Hrant DİNK’i bu süreçte yalnızlaştıran ne oldu?

Cemaat meselelerinden neredeyse bihaber olduğum söylenebilir. Ama Agos kurulurken Hrant’ın anlattıklarından az çok süreç hakkında bilgim var. Patrikhane ile özellikle son zamanlarda ciddi bir gerilim vardı. Agos’un cemaatin sivil temsilcisi karakterine bürünmesi ve beklenmedik bir rol üstlenmesi elbette ruhani ve cemaatin geleneksel çevrelerini tedirgin etti. Her türlü azınlık cemaatleri -göçmen Türkiyeliler de- yönetimle sürtüşmek istemez. Hrant cemaatin sorunlarını ahaliye açarken, ahalinin sorunlarına da dikkat çektiği için pek alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Bütün sorunlarıyla birlikte Agos çok başarılı bir iş gördü. İtiraf edeyim ki kuruluşta bana anlattığı zaman böyle bir şeyin olabileceğine inanmamıştım ve bu konuda yalnız değildim.

“Türkiye’de Ermeni olmak” ile “Türkiye’de sosyalist bir Ermeni olmak” arasında bir ayrım var mı?

Azınlıksanız egemenler için komplo teorilerine hayli yatkın bir malzeme oluşturursunuz. Tutuklamalarda, sorgulamalarda ve içerde olduğu gibi günlük hayatta da bir takım ilave sorunlarla karşı karşıya kalırsınız. 12 Eylül’de etliye sütlüye karışmayan Ermenilerin de sırf okul veya başka türden cemaat kurumlarında yer aldıkları için tezgâhtan geçirildiği hatırlanırsa (ASALA arıyorlardı!) her iki kategoridekilere de allah kolaylık versin.

1969’da bir grev çadırında ben de “Ermeniyim” dediğimde “Estağfurullah” çeken işçi arkadaşımı bu hesaba dâhil etmeyeyim ama malum biz sosyalistler bir türlü kapitalizme karşı mücadele vermenin meşruiyetini bulamadığımızdan mı ne, hep “gavura” karşı çıkmışızdır. Bakınız TİP’in örneğin 1965 seçim konuşmaları. Ben babama anlatır dururdum “Emperyalizm demek istiyorlar” diye. O da “Sen biliyorsun da bunun emperyalizm olduğunu, onlar bilmiyor mu” derdi. Antiemperyalizmle ulusalcılığın harmanlandığı bir ortamda bu işlerin biraz yokuşa sürülmesi kaçınılmazdı.

Türkiye’de sosyalistlerin Ermeni meselesiyle daha yakın duygusal bağ kurabilmesini sağlayan eşik ne yazık ki Hrant DİNK’in öldürülmesi oldu. Aradan geçen 6 yılın ardından DİNK’in cenazesinde ortaya çıkan kitleselliği ve bunun sola etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Cenazedeki kitleselliğin yanı sıra yürüyüşün vakurluğunu siyaseten yorumlamak için elde maalesef fazla bir veri yok. Çok değişik hassasiyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir kortejdi. İnsanlar Hrant’ın ardından kendi ezilmişliklerine, öfkelerine meydan okuyorlardı. Hassasiyet sözcüğünü özellikle kullandım, belki muğlâk bir tabir ama bir bilinçten söz etmek imkansızdı. İnsanlar kendi kendilerine bile tarif edemedikleri karmakarışık duygu ve düşüncelerle Agos’un önüne yığıldılar. Cinayet günü on bin kişi toplandı ki önceden düzenlenmiş mitinglerde bile bu sayıya ulaşmak zor. Cenaze hafta arası kalkacağı için iyimser tahminler ilk rakamın birkaç katı olacağı merkezindeydi. Sonuçta insanı bir nebze de olsa teselli eden muhteşem bir kalabalık, beklenmedik bir biçimde tarihe bir kayıt düştü.

Bu kitleselliğin sola bir etkisi olmadı diyebiliriz. Bunu “değerlendirmesi” demeyelim de, hem Hrant’la olan ilişkisi hem de kendi programatik duruşuyla en iyi “anması” gereken ÖDP, birkaç hafta sonra Hrant’ın dev bir portresinin sallandığı kongre salonunda bir yarılmaya uğradı. Hrant’ın siyasal bir manifestosu yoktu ve olması da gerekmiyordu ama bu olayın yarattığı hassasiyetleri diri kılacak bir takım faaliyetler gösterilebilirdi. Ne yazık ki kimi girişimler hayli faydacı bir zihniyetle yürütüldü. Mesele Hrant’ı bayrak yaparak veya onu öne çıkararak prim toplamak değil onun dile getirdiği meselelerden bazılarının -ille de hepsini de değil-gerçekten kendine dert edinmekti, yani kendi yürüyüşüne dâhil etmekti. 2006’da ÖDP’de Hrant’la birlikte bu konuya ilişkin bir toplantıda sunuş yapmıştık ve ilk kez bir sosyalist parti genel başkanı (Hayri Kozanoğlu) 24 Nisan’da açıkça Ermenilerin acılarını paylaştıklarını belirten bir bildiriyi okumuştu.

AKP Hükümeti’nin Hrant DİNK Cinayetinin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda istekli olmadığı artık herkesin malumu. Buna rağmen Hrant DİNK sonrasındaki AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri (Etyen Mahçupyan, Rober Koptaş) AKP’ye “hayırhah” bir tutum izledi. Bu tutum Hrant’ın mücadelesine ve mirasına karşı haksızlık yapıldığı duygusu uyandırmıyor mu?

Etyen ile Rober arasında önemli bir fark var ve hatta Agos sayfalarında aralarında sola ilişkin ciddi bir polemik olmuştu. Rober’in Agos’un başına geçmesi en makul çözümdü. Hrant’ın mirası ve mücadelesine kendi üslubunca sadık kalacaktır. Günlük politikanın içinden bakmamak gerekir Agos’a. Nihayetinde siyasal bir parti değil bir gazete ve özel bir konumu var. Bazı konularda ondaki hassasiyeti anlamak gerekir. Ergenekon Davası sanıklarından bazılarının Hrant konusundaki tavrı düşünülürse hak vermek gerekir. Onlar da bazı arkadaşların her ne sebeple olursa olsun Ergenekoncularla veya genel olarak ulusalcılarla aynı karede bulunmasını hazmedemiyorlar.

Agos’ta yazan ve gerçekten AKP’ye “hayırhah” bir tutum izleyenler oldu ama bunun tersini yapanlar da oldu. Hrant’ın mirası diye formüle edebilir miyiz bilmiyorum ama unutmamak gerekir ki o farklı bir dönemde yetişmiş, meselelere daha bütünsel bakabilen bir insandı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diyelim ve Agos’un genel demokratik talepler çerçevesinde yürüyüşünü sürdüreceğine dair umudumuzu koruyalım. İçinde herkesin kendine göre beğenmediği yazarlar olacaktır, yeter ki temel değerler zedelenmesin.

DİNK’in hem Ermeni hem de Kürt Sorunu konusundaki temel tavrı “bir arada yaşamı savunma” olarak özetlenebilir. Sizce biz bu ülkenin insanları olarak bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz?

ÖDP’nin “bir arada yaşam” kampanyası için Hakan’la (Tahmaz) kendisini ziyarete gidip usulen derdimizi anlattığımızda gülümseyerek “Biz burada yıllardır ne yapıyoruz ki” dedi. Sosyalistseniz nihayetinde yalnızca yönetenin yönetilenin, sömürenin sömürülenin değil aynı zamanda sınırların da olmadığı bir dünyayı amaçlıyorsunuz demektir. “Bir arada yaşam” sınırlarla sınırlı bir mesele değil. Mevcut sınırlar dâhilinde yaşayanlar hallerinden memnunsalar sorun çıkmaz. Ama “bir arada yaşam” için gerekli koşullar yoksa ihtimaller açık uçludur. Bir arada yaşamayı becermek tarihteki haksızlıklar da dâhil olmak üzere ezilenlerin taleplerinin karşılanmasına bağlı olacaktır. Hrant kendi açısından hayatına mal olan bir tavır benimsedi. Biraz da bunun için on binler onun ardından yürüdü. Ama milliyetçi muhafazakâr milyonların da, eşitlik ve özgürlük taleplerini ihanet addederek veya insani değerleri pek de önemsemeyerek cinayetin etrafında dolananların ödüllendirmesini olağan karşıladığı anlaşılıyor. Neredeyse bu işte adı geçen herkes ödüllendirildi.

Öncelikle ezilenlerin, emekçilerin şu veya bu egemen kesimin değil kendi tarih bilincine sahip olmaları veya bir başka dünyanın bilincini oluşturmaları gerekiyor. Tarihin verdiği lütufla kendini merkez, başkasını hain görerek, bir arada yaşam yani eşit yurttaşlık hakları değil, bildiğin tabiyet dayatılmakta. Enternasyonalizm bütün bu bağımlılık ilişkilerinden arınmanın, “onların” tarihinin verdiği parçalanmışlıkları aşmanın yoludur. Hrant’ın yürüyüşünü ölümsüz kılan, onun biraz da bu parçalanmışlıkları aşma konusundaki hassasiyetiydi. Unutulmamasının bir nedeni de bu.

Çutak’tan Bize Kalanlar… (Sayat TEKİR)

“Gelin önce birbirimizi anlayalım...
Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim...
Gelin önce birbirimizi yaşatalım.” Hrant Dink 

Hrant Dink yazmaya ilk olarak 90’lı yıllarda günlük Ermenice yayımlanan Nor Marmara gazetesinde “Çutak” (Erm. Keman) rumuzuyla Ermeni tarihine ilişkin Türkiye’de çıkan kitapların eleştirilerini yazarak başladı. Şu anda onun yazdığı bir kitabın eleştirisini yazmak bu bağlamda bir taraftan onur verici olurken diğer taraftan 19 Ocak 2007’nin karabasanı altında bir o kadar da can sıkıcı.

Aslına bakarsak Hrant Dink bir gazeteciden farklı olarak fikir ve eylem insanıydı. Her hafta yazdığı köşesinden 100 yıllık kangrenleşmiş sorunları olan iki halka seslenirdi. Her ne kadar o, “Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum” dese de her televizyona çıkışında konu ne olursa olsun, o iki halktan birini (Ermenileri) temsil eden pozisyonda oluyordu. Belki de bu yüzden Ermenilere olan nefretin bizatihi muhatabı oluyordu. Ermenilere karşı olan tüm nefret “Ermeni gazeteci” Hrant Dink’e yöneliyordu. Sonrasını biliyoruz… Koruyamadık onu…

Hrant Dink’in yükü de ağırdı bedeli de. Belki Soykırımda ölenlerin, belki “kılıç artıklarının”, belki diaspora Ermenilerinin belki de hepsinin mirasını sırtında taşıyordu o. Yük ağır mı ağırdı ama Hrant ahparig de kafasını koyduğunu yapan cinstendi. Onun sözünün bu güçlü etkisi basit bir ikna kabiliyeti ile açıklanamazdı. Karşısındakinin düşüncesine saygı duyan, anlamaya çalışan ve kendini onun yerine koyan bir dil vardı onda. Anadolu insanının ruhu vardı onda özü bir sözü birdi, coşkuluydu. Hrant ahparigdi işte!

Hrant Dink’in karakteri, hayatı ve fikirleri ayrıca öldürülmesi ve öldürülme şekli, toplumun farklı kesimlerden binlerce kişiyi 23 Ocak 2007’de olan cenazesinde buluşturmuştur. Son 6 yılda ise her 19 Ocak farklı kesimlerinin birbirleriyle dayanıştığı bir kardeşlik gününe dönüşmüştür. Öte yandan 19 Ocak’larda gösterilen dayanışma ne yazık ki 20 Ocak’larda yerini toplumsal hafızanın yitimine ve duyarsızlığa bırakmıştır. Hrant Dink’in devam eden cinayet davası sürecinde ısrarlı bir kalabalığın çabasına rağmen bu kalabalık sönülmenmiş ve toplumsal duyarlılık birçok davada olduğu gibi bu davada da azalmıştır. Ülkede azmettiricisinin devlet olduğu birçok cinayet ve zorbalık toplumsal muhalefetin desteğini yeterince kazanamamış ve dayanışma kültürünü yaratamamıştır.

“Kitapsız yazarın” kitabı

Kendini “kitapsız bir yazar” olarak tanımlayan Hrant Dink’in ilk kitabı olan “İki Yakın Halk İki Uzak Komşu” TESEV Dış Politika Programı’nın projelerinden biridir. Kitabın önsözünü yazan Etyen Mahçupyan’ın bize aktardığı; kitabın projeye başlarken Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin boyutlarını ele alan ve aynı zamanda Türk-Ermeni ilişkisine ve sorunların çözümüne bakan “soğukkanlı” bir metin olması planlanırken Hrant Dink’in coşkusu ve kendi düşüncelerin eğip bükmeden olduğu gibi yazması projenin istikametini değiştirmişti. Yine Mahçupyan’ın bize aktardığına göre projedeki bu istikamet değişikliği metnin rafa kalkmasına yayınlanmasına ve ileri bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu. Bu erteleme ne yazık ki kitabın basılmasını Hrant Dink’in aramızdan alındığı 19 Ocak 2007’den sonraya yani Haziran 2008’e bırakmıştı. Hrant Dink Vakfı’nın yayımladığı kitap vakfın da ilk göz ağrısıdır.

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’da Hrant Dink, Agos ve BirGün’deki köşe yazılarına benzer yalın bir dil kullanarak, tarihin, uluslar arası ilişkilerin ve politikanın soğuk terimlerine karşın o kendine has samimi dilini kitabına da yansıtmıştır. Okuyanın bam teline değen İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Türk-Ermeni İlişkilerine giriş niteliğinde bir kitap olmasının yanı sıra Türklere ve Ermenilere barış ve uzlaşmayı anlatan bir kitaptır. İki tarafın derdini de anlayan, iki tarafa da dert anlatan Hrant Dink, Ermeni soykırımı gibi tarihin en çetrefilli konusuna bile olanca coşkusu, umudu ve karşısındaki anlayan üslubu ile çözümü sunmaktadır: “Ermeni Soykırımı konusunda şu gerçeği bir kez daha özetlemekte yarar var: Türkiye’nin bugün önündeki problem ne ‘inkar’ ne de ‘ikrar’ sorunudur. Türkiye’nin temel sorunu ‘idrak’tır. Aslolan, Türk toplumunun tarihsel gerçekliğin farkına varmasıdır. Bu da ancak Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle mümkün olur. İdrak sürecinde ise Türkiye’nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkarı ya da dışarıdan ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak, benzer bir işgüzarlıktır. Böylesi bir yöntem, idrak sürecine indirilecek en büyük darbedir. İdrak edilmemiş bir inkarın veya ikrarın hiç kimseye yararı olmaz…” (s. 63)

Üç bölümden oluşan kitap hâlihazırdaki Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkisizlik durumunu, bu ilişkisizliğin tarihi ve ekonomik arka planını anlatmaktadır. Bunun yanı sıra kitapta Türk-Ermeni ilişkisizliği ile Soykırım gibi tarihi konulara Hrant Dink’in önerdiği çözümleri görmekteyiz. Ayrıca kitabın ekler bölümünde Hrant Dink’in ‘’Ermeni Konferansı’’ diye medyada adlandırılan olaylı “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferanstaki konuşması ile TBMM AB Uyum Komisyonu ile Dışişleri Komisyonu’nun TBMM binasında ortaklaşa gerçekleştirdiği, Ermeni Sorunu’nun ele alındığı toplantıda yaptığı iki konuşma da bulunmaktadır. Özetle “İki Yakın Halk İki Uzak Komşu” Türk-Ermeni ilişkileri üzerine fikir sahibi olmak isteyenler için birebirdir.

Hrant’tan bize kalan 

Hrant Dink’ten bize kalan yazılarından ya da Agos’tan daha fazla bir şeydir. Susmamaktır. Herkes sussa bile susmamaktır, hakikati anlatmaktır. Hrant Dink’ten bize kalan mücadeledir. Devlet aynı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi işçilere, halklara, öğrencilere, LGBTT’lere yapılan her saldırının faillerini korumak ve semirtmek için tüm imkânlarını seferber etmekte, gücünü devletten alan faşistler ise bu toprakların “ötekilerine” saldırmaktan hiç çekinmemektedir. Öte yandan toplumsal muhalefet güçleri hükümetin bin bir türlü baskısıyla uğraşmakta ve 1980 sonrası daralan muhalefet, toplumsal duyarlılığı yaratamamaktadır. Toplumsal duyarlılığın yaratılmadığı, ülkedeki tüm ezilenlerin kendi dertlerine düştüğü ve birbirleriyle dayanışma kültürünün ve olmadığı bir toplumda tüm bu zorbalıklara maruz bırakılanlara kalan tek şey ise yalnızlıktır! Sistemin dayattığı bu yalnızlığın kırılması ve her türlü zorbalık, sömürü ve tahakkümden arındırılmış bir Dünya için tek yolu birlikte mücadele etmektir!

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Hrant Dink, Dink Vakfı Yayınları, 2007

Yiğit Ölür Şan Kalır… (Mutlu ARSLAN)

Hrant Abi, sen şimdi derin bir sessizliğin içinde yatıyorsun ama merak etmeyesin, çocukluk nasihatleri gibi içimize işlemiş kardeşlik tembihin, dilimiz başka hakikat söylemiyor. (BirGün Kitap)

Daha ilkokul çağımdayken bile, arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden “ulan benim babam var ya, benim babam” diye düşünür ama ağzıma getiremez, sıramı savardım. Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep. Biliyorum ki sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin benim için. Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler… Katillerin aldıkları bir şey de çocukların babalarını yenme hakkıdır. (Arat DİNK)

Biliyorsun, kalabalıkların tanrısına inanmıyorum. Bu yüzden tanrıyı yapan kalabalıkların kendisine inanmak zorundayım. Bu kalabalıkların bir yerde gizledikleri bir vicdanları olduğuna, uzundur uyuttukları bir isyanları olduğunu, ne olursa olsun bir gün bir yerde herkesin birbirini anlayacağına, herkesin af dileyebileceğine, hepimizin affedilmek isteyeceğine… İyi kalpli tek bir tanrı olsaydı belki de mecbur kalmazdım insanlığa. Ama sen de biliyorsun işte tanrıların tabiatını ve en kederli, en kanlı mecburiyetimizin insanlık olduğunu. İnsanlık… Bizi çoğu kez bir ahtapotmuşuz gibi öldüren, uzun uzun öldüren, yere çala çala… (Ece TEMELKURAN)

Bizde, okumuş yazmış insanlar “aydın” sayılıyor; doğru değil bu. Muhalif yanları olan insanlar “aydın” sayılıyor, bana kalırsa bu da doğru değil: iktidarlardan birine diklenenlerin, sırtlarını ötekine dayadıklarını pek sık görüyoruz. Hrant Dink tam bir aydındı, çünkü kimseyle iyi geçinmeye çalışmadı. Doğrularını en ağır bedeli göze alarak ifade ederken slalom yapmadı, dikine gitti. Susmayacağını, pısmayacağını, alttan almayacağını anladılar. (Enis BATUR)

Onun ardından yüz binlerce insan İstanbul sokaklarına dökülürken yalnızca bir cinayete tepkilerini dile getirmekle kalmıyordu; tanıdıkları, bildikleri, kendilerinden saydıkları ve korumayı başaramadıkları için içlerinin yandığı bir dostlarına hakkı olan sevgi ve saygıyı sunuyorlardı. (Ertuğrul KÜRKÇÜ)

Derken, Türkiyeli Kürt Ahmet’le, kardeşi olan Türkiyeli Ermeni Hrant’ın büyülü buluşması gerçekleşmiş. Ama meğerse onurlu bir keklikle onurlu bir güvercinin kırılan kanatları bir daha asla onarılamazmış… Ama görenler varmış, telgraf direklerindeki tellerde yüz binlerce üzgün serçe birlikte ötüşüyormuş yüz bin dilden… (Gülten KAYA)

Hrant Dink “görüldü”. Görülmek, görülebilir olmak önemlidir. Onu hedef tahtası haline getiren şey, en başta Ermeni olarak “görülebilir” olmasıydı. Bu ülkede Ermeniler genellikle görünmezler. Göze batmadan yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Adları, soyadları, kimlikleri bir biçimde silikleştirilmiş, karartılmış, kalabalığa karıştırılmıştır. Görülmek, var olmak, çağrıştırmak, hatırlatmak dolayısıyla da “izlenmek” demektir. 301. Maddeyle ya da namluyla. (Murathan MUNGAN)

Sen de çekip gitme/Dayan be umudum/Dön gel, dön gel/Meydan okur hayat/Pabuç bırakmaz ölüme/Dön gel, dön gel. … Bi’daha yazar mı kalem kanaya kanaya/Kâğıdı da kan tutar ağaç değil mi soyu/Ağla doyasıya ağla/Aynı denizde çoğalır yüreğin özsuyu. (Sezen AKSU)

Hrantçığım, babacığım, benim masal babam… Çocukluğun bir güvercin kanadından Saroyan hikâyelerinden bize misafir gelivermiş babacık… O güzelim yüreğin sızlamasın diye elim varmıyor kendi yüreğimin halini yazmaya şimdi. Sadece seninle zamanı yaşamış olabilmenin imtiyazlı sıcaklığı üzerimde… İçim titriyor seni üzecek, incitecek, o kimselere el değdirmediğin vakur kalbini kırarım bilemeden diye… (Şafak PAVEY)

Bir nesil için daha kederlisini düşünemiyorum… Bankta yayınızda oturuyordu, denize ve ufuk çizgisine bakarak… Hortum geldi, sadece onu çekti. Sizler, yani bizler, onunla denize bakıp “yarın hava daha güzel olur, poyraz çıkar ve rutubet düşer, buhar kalktı mı karşı yakanın silueti netleşir, görürsün, kendimizi daha az yapış yapış hissederiz, yarın belli ki hava çok daha insaflı olacak” diyen bizler, aynı meyhanelere, davetlere, sergilere giden bizler, insan isimlerine sahip o insanlık dışı hortumları püskürtemedik. Hrant’ı aramızda tutamadık. (Vivet KANETTİ)

Kardeşimi vurdular. Değerli bir hayata, uzaktan da olsa tanık olması insana heyecan veren bir hayat serüvenine hoyrat bir nokta koydular. Meğer “Türkiye’yi vurmuşlar”. “Türkiye’nin imgesini yaralamakmış” amaç. Ey imge demokratları, sinsi yardakçılar, Hrant’a haddini aşmış, çizgiyi geçmiş yabancı muamelesi çekip milletini kışkırtan basın tüccarları, çekilin aradan. Yasımızı tutacağız. Hrant’ın saçının bir teline Türkiye’nin imgesini toptan vermeye hazırdık. Onu koruyamadık. Bu cinayeti de yabancı güçlere havale etmeye çalışan soğukkanlı komplo uzmanları; TAYAD’lı gençleri Trabzon’da linçe kalkışan güruhu “Milletin hassasiyetlerine dokunursanız böyle olur” diye koruyan başbakanından başlayarak bütün hassas Türkler… Artık susun! Kardeşimin hayatını çaldınız. İz kalmasın diye ölümünü de çalmaya çalışıyorsunuz. O kurşunlar Türkiye’ye, Türkiye’nin imgesine sıkılmadı. Hrant’ın canım canına sıkıldı. Hrant’ın o kocaman sarılışı, o aydınlık gülüşü kâbusunuz olsun. (Yıldırım TÜRKER)

Bugün hala dayanabiliyorsak bunu birbirimize borçluyuz elbet. Tünelin ucundaki ışığa birlik olarak varabileceğimizi kim bilmez. Böyle bir kaynaşmayı kim önemsemez. Benim içerlediğim asla unutmayacak, vazgeçmeyecek ve aydınlatmaya devam edecek “Hrant Dinklerin” ardından, köşe başlarını tutan sözde aydınların onları yok eden zihniyet/lerle savaşmayışı, iz sürmeyişi, belgelerle kanıtlananları bile ele almayışıdır. Oysa unutmamak, yeni acılar yaşamamak için çok ama çok önemli. (Zeynep ALTIOK)

Ah sevgilim… Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgili? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir sevgilim? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.

Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisusa borçluyum sevgilim. Onun da hakkını verelim sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim.

Sevdiklerinden ayrıldın.

Çocuklarından, torunlarından ayrıldın.

Sizlerden ayrıldı.

Kucağımdan ayrıldın…

ÜLKENDEN AYRILMADIN SEVGİLİM. (Rakel DİNK)

Hrant’a… “Ali topu Agop’a at”, Editörler: Fahri ÖZDEMİR – Arat DİNK, Yayınevi: Kırmızı Yayınları, 2007

Kimlerin İlahilerini Marşlara Çevirdik? (Zeliha ETÖZ)

Antropoloji literatüründe 1970’lerin başında yeni bir kavram gündeme gelir, kavramın yaratıcısı Fransız antropolog Robert Jaulin’dir. Jaulin, asıl olarak “fiziksel yok edişi” ifade eden ve bu nedenle de ‘yok etme’ eyleminin içeriğini daraltan bir anlama sahip soykırım(genocide) kavramının yanına, “kültürel yok edişi” içeren kavimkırım (ethnocide) kavramını ortaya atar. Kavimkırım kavramının çerçevesini ve dolayısıyla önemini ele almadan önce soykırım hakkında bir iki kelam etmek yerinde olur diye düşünüyorum.

Irk ölçütünün esas alındığı soykırım kavramı, Alman savaş suçlarının belgelendirilmesi amacıyla 1944 yılında Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından geliştirilir ve 1946’da Nürmberg Mahkemesi’nde bir suç tipi olarak yasal düzlemde tanınmış olur. Lemkin bu kavramı geliştirirken ‘haklı savaş’ anlayışını baz alarak Nazilerin gerçekleştirdikleri eylemleri, bir ulusu yok etmek üzere girişilen ‘haklı olmayan savaş’ın aşırı formu olarak belirler. Kavramı çerçevelendiren Lemkin’in diğer iddiası ise, her ne kadar Naziler modern metotlar kullanmış olsalar da yaşananların ‘barbarlığa geri dönüş’ olduğudur. Oysa Zygmunt Bauman Modernite ve Holocaust adlı eserinde, meseleyi uygarlık ve modern devlet bağlamında ele alır. Ona göre soykırım, rasyonel hiyerarşik örgütlenme, planlama, teknik donanım, istatistik, lojistik düzenleme ve maliyet-zarar hesapları gibi modernliğin sunduğu bütün araçların, kısaca “araçsal rasyonalitenin” rehberliğinde gerçekleştirilmiştir.

İlk Soykırım 

Bauman’ın tanımladığı çerçevedeki soykırımın, ilk defa, II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirildiği uzunca bir süre kabul edilmiştir. Ancak, modernliğin bir ‘imkân’ı olarak ilk defa Almanlar tarafından gerçekleştirildiği kabulünü şüpheli hale getiren bir başka olay vardır. Çok da eski zamanlarda olmayan fakat kabulü konusunda yoğun direnişlerin, karşı çıkışların, hatta tersine çevirmelerin olduğu bir olay: Ermeni Soykırımı.

Bugün daha çok sayıdaki ayrıntılı çalışmalar gösteriyor ki 1915 Ermeni Soykırımında, belki ‘rafinelik’ bakımından değil ama örgütlülük, değişik yolların olabildiğince eşgüdümlü biçimde seferber edilmesi, süreç içinde ‘daha sonuç alıcı metotlar’ın devreye sokulması, planlılık anlamında modern ‘araçsal rasyonalite’nin devrede olduğu aşikârdır. Bu haliyle, 1915 olayları, Bauman’ın çerçevelendirdiği ve çözümlediği eylemliliklerle paralellikler arz etmektedir.

Her ne kadar Ermenilere yönelik soykırımı 1915 yılıyla işaretliyorsak da biliyoruz ki ‘Ermenilerin yok edilmesi’ 19. Yüzyılın son çeyreğinden, çok daha net bir tarih vereceksek Abdülhamit döneminde ‘yok etmenin’ değişik yollarının seferber edilerek yoğunlaştığı 1894-1896 yıllarından başlamaktadır. Bu yıllarda gayri-müslimlerin ağırlıkta olduğu yörelerde nüfus kompozisyonunda değişiklik, -PRO’de (Public Record Office-Birleşik Krallık Ulusal Arşivi) bulunan çok sayıda belgede görülebileceği gibi- malların müsaderesiyle birlikte İstanbul’dan Anadolu şehirlerine zorunlu göç, Müslüman halkın silahlandırılıp kışkırtılmasıyla çıkan çatışmalar sonucunda tutuklanıp idam edilenlerin nedense sadece Ermeni olması, işyerlerini ve evleri hedef alan kundaklamalar, Almanya’dakine benzer biçimde Diyarbakır’da Ermenilere ait yerlerin işaretlenmesi ve daha çok sayıdaki örnek farklı fazlardan geçmiş olan ‘süreç içinde’ olgunlaştırılan bir soykırımla ve kavimkırımla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Gasp Edilmiş Kültür 

Gelelim kavimkırımın anlamına ve işaret ettiği gerçeklerin Türkiye’deki karşılıklarına. Kavram, “yok etmenin” sadece fiziksel bir nitelik taşımadığının altını çizerek, çoğu durumda yok edilen topluluğun kültürünü ve ürettiği her türlü değeri yok etmeyi kapsadığını ifade etmek üzere, özellikle de ‘Batılı uygar’ toplumların dünyanın değişik coğrafyalarındaki topluluk ve toplumlara karşı giriştikleri eylemleri işaret etmek için üretilmiştir. Dolayısıyla yok etmeyi sadece “maddeten” değil aynı zamanda “manen” gerçekleştirmeyi içerir. Yok ediş, bir kerede gerçekleştirilmeyip, uzun yıllar sürebiliyor, hatta soykırım suçunun ağırlığını bastırmak üzere sanki içtepisel biçimde kırıma tabi olan kültürün öğelerini ‘talan’ etmek biçiminde olabiliyor. Bu talan, mimari güzelliği aşikâr bir yapının çökmeye terk edilmesi biçiminde olabildiği gibi, yok edilmeye çalışılan topluluğun ürettiği değerlerin kendine mal edilmesi biçiminde de olabiliyor.

Kavimkırımın bir “kültür kırımı” olduğunu, dolayısıyla bir topluluğun sembolik evrenini yok etme girişimi olduğunu söylemeliyiz: Tıpkı emval-i metruke (terk edilmiş mallara el konulması) konusu gibi… (böylesi yasal düzenlemeye nerede rastlanır acaba?) Tıpkı bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ve arazisinin Ankara’nın önde gelenlerinden Kasapyanlar’a ait olması gibi… Tıpkı yerleşimlerin isimlerini değiştirme gibi… (Ki bu konuda modern Türk devletinin eline su dökecek azdır) İşte size küçük ipuçları: isimlerinde Hamit, Hamidiye, Mecid, Mecidiye gibi ekler bulunan yerlere biraz sorgulayarak bakın, Anadolu’daki pek çok şehirde var olan “Ulu” sıfatlı camilere de.

Ankara’nın Taşına Bak 

Bir de tabii hiç akla hayale gelmeyecek şeylerde karşımıza çıkan kavimkırım örnekleri vardır. Bu örnekleri ya rastlantı eseri öğrenirseniz ya da soykırımın gerçekleştirildiği bir ülkede bir yönüyle kavimkırım da olabileceği ihtimaliyle kültürel ve sembolik ürünlere daha dikkatle bakarsanız görebilirsiniz. İşte size çarpıcı bir örnek:

Negrîn gelî hevrînên min, ez ê herim welatê xwe/ Min navêje pir bimînim ez ê herim welatê xwe/ Ev der ji min re ne tu hal e, êş û derde min pir dijwar e/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Hêvî dikim li ser min negrîn/ Li ser min nekin girîn û şîn/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Werin gelik ‘ezîzên min destên he we maçî bikim/ destên he we maçî bikim, sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/ Ez ê herim welatê xwe.

Kürtçe olan bu Ermeni ilahisinin Türkçesi şöyledir:

Çok ağlamayın dostlarım/ Ben vatanıma [cennete] gideceğim/ Burada çok kalmayacağım/ Burası acı dolu/ Derdim, kederim çok fazla/ Gurbette olmak çok acı/ Ben vatanıma gideceğim/ Yalvarırım üstüme ağlamayın/ Yas tutmayın, kederlenmeyin/ Bütün dertlerim geçecek/ Ben vatanıma gideceğim/ Gelin azizlerim eliniz öpeyim/ Sizden aflık dileyim/ Ben vatanıma gideceğim.

Hiçbirimize tanıdık gelmeyen bu sözlerin melodisi, hepimizin yakından bildiği “Ankara’nın Taşına Bak” marşı olarak kahramanlık(!) tarihimizde yerine almıştır. Acıyla yüklü bir Ermeni ilahisinin tüm tarihsel ve kültürel dokusundan koparılarak, ezgisi üzerine adeta nispet yapar gibi sözler yazılmasıyla ortaya çıkan bu eser, kavimkırımıyla anlatılmak istenen şeyi apaçık ortaya koyar. Bu mal edişin, bir parça acemiliği açık etse de nasıl kılıfına uydurulduğu da önemli bir konudur. 1930’lu yıllardaki folklor çalışmaları kapsamında, Mahmut Ragıp Kösemihal ve H. Suphi Karsel’in tarafından kaleme alınan ve sözüm ona Ankara ve civarındaki derleme çalışmalarından biri olan Ankara Bölgesi Musiki Folkloru adlı eserde, sözlerin sahibinin dönemin Kültür Bakanı’nın oğlan kardeşi olduğu söylenir ve bunun araştırılmaya muhtaç olduğu belirtilir. Oysa birkaç sayfa öncesinde Ankara’da eğlence ve düğünlerde çalgıcılık edenlerin sadece Rum, Ermeni ve Çingeneler olduğu söylenir. Üstelik Ankara müzik folkloründe farklı kültür tabakalarının -Eti, Frigya, Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı- adı zikredilse de Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin adı geçmemektedir.

“Bir türküye nasıl söz yazıldığını”, “çalgı çengiyi gerçekleştirenlerin kendi kültürlerini hiç mi dile getirmediklerini” ve “çok değil 20-30 yıl önce burada olanların neden hiçbir müziksel etki bırakmadığını” sorgulamak, yaşanan kavimkırımının tespiti açısından oldukça önemli ve yerinde bir şüphedir. Tıpkı trajik ölümüyle ve eserleriyle yürekleri parçalayan Ermeni besteci Gomidas’ın eserlerindeki ‘motifler’in de sanki bir yerlerde ‘iç edilmiş’ olabileceği şüphesi gibi…

Anadolu’yu Başka Türlü Düşünmek (Dinçer DEMİRKENT)

"Bu kitapla, bu inkâr edilmiş geçmişi yeniden canlandıracaktık. Ermenilerin bir zamanlar canlı olduğunu göstermek istedik. Temelde bu var: Canlı insanlar." Raymond H. Kévorkian, 

Türkiye’de resmi tarih yazıcılığının uzun süre unutturmaya çalıştığı gerçeklerden biri bu ülkede Ermenilerin, Rumların canlı insanlar olarak yaşadıkları idi. Canlı insanlar olarak köylerde şehirlerde bir mimari, bir kültür oluşturdukları. Fakat tedrisatın sürekli tekrar ettiği ‘zararlı cemiyet’ üyeliğinin dışındaki varlıkları hep saklandı; saklanmasa kim bilir belki de bastığımız yeri toprak diyerek geçmek çok daha zor olacaktı. Ankara’da “içinde çeşmelerin aktığı, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçeleri bulunan taş evlerden oluşan” (s.212) Ermeni mahallelerinin 1915 öncesi varlığını bilseydik eğer ‘ne oldu?’ sorusunu sormak elbette kaçınılmaz olacaktı. Tekirdağ’ın Osmanlı kayıtlarında Tekfurdağı olarak geçtiğini, adının Rodosto olduğunu bilseydik; 1606’da burada bir Ermeni cemaatinin kurulmuş olduğunu, “1915’teki tehcirin arifesinde limandaki yaklaşık 30.000 nüfusun yarısının Ermenilerden oluştuğunu” (s. 124) bilseydik Ermenilerin Doğu Anadolu’dan zorunlu nedenlerle ‘göç ettirilmiş’ oldukları masallarına da hiç inanmamış olacaktık.

Yukarıda tırnak içinde verdiğim alıntılar, Hrant Dink’in Türkçede yayımlanmasını çok istediği ve 1997-2000 yılları arasında bazı bölümlerini Agos’ta yayımladığı, Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian’ın 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler adlı eserinden. Eserin 2012’de Aras Yayınevi tarafından yayımlanmasında da Hrant’ın katkısı var. Aras Yayınları’nın yetkilileri ile görüşerek çevirinin neredeyse tamamlandığını fakat kendisine yönelen nefret kampanyasını büyütmek istemediği için böylesi bir projeyi devam ettirip ettiremeyeceklerini soran o. Kitap 2012’de yayımlandığında o aramızdan alınanı 5 yıl olmuştu.

Mayda Saris tarafından Fransızca aslından çevrilen 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler kelimenin gerçek anlamıyla dev bir tarih çalışması. Kévorkian amaçladığı biçimde “yıkımdan önceki Ermeni dünyasının sarsılmaz bir imgesini sunmak” için binlerce yerleşim merkezini çok önemli bir görsel malzeme ile birlikte sunuyor. Çalışmada 2.925 kent ve köyün dökümü yapılıyor.

İki kısımdan oluşan kitabın birinci kısmında, 1915 öncesi Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin kurumlar tarihi, Ermeniler bakımından dönemin siyasi tarihinin ana hatları, 1915 öncesinde Ermenilerin ekonomik, demografik, sosyal ve kültürel tarihi yer alıyor. Bu kısımdaki en önemli ve üzerinde durulması gereken tespit özellikle 1894-96 katliamlarıyla Abdülhamit döneminde zirveye çıkan planlanmış, merkezi ve yerel yönetimlerce desteklendiğidir. Yazarlar bunun nedeni olarak 1878 sonrasında Osmanlı Devleti’nin politikasının, bölgedeki Ermeni unsurunu katliamlar ve din değiştirmeler ile ortadan kaldırmak; bunu Kürtler aracılığıyla yaparak Kürtlerin de yaşamını zorlaştırıp onları zayıflatmak olarak değişmesini gösterir. Bu tespit aslında Ermeni soykırımı ile bir hesaplaşma yapılacaksa 1915’in gerisine ve ilerisine gidilmesi gerektiğine işaret eder. Ermenilerin varlığının fiziksel ve kültürel olarak Anadolu’dan silinmesinin tarihi Abdülhamit devrinden İttihat ve Terakki’ye miras kalmış ve Cumhuriyet de hafızalardan silme görevini yerini getirmiştir- kitabın bütün yerleşim isimlerini Ermenice, Kürtçe ve Türkçeleriyle vermesi bu konuda da önemli bir katkıdır.

Bu kısımda Türkiye’de yapılan “sayı tartışması”na ilişkin de önemli veriler sunulmaktadır. Yazarlar Osmanlı Devleti’nin Yüksek Ermeni Platosu’nda yaptığı, Kemal Karpat tarafından yayımlanmış olan, nüfus sayımlarının kendi içinde çelişkili olduğunu gösterdikten sonra onlarla da karşılaştırmalı olarak Ermeni Patrikhanesi’nin verdiği dökümü sunar (s. 61-64). Bu iki sayım arasında yarı yarıya bir fark vardır ki yazarlar Osmanlı’nın kayıtlarla oynandığının Devletin Defterdarlık kayıtlarından bile anlaşıldığına işaret ederler. Ayrıca Patrikhane’nin kayıtlarla oynama ihtimalinin olmadığını çünkü bu sayımdan hemen sonra Avrupalı müfettişlerin geleceklerini ve durumu inceleyeceklerini düşündüklerini eklemektedirler.

Ermenilerin siyasi ve kültürel yaşamına dair kesitler sunan bu kısımda Arus Yumrul’un Toplum ve Bilim’in 83. sayısındaki yazısında “Osmanlı’nın ilk anayasası” olarak adlandırdığı 1863’te kabul edilen Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin getirdiği laik ve özgürlükçü bir kurum olan Cismani Meclis’in eğitime yaptığı katkılar ve katliamlara karşı siyasi alanda verilen mücadele aktarılıyor. Ermeni basınına dair Türkiye basın tarihçilerinin de dikkate alması gereken önemli veriler sunuluyor. Ayrıca bir Ermeni rönesansından bahsedilen bölümde özellikle 18. ve 19. Yüzyıl Ermeni yüksek kültürüne dair kesitler yer alıyor.

Eserin ikinci kısmı, yazarların bölgedeki canlı Ermeni varlığını resmetmek ve yeniden sunmak amacını başarılı bir biçimde yerine getiriyor. İnsanlar ve Yaşadıkları Topraklar başlığını taşıyan bu kısımda Ermenilerin Anadolu’nun her köşesine yayılmış varlığı bu varlığın tarihsel kökenlerine dair bilgiler, görseller, mimariye ve kültüre ilişkin aktarımlarla birlikte sunuluyor. İstanbul hamalları, sarrafları, simitçilerini; Anadolu’daki yüzlerce kilisenin fotoğrafını, Ermeni terzilerinin, rahibelerinin yetimhanelerin, hastanelerin fotoğraflarını bulmanın mümkün olduğu bu kısımda her bölgenin yaşam tarzı da titizlikle yeniden canlandırılıyor. Özellikle İstanbul, İzmir gibi kozmopolit metropollerle Yüksek Ermeni Platosu olarak adlandırılan bölgede yaşayan Ermenilerin arasındaki önemli farkları ilk elde görmek mümkün. Ama derinleştikçe bu bölgelerin kendi kırsallarının nasıl farklılaştığına dair bilgiler bu topraklarda var olmuş canlı bir tarihi gözler önüne seriyor. Her sayfasında, okuyana, özellikle de Türkiyeli okura, bilmenin sorumluluğunu biraz daha hissettiren bu kitabın Hrant Dink için neden bu kadar önemli olduğu da sanırım böylece ortaya çıkıyor.

Bitirirken, kitabı okurken masamda gören herkesin hemen kendi doğduğu yerleşime ilişkin bilgilere dair bir tarama yapması aslında ortalama her Türkiyelinin en azından benim çevremde olanların, üzerine bastığı toprağa, gittiği okula, camiye dair bir sorusu olduğunu bana kişisel olarak gösterdi. Bu eser, daha genel bir soruya dair önemli bilgiler içermesinin yanı sıra bir sorumluluğa da işaret etmesiyle çok önemli ve değerli bir çalışma.

Raymond H. Kévorkian, Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, Aras Yayınları, İstanbul, 2012.

Kapital’in İzinde; İktisat-Devlet-Komünizm (Kansu YILDIRIM)

Prolog: İz takibi

Nail Satlıgan, Sungur Savran ve E. Ahmet Tonak’ın farklı zaman dilimlerinde kaleme aldıkları makalelerden oluşan Kapital’in İzinde, Kapital’in 145. yaşının kutlandığı bir dönemde okuyucuyla buluştu. Türkiye’de Marksist düşüncenin önde gelen üç ismi tarafından oluşturulan eser, Marx’ın ve Marksizm’in yapıtaşı sayılabilecek düşüncelerin ekonomik, ideolojik ve siyasi haritalandırmasını yapıyor. Marksizm’in teorik uzamının genişliğini de gösteren Kapital’in İzinde, siyasal iktisadın eleştirisinden kapitalizmin dinamiklerinin tahliline, değer teorisi üzerine yapılan ampirik ve teorik tartışmalardan dönüşüm sorununa, Marksist ekollerin ve Sraffa geleneğinin sınanmasına, Kapital’in plan sorunundan devlet ve komünizm üzerine değerlendirmelere değin dumanı üstünde pek çok konuyu işliyor. Bu kısa değerlendirme yazısında Kapital’in İzinde’de öne çıkan üç başlık incelenecek: “Siyasal iktisat”ın tarihsel analizi ve eleştirisi; Kapital, Grundrisse ve Marx’ın yazışmalarından hareketle kapitalist devlet tartışması; Marx’ın açık uçlu bıraktığı komünizme ilişkin epilog; yani “son söz”.

“Siyasal İktisadın Eleştirisi”

Sungur Savran, kökenbilimsel bir tartışmayla başlıyor. Türkçede yaygınlık kazanmış “ekonomi politik” yerine “siyasal iktisat” ifadesini kullanmayı öneriyor. “Ekonomi politik” kavramı, Fransızca gramer yapısına göre kurulmuş olduğundan Türkçede sıkıntılı bir hal alabiliyor. Çünkü mevcut haliyle kavramın yabancı dile yatkınlığı olmayan kişilerde kafa karışıklığına yol açma ihtimali bulunduruyor. Kavramın ABD’de “burjuva bilimi” tarafından deformasyona uğratılmış olmasıysa başka bir handikaba neden oluyor. Bu nedenle “siyasal iktisat” demeyi öneriyor.

Kökenbilimsel izahatın peşinden Savran, iktisat biliminin bunalımına geçiyor. Smith ve Ricardo’nun klasik iktisadın gelişmesindeki entelektüel katkılarını sıralayan Savran, Marx’ın bu düşünürlere getirdiği eleştirileri bir kez daha vurguluyor. Klasik siyasal iktisatçılar için en genel hatlarıyla kapitalizm, “insan doğasına en uygun” sistemdir; kapitalist toplumun anatomisi incelendiğinde bir “kalıcılık” ve “ezeli” olma durumuyla karşılaşırız. Klasik siyasal iktisatçılar, “üretici güçlerin belirli bir aşamasında ortaya çıkan işbölümünün var olduğu her yerde” mübadeleyi zorunlu ve verili kabul ettiklerinden ötürü genelleştirilmiş kitlesel meta üretimi olan kapitalizmin sonsuza dek varlığını sürdüreceğine” inanır. Savran, klasiklerin tarihsel maddecilikten uzak bu kavrayışlarını nasıl bilimsel forma dönüştürdüklerine de değiniyor. “Sermaye birikiminin gelişimini belirleyen”, toplumun üç büyük sınıfından kapitalistin payı olan kar, birikimin biricik kaynağını teşkil ediyor. Bu nedenle kar oranlarının gelişiminin toplumun gelişmesiyle paralelleştirilmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu da, toplumsal gelişimin bir gerekliliği olarak karın, yani “kapitalistin özel çıkarının” “toplumun genel çıkarı” olarak kodlandığı bilimsel bir açıklamayla gerçekleştiriliyor: “Burjuva Bilimi”.
“Burjuva bilimi” için yaşamın üretilmesindeki gerekli emek ile malların değerleri arasındaki ilişki biçimlerini araştırma zorunluluğu olmadığı gibi, bütün ilişki biçimleri birer “varsayımdır”. Savran, siyasal iktisatçıları kapitalizmi, tarihi olarak belirlenmiş, öbür üretim tarzlarıyla aynı statüde kavrayamadıkları için eleştiriyor ve bu çarpık ve eksik okumayla malul “burjuva bilimi”nin, burjuva ideolojisinin türevi olduğunu belirtiyor: “Burjuva ideolojisi bu bilim aracılığıyla bilimsel kılıkta yeniden üretilir”.

“Kapitalist Devlet Üzerine Bir Not”

E. Ahmet Tonak, son yıllarda uluslararası akademinin duvarları içinde artan, ancak bir o kadar da metinlerarası okumaya indirgenmeye başlayan kapitalist devlet tartışmaları üzerine bir bölümle karşımıza çıkıyor. Tonak, devlet tartışmasını Marx’ın siyasal metinleri ya da siyaset felsefesinin özgün kavramları eşliğinde değerlendirmek yerine bizatihi Kapital, Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı gibi iktisadi yönü ağır basan metodolojik bir formülasyon geliştiriyor. Marx’ın iktisat teorisindeki devlet kategorisine ilişkin konumsal belirsizliğin soru işaretleri doğurduğunu belirten Tonak, “plan sorununa” işaret ediyor. (Plan sorunu, “Marx’ın Kapital’i yazmaya hazırlanırken değişik zamanlarda oluşturduğu öntaslaklar ve çerçeveler ile gerçekte yazabildikleri arasındaki ilişkinin niteliği üzerinde geçen tartışmadır”). Bu bağlamda devlet üzerine ilk plan, El Yazmaları’ndadır ve Tonak’ın gösterdiği üzere Marx’ın erken dönem devlet üzerine ilk planında bürokrasi temasının ağırlıklı olması söz konusudur.

1846 ile birlikte Marx’ın devlete ilişkin Hegelci ve görece spekülatif yaklaşımı, maddeci bir temele oturmaktadır: “…sosyal kurumların ve sınıfların tümünün organizasyonu, tek kelimeyle bir sivil toplum olacaktır. Böylesi bir sivil toplum varsayıldığında da ona uygun sivil toplumun resmi ifadesinden başka bir şey olmayan bir siyasi düzen olacaktır”. Tonak, Marx’ın başka bir metininden maddeci anlayışın daha gelişkin bir formuna sıçrıyor; Grundrisse’ye. Tonak, Grundrisse’deki (1857) iki ayrı planı serimledikten sonra Marx’ın devleti incelemesinde “devlet ve burjuva toplumu”, “vergiler” ve “üretken olmayan sınıflar”, “devlet borcu”, “sömürgeler” gibi “maddeci sorunsalı gayet berrak biçimde formüle edebileceği” kavramları tercih etmesine dikkat çekiyor.
Marx, artık devleti içsel-ülke sınırları içerisinde, dışsal-ülkelerarası ekonomik düzeyde incelemeye başlamıştır. Katkı’da (1859) Marx’ın metodolojik bakımdan devleti ekonomik yaşam ile birlikte düşündüğünü belirten Tonak, şu alıntıyı yapıyor: “üretim ilişkilerinin tamamı toplumun iktisadi yapısını, … bir hukuki ve siyasi üstyapının oluştuğu gerçek temeli meydana getirir”.

Epilog: “Komünizm Tasarımları”

Nail Satlıgan’ın “Komünizm Tasarımları” isimli makalesi son dönem kimi komünist filozofların tekrardan başladığı komünizm tartışmalarına kritik bir müdahale sayılabilir. Satlıgan, statik, siyasal sınıf mücadelelerinin dışsallaştırıldığı ve komünizmin “reel hareket” vasfının rafa kaldırıldığı tartışmalara başka bir odak getiriyor. Satlıgan, Marx ve Engels’in “kapitalizmin yerini alacağını tasarladıkları” geleceğin toplumu için hazırladıkları bir şema olmadığını ancak Alman İdeolojisi’nde açık ve geçerli sayılabilecek görüşlerini alıntılıyor: “Bizim gözümüzde komünizm, yaratılması gereken bir durum olmadığı gibi, gerçekliğin (realite’nin) kendisine uymak zorunda olduğu bir ideal de değildir”.

Satlıgan, Marx’ın tarihsel maddeci yöntemi sayesinde Kapital’de de komünizm tasarımlarıyla karşılaştığımızı belirtiyor. Marx, “Kapital’in başlangıç noktası olan meta söz konusu olduğunda kullanım değerini, kendisine yapışmış gizemsel ve antagonist kılıftan, yani değerden sıyırır ve kullanım değerleri üretiminin hangi tarihi-toplumsal koşullardan ötürü bu biçime büründüğünü, gelecekte alabileceği farklı tarihi biçimler altında nasıl gelişme göstereceğini araştırır”. Satlıgan’ın Kapital’in ilk cildinde meta fetişizmi ile devam ettirdiği tasarım araştırmasında bir sonraki durak, Gotha Programının Eleştirisi’dir (1875). Marx, burada “burjuva hakkı olan emeğe göre bölüşüm ilkesinin yerine ihtiyaca göre bölüşümün alacağından bahseder”. Lenin’e göre komünizm alt evresi olan sosyalizmde “bireysel emek”, “doğrudan toplumsal emeğin” bir öğesi haline gelir.
Kapital’in ikinci cildinde benzer bir yaklaşımın yer aldığını söyleyen Satlıgan, yeniden üretim teorisinin maddi içeriğiyle komünist topluma uygulanabileceğini söyler: “Toplumsallaştırılmış üretim durumunda, para-sermaye ortadan kalkmıştır”. Yani, “üreticilerin ürünlerini mübadele edemediği, emeğin değer biçimine bürünmediği” bir durum söz konusudur. Satlıgan, farklı yapıtlardaki tasarımlara karşın Marx’ın hakim tasarımını ütopik sosyalistlerden ayıran “yöntemsel ilke”den bahseder: Marx’ın komünizmi, “gerçekliğin kendisinin gelişimiyle maddi önkoşulları yaratılmış bir düzen” olarak kavramasıdır. Somutlaştırırsak, Marx’ın Kapital’de bahsettiği üzere komünizmde işbölümünü ortadan kaldıracak koşulları, “kapitalist büyük sanayinin kendisi olgunlaştıracaktır”.

Nail Satlıgan, Sungur Savran, E. Ahmet Tonak, “Kapital’in İzinde”, Yordam Kitap, 2012.

"Gevrek Değil de Boyoz Güzelmiş" (Ahmet BÜKE)

Kıymetli okuyucularımız. Bu sayıda büyük yazar John Fante ile beraberiz. Kumru Kamil ve bendeniz Fante’yi İzmir’de ağırladık ve oğlu Dan Fante’nin Türkçede çıkan yeni kitabı üzerine biraz sohbet ettik.

Sert görünüyordu. Arabadan iner inmez elimi uzattım. “Sen miydin beni çağıran?” dedi.

Aha şimdi yandım, diye geçirdim içimden.

“Abi, kusura bakma biraz ani oldu ama...”

Sigara istedi parmaklarıyla. Kamil gömlek cebinden Fuar sigarası çıkardı. Ne antika çocuk bu. Nereden bulur bu olmazları anlamam.

“Beni buranın en iyi balık tutulan yerine götürün,” dedi.

“Tamam abi,” dedim.

Fante için balık önemli. Balık fabrikasında çalışmış gençliğinde.

Bir sandal çevirdik. Pasaport’taki mendireğe gittik. Oltacılar yan yana dizilmişler. Bize şöyle bir baktılar sonra denize döndüler yine.

Derince çektik içimize iyot kokusunu. Ayaklarımızı sarkıttık. Güneş karşıdan bıraktı kendini Körfeze.

Dan Fante’nin kitabını çıkardım: Bir Taksicinin Los Angeles Hikâyeleri.

“Abi,” dedim. “Bukowski sizin için benim Tanrım demiş. Oğlunuzun ilk satırlarından itibaren baba kokusu aldım ben. Bu bir yazar için iyi bir şey mi, sizce?”

Denize tükürdü. Tükürdüğü yere baktık hep beraber.

“Tam şurada işte,” dedi. “Kefal mi bu?”

Kumru Kamil kalktı öteki balıkçılara sormaya gitti. Yaşla amca kalktı geldi yanımıza. Dikkatlice baktı.

“Kola şişesi,” dedi. Gitti.

Fante’yi bir gülmek aldı. Yeni sigara istedi.

“Bu baba-oğul didişmesine inanmıyorum ben. Baba-oğul düşmanlığını da saçma buluyorum. Bence oğullar babaları tamamlar. Ama babalarının gibi değil kendi istedikleri şekilde olur bu. Dan, Amerika’nın bağırsaklarını öğrendi önce. Sonra iyi yazdı kerata.”

“Peki,” dedim. “Amerikan hikâyeciliğinin o derine inmiyormuş gibi görünen ama asfaltın tam altında atan kalbine yaklaşıyor mu Dan.”

“Bu bence yanlış bir tanımlama. Bizim hikâyemiz hızla söylenen bir şarkı gibidir. En açık hikâyeyi bile yavaş okumak gerekiyor. Şarkının devrini düşürmeyin. Bunu demiyorum. Zamanı ağırlaştırın okurken. Televizyonu kapatın ve etrafınızdaki insanları uzaklaştırın.”

“Ama bu Dan Fante için çok geçerli değil sanki. Mesela ilk öykü…”

Sözümü kesti.

“Oğlum sen Dan’ın öykülerini konuşmak için beni neden çağırdın buraya?”

“Abi, yaşayan bir yazarı Amerika’dan buraya kadar getirecek parası yok da bizim gazetenin…”

“Yani beleşim diye mi buradayım ben!”

“Yok, estağfurullah abi. Senin yerin ayrı zaten kalbimizde.”

“Hadi be,” dedi eliyle.

“Dan ile şöyle bir akrabalık kurdum ben,” dedim. “Öykünün sonunda iyi bir şeyler olmasını seviyor. İlk öyküyü ben de öyle bitirirdim mesela.”

“Çok riskli solcu hastalığı. İnsanlara iyi şeyler olacak hissi vermek istiyorsunuz. Hayatta biraz da korktuğunuz için bu böyle olsun istiyorsunuz. Eğer öykünün evrenine uyuyorsa mesela yok. Ama zorlamaya gelmez bu işler. Acı hazırlıklı ev sahiplerinde daha çok eğlenir. Söyleyeyim ben size.”

Kamil, “Ben acıktım,” diye tutturdu.

Ağzını, burnunu kırasım var bu çocuğun.

Kalktık Kemeraltı’na gittik. Davar’ın yerine. Nohutlu kuzu işkembesi söyledik üç tane.

“E, meyhaneye ne vakit gidiyoruz,” dedi John.

Akşama Kumru Kamil ile Akif Baba’nın Yerine gittiler. Ben de oturdum yazının başına.

“Hem solcu, hem öykücü olduysan bitmişsin oğlum sen” lafını ses kaydından silmeye uğraştım. Bir türlü çalışmadı alet.

Masallarda Yalan Söylenebilir (Funda DEMİR)

Yağmur yağarken dışarı çıkıp oynayamayan çocukların ne denli mutsuz olduklarını bilirsiniz. Alis'de onlardan biri olmalı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken televizyonda da ilgi çekici bir program bulamayınca kitaplığa yönelir bizim Alis. Rafların içinden eski ve resimli bir masal kitabını alır. İlk sayfasına esneyerek baksa da, ikinci sayfaya geldiğince iyice meraklanmaya başlar ve kitaba gömülür.

Alis'in ilgiyle baktığı sayfa da Uyuyan Güzel'in derin bir uyku içerisinde kendisini uyandıracak olan yakışıklı prensi beklediği anlatılmaktadır..Ve Alis nasıl olduğunu anlamadan büyük bir gürültüyle kendini masalın içinde bulur. Prens gelmiş olmalı diye bir hışımla uyanan prenses ise karşısında Alis'i görünce şaşırır ve büyük bir üzüntüyle ağlamaya başlar, ne yapacağını şaşıran Alis, bir sonraki sayfaya düşmeyi dener. Hayır,olamaz! Bu seferde kurdun Kırmızı Başlıklı Kız'ı yediği sayfadadır. Kurdun elinden kurtulmak için onca dil döken Alis çareyi yine başka bir sayfaya düşmekte bulur. Ancak bu sefer aceleyle hareket ettiğinden en son sayfaya düşer. O da ne? Bu çizmeli kedinin ta kendisi midir? Ve Alis'ten neler istemektedir? Bir yalan mı? Ama Alis yalan söylemez ki, ama masal bu ya, masallarda yalan söylenebilir.

Oldukça keyifli bir hikaye olan "Alis Masallarda" çocuk kitabı takipçilerinin Tonino- Keşke Görünmez Olsam, Yağmurcu Prens ve Gökyüzünden Gelen Pasta gibi kitaplarıyla yakından tanıdığı bir isim olan Gianni Rodari tarafından kaleme alınmış. Börtlek gözlü, koca burunlu çirkin ve sevimli karakterleri çizen isim ise Anna Laura Cantone. Hikaye o kadar ustaca kaleme alınmış ki kitap okumak kadar dışarı çıkıp oynamanın da keyifli olduğu duygusunu hissettiriyor. Büyük puntolu yazıları ve birbirinden güzel resimleri ve karton kalite baskısıyla okuma keyfinize keyif katacağından şüphem yok.

Masalların da yalan söyleyebileceğini bir çocuk kitabından işitmek çok hoşuma gitti. Anlatılan her şeyin doğru olamayacağını söylemek bir taraftan çocukları araştırmaya yönlendirirken diğer taraftan da da çocukları sınırsız bir yaratıcılığa teşvik ediyor olmalı.

Nasılsa büyüyünce daha çok duyucaklar o masalları. Yok efendim olayın içinde örgüt yokmuş da... da, da, da... Bırakın anlatılan masallara değil, şimdiden gördüklerine, duyduklarına inansın çocuklar. Bu gün hikayesi anlatılan; uydurulmuş bir masalın ezik kahramanı değil, bildiğimiz, tanıdığımız başı dik, alnı açık kardeşimiz Hrant olarak kalacaktır...

Alis Masallarda (Alice Nelle Fügure)
Yazan: Gianni Rodari
Resimleyen: Anna Laura Cantone
Çeviren: Tanay Burcu Ural
Yaş grubu: 4+
Marsık Yayıncılık, 26 sayfa, 2008, karton kapak
ISBN: 978-975-9020-75-0

SÖZCÜKLER Dergisi 41. Sayı (Helin KÜÇÜK)

İki aylık edebiyat dergisi Sözcükler 41. sayısında öncelikle bu yıl için "Savaşsız, sömürüsüz bir dünya..." dilemiş okurlarına ve Ocak ayında 111.doğum yılı olan Nazım Hikmet'i sayfalarına taşımış. Hikmet'i, daha önce yayımlanmamış ve 12 Şubat 1962'de eşi Vera ile Asya Afrika Yazarlar Kongresi'ne katılmak üzere gittiği Kahire'de yazdığı "Mısır İzlenimleri" yazısı ile anan dergi bir diğer büyük şair Endülüslü José Manuel Caballero Bonald'ı ağırlıyor. İspanyolcanın en önemli edebiyat ödülü olan "Premio Cervantes" ödülünün 2012 yılında sahibi olan Bonald edebi kimliğini; " İsyankâr yazarların soyundan geliyorum ben, Gongora gibi geleneklere baş kaldırmış, edebiyata taze bir soluk getirmiş muhalif yazarların soyunda." diyerek tanımlıyor.