Burjuvanın Edebi Yolculuğu (Doğuş SARPKAYA)

Roman sanatının edebiyatta hegemonyasını sağlamasıyla kapitalizm gelişimi arasındaki bağ sürekli vurgulana gelmiştir. Lukacs, Roman Kuramı’nda epiğin yerine romanın geçişini ünlü “roman Tanrı’nın terk ettiği bir dünyanın epiğidir” cümlesiyle gözler önüne sermişti. Bakhtin, şiirde “sözcüğün doğal diyalojikleşmesi sanatsal kullanıma koyulmaz” diyerek şiirin toplumsal gerçekliği yansıtmada yetersiz kaldığını belirterek, romanın egemenliğinin tarihsel gelişimin doğal sonucu olduğunu savunuyordu. Ian Watt ise Romanın Yükselişi’nde gerçekçiliğin romanı diğer türlere göre daha avantajlı bir konuma sürüklediğini ortaya koymuştu.

Romanın yükselişi ile kapitalizmin muzaffer oluşu arasındaki bağ defalarca vurgulanmışsa da burjuvazinin bu yükselişteki rolü üstüne yeterince durulmadı. Daha doğrusu yeni ortaya çıkan hâkim sınıfın romanlarda ‘yeni bir tarihsel karakter olarak’ geçirdiği evrimin analizi nedense eksik kaldı. Marksist edebiyat kuramcısı Moretti “Tarih ile Edebiyat Arasında: Burjuva” adlı eserinde tam da bu eksikliğin üstünde durarak, roman sanatında burjuvanın ve onun temsil ettiği değerlerin peşine düşüyor. Kitap, Robinson Crusoe’dan başlayıp Viktorya dönemi İngiliz edebiyatına oradan da yarı çevre ülkelerdeki dönüşümlere doğru yolculuğa çıkarken “kapitalizmin muzaffer, burjuva kültürünün ölü” oluşunun sebebine odaklanıyor.


 “Gerçekliğin Kat Yerleri”

Böyle bir çalışmanın ister istemez roman karakterlerine yoğunlaşacağını düşünüyor insan. Moretti, kitabın ilk iki bölümünde roman karakterlerine yoğunlaşsa da, kitabının merkezine roman tarihi boyunca ortaya çıkan anahtar kelimeleri koyuyor. Karakterlerden ziyade roman biçiminin geçirdiği dönüşüm Moretti’yi daha çok ilgilendiriyor. Çünkü Moretti’nin amacı bir ‘burjuva’ figürü yaratıp onu eleştirmek değil:  “Bir edebiyat tarihçisi olarak, belirli toplumsal gruplar –bankacılar, yüksek devlet memurları, sanayiciler, doktorlar ve benzeri- arasındaki fiili ilişkilerden ziyade, kültürel formlar ve sınıfın karşılaştığı yeni gerçeklikler arasındaki ‘kat yerine’” odaklanmak. Kısacası Moretti, defalarca tekrarlanmış ve çoğunlukla “kaba içerik çözümlemesi” yaftası yapıştırılmış karakter merkezli eleştiriyi, biçimsel eleştiri ile diyalektik bir ilişkiye sokarak derinleştiriyor çalışmasında.

Moretti, kitabına Robinson Crusoe’nun değerlendirmesiyle başlıyor. 1600’lü yıllarda, hala aristokrasinin hâkim sınıf olduğu zamanlarda Anglo-Sakson dünyasında yeni orta sınıf adıyla anılan burjuvanın maceracı girişimci ruhu ile sahne almıştı. Maceracı ve ‘çalışkan’ burjuvanın başarı öyküsüdür Robinson. Kapitalizmin muzaffer yıllarında maceracılık her ne kadar sönümlenmeye yüz tutmuş olsa da çalışkanlık mitinin, çalışma ideolojisine katkısını görmezden gelemeyiz. Moretti’ye göre çalışma bu dönemde “sosyal iktidarın yeni meşrulaşma ilkesi haline gelmiştir”. Robinson’un elde ettiği servetin haklı olduğu sonucuna varırız, kitabı okurken, çünkü neredeyse kitabın tamamı Robinson’un adada hayatta kalma yolunda attığı adımları anlatmaktadır. Ama Moretti, dikkatimizi başka bir noktaya çeker: “Yalnız başına harcadığı emek, ona bir pound bile kazandırmamışken Brezilya’daki çiftliğinde isimsiz köleleri sömürerek zengin olur”. Burjuvanın miti bile dezenformasyonla kurulmaktadır. Bu noktada Moretti, ‘endüstri’ kelimesinin dönüşümüne odaklanarak şu sonuca da varır: “Zekice çalışmanın yerini çok çalışma aldı”. Bu dönemin anahtar kelimelerinin ise faydalı, verimlilik ve konfor olması da şaşırtıcı değildir.


“Katı olan herşey daha da katılaşırken…”

1800’lü yıllara gelindiğinde ise kapitalizmin aristokrasi karşısında hegemonyasını tesis ettiğini görüyoruz. Moretti’ye göre dönemin anahtar sözcüğü ‘ciddi’ olmuştur: “Ciddi, burjuvazinin egemen sınıf olma yolundaki adıdır”. Bu dönem ‘tarafsız bir yargıç’ olan anlatıcının ortaya çıkışını sağlayacaktır. Günlük olayların (en bayağı örneklerinin bile) anlatının içine dâhil edilmesiyle roman toplumsal olana ayna tutan bir türe dönüşmeye başlamıştır. Romanın dolgularına sirayet eden betimleyici ayrıntıların çeşitliliği bu dönemin karakteristik özelliğidir. Gündelik hayat romanı ele geçirmeye başlamıştır. “Bildungsroman ve hayal kırıklığı ile olasılığın buruk karışımı: flört hikâyeleri ve dingin bir terbiye anlatısı; tarihsel roman ve geçmişin beklenmedik alışkanlıkları; kent komploları ve hayatın aniden hızlanışı. Bu 19. yüzyıl gündelik yaşamının genel anlamda yeniden uyanışıdır.” 1800’lü yılların başları devrimler çağıdır ve bu dönemin yazarları ani dönüşümün yarattığı baş dönmesiyle yazmışlardır. Burjuva ise bu sürekli dönüşümün merkezi kahramanıdır.

Ama Moretti’ye göre bir kuşak sonra rüzgâr tersine döner. Flaubert’in eserlerinde karşılaştığımız ve daha sonraki yazarları da etkisine alan, düzenli ve sıradan hayatın tehdit edici, baskıcı bir hale dönüşmesidir. Bu dönemin tercih edilen zamanı hikâye bileşik zaman kipi olmuştu:  “Hiçbir sürpriz vaat etmeyen kip; tekrarın, sıradanlığın, arka planın kipi. Fakat öyle bir arkaplandır ki bu, ön plandan önemli hale gelmiştir.” Yine bu dönemde ‘tarafsız bir yargıç’ olan anlatıcı yerine üslupsal bir dönüşüm gerçekleşmiş ve serbest dolaylı üsluba geçiş yapılmıştı. Moretti’ye göre: “Madam Bovary, Avrupa edebiyatını kendi didaktik işlevinden koparan, bilge anlatıcının yerine yüksek dozda serbest dolaylı üslubu getiren yavaş sürecin mantıksal sonucudur”. Burjuva, devrimler çağı sona erdikten sonra, tüm devrimci niteliklerinden soyunarak ciddi, sıkıcı ve sıradan bir bireye dönüşmüştür. Romanlarda öznelliğin azalışı ve nesnelliğin yükselişi burjuva bireyin bu niteliğinin –niteliksizlik de denebilir– ürünüdür. Devrimler çağının sona ermesiyle birlikte “katı olan her şey, daha da katılaşmaya başlamıştır”.


Bir Çağı Kaplayan Sis

1800’lü yıllardaki kapitalist dönüşüm, üslupsal dönüşümle paralel ilerlemiş ve Viktorya dönemi edebiyatının oluşumunu sağlamıştır. Viktorya döneminin anahtar kelimeleri ‘tesir’ (ki Moretti bu kelimenin hegemonya olarak okunabileceğini ima eder) ve ciddinin yerine ikame ettirilen ‘ağırbaşlılık’ olmuştur. Bu anahtar kelimelerin işaret ettiği nokta ise burjuvanın bir bilgi ehlinden duygusal ve inkâra meyilli bilgiden korkan bir anti-entelektüele dönüştürmesidir. Moretti’ye göre Viktoryen çağ, eylem adamının teori adamını yenilgiye uğrattığı bir simgesel gizleme çağı olmuştur. Bütün bir çağı kaplayan sis, 1900’lü yılların başlarına kadar sürerek burjuva edebiyatını örtbas etmeye soyunmuştur.

Moretti, kitabın son iki bölümünü kapitalizmde yarı çevre olarak kabul edilen ülke edebiyatlarına ayırarak, yaşanan bu sürecin çevredeki etkileri üzerine yoğunlaşıyor. Moretti, geç kapitalistleşen ülke edebiyatlarının “ulusal biçim bozuklukları” ile şekillendiğini ve bunun da burjuva bireyin azameti ve felaketinin açığa çıkarılmasında kullanıldığını vurgular. “Hiçbir şeyin doğru ölçüsünün kalmadığı yerde, orantısız bir rahatsızlık hissi gelişmiştir”. Çevre ülkelerin yazarları da metafizik ilkelerle yeni nakit bağı arasındaki ilişkinin bu kadar iç içe geçişini gözlemleyerek ulusal biçim bozukluklarını romanlarına konu etmişlerdir. Moretti, İtalya’dan, İspanya’ya oradan Rusya’ya ve hatta Brezilya’ya uzanan bir coğrafyada bu biçim bozukluklarının üstüne giderek çevre ülkelerdeki dönüşümün dinamikleri üzerinde durur. 

Burjuvanın Acizliği

Kitabın son bölümü ise Ibsen’in burjuvalarına ayrılıyor. Ibsen, ‘iyi burjuva’ ve aç gözlü ilkesiz finansör arasında niteliksel hiçbir fark olmadığını vurgulamış ve bunun üzerine kurulacak çatışmanın gerçek bir çelişki yaratmayacağını fark düşünmüştü. Moretti’nin yorumuyla; “İyi Bürger asla yaratıcı yıkımcıya direnebilecek ve onun iradesine göğüs gerebilecek güce sahip olamayacaktı. Burjuva gerçekçiliğinin bu kapitalist megalomani karşısındaki acizliğinin farkına varmak: Ibsen’den bugünün dünyasına kalan ders bu işte.”

Moretti, 1600’lü yıllardan 1900’lü yılların başlarına kadar burjuvanın geçirdiği dönüşümü anlatırken romanlardaki içerik ile biçim ilişkisini sürekli vurgulayarak bugünün edebiyat eleştirisine önemli bir katkıda bulunuyor. Aynı zamanda birbiriyle bağı koparılmaya çalışılan sanat ile politika ilişkisinin zarifçe yeniden kurulması kitabın önemini daha da arttırıyor. Moretti, bir süre sonra politik bir vaaza dönüşme tehlikesi taşıyan içerik çözümlemesini de biçimin her şeyi belirlediğini öne süren teknik bir lafazanlığın tehdit ettiği biçimsel kuramları da kullanmayı başararak verimli bir eleştirel alan açabilmeyi başarmış Burjuva’da.

TARİH İLE EDEBİYAT ARASINDA BURJUVA, Franco Moretti, Çeviri: Eren Buğlalılar, İletişim Yayınları, 2015.

Kayıp Oyunların Sarı Kumpanyası (Samet KARADENİZ)

“55 milyonluk bir ülkede yalnızca 30-35 tane tiyatro varsa, o ülkede tiyatro yok demektir” diye seslenmiş Metin Akpınar, 24 sene önce kaydedilen Dün Bugün oyunundan. Geçen seneler içinde Türkiye’de tiyatro daha da fazla zelzeleye şahit olmuş. Tiyatro sayısı giderek azalmış ve niteliği günden güne değişime, hatta birçok yönden yozlaşmaya uğramış. Birçok tiyatro salonu kapanmış, yıkılmış, otopark veya AVM yapılmış, tiyatro toplulukları teker teker nostaljik öğelere dönüşmüşler. Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları giderek itibarsızlaştırılmış, büyük tiyatro kuruluşlarının oyuncuları bile bir bir televizyon dizilerine yönelip sahnelerden uzaklaşmışlar. Hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu biraz muğlak da olsa, eşzamanlı olarak, tiyatro, toplum içindeki popülerliğini giderek yitirmiş.

Bahsi geçen söz şöyle de değiştirilebilir: “Tiyatro metnindeki yazılı geleneği 155 sene olan bir ülkede, bir kitapçıya girildiğinde yalnızca bir iki raflık Türkçe tiyatro metni bulunabiliyorsa, o ülkenin tiyatro tarihi yok demektir.” Şinasi’nin Şair Evlenmesi oyunu ile başlayan yazılı gelenek, özellikle cumhuriyet sonrası birçok oyun yazarına, yeni birçok denemeye sahne olmuş. Fakat ne hüzünlüdür ki, bu metinlerin çoğu ya hiç yayımlanmamış ya da bir iki baskıdan sonra sahaf raflarına sıkışmış. Mitos Boyut Yayınları gibi kimi yayınevlerinin, yenisiyle eskisiyle birçok yerli oyun basmasına karşın, yerli tiyatro metinleri ve Türk tiyatro tarihi üzerine yapılacak kapsamlı bir incelemeyi zorlaştıracak, hatta imkânsızlaştıracak denli metin kaybı yaşanmış. Öyle ki, Ayşegül Yüksel’in incelemeleri esnasında gözlemleyip yazdığı gibi; birçok oyunun, değil onları sahnelemiş toplulukların, kimi zaman yazarlarının bile ellerinde bulunmadığı da bir gerçek.

“Devekuşu devekuşu
Kanadın var yerdesin
Hörgücün yok devesin
Saklanmakla iş bitmez
Çık dışarı nerdesin”


Yayımlanmamış oyunlar içinde öyle yazarlara rastlanıyor ki… Sözgelimi Haldun Taner… Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı gibi birçok tiyatro olayına imza atmış, Türkiye’deki ilk kabare denemelerini yapmış usta bir kalemin bile yayımlanmamış metinlerinin olması ilginçtir. Zilli Zarife ve Huzur Çıkmazı oyunlarının metinleri her nedense basılmamış. Devlet Tiyatroları Kütüphanesi’nde sarı daktilo kâğıtları arasında bu metinler mevcut. Ya mevcut olmayanlar? Kabare dönemine ait Haldun Taner metinlerinden sadece Vatan Kurtaran Şaban’a ulaşılabiliyor. Bazılarının içinde Ferhan Şensoy, Umur Bugay ve Kandemir Konduk gibi yazarların da skeçlerinin bulunduğu bir demet kabare metni basılmamış metinler arasında. Bu Şehr-i Stanbul Ki, Astronot Niyazi, Habu Diyar, Dün Bugün, Aşk-ü Sevda, Yar Bana Bir Eğlence, Haneler, Çıktık Açık Alınla, Yalan Dünya, Hayırdır İnşallah, Kapılar... Çoğunluğu Devekuşu Kabare’de, birkaç tanesi de Tef Kabare’de oynanmış bu metinlerden, tarihe yalnız isimler, provalardan ise nadiren birkaç fotoğraf kalmış.

Haldun Taner’in Devekuşu Kabare’den ayrılmasından sonra oynanmış, Turgut Özakman, Umur Bugay, Kandemir Konduk, Müjdat Gezen gibi isimlerin imzasını taşıyan Deliler, Aşk Olsun, Geceler, Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar, İnsanlığın Lüzumu Yok, Reklamlar gibi metinlere de ulaşmak mümkün değil. Kimilerinin görüntü kaydı yapılmış, kimileri tamamen kaybolmuş. 1970’lerden 1980’lerden söz ederken, sanki 500 yıl öncesini anar gibiyiz. Oysa bu metinlerin gün yüzüne çıkması, bu kadar uzak bir ihtimal olmamalı.

“Bir yaşamı
Bir yerlere
Tıkıştırdık
Geçti zaman”


Haldun Taner sonrası, geleneğin devamına bakarsak Ferhan Şensoy’un metinlerini incelemek gerekmekte, fakat bugün ulaşmaya çalıştığımızda sadece Güle Güle Godot, Afitap’ın Kocası İstanbul ve Haldun Taner Kabare oyunlarının baskısı var. Şahları Da Vururlar ve Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı oyunları ise yayımlanmış, fakat baskısı yok. Baskısı olmamasına rağmen Devlet Tiyatroları Kütüphanesi’nden Aşkımızın Gemisi Fındık Kabuğu, Bilumum Haneler, Parasız Yaşamak Pahalı ve Soyut Padişah oyunlarına ulaşılabiliyor. Yazarın Ferhantoloji kitabında ise birçok oyunundan birkaç tabloluk seçkiler var, fakat oyunların tam metinleri, yayımlanmamış önemli bir külliyat olarak duruyor. Kısacası Türk mizah tiyatrosunda, ulaşılamayan, sararmış pek çok daktilo kâğıdı var.

Şensoy’un tiyatro dışı metinlerini de incelersek; Gündeste, Ayna Merdiven, Düşbükü, Denememeler, Oteller Kitabı ve Falınızda Rönesans Var’ın da baskıları bulunmamakta. Özellikle Gündeste, sahaflarda, ilgilisini Jean Genet’leştirecek kadar fahiş fiyatlara satılmakta. Yazarın, tespit edebildiğim kadarıyla, katkıda bulunduğu kabare metinleri dâhil 55 oyunda imzası bulunuyor. Hâlâ oyunlar yazmayı, oynamayı sürdüren ve Türk tiyatrosundaki tarihsel önemi bu denli büyük, üretken bir yazarın, ne yazık ki çok az oyununu okuyabilme şansına sahibiz. Bu absürd hüzün bizim. Bunun müsebbibi olarak, parsellenmiş Beyoğlu’nda, Ses 1885 Tiyatrosu’nu ayakta tutmayı senelerdir görev edinmiş olan Ferhan Şensoy’u ve sahibi bulunduğu Ortaoyuncular Yayıncılık’ı göremeyiz tabii. Tiyatrolar neden bir bir kapandıysa, Beyoğlu denince akla artık ucuz bir kravat mizahının ötesinde bir şey gelmiyorsa, tiyatro izleyicisi neden bu kadar azaldıysa, bu metinlere de aynı nedenlerle ulaşamıyoruz. Yine de, bahsi geçen oyunlar, yakın tarihimize ait olduğundan, bu metinlerin basımına dair umut taşımaya devam edebiliriz.

“Bak yüreğim iyi duy
Geri dönüp yeniden
Tekrarı yok sahneler”


Tiyatro okuyucusunun azlığı da, metinlerin baskısının olmamasında önemli bir etken elbet. Öyle ki, bir keresinde şöyle bir olaya şahit oldum: Oyunların bulunduğu rafta bir şeyler aranan birine, bir başkası yaklaştı ve kendi tiyatro topluluğunda oyunculuk teklif etti. Öyle ya, tiyatrocu değilse o raflarda işi neydi! Durduk yere niye birisi tiyatro metni okusundu! Tiyatronun, her şeyden önce, sahnelenmesi ve tabii izlenmesi gerektiğini göz önünde bulundursak da, ilgililerin, giderek dar ve kapalı bir tiyatro çevresine sıkışması ve izleyicisi azalan bu sanatın metinlerinin yitip gitmesi de olumsuz bir tablo çiziyor. Tiyatronun, günümüzdeki zorluklarına rağmen samimi ve mühim işler yapan topluluklar hâlâ var. Öyle görünüyor ki, tiyatroya izleyici ve okuyucu olarak destek olmamız, yeni Haldun Taner’lerin metinlerine, nispeten daha az yazık etmemiz anlamına geliyor.

Gözden Yiten Şiirlerin İzinde (Güncel VARA)

Edebi türlerin her birine dair, bulanık ya da açık tanımlara çeşitli kaynaklarda rastlamak mümkün iken, sıra bu türlerin okurlarını anlamaya, onların eğilimlerini açıklamaya geldiğinde yaşanan zorluklar hayli uzun zamandır edebiyat dünyasının gündeminde. Bu zorluklar, edebiyat eserlerinin var oluşuyla ilgili önemli bilgilerin ortaya çıkarılması için incelenmeye değer. Sözgelimi, Umberto Eco’nun denemelerinde yer alan, 1992-1993 yılları arasında, Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir dizi seminerde ise yeniden tartışmaya açtığı ‘örnek okur’ tanımını ele alalım kısaca. Bu tanım, esasında anlatılardan söz edildiğinde geçerlilik kazanıyor olsa da, okuduğu edebiyat eserinin ve yazarının ne yapmaya çalıştığını fark edebilen, metinle ve yazarıyla bir dereceye kadar iş birliğine gidebilen bir okur profilini şiir kitaplarının karşısında da bulmayı beklemek oldukça anlaşılır geliyor kulağa. Fakat, bir edebi tür olarak barındırdığı olanakları göz önüne aldığımızda, şiirin çeşitli katmanlardan oluşan ve okurunun birbirinden farklı okuma yöntemleri kurmasını sağlayan yapısı, yazarın eserini üretirken karşısında bulmayı tasarladığı o ‘örnek’ okur profilinin baskın çıkması olasılığını ortadan kaldırıyor. Hem şairin hem de okurun önünde açılan bu özgür ama sisli ve gizemli alan, şiirin, kat ettiği bunca zaman boyunca okurlarca tekrar tekrar üretilerek çoğalmasının, bu sayede de okurlarıyla buluşabildiği her çağa dair dikkate değer izleri bünyesinde taşıyarak yeni zamanlara aktarabilmesinin önünü açtı.

Şöyle bir dönüp de Türkiye şiirinin resmine bakınca, kendisini bir bildiri üzerinden tanımlamış olsun ya da olmasın, pek çok şiir topluluğunun, havasından suyundan beslendiği tüm zamanların gayrı resmi tarihini anlattığını görürüz. Akla ilk gelen, meşhur bir örnek olarak İkinci Yeni şiirinin etkisini hala kaybetmemiş olması tam da bu sebeptendir. İkinci Yeni ve diğer bazı şiir hareketlerinin izlerini taşıyan şiirler ortaya çıkarılmaya devam ederken, bir yandan da bu etkileri üzerinden sıyırmış şiirler üretilmeye çalışıldı. Böylece Türkiye şiiri doksanların başından itibaren daha dinamik bir süreç içine girdi. Ayak sesleri daha da duyulur hale gelen yeni şiir arayışları, ikibinli yılların gelişiyle birlikte görünürlük kazandı. Görsel veya deneysel şiir çalışmalarının sayıları artarken yeni nesil edebiyat dergileri de bu çalışmaların okurla buluşmalarını daha da kolaylaştırır oldu. Tüm bu çalışmalar, salt şemacı ya da biçimci olmakla kalmayıp, şiiri insanın ve toplumun bulunduğu bütün alanlara koyabilme çabasını da içinde barındırıyordu. Bu çabanın yanı sıra internetin yaygınlaşması, sosyal medya platformlarının ortaya çıkışı, şiirin basılan kitaplarla beraber bambaşka düzlemlerde okurla buluşmasını sağlar oldu. Kimi genç şairlerin ve şair adaylarının da katıldığı, eski ve yeni şiirlerin okunduğu buluşmalar; gün aşırı şiirlerin ya da şiirlerden mısraların paylaşıldığı internet siteleri ve sosyal medya hesapları, buluşmaların en bildik adreslerinden sadece ikisi. Bunlarla beraber çok eski zamanlardan beri tanıdığımız buluşma şekillerimiz var şiirlerle: Yaşar Miraç’ın, Kemal Burkay’ın, Bülent Ecevit’in, Ülkü Tamer’in ve daha nicelerinin şiirlerinin üzerine yazılan besteler ve Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Adnan Yücel gibi şairlerin mısralarının yazıldığı duvarlar ve pankartlar, şiir kültürümüzde çok özel bir yer aldı.

İşte böylesi bir şiir ortamında okur, çağın getirdiği kolaylıkların yarattığı rahatlıkların da etkisiyle birlikte şiire, basılı kitap formatında ulaşma alışkanlığından hızla uzaklaştı. Kimi eski ve yeni nesil şairler kendilerini ve poetikalarını dergilerde var etmeye çalışır oldu; hatta kimileri dergilerin ‘kadrolu şair’i ilan edilebilecek biçimde yer aldı dergilerin arasında. Elde, nitelikli şiire sadece dergilerden ulaşma imkanı kalınca, sıkı şiir okuru, takibini dergilerden sürdürür oldu. Kitaplarla birlikte internet üzerinden de erişebildiğimiz şiirlerin, bir zaman sonra Facebook ve Twitter gibi sosyal medya platformlarında yapılan cerrahi müdahalelere mazur kalışına tanık olmaya başladık. Bugün şiirler mısralarına kadar parçalanıp servis ediliyor, sözgelimi Attilâ İlhan’ın “Çünkü ayrılık da sevdaya dahil.” dizesi Cemal Süreya imzasıyla paylaşılıyor. Daha da kötüsü, uydurulmuş şiirimsilerin büyük şairlere mal edildiği oluyor. Tüketilmesi oldukça kolay olan bu formuyla şiir benzeri metinler, kitaplara olan ilgiyi de azaltır oldu.

Şiire kitaplar aracılığı ile ulaşmayı alışkanlık haline getiren okur kitlesinin uzunca bir süredir, milenyumun öte yanında kalan şiir kitaplarına ulaşmakta güçlük çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Genç okurların bir kısmı ise dergiler ve internet üzerinden şiiri takip etmekle yetinmeyip kitaplara da erişmeye çalışıyor. Şiir kitapları yayınlayan büyük yayınevleri, bu ihtiyacı yeni baskılar, antolojiler ve toplu şiir kitapları hazırlayarak giderme çabasını sürdürmekteler. Yine de Nilgün Marmara’nın Kırmızı Kahverengi Defter kitabının baskısı yapılmıyor; Salah Birsel ve Gülten Akın gibi isimlerin kimi şiir kitaplarına hiçbir kitapçıda rastlanmıyor. Arkadaş Zekai Özger’in şiirlerinin de saydığım isimlerle aynı kaderi paylaşacağı kanısı yaygın iken bu şiirler Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası isimli bir kitapta toplu halde yayınlandılar geçtiğimiz yıl içinde. Bazı kitapların artık basılmıyor oluşu, peşinde koşan okuru yaralıyor olsa da uzun zamandır basılmayan şiirlerin son birkaç yıl içerisinde yeniden basılması, baskısı yapılmayan kitaplar konusunda umut veriyor.

Edebiyat dergilerinde sık sık, şiir okurlarının az olduğu yönündeki yakınmalar yer alır ve yer yer okurun sadakatsizliğinden dem vurulur. Pek çok farklı okur profilinin isteklerine cevap vermeye çalışan yayınevlerinin de bu işte payı olup olmadığı üzerine düşünülebilir belki ama bugün, şiire ulaşma yollarımızın daha da çeşitlendiği, içerdiği tehlikelere rağmen kimi araçlar sayesinde kolaylaştığı; şiirin yeni dünyalar kurma gücüne dair bilincin geliştiği de gün gibi ortadayken şiiri terk etmemek, yolumuzu şiire düşürmek gerek. 


Cihangir Kedileri’nin Peşinde (Fethi YILDIRIM)

Tuhaftır, bir öznenin vasıflarından/uğraşlarından bahsedilirken, bahsedilen kişinin aynı zamanda “şair” oluşu sohbetin yahut yazının sonuna eklenir. Şiirin yahut şairliğin, diğer vasıfların yanında küçümsenişinden midir bilinmez, bazen şunu işittiğimiz dahi olur : “Şiir de karalıyor arada, şairliği de var bütün bunların yanı sıra”.

Şiirin, diğer sanatların, uğraşların yanında “hepsinden öte” başlığıyla sunulması gerektiğine inanan biri olarak, Yıldırım Türker’in şair kimliğinin; araştırmacı/gazeteci, senarist ve çevirmen kimliklerinin yanında es geçildiğini düşünüyorum; ancak, elbette ki, bu durum şairin diğer sıfatlarının küçümsenmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Yazarın, Metis Yayınları’ndan çıkan Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor ve Gözaltında Kayıp Onu Unutma! adlı incelemelerinde, devlet aklının, kendi varlığı ve istikrarı adına neler yapabildiğine, Türkiye coğrafyasının yakın tarihine mal olmuş siyasi aktörlere baktığımızda tecrübe ettiğimiz “gurur açlığı”na şahit oluyoruz. Senaristliğini üstlendiği Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’da ise yaşamın her alanına nüfuz eden iktidarlarca üretilmiş, LGBTİ bireylerinin ve seks işçilerinin yaşamlarını hedef alan “toplumsal ahlak”ı ifşa edişini görüyoruz. Tüm bu eserlerinden hareketle, Yıldırım Türker’in devlet ve tabiat ayrışmasında, tabiatın, etiğin ve toplumsal vicdanın yanında yer aldığını biliyoruz. Lakin yazarın/şairin belleğine, zihnindeki imgelere ve adımladığı sokaklara da dönüp bakabilmek adına, Korsan Yayın’dan çıkan ve şairin imzasını taşıyan Cihangir Kedileri’yle de tanışmamız gerektiği kanısındayım.

Cihangir Kedileri, Yıldırım Türker imzalı ilk ve tek şiir kitabı olarak 1993 yılında okurlarıyla buluştu. Başarısını 1994 yılında layık görüldüğü Cemal Süreya Şiir Ödülü’yle de ispat eden kitabın peşinde koşanlar bilir; Cihangir Kedileri’nin peşinde yorulur, coğrafyanızın sahaflarının yollarını arşınlar, hatta sırf ona erişebilmek için farklı coğrafyalara bilet alırsınız. Bir süre sonra aramak eylemi ana meşgale haline gelir, “Umarım bulamam da, bu macera hiçbir zaman bitmez” diyerek mecnun olursunuz ve kendinizi sizin gibi Cihangir Kedileri’nin peşinde ömrünü tüketen öznelerle aynı masada sohbet ederken bulursunuz. Mecnun yıllarımı, bir diğer deyişle Cihangir Kedileri’nin peşinde sürüklenirken tecrübe ettiklerimi sonraya saklayıp, bir an evvel belleğimdeki ve kitaplığımdaki Cihangir Kedileri’nden bahsetmek istiyorum.

Kitabı elinize aldığınız vakit, kapağında tasarımını Mete Özgencil’in yaptığı “kallavi” bir jilet karşılar sizi. Sezen Aksu’nun daha sonra Ablam Aşktan Öldü ismiyle besteleyeceği Benim Ablam şiirindeki iki dize, Cihangir Kedileri’nin söze kallavi bir jiletle başlamasını destekler niteliktedir: “Geçemezsin aynadan hiç yara / Almadan. Geçemezsin.”. Şair, kitap dâhilinde belleğindekileri Cadı Şarkıları, Cihangir Kedileri, Rus Işığı, Cumhuriyet Gazinosu ve Son Sayfalar isimleriyle beş bölüme ayırmıştır ve kitabın ilk bölümü olan Cadı Şarkıları’nın girişinde William Blake’in dizesi karşılar bizi: “Some are born to endless night” (Kimileri sonsuz geceye doğar). Sayfaları çevirdikçe gençliğini geri edinen Peter Pan, nam-ı diğer “uçumlu öteki” kız kardeşler, “aşktan ölen” ablalar, “arzuya inanan suçu çoktan öldüren” —yalnızca müziği değil, bir hayatı, arzuyu, istenci bölüşen— orkestra üyeleri, “yüzü alkolün gönderlerinde kanlı bir bayrak gibi yükselen” abiler, Chat Baker’ın trompeti, “tehlikeye düşkün olmadan tehlikeli herşeyi seven o korkunç ve kırılgan mahlûklar”, Wagons Litts’de içen Atatürk, alengiri devletten samimiyeti aşktan mütevellit arka sokaklar, çaldıklarıyla besleyen bakkal çırakları, pantolonlu bulutlar ve diğerleri, şairin belleğinden yükselip okurlarını selamlar.
Bestelenmesi, yahut sanal bağlamlarda alıntılanması sayesinde yalnızca birkaç şiirine erişilebilen, gerek samimiyetinden gerekse tek basım yapmış olmasından ötürü mitleşen Cihangir Kedileri’nin ismi, kitapla aynı adı taşıyan şiirden anladığımız üzere, her müzik grubunun süt dişlerini henüz çıkardığı, erken dönemlerde tecrübe ettiği isim bulma sancısından doğmuştur: “Çıplak hayvan, Kadife Yeraltı, Hırsızın Günlüğü / Ah bir isim bulsaydık şu gruba”. Yirmili yaşların, “hakikat”i müzikte ve şiirin iktidardan uzak, istençlere yakın samimiyetinde arayan; tüm asidikliği, irrasyonelliği ve zıpçıktılığıyla aşka dönen heyecanının şiiridir Cihangir Kedileri. Kitabın Cumhuriyet Gazinosu adlı bölümündeyse, şair erken Cumhuriyet’in yaralarını, yarattığı toplumsal histeriyi ve uygulanan ayrımcılığa, katliamlara ve toplum mühendisliğine rağmen(!) organikleşememiş sentetikliğini tüm çıplaklığıyla döker belleğinden. Ben Güz Siz isimli şiirde şairin belleğindeki “cumhuriyet imgeleri”ne şahit oluruz: “nasır tutmuş / tarihten tökezlemiş / kasıkta taşınan tabanca gibi üşütmüş / aynalara bizden önce davranıp yüzümüze yılışmış / sizden marlon brando benden james dean yaratmış / ne zaman sokulsak canımızı yakmış / amerikan barlarda yalnız bırakmış / deodorantlara / ağız spreylerine / onca kitaba / kekemeliğe / pekliğe / pekinliğe malolmuş/ düellolarla beslediğimiz / büyüdükçe bizi birbirimize düşman eden / gururumuzla!”. Aynı şiirde yer alan başka iki dize ise, devcileyin bir projenin —bir diğer deyişle iktidarın başka bir renginin— türlü sosyal mühendisliklerce uygulanışının sentetikliğine tepki niteliğindedir: “artık hiçbir şeyi soyluca yaşayamayız / tükürüp kaçan çocuklar gibi”.

      Tek basım yapmış ve bir daha basılmayacağına emin olduğunuz “tek atımlık lütuf”ların peşinde koşarken tecrübe edilenler, bahsi geçen kitaba ve kitabın belleğimizdeki izdüşümüne dâhildir. Cihangir Kedileri’nin peşinde yollarını arşınladığım sahaflarda soluduğum sohbetlere, “Geçen gün sizin yaşlarınızda biri daha sordu, elime geçtiği takdirde ona ayıracağıma söz verdim” cümlesi neticesinde varlığından haberdar olduğum belgisiz yol arkadaşıma, “ev” bildiğimize, “yol”a ve yirmili yaşlarıma, Cihangir Kedileri’nden ikramımdır:


ev bitti
Duvarlar lekeli gri bir tül usulca
Dalgalanıyor eşyanın üstünde
Şurada oturup dinlerdik kendimizi
Ellerim saçlarında şurada terlerdik
Kimdi? Ne önemi var
Birlikte uğuldardık huzursuz bir kedi
Pençesi çekiliverirdi aramızdan
Çizerek sıkıntıyı

Cam talaş kırık çivi kurtlu
Ahşap bütün bu tekinsiz eşya
Yeryatağına kıvrılıp içiçe
Aşkın olabilirliği bir an olsun aklımıza gelmeden…

                                                                        (Cihangir Kedileri’nden)


CİHANGİR KEDİLERİ, Yıldırım Türker, Korsan / Sombahar Yayınları, 1993.

“Bütün Yapıtları” Kitabıyla Öldürülmek (Emre ÜTÜKLER)

Gittikçe ticarileşen kitap endüstrisinin olumsuz etkileri edebiyatımızın her alanında kendini gösteriyor. Varlığımızın en önemli aşı kitaplar bozuluyor önce, sonra her şey. Kitapçı dükkanlarında görülüyor kıtlık ilkin, sonra her yerde. Bu kıtlıktan en az etkilenen tür, diğerlerine göre daha ticari bir tür olan roman. Öykü, deneme ve inceleme kitaplarında etkisi önemli derecede hissedilen bu kıtlıktan en çok etkilenen ise şiir kitapları. Ne yazık ki sayıları bir düzineyi geçmeyen yayınevi tarafından basılmaya devam eden şiir kitapları, bu yayınevlerinin önemli bir kısmı tarafından ikinci defa basılmıyor. Kayboluyor. Oysa bizlere Yûnus, Şeyh Galip ve Homeros’u armağan eden Anadolu topraklarında şiir tükenmeyecektir. Şair’in sözcükleriyle söylersem: Eski suç ortağımız olan ne işledik ise onunla işlediğimiz Şiir’e dadanan bu çağı sevmedim.

Güncel edebiyatın nabzı dergilerde atıyor. Dergilerde atmaya da devam edecek! Fakat dergilere verdiğimiz önem giderek azalmakta. Bu yüzden de dergiler aracılığıyla günümüz edebiyatı daha az kişiye ulaşıyor, böyle olunca da günün edebiyatı ancak seneler sonra yakalanabiliyor. Oysa 40’lı ve 50’li yıllarda dergi ve gazeteler daha çok kişiye ulaşıyor, şiirleri ve öyküleri de daha geniş bir kesime ulaştırıyorlardı. Hatta bazı romanlar bile bu kadar geniş bir kitleye ulaşmalarını dergilerde ve gazetelerde tefrika edilmelerine borçluydu o yıllarda. Hiç kitap yayınlamadığı halde okuruna ulaşabilen Yahya Kemalli yıllarda kitaplar, dergiler ve gazeteler el ele yürüyordu. Dergilerin bu denli tesirli olduğu bu yılların ardından şiirler ve öyküler, okurların önemli bir kısmına kitaplar aracılığıyla ulaşmaya başladı. Okurların dergiler sayesinde şairler ve öykücülerle tanışıp ardından da onların kitaplarını takip ettikleri yılların ardından okurlar bu yıllarda yazarları ilk olarak kitapları aracılığıyla tanıyor, ardından da onların bir parçası oldukları dergileri takip etmeye başlıyorlardı. Onların da ardından gelen bizlerin ise şair ile ya da öykücü ile tanışmaları ne kitaplarla ne de dergilerle oldu. “Toplu Şiirler” ve “Toplu Öyküleri” kitaplarıyla oldu onlarla tanışmamız. Bu tüketim çağında da, bu tanışma, bizlerin, derin olan şiir ve öyküyü roman gibi kolay tüketilir olarak algılamamıza sebep oldu. Bir roman hacminde olan bu kitaplardaki eserlerin tümünü bir roman süresinde okuyor, o eserlerin derinine inemiyorduk. Beğenilere yön veren popülizm karşısında yıkılıyor, sadece en beğenilen eserlerini okuyorduk sanatçıların. En popüler şiirleri ve öyküleri bir arada barındırdığı için de “Toplu Şiirler”, “Toplu Öyküler” kitaplarına şükrediyorduk. Tek bir şiir kitabındaki şiirlerin sırasını, düzenini, harmonisini, temasını hiç ama hiç önemsemiyorduk. Bizden sonraki kuşağı ise şiir ve öykü ile tanıştıran internet ve sosyal medya oldu yazık ki… Bu kuşak deneme ve incelemeyle ise henüz tanışamadı…

“Bütün Yapıtları”, kitaplar için hem tekrardan gün yüzüne çıkmak, hem de hapsolmak demek. Gereken ilgiyi göremediği için basılmayan öykü, şiir, oyun, deneme ve eleştiri kitapları tekrardan gün yüzüne çıkıyor; fakat “Bütün Yapıtları” tek bir ciltte toplanan yazarın yeni kitabı da ilk ya da ikinci baskısının ardından hemen “Bütün Yapıtları” kitabının içine hapsediliyor. Bu kitaplar bir anlamda içerdiği kitapların tek başlarına var olmalarını engelliyor. Edebiyata gönül veren görece ilkeli yayıncılar, bu kitapları basarak hem ticari kaygılarla baş ettiklerini hem de eserlerin göz önünde bulunmalarını sağladıklarını düşünüyor ve vicdanlarını rahatlatıyorlar. Oysa ürettiği tüm eserleri bir “Bütün Yapıtları” kitabının hacmine sahip olmadığı için unutuluşa terk edilen usta kalemleri var edebiyatımızın. Onlara hak ettikleri ilginin bir kısmını verebilecek tek şey ne yazık ki ölüm! Anca öldükleri zaman kitapları tekrardan basılacak onların. Çok sayıda eser üretmesine rağmen kitapları basılmayan edebiyatımızın çınarlarının da kitaplarının tek bir ciltte toplanması, yazarın vefat etmesinin ardından gerçekleşiyor. Ölüm, yazarlar için kitaplıklarının dağılması demek oluyor, kitaplarının ise tek bir ciltte toplanması. Günümüzde yazarlarımız kitaplar(ın)da bile ölemiyor. Yazarları tek bir kitapta, tek bir ciltte, tek bir kalemde öldürüyoruz.

“O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.”
Behçet Necatigil


Daha da kötüsü oluyor. Ölümlerinin ardından “Bütün Eserleri”nin biyografi kısmındaki parantezi kapattığımız yazarlarımızın kitapları, ilgi görmediği için kitapçı raflarından siliniyor ve bir edebiyat arkeoloğu yayıncı tarafından gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Ne yazık ki öykümüzün yüz akları Zeyyat Selimoğlu ve Feyyaz Kayacan’ın “Tüm Öyküleri”ne bile ulaşmak mümkün değil. 75 senesini şiire adamış İlhan Berk’in , şiirimizin en özgün isimlerinden Asaf Hâlet Çelebi’nin bırakın tek tek şiir kitaplarını “Toplu Şiirleri”ne bile ulaşmaya çalıştığımızda aynı yanıtla karşılaşıyoruz. “Baskısı Yok!”
Edebiyata 30 yıldan fazla emek vermiş yaşayan çınarlarımıza gereken ilgiyi göstermek, onlara karşı vefa borcumuzu ödemek için yapıtlarını tek ciltte topluyoruz. Önceden de belirttiğim gibi bu isimler yeni kitap çıkardıklarında o kitapları da bir iki baskının ardından “Bütün Yapıtları”nın içine atıyor, o kitapların tek tek kitaplar olarak var olmalarına izin vermiyoruz. Ne acıdır ki, 60’ı aşkın yıldır şiir yazan Gülten Akın ve Hilmi Yavuz’un son şiir kitaplarından bir önceki şiir kitaplarına ne sahaflarda ne de kitapçılarda rastlayabiliyoruz. Hilmi Yavuz’un üç bölümden oluşan bu kitabının bölümlerinin isimlerine atıfla soruyorum: Şiir kaybolur mu? Şiir gayb-olur mu? Sorumu Gülten Akın’ın bahsettiğim kitabı yanıtlıyor: Kuş Uçsa Gölge Kalır. Şiirin o kendine özgü muhalefeti ile uğraşmak hiç de kolay değil. Bu boğucu dünyada soluklanalım diye bize gölgesini sunan Gülten Akın şiiri, Anadolu’da kuşlar var olduğu sürece uçacaktır. Çok aradığım bu kitaptaki bir şiiri kitabı arama çabamla ilişkilendiriyorum:

yakınımda çok yakınımda
sesine konan kuşları duyuyorum
dokunamadıkça varsın, ordasın
elimi uzatsam yok olacaksın

sılamsın

Şairin “Toplu Şiirler” kitaplarına almayı unuttukları bu kitap ne yazık ki okurlara ulaşamıyor. Daha da vahimi artık Gülten Akın’ın “Toplu Şiirleri” bile basılmıyor. Tıpkı yaşarken eserlerini hatta “Toplu Eserleri”ni dahi bulamadığımız Güven Turan, Cevat Çapan, Gültekin Emre gibi…  Suçlularından çok şairleri ve yazarları yargılanan ülkemizde onların yakılarak bile yok edilemediği anlaşılmıştır. Şimdi ise biz okurlar yargılanıyoruz. Büyük usta Oktay Akbal’a minnetle söylüyorum: Suçumuz okur olmak!


Son Tiryaki veya Bilimkurgu Türkiye'de Neden Tutmadı (Arman BOZACI)

Zamanımın önemli bir kısmını ODTÜ Fantezi ve Bilim-Kurgu Topluluğu’na (BKFT) ayırdığım üç yıl boyunca,  topluluk odamızda bilim-kurgu edebiyatıyla ilgilenen az sayıda arkadaşımla Isaac Asimov, Robert Heinlein, Arthur C. Clarke, Stanislaw Lem, Ray Brandbury ve bilim-kurgu edebiyatının diğer babaları üzerine sıkça tartışırdık. Genelde kısa süre içerisinde hararetli sidik yarışlarına dönen, herkesin favori yazarının üslubunu ve tasavvurunu övdüğü sohbetlerimizin nihayetinde, bu yazarların fazlasıyla başarılı ve özgün oldukları hususunda fikir birliğine vararak sessizce dağılırdık. Edebiyat temelli bir topluluk olmamıza rağmen toplulukta, kısır da olsa, bu tarz tartışmaları yürütebilen insanların bir elin parmağını geçmeyecek kadar az oluşu hayli tuhaftı. Çoğunluk pek tabii Tolkien hastasıydı ve fantastik kurguyla ilgileniyordu. Bilim-kurguya olan ilginin bu denli az oluşu çoğunluğun mühendis olduğu göz önüne alındığında ise daha tuhaf bir hal alıyordu.

Aslında fantastik kurgu ile bilim-kurgu arasındaki fark oldukça belirsizdir. Genelde bir türü seven diğerini de sever. İki türün birbirine karıştığı eserler de mevcuttur. Merak edenler baskısını bulabilirlerse Michael Moorcock’ın eserlerine veya Roger Zelazny’nin Işık Tanrısı’na göz atabilirler. Bilim-kurgunun fantastik kurgudan ayrıldığı nokta ise şudur: Bilim-kurgunun temelde ele aldığı şey ‘değişim’dir. Gerek uzay yolculuğu, gerek hava kirliliği, gerek aşırı nüfus artışı olsun, bahsettiği şey nihayetinde günümüz toplumuna bağlı, ancak teknolojik ve bilimsel gelişmeler ışığında başkalaşmış toplumlardır. İşte bu bakımdan bilim-kurgu, bugünün toplumundan yola çıkarak gelecekte neler olabileceğine dair spekülasyonlara olanak tanıyan sosyolojik bir fenomendir. Ne var ki ülkemizde küçük bir zümre tarafından icra edilmekte ve yine dar bir kitle tarafından takip edilmektedir.

İşte sorunsalımız tam olarak burada başlıyor. Türkiye’de yerli bilim-kurgu eserleri (en azından roman biçiminde) veril(e)mediği gibi okuyucuların yabancı literatüre ulaşması da günümüzde bir hayli zor. Halbuki 20 sene önce en azından yabancı eserlere ulaşmak mümkündü. Bu doğrultuda Metis’in 90’larda çıkardığı 36 kitaplık bilim-kurgu serisi kıymetli, ancak ulaşılması zor bir seridir. Seriyi Türk bilim-kurgusu açısından kıymetli kılan en önemli unsur ise serinin onuncu kitabı, Müfit Özdeş’in Son Tiryaki’sidir. “İyi Bilim-kurgu İyi Edebiyattır.” şiarıyla yola çıkan Metis’in Pohl, K. Dick, Heinlein, Le Guin, Vonnegut ve Zelazny gibi tanınmış ve usta yazarların yanında Son Tiryaki’ye de yer vermesi Özdeş’in eserinin diğerlerinden hiç de geri kalır yanı olmadığının ve gayet ‘iyi’ olduğunun bir göstergesidir. Bilim-kurguya olan ilgisi 40’lardaki “Baytekin” filmleriyle ve 50’lerde Çağlayan Yayınları’nın bastığı “Yeni Dünyalarda” dizisiyle başlayan Müfit Özdeş, İngilizce öğrenmesiyle birlikte Amerikan bilim-kurgusuyla tanışmış, 1983’ten beri bilim-kurgu, fantastik kurgu ve masal türlerinde yazmıştır. 1991 yılında Kimin Ağrır O Bağırır isimli masal/fantezi kitabı çıkmış ve Metis’ten çıkan Asker Kaçağı isimli bilim-kurgu derlemesinde bir hikayesi yayınlanmıştır. 1996’da çıkan Son Tiryaki ise ilk ve tek bilim-kurgu kitabıdır. Benim bu kitapla tanışmam ise ODTÜ BKFT’nin kütüphanesi sayesinde olmuştur.

Son Tiryaki’deki hikayelerin hepsi içerik olarak nitelikli eserlerdir ve karşılaştığım diğer yerli örneklere göre dil ve üslup bakımından bir hayli özgün işlerdir. Kitapta fantastik kurguya yakın masalsı ve lirik hikayelerle birlikte “katı bilim-kurgu” diye tabir edebileceğimiz hikayeler de vardır. Kitaba ismini veren “Son Tiryaki”nin ise –diğer bir kaç hikaye ile birlikte– absürd mizahi bir yönünün de olduğunu ayrıca belirtmeliyim. Hikayelerde yukarıda bahsi geçen ustaların izlerine rastlamak mümkün olsa da, yazarın tüm eserlere kendi damgasını vurmuş olması önemli bir başarıdır.

Peki Son Tiryaki bu kadar iyi bir yerli bilim-kurgu eseriyken, neden yeni bir baskısı yok? Niçin piyasada onun gibi yerli bilim-kurgu örnekleri göremiyoruz? İlk soruyu uzun uzun yanıtlamanın pek bir manası olmayacağından (zira duyduğuma göre Metis’in seriyi yeniden basma gibi bir planı yokmuş), ikinci soruyu yanıtlamaya çalışalım.

Türkiye’de bilim-kurgunun gelişmeyişi basitçe “Türkiye'de zaten bilim mi yapılıyor ki kurgusu olsun?” sorusuyla veya bu klişe retorikle paralel geliştirilen; ülkenin eğitim seviyesine, okur-yazar sayısına veya ülkede bilim ve edebiyatın ortaklığına dayanan herhangi bir 'kültürel gelenek' olup olmadığına dair yapılan çeşitli yorumlar yoluyla açıklanabilir. İstemeyerek de olsa bu çizgide öne sürülen savlara katılmak zorundayım, zira iyi kötü hepsinin doğruluk payı vardır, ancak Türkiye’de bilim-kurgunun gelişmeyişinin ilk seferde akla gelmeyen bir başka sebebi de vardır ki ona birazdan geleceğiz.

Türkiye’de bilimsel çalışmaların, bilim-kurgunun doğduğu yer olan Batı’ya kıyasla daha az olduğu yadsınamaz bir gerçektir ama bu, hiçbir zaman başarılı bilim insanlarımızın olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, varlardır; yalnızca edebiyatla ilgilenmemişlerdir. Bilim-kurgunun ustaları arasından bir kaç örnek verecek olursak; Asimov biyokimya profesörüdür, C. Clarke fizik teorisyenidir, Vonnegut biyokimyacıdır, Lem tıp eğitimi almıştır… İstisnalar haricinde hepsinin ciddi akademik geçmişleri vardır. Hepsi bilim-kurguyla genç yaşta tanışmış ve ilk hikayelerini genç yaşta yayınlamışlardır. Bilim-kurgu alanında eser verebilmek için pozitif bilimlerde eğitim almış olmak zaruri değildir, ancak türün ‘öz’ünü yakalayabilmek açısından faydalı olduğu söylenebilir. Bunun dışında belki de tek bir koşul öne çıkar: o da bilim-kurgu yazmadan önce çok okumaktır.

Türkiye’ye bilim-kurgu çeşitli sosyal, kültürel, teknolojik, psikolojik nedenlerle geç girmiştir ve girişi yukarıda bahsini ettiğimiz ustaların çevirileriyle olmuştur. İşte bu geç giriş ve işin yazarlık boyutuna geçmeden önceki gayrıresmi okurluk/hayranlık önkoşulu yerli bilim-kurgu edebiyatına büyük darbe vurmuştur. Üretimi durdurmamış olsa da şüphesiz yavaşlatmıştır ve nihayetinde özgün bir ‘yerel’ bilim-kurgu dili gelişmemiştir. Bülent Somay, Son Tiryaki’ye yazdığı önsözünde uzun süre okuyucu olarak kalmayı tercih etmiş olan Özdeş’ten 1991 tarihli derleme için zar zor hikaye alabildiklerinden bahseder. Ne diyelim, iyi ki de almışlar ve sürecin sonunda Son Tiryaki ortaya çıkabilmiş. Her ne kadar edebiyat evreninin karanlık boşluğunda unutulmaya yüz tutmuş olsa da...

SON TİRYAKİ, Müfit Özdeş, Metis Yayınları, 1996.


Baskısı Olmayan Kitaplar

Edebiyat tükenir mi? Ya kitaplar? Elbette hayır! Hiçbir iktidar tüketip yok edemeyecektir edebiyatı ve kitapları. Büyük diktatörlerin bile yok edemediği kitapları; günümüzün iktidarları ticaret, teknoloji ve sermaye de yok edemeyecektir. Tüketim çılgını bizler, “insanı” tüketiyoruz çok-satarlarla. Kitaplar ise binlerce yıl sonrasına bile seslenebiliyor; yakılsalar, yerin yedi kat dibine gömülseler, hatta yok edilseler bile… Kitaplar bizlere muhtaç olmasalar da bizler varlığımızı anlamlandırabilmek için kitaplara muhtacız; fakat bu “çok çiğ çağ”da varlık içinde yokluktur yaşadığımız. Her sene basılan kitapların niceliği artarken niteliği azalıyor. Bu sebeple de seçici davranmak durumunda kalıyoruz, en önemli rehberimizse kitaplar… Kitapların yol göstericiliğinde yürüdüğümüz bu yolda yeni duraklara ulaşıyor, yepyeni güzergahlar çiziyoruz varlığımıza. Fakat o da ne! Kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre bizde yeni ufuklar açabileceğini düşündüğümüz kimi kitaplara ulaşamıyoruz. Aldığımız yanıt kitapçılarda isek “Baskısı yok!” , kitap marketlerde isek “Tükendi!” oluyor.
 
“Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.”

Ülkemizde nitelikli eserler çok az adet basılır; hatta birkaç istisna dışında kitabın basım adediyle niteliği arasında ters orantı kurmak bile mümkündür. Bu eserler nadiren birden fazla baskı yaparken senelerce tükenmeyen ilk baskılarının ardından bir daha basılmayanları çoğunluktadır. Okur bu kitaplara sadece sahaflarda ulaşabilir. “Baskısı Yok!” ve “Nadir” ibarelerine sahip bu kitaplar da artık marketlere dönmüş sahaflarda fahiş fiyatlara satılır. Böylelikle okur ile eser arasına bir de maddiyat perdesi çekilir. Bizler ilk kitap okumaya başladığımız günlerde başlayan, üniversite yıllarında ise katlanarak devam eden bu acımızın ağıdını yakmaya çalıştık bu dosyada. Bu kayboluşla birlikte bir yandan eldeki kitaplarımıza daha candan sarılırken bir yandan da kaybolan kitaplarla birlikte sözlerimizin de yiteceğinden çekinip o kitaplarla ilgili sözler söylemek istedik. Kanayan yaramızın nedenlerini ortaya koymaya çabaladık. Yapıcı eleştirileriyle edebiyatımıza yön veren, pek çok yazarı edebiyatımıza kazandırıp biz okurların ufkunu açan Fethi Naci ve Memet Fuat’ın çoğu kitabının basılmadığı bu çölde bizler baskısı olmayan kimi kitapların edebiyatımız için ne kadar önemli olduğunu sizlere aktarmaya çalıştık. Yazılarımızda sitemler, hayal kırıklıkları ve hüzünler iç içe geçti. Bir yandan sevdiğimiz kitapların edebiyatımız için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştığımız için mutluluk duyarken, diğer yandan o yazarlarımızın ve eserlerinin hak ettikleri yazıları yazamayacak olmanın telaşıyla hüzünlendik. Bulup okuyamadığımız kitapların hayalini okuduk, arayışlarımız sırasında kendimize kardeşler edindik. Kitapları aradığımız dönemleri de kitaplardan ayıramaz hale geldiğimiz için arayış maceralarımızdan da söz ettik. Değerli ve baskısı olmayan çok fazla kitabımız olduğu için seçim yapmakta zorlanıp tüm sorumlulara sitem ederken hakkında yazamadığımız eserler için de kendimize sitem ediyor, ismini yerimiz yetmediği için anmadığımız tüm yazarlarımız ve eserlerimizden özür diliyoruz.