Kafası Karışık Bir Ütopya (Doğuş SARPKAYA)

Tom Robbins’in “gençlik” dönemi eserlerinden, ikinci romanı Kovboy Kızlar da Hüzünlenir nihayet Türkçede. 1993’te Gus Van Sant tarafından filmi de çekilen (açık konuşmak gerekirse berbat bir uyarlama), Tom Robbins’in en ‘politik’ kitaplarından olan romanın bugüne kadar çevrilmemesi ilginçti. Oysa, roman, hem içerdiği tartışmalar, hem oyuncul yapısı, hem de kendine özgü şiirselliğiyle oldukça ilgi çekici.

Tom Robbins, yine marjinal, yersiz yurtsuz kahramanları aracılığıyla bir düş evreni kurmuş. Başparmağı anormal derecede büyük olan ve yaşamının amacını otostop yapmakta bulan Sissy Hankshaw, 2. Dünya Savaşı esnasında ABD’de, Pearl Harbor sonrasında Japonların tutulduğu toplama kampından kaçıp önce saat insanlarıyla yaşamış, ardından kendine çölde yeni bir yaşam kurmuş Chink ve çocukluğundan beri kovboy olmayı kafasına koymuş Bonanza Jellybean’in etrafında oluşturduğu evrende insanı, doğayı, tutsaklığı, özgürlüğü tartışmaya çalışmış.

Flanörlük, Anormallik ve Kovboy Kızlar

1968 hareketlerinin etkisiyle oluşan tartışma ortamı ve 1968 sonrası yenilginin kafa karışıklıkları kitabın felsefesini belirlemede etkili olmuş. 1968’de ABD'deki isyan hareketi Vietnam'daki savaşa, ırksal ayrımcılığa, cinsler arasındaki eşitsizliğe ve geleneksel Amerikan değerlerine karşı bir protesto hareketi olarak yükselmişti. Hareket polis baskılarıyla radikalleşmiş ve 70’lerin başından itibaren ivme kaybetmeye başlamıştı. 70’lerin ortalarında, pek çok ülkede gerçekleşen şey ABD’de de gerçekleşmiş ve yenilgi edebiyatı adını verebileceğimiz bir tür ortaya çıkmıştı. Robbins, romanını böyle bir dönemde –Kovboy Kızlar ilk basımını 1976’da yaptı- kaleme almış. Sadık Erol Er’in “Baudelaire’den Benjamin’e uzanan (Bohem/Flanör) pek çok düşünür, modern söylemin epistemolojik gövdesini aşındırırken, eserlerinde yalnızlık, bireyselleşme, gezginlik ve ev özlemi vb temalardan beslenen “endişeli bireyler”in belirsizlik ve parçalanmışlığına dikkat çekerler” cümleleri Tom Robbins için de geçerli. Robbins, romanda ateşli bir ütopya ile modern toplumun parçaladığı bireylerin kinik çözümlerini bir araya getiriyor. Bu anlamda Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’in kafası karışık bir ütopya olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ana karakterin kadın olmasından, kovboy kızların bir arada paylaşımcı, ortak bir yaşam kurmasına kadar, tüm hikaye bir kadın ütopyasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Mesela Sissy Hankshaw’un yersiz yurtsuzluğu, Keraouc ile olan ilişkisi, 1960’ların otostop efsanesi haline gelişi, flanör düşünce tartışmalarına göz kırpıyor. Sissy’nin flanözlüğü, pek çok kadın yazarın atladığı bir cesaretle ele alınmış. Flanör, çoğu modernizm teorisyenince, beyaz, orta sınıf ve belirli bir entellektüel seviyedeki erkek olarak resmedilir. Çünkü kamusal alan erkek bir alandır ve bu alanda özgürce dolanabilen özne erkektir. Kadının konumu ise daha çok gözlenen, gözetlenen bir nesne ile özdeştir. Tom Robbins, Sissy ile bu bakış açısını tümden reddederek, kahramanını, 1950’lerin flanörleri, Beat Kuşağı temsilcilerinin yanına taşıyor. Sissy, erkek benzerlerinden farklı olarak, yaşamının amacı olarak yersiz yurtsuzluğu seçmiş; flanörlüğü düşüncelerin oluşmasının, yeşermesinin ya da olgunlaşmasının bir aracı olarak görmüyor. Robbins hem gezginliğe hem de ‘anormalliğe’ bakışıyla da Sissy’yi ayrı bir yerde konumlandırıyor. Robbins’e göre “medeniyetin büyük nevrozu normallik.” Sissy, normalleşmeye çalıştıkça, çelişkilerin, ev özleminin ve beklentilerin arasına sıkışıyor. Oysa kendi olduğu zamanlarda tam bir bütünlüğe kavuşmasa da benliğiyle barışma şansını yakalıyor.

Bonanza Jellybean’in öncülüğündeki Kovboy Kızlar ise onurlu bir mücadelenin peşine takılıyorlar kitapta. Çocukluğundan beri kovboy olmak isteyen Jellybean, büyümeye başladıkça çevresi tarafından engelleniyor. Erkek bir meslek olan kovboyluğun seçimi, eril iktidarın tekerine çomak sokulması anlamını taşıyor. Bonanza Jellybean’in derdi, kadınlara hayal kurmayı unutturup, toplumsal rollerini yerine getirmeyi vaaz eden hegemonik erkek söylemiyle: “Ev hanımlığı, masa başı işi ya da annelikten daha heyecanlı hayaller kurmakta ısrar eden bir kız varsa, onu hemen bir çocuk psikoloğuna götürmek, gerçekle yüzleşmesini sağlamak gerekir. Gerçek şu ki, Eskimoların vejetaryen olma şansı ne kadarsa, bizim büyüyüp kovboy kız olma şansımız da o kadar. İşte böyle.” Kovboy Kızlar, kitap boyunca, bu durum tespitinden yola çıkıp, kendilerine dayatılan her türlü cehennemi parçalamaya girişiyor ve kendi umutlarının peşinden koşuyorlar. Bonanza Jellybean’in sözleriyle özetlersek: “Cennet umutlarımızda yaşıyor. Cehennem korkularımızda”.

Akil Adam Chink’in Kinizmi

Kovboy Kızlar da Hüzünlenir, ironiyi aktif olarak kullanan bir roman. Ama bu ironi, yenilgi sonrası kinikliğin izlerini taşıyor. Sissy ile Chink’in konuşmalarına tümüyle sızan bir kiniklikten bahsediyorum. Chink, zararsız deliliği, bilinçli kaçkınlığı, uzakdoğu mistisizminden, pagan dinlerinden ve kinizmden beslenen felsefesiyle kitabın akil adam rolünü üstleniyor. Aslında Chink’in beslendiği tüm düşünsel kaynaklar ile yazarımızın kaynakları aynı. Dolayısıyla yazarın sesinin Chink’te yankılandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Chink’e göre her türlü örgütlü mücadelenin en sonunda varacağı yer otoriterlik ve yenilgi; insan kurtuluşunun tek yolu ise bireysel özgürleşme. Her türlü kurumsal yapılaşmanın insan özgürlüğüne saldırı olduğunu düşünen Chink, Kovboy Kızlar’ı saygı ve ilgi ile izliyor: “Ama bu hanımlar bir kez daha onurlu bir girişimde bulunuyorlar, kendi hayatlarına yön vermeyi bir kez daha deniyorlar. Jellybean... ha ha, ho ho ve hi hi... Evet, bizim emsalsiz Bonanza Jellybean bir hayali alıp gerçeğe dönüştürdü. Çoktan unutulmuş bir çocukluk düşüne şekil verdi. Onları besleyen de bu, benim onları bu kadar ilgiyle izlememin sebebi de. Bunun onları nereye götüreceğini, orada özgür ve mutlu olup olmayacaklarını görmek istiyorum çünkü.” Ama düşüncesinin derinlerinde yenilgiye uğrayacaklarını, çünkü özgürleşmenin bireysel bir atılım olduğunu düşündüğünü sezinliyoruz. Zaten kitabın sonu, yazarı ve Chink’i ‘haklı çıkarıyor’. Sistem karşıtı örgütlü bir mücadelenin hem kendi çıkmazlarına hem de otoritenin baskılarına karşı çıkamayacağına inanmamızı bekliyor Robbins.

Özetlersek; Kovboy Kızlar da Hüzünlenir, kadın özgürleşmesi söz konusu olduğunda devrimci, örgütlü mücadele söz konusu olduğunda ise kinik bir roman. Ama her ne olursa olsun Tom Robbins’i böyle bir kafa karışıklığından, böyle güzel bir roman çıkardığı için kutlamak gerekir.

Kovboy Kızlar da Hüzünlenir, Tom ROBBİNS, Ayrıntı Yayınları, 2012

Yeni Sinema Yeni Tarihçilik (İdris OĞULTARHAN)

Türkiye sineması, Hüseyin Cöntürk’ ünü nicedir arıyordu. Sonunda buldu. Zahit Atam, Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması (İstanbul: Cadde Yayınları, 2011) ile Türkiye’de sinema eleştirisinin, tarihçiliğinin nasıl yapılacağına dair üniversitelerde okutulması gereken bir kitapla bunu gösteriyor. Hüseyin Cöntürk, boşuna yapılmış bir benzetme değil. Cöntürk Çağının Eleştirisi ve Çağının Şairi kitaplarıyla nasıl bir çıkmazı sonlandırmışsa, Zahit Atam da benzer bir misyonu sinema için üstleniyor. Burada nesnel eleştirinin sınırlarından bahsetmiyoruz. Söz konusu benzetme nesnellikten çok, entelektüel alt yapı ile ilgilidir. Türkiye’de sadece şiir ve sinema değil, sanatın birçok alanında aynı sıkıntı öteden beri zaten bilinen bir şeydi. Bu sorun, iki farklı temel üzerinde şekillenir. Birincisi, eleştirinin kısırlığı yani entelektüel darlığı, ikincisi ise nesnel yanıdır. Cöntürk, her iki bağlamda şiir eleştirisine büyük imkanlar sağlamıştı. Eleştirinin çıkmazdan kurtulması, işte tam bu noktada ortaya çıkıyordu. Cöntürk öncesi eleştiri, ne nesneldi ne de entelektüel bakımdan güçlüydü. Zahit Atam ise, özellikle birinci sorunda büyük bir değişimin kapısını aralıyor. İkinci meselede Cöntürk ’ün nesnel eleştirisinden daha farklı hatta daha geniş bir imkân yaratıyor. Bir kere, eleştiri ya da tarihçilik bilimsel bir söylemden çok felsefi bir söylemle ortaya çıkıyor. Fakat bu felsefi söylem içinde, gerek kavramlar, gerek tarihsel yerleşim, gerek film analizinde görülen duyarlılık son derece güçlü bir temellendirme sunuyor. Bilimsel nesnellikten burada söz etmemiz mümkün değil en azından Cöntürk’ ün anladığı biçimde. Fakat sinemanın ve şiirin kendi özel yapılarından kaynaklanan farklar dolayısıyla Zahit Atam’ın sinema için seçtiği yolun son derece akıllıca olduğunu kabul etmek gerekir. Bu bize daha güçlü bir entelektüel imkan sunduğu gibi kitabın dilini nesnel eleştirinin sıkıcı taraflarından da kurtarıyor. Belki de bu nedenle Zahit Atam ile Eser Gürson’u karşılaştırmak daha sağlıklı olur.

Bu kapsamlı kitap, birçok bakımdan bize Türkiye sineması hakkında geniş bir birikim sunarken büyük oranda bunu Yeni Türkiye Sineması üzerinden yapıyor. Yeni Türkiye Sineması veya Yeni Sinema ismi belki Zahit Atam’ a ait değil ama bu kitapla Zahit Atam, bu sinemanın kaşifi olmak zorunda kaldı veya asıl amaç zaten budur. Türk şiirinde İkinci Yeni’nin benzer bir kaderi vardır. Muzaffer İlhan Erdost’un isim babası olması bu açıdan örnek gösterilebilir. Fakat ikinci Yeni, Yeni Sinema kadar şanslı değildir. Çünkü bu kadar güçlü bir eleştirmen ya da tarihçileri hiç olmadı. Fakat burada bir soru geliyor aklıma, Yeni Sinema Zahit Atam’ın kavrayışı kadar yüksek bir sinemadır. Yoksa Zahit Atam yüksek sinemanın yüksek eleştirmeni tarihçisi ve/veya kaşifi olmak için mi bu kadar yüksek bir perdeden girdi konuya. Bu birçok bakımdan cevaplandırmaya muhtaç bir soru. Ama aynı zamanda bunu böyle kabul etmek zorunda da bırakıyor bizi. Çünkü Yeni Sinema konumlanışı gereği eski sinemanın devamı ya da karşıtı olmadı. Hatta Yeni Sinema eski sinemaya bir cevap vermek zorunda bile kalmadı. Bir anlamda Atam’ında belirttiği gibi öncü olarak Yeni İran Sinemasını kabul etti. Tüm bu tarihsel süreç içerisinde öyle ya da böyle keşfedilmek zorundaydı da bunun için keşfedildi. Yeni Sinema neden yenidir ve yenilik bir tarihsel çizginin son halkası mıdır? Yeni Sinema yeni ise eski sinema hangisidir ve Yılmaz Güney burada nasıl bir konum üstlenir. Bu sorulardan çoğuna dikkatli bir okuyucu birçok cevap bulabilir. Fakat Yılmaz Güney’e yer yer değinilmiş olsa da tam olarak cevap almamız mümkün olmuyor. Yeni İnsan Yeni Sinema ve Birgün’den takip ettiğim kadarıyla Zahit Atam muazzam bir Yılmaz Güney uzmanı, büyük ihtimalle tüm bu birikimini kitaplaştıracaktır fakat burada asıl önemli olan ya da cevap verilmesi gereken, neden Türkiye sinemasının hala Yılmaz Güney’in bıraktığı yerde cevaplanmadan kaldığına Yeni Sinemanın vereceği/verdiği cevaptır.

Zahit Atam kitabı genel olarak sekiz başlıkta toplamış, fakat kitabı iki bölüm halinde okumak mümkün. Birinci bölüm, sinema tarihçiliği ve sinema tarihini dönemlere ayırma ile ilgili. Bu bölümde Atam’ın daha çok sinema tarihçileri ve sinemanın dönemleri, bir başka değişle dönemlendirme kriterleri üzerine fikirlerini okuyabiliyoruz. Yine bu bölümde, Atam’ın diğer tarihçilerinden farklı olarak sinemayı nasıl dönemlere ayırdığını görmek mümkün. Bu bölümün en etkileyici tarafı bana göre Atam’ın hassasiyeti. Bu hassasiyet takdir edilecek bir çabayı doğuruyor çünkü. Yakın takipçi bir okuyucu tüm bu metinlerde sadece sinemanın değil felsefenin ,tarihin, iktisadın, psikolojinin, sosyolojinin, siyasetin de çok derin bir biçimde işlendiğini görecektir. İkinci bölüm ise dört kurucu yönetmen (Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaimağaoğlu ve Yeşim Ustaoğlu) üzerinden Yeni Sinemanın yapısı ele alınıyor. Bu bölüm okuyucu için birçok açıdan son derece doyurucu. Bunu iki nedene bağlamak mümkündür. Birincisi yazarın yönetmenlerle olan yakın ilişkisi. İkincisi ise bu dört yönetmenin Türkiye izleyicisi tarafında yakından takip edilememesi veya zor izlenmesidir. Kitap sayesinde okuyucu, yönetmenlerle çok daha yakın ilişki kurabiliyor. Bu bölümün tartışma götürür en önemli tarafı yorumların yoğun bir biçimde öznel olması. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi bu yorumlar sinema estetiği açısından gerekli ve son derece de temellendirilmiş yorumlar.

Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması, birkaç cilt kitabın birinci cildi gibi duruyor. Çünkü Yeni Türkiye sinemasını bu dört yönetmen üzerinden açıklamak meseleyi kısır bırakır. “insanokur.org”da Zahit Atam’ın; Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem gibi yönetmenleri de içine alan ikinci bir ciltin üzerine çalıştığı ile ilgili bir yorum okudum. O yorum eğer Zahit Atam’a aitse iki ciltlik bu güçlü kaynak sinema okurları için büyük bir imkan olacak.

YAKIN PLAN YENİ TÜRKİYE SİNEMASI, Zahit ATAM, Cadde Yayınları, 2011

Latin Amerika Yerlilerinin Gör Dediği (Soner TORLAK)

Latin Amerika ülkelerinin birinde zalimliğiyle nam salmış Rodrigez adlı bir diktatör varmış. Rodrigez'in ülkesinin cezaevlerinin birinde bir akşam vakti bir adamcağız tıkılmış içeri. Hücrede bulunan eski tutuklu yeni gelene sormuş, "Suçun ne?" Yeni tutuklu "'Kahrolsun Rodrigez' diye bağırdım... Onun için attılar içeriye..." demiş ve devamla sormuş, "Ya senin suçun ne?" Diğeri "Benim mi? Ben de 'Yaşasın Rodrigez' diye bağırmıştım zamanında..." Tam bu sırada kapı açılmış, içeriye biri daha atılmış. Hücredekiler yeni gelene "Hoş geldin... Senin suçun ne kardeş?" demişler. Yeni gelen boynunu bükmüş "Ben... Ben Rodrigez’im!.."

Latin Amerika’yı Nasıl Bilirsiniz? 

Latin Amerika, siyasal çalkantılarıyla meşhur coğrafya. Kalabalıkların meclisleri bastığı, bir gün heybetli ve muktedir görünen devlet başkanlarının bir gün sonra çatıdan helikopterle Miami'ye kaçtığı, ABD'nin sürekli müdahalelerine, askeri darbelere, katliamlara, kontrgerillalara, sürekli baskılara rağmen toplumsal hareketliliğin durulmadığı, nam-ı diğer asi kıta.

Öte yandan burada ikili bir tehlikeye de hemen dikkat çekmek gerekiyor. Latin Amerika’daki devrimci süreçleri, popülist cuadilloların (askeri şeflerin) peşinden körü körüne giden akılsız kalabalıklarla açıklamak, her ne kadar şu aralar pek revaçta olmasa da, halen Batı merkezli “düşünce kuruluşları”nın yayınladığı makalelerin temel önermesi durumundadır. Latin Amerika analizlerinde halkın büyük bir bölümünün sistematik biçimde siyasal ve ekonomik süreçlerden dışlanması, mülksüzleştirilmesi, yoksullaştırılması ve yoksunlaştırılması ancak bu ülkelerdeki sistemlerin halkı akılsız isyanlara kışkırtacak dikkatsizlikleri olarak kavramsallaştırılmaktadır.

İkinci tehlike ise, bu coğrafyayı bir tür “isyanlar diyarı” ve buradaki halkları da “her an isyan etmeye hazır, bağrında Latin ateşi yanan küçük kahramanlar” olarak görmek yönündeki eğilime kapılmamaktır. Latin Amerika’da gerçekleşen özgün direniş ve isyan pratiklerini bu halkların fıtratında bulunan bir tür Prometheus’un sönmeyen ateşiyle açıklamak, sadece Latin Amerika’daki bu pratiklerden dersler çıkarmamızı engellemekle kalmamakta, fıtratımızda bu ateşin olmaması nedeniyle bizlerin “burada” umutlu olmamıza dair en ufak bir açık kapı bile bırakmamaktadır.

Kimlik Ve Sınıf Mücadelelerini Melezlemek

Latin Amerika, özellikle 1994 yılında Zapatistaların neo-liberalizme karşı başlattığı afili isyanından bu yana geçen yaklaşık yirmi yılda bir tür toplumsal mücadeleler laboratuarı haline geldi. Bu mücadelelerin başını ise pek çok ülkede, Avrupalı sömürgecilerin kıtaya ayak bastığı 500 yıl öncesinden bu yana, önce köleleştirilen ve katledilen, ardından ise yok sayılan ve ezilen yerliler çekecekti. Latin Amerika'daki toplumsal mücadeleleri karakteristik kılan da, yerlilerin, tarihin tanık olduğu en acımasız sömürgecilik girişimlerine karşın, kültürel dağarcıklarını koruyup çocuklarına aktarma becerisini göstererek, kendi mücadelelerini sınıflar mücadelesiyle melezleyebilmiş olmalarıydı.

Sibel Özbudun'un Latin Amerika Yerli Hareketleri kitabı, işbu melezlenmenin kültürel, siyasal ve ideolojik kodlarını çözmeyi dert ediniyor. Özbudun, bunu yaparken, yerlilerin sömürgecilere direnişinden başlayıp, ulus-devletler içinde yaşadıkları yurttaşlık/kimlik sorunlarına, bu sorunlarla boğuşmak adına verdikleri mücadeleler içinde demlenip ortaya çıkan özgül toplumsal mücadele ve örgütlenme deneyimlerine ve nihayet bugünün Latin Amerika siyasetindeki işgal ettikleri yere uzanan bir tarihsel akışı takip ediyor. Ancak Latin Amerika Yerli Hareketleri bir tarih anlatısı değil, Latin Amerika yerlilerinin özgül toplumsal mücadele deneyimlerinin DNA dizisini çözmeyi meram edinen kapsamlı bir analiz.

Toprak Hakları, Özerklik, Çok-Dilli Eğitim 

Latin Amerika yerlilerinin kendi hak taleplerinin toplumun diğer ezilen kesimlerinin talepleriyle eklemleyebilmekteki maharetleri, dünya çağında özellikle Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından gücü, nüfuzu ve direnci azalan Sol'un, Latin Amerika'da halen nasıl canlılığını koruyabildiğinin de yanıtı. Özbudun da bu maharetin, Latin Amerika yerlilerinin 500 yıldan bu yana geliştirdikleri direniş ve mücadele birikimlerinin yarattığı özgün sentezle olan ilişkisini ele alıyor. Toprak hakları, özerklik ve çok-dilli eğitim gibi bugün Türkiye'nin yakıcı sorunlarına yanıt üretebilecek kültürel/siyasal taleplerin Latin Amerika örneğinde nasıl birer toplumsal talep olarak örgütlendiği de Özbudun'un kitabında ayrıntısıyla incelenen konular arasında.

Latin Amerika'da yerli kadınların yoksul, yerli ve kadın kimlikleriyle biriktirdikleri mücadele deneyimine de yer ayıran Latin Amerika Yerli Hareketleri, başta Zapatista kadınları olmak üzere yerli kadınların bir yandan kıtada yerleşik maço kültürüne karşı mücadele ederken, diğer yandan toplumsal mücadelenin diğer alanlarıyla iç içe geçebilen bir kadın mücadelesi hattının nasıl şekillendiğine de ışık tutuyor.

Yerlilerin mücadeleleriyle uluslararası hukuku ne yönde değiştirebildikleri, bu değişikliklerin yerli mücadelesine ne tür avantajlar ve dezavantajlar yarattığı da kitapta ayrıntılı bir bölüm olarak kendine yer buluyor. Özbudun "yerli" kavramının ve yerli haklarının uluslararası hukukta kendisine nasıl yer bulduğunu temel metinleri inceleyerek ele alırken, kitapta yerli haklarını en ayrıntılı ve ilerici biçimde düzenleyen Bolivya Anayasası'na ilişkin de bir değerlendirme bulunuyor.

Nihayet Latin Amerika Yerli Hareketleri, Latin Amerika yerlilerinin hayata geçirdikleri özgün mücadele deneyimlerini, bugün dünyanın dört bir yanında, bizim için ise özellikle Türkiye'de sürdürülen özgürleşme mücadelerine devşirebilmek adına kapsamlı bir zemin sunuyor. Bu zeminin bereketli topraklarını işlemek ise, eşit ve özgür bir dünya için mücadele edenlere kalıyor.

LATİN AMERİKA’DA YERLİ HAREKETLERİ, Sibel Özbudun, Dipnot, 2012. 

"Her kitap, gelişkin bir haberdir" (İsmail Saymaz'la Röportaj: Onur KILIÇ)

Bu kez polis şiddeti ve cinayetlerini konu eden bir kitap buluşturdu seni okurla. Postmodern Cihad ile başlayan serüvende son kitabının önemini değerlendirir misin? 

İlk kitabım olan Postmodern Cihad'dan beşinci ve son kitabım olan Sıfır Tolerans'a, bir hukuk arayışını ve insan hakları bakışını esas alan, kendimce naif bir külliyat oluşturduğumu düşünüyorum. Bu benim açımdan, merak etme, sorma, araştırma ve sorgulama çabasının yek diğerini tamamlayan halkalarıdır. Sıfır Tolerans'ı kıymetli kılan, siyasal otoritenin politik bir argüman olarak dillendiregeldiği, artık Türkiye'de işkence ve kötü muamelenin son bulduğu yönündeki tezini tekzip etmesidir. Sıfır Tolerans'ı oluşturan soruşturma ve dava dosyaları, onları destekleyen söyleşiler, özetle şunu söylemektedir: Polis şiddeti, karakoldan sokağa taşmıştır. 12 Eylül'den sonra bile cezalandırılabilen polis şiddeti ve işkence, 'Yeni Türkiye'de korunmaktadır. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu (PVSK) değiştirilmediği sürece bu resmi tehdit sürecektir.

Sıfır Tolerans’ta yer yer insanı psikolojik olarak zorlayan olaylar var. Yazarken, tanıklarla buluşurken, sorgularken senin de zorlandığın oldu mu? 

Ben kitapta yer verdiğim işkence ve kötü muamele davalarını yaklaşık on yıldır yazdığım için okur nezdinde oluşan duygusal şoku çok önceden yaşadığımı ve artık şaşırmadığımı söyleyebilirim. Acı olan şu ki, ben bu travmayla yaşamaya alıştım sanırım. Hal böyle olmasına rağmen, örneğin, 'esrar bulundurduğu' suçlamasıyla gözaltına alınıp taciz edilen ve intihara sürüklenen Onur Yaser Can'ın trajik öyküsü karşısında bir hayli sarsıldığımı; keza Can'ın annesi Hatice hanımla yaptığım söyleşi sırasında, her ne kadar gizlemeye gayret etsem de, sık sık yutkunduğumu belirtmeliyim.

90’lara dönüş tartışmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Polisin güçsüz gördüğü yurttaşlara karşı tutumu, her tür hak arayışının engellenmesi, v.b. konularda meşhur 90’lar politikasından bugüne değişen ne?

Tabii ki bugün, ülkenin eriştiği demokratik düzeyi, 90'ların açık hukuksuzluğuyla ve yargısız infaz rejimiyle karşılaştıramayız. 90'larda sokak ortasında vurulanların; karakolların pencerelerinden atılanların, cesetleri kaybedilenlerin hükmettiği 90'lar, bilhassa demokrasi güçlerinin, gelecekte onurla anılacak mücadeleleri sayesinde, tarihe gömüldü. Artık karakollarda elektrik düzeneklerinden söz edemeyiz, örneğin. Ne var ki güvenlik aygıtı içerisinde öteden beri var olan cezasızlık kültürü, yani bir polisin suç işlediği an cezalandırılmayacağına olan inancı, varlığı hala koruyor. Emniyet'in saptadığı 'olağan süpheliler' listesi değişmediği gibi, yargının suç işlemiş güvenlik görevlisine yönelik koruyucu tavrı da sürüyor. 90'ların Sedat Selim Ay'ının bugün İstanbul'da Terörle Mücadele Şubesi'nden sorumlu emniyet müdür yardımcılığına terfi ettirilmesi, o yılların kurum içinde haklı görüldüğüne delalet ediyor.

Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ile Terörle Mücadele Kanunu’nda 2006’da yapılan değişiklik iktidarın topluma bakışını resmetmek için bize nasıl bir veri sağlıyor? Bu yasayla artan polis saldırganlığının nedenleri üzerine düşünmek bizi ne tür sonuçlarla buluşturuyor? 

PVSK'daki ve TMK'daki 2006 ve 2007 yıllarında yapılan değişiklik bugün tanık olunan otoriter yönetimin yasal altyapısını oluşturdu. PVSK'daki temel bahane, o yıllarda sıkça karşılaştığımız, 'kapkaç terörü' diye tarif edilen adli suçlardı. TMK'da ise PKK'nın artan şiddet eylemleri gerekçe gösteriliyor. Bu iki 'tehdit' karşısında güvenlik güçlerinin çaresiz bırakaldıkları, suç ve suçluyla başedemedikleri, savcılığa gönderilen şüphelinin adliyenin arka kapısından çıktığı iddia ediliyordu. Sonuçta bütün toplum, bir 'terör tehdidi' karşısında olduğuna ikna edildi. Sokakları 'çeteler ve teröristler' zaptettiğine göre, bir güvenlik rejimi inşa edilmeliydi. İşte, her iki yasa bu ikna-inşa sürecinin ardından güncellendi. Özetle, 'çetelere ve teröristlere' karşı amansız bir mücadele yürüttüğünü iddia eden iktidar, 'Büyük Gözaltı' diyebileceğimiz, olağanüstü yetkilerle donanmış bir otorite kurdu. Artık, düzene yönelen her haklı ve demokratik itiraz, siyasal bir vasıfta olması gerekmiyor, 'terörist' eylem diye telakki edilmeye başlandı. Bu sayede polisler, herkesin kılığından kuşkulanma, kuşkulandıkları her 'kılıksız'ı durdurup kimliğini sorma, masum bir itirazı dahi 'direniş' diye görme, direnişi her tür araçla bastırma ve kaçanın ardından ateş etme 'hakkını' elde etti. Namlu böylece, öteden beri 'terörist' kabul edilen solcular ve Kürtlerden, yine kalubeladan bu yana 'çete' sayılan yoksullardan bütün bir topluma çevrilmiş oldu. Son kitabımın özsözünde de belirttiğim üzere, artık copun ucunda şimdi tüm Türkiye vardır.

Postmodern Cihad, Hanefi Yoldaş, Nefret, Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim ve Sıfır Tolerans... Yazarlık yolculuğuna başladığın nokta ile bugün durduğun yerin arasındaki mesafeyi nasıl görüyorsun? Gazetecilik kitapları yazdığını düşünürsek, buna muhabirliği de dahil edebiliriz belki... 

Bu beş kitap kuşkusuz benim gazetecilik serüvenimde önemli sıçramalardır. Fakat mutlaka kayda düşmeliyim; ben kendimi yazar ya da araştırmacı gazeteci sıfatlarıyla anmıyorum. Hatta bu sıfatlara ısınamadığımı da söylemeliyim. Çünkü yalnızca gazeteci ve muhabir olmayı yeterli görüyorum. Beni araştırmaya iten ve yazar olmaya sevk eden dinamik de, gazeteciliğimin bizatihi kendisidir. Her bir kitap, benim nazarımda, gelişkin bir haber örneğidir. Daha doğrusu, bir gazete sayfasında ifade edilemeyen bağlamlar ve ayrıntıların buluşturulduğu formdur. Kitaba böyle bakıyorum. Bu meslekteki 12 yıllık profesyonel sürecin ardından vardığım aşama, git gide katlanan merak, biriken yüzlerce soru, görüşülmesi elzem bir o kadar haber kaynağı, alınması gereken binlerce not ve hasılı, daha yürünecek uzunca bir yola tekabül ediyor. Şu ana kadar, kayda değer bir mesafeyi katettiğimi sanıyorum. Bu da beni mutlu ediyor.

Kitaplarının tamamına bakarak, adalet arayışının senin gazetecilik ve yazarlık uğraşının nirengi noktası olduğunu söylersek yanılmış olur muyuz? 

Daha önce başka bir mecrada da ifade etmiştim; nasıl ki Mustafa Kemal, cumhuriyet rejimini 'kimsesizlerin kimsesi' olarak görüyorsa ben de gazeteciliğe aynı önemi atfediyorum. Gazeteciliğimin çıkış ve varış noktası, bunu ne kadar gerçekleştirebildiğimi bilemiyorum fakat, kimsesizlerin adalet arayışıdır. Postmodern Cihad'ta iğdiş edilen hukuk düzenini, Hanefi Yoldaş'ta bir sabah vakti 'terörist' olduğunu öğrenenlerin şaşkınlığını, Nefret'te bir avuç misyonerin ölüme yürüyüşlerini, Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim'de 12 Eylül 'terörizmi'nin muhatapları ve mağdurlarını, Sıfır Tolerans'ta da copun ucundakileri anlatmayı yeğlemem tam da bundandır.

Kitaplarında insanların yaşadığı adaletsizlikleri akıcı bir dille, yer yer hikayeleştirerek anlatıyorsun. İddianameden, fezlekeden yola çıkıp bunu yapmak zor ama seni mutlu ve tatmin ediyor herhalde... 

Esasen, yazım sırasında şu dengeyi gözetiyorum: Bir metin, nasıl yazılırsa daha okunur olur? İlk kitaptan bu yana ve yüzlerce haber öyküleştirerek anlatmayı tercih edişimin nedeni, metni okunur kılmaktan ötesi değildir. Edebileştirme bahsine gelince; haberin bir edebi değerinin olmadığını, gazetecinin de edebiyatçılığa soyunmaması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyat kaygısıyla hazırlanan bir haber metninin akıbeti, gerçeklik kaybı olur. Okur edebileştirilmiş metni kurgusal bulduğu andan itibaren, iddiası yalnızca gerçeği aktarmaktan ibaret olan haber öldürülmüş olur. Sonuç olarak ben, 'belge' sıkıcılığına ve kimi söz oyunlarına eşit mesafede uzak duran, rahat okunur ve akıcı bir anlatımı tercih ediyorum. Bundan da zevk alıyorum.

Ülkemizde gazetecilik kitaplarının niteliğini nasıl görüyorsun? 

Hali hazırda iki tarz örnekle karşılaşıyoruz. İlki, belli bir kurumun, bu genelde emniyet oluyor, gözü ve perspektifiyle, hatta onların temin ettiği materyallerle yazılan kitaplardır. 90'lı yıllarda Ergenekon sanığı Ergün Poyraz'ın jandarma istihbarat mahreçli kitaplarının yerini bugün 'emniyet istihbaratın kütüphanesi' aldı, diyebiliriz. Bu türde kitapların 'hazır' okurlarının bulunduğunu, binlerce dağıtıldığını; buna karşın, gazetecilik değeri taşımadığını söyleyebilirim. Bir diğeri, örnekleri kısıtlı miktarda görülen, araştırmacı gazetecilik kitaplarıdır. Fakat bu alandaki sıkıntı şudur: Eldeki iyi niyetli çalışmalar belge aktarımcılığının ötesine geçemediği gibi, politik perspektiften de yoksundur. Art arda sıralanmış kimi dokümanlardan oluşmuş bu çalışmalar, cesur fakat okunur olmaktan uzaktır.

100’e yakın gazetecinin tutuklu olduğu, kitapların henüz basılmadan yasaklandığı, sayısız meslektaşının iktidarı rahatsız eden yazı ve haberler nedeniyle işsiz kaldığı koşullar altında mesleğini icra ederken kendini sınırlama ya da oto sansür ihtiyacı duyuyor musun? 

Gazetecilik şu an mayınlı bir arazide yürümektedir. Çoğu meslektaşımız işini kaybetti; kimileri hedef gösterildi, korkutuldu, tutuklandı ya da halen cezaevinde... Benim de aralarında olduğum az sayıdaki 'talihli' gazeteci ise bütün bu dengeleri gözeterek, araziyi sapasağlam geçmenin sınavını veriyor. Genel olarak meslekte, otosansürün egemen olduğunu söyleyebiliriz. Daha az yazan, daha az ifade eden, soru soran bir evre geçiriyoruz.

Kitaplarının okunurluğu ve gördüğü ilgiyi seni memnun ediyor mu?

Kitaplarımın hedeflediğim okur kitlesine ulaştığını görüyorum. Bir akademik çalışmada atıfta bulunulması ve bir arkadaş sohbetinde kıymet biçilmesi, beni mutlu ediyor. Yalnız olmadığımı, tek başıma düşünmediğimi ve birlikte kafa yorduğumuzu hissediyorum.

Kapital İçin Bir Kılavuz (Kansu YILDIRIM)

Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, David Harvey’in 2007 yılında verdiği derslerin ses ve video kayıtlarının internet sitesine koyulmasından yola çıkarak başlamış, akabinde metinleştirilmiş bir “ders” kitabıdır. Ders ifadesi, zihinlerde didaktik bir çağrışım uyandırmasın. Harvey, Kapital okumalarını ve sorgulamalarını, kimi zaman yoğun soyutlama düzeylerinde, kimi zaman ise tarihi olgularla betimleyerek ama en önemlisi okuyucuyla “konuşarak” rahat bir dil eşliğinde yapıyor. Harvey’in metodolojik ve yazım açısından kolay anlaşılır olmaya özen gösterme nedeni, çağdaş kapitalizmin sorunları. 

Kitaba başlangıç olan video kayıtları üzerine Verso’nun teklifini kabul etmesinde “ekonominin kötüye gidişini”, “küresel kriz”in yansımalarını ve “Marx’ın analizine ilginin tekrar canlanışını” gerekçe gösteriyor. Zaten Harvey’i Kapital derslerine iten başlıca faktör, genç kuşağın Marksist siyasal iktisattan yoksun kalışı ve aslında bu yoksunluğun Marksist devrimci siyaset içinde farklı biçimlerde cisimlenişleriydi. Bu nedenlidir ki anlaşılır olma kaygısı, Kılavuz’da tam bu noktada devreye giriyor ve 1970’lerden sonra karşılık bulmaya başlayan Marksist metin okumalarındaki son derece soyut argümanlara ve saf akademizm iştahına bir eleştiri olarak beliriyor. Kılavuz’un başlangıcındaki başka bir eleştiri yine kitap içinde çeşitli pasajlarda karşımıza çıkıyor: Tekil entelektüel formasyonlardan sıyrılarak Kapital’i kavrayabilme. 

Buraya bir not düşelim, Nail Satlıgan bir röportajında Ernest Mandel’den “Kapital ve Marksizm bir makro sosyal bilim yapıtıdır” cümlesini alıntılamıştı. Söz konusu alıntıdaki “makro” ifadesi, Harvey’in “Kapital’in zenginliğine” yaptığı vurguyla birlikte düşünülünce daha da netleşiyor: “Sayfalarında sayısız siyasal iktisatçının, filozofun, antropologun, gazetecinin ve siyaset teorisyenin yanı sıra Shakespeare, antik Yunanlılar, Faust, Balzac, Shelley, peri masalları, kurtadamlar, vampirler ve şiirler cirit atar.” Kılavuz’un ilerleyen sayfalarında Kapital’den alıntılanan pasajlar kadar anekdotların altının çizilmesi, bu durumun bir yansıması. Örneğin, Harvey, daha önce Balzac okumadığını ancak Kapital okumalarından sonra Balzac okumaları sırasında “Hah! Marx’ın alıntı yaptığı yer burasıymış” dediğini aktarıyor. Harvey Kılavuz’da Balzac ve diğer tarihsel eserlerin, sadece estetik düzeyde konumlanmadığını, Marx için geniş bir referans havuzu teşkil ettiğini belirtiyor; Marx’ın Kapital’i tamamladıktan sonra İnsanlık Komedyası üzerine çalışmak istediğini ekliyor. 

Klasiklerden Kapitale Çıkan Yol

Kılavuz’daki tekil entelektüel formasyon ve akademizden sıyrılmış çok yönlü okumalardan birisi de klasik siyasal iktisatçıların başlıca tarihsel kurgusunu ele alırken açığa çıkıyor: Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’u. Klasik siyasal iktisatçıların piyasa ekonomisine model olarak ortaya çıkardıkları Crusoe, “tek başına, ıssız bir adada, doğa durumunda barınmaya uygun bir hayat tarzı oluşturur ve piyasa ekonomisi mantığını adım adım tesis eder”. Ne var ki, “Marx’ın şaka yolla imasında” gösterdiği gibi tek başına olan Crusoe, “batan gemiden bir saat, bir kasa defteri, mürekkep ve kalem kurtarmış” ve “halis bir İngiliz olarak derhal muhasebeye koyulmuştur”. Crusoe, o adada piyasa ekonomisini icat etmemiş, piyasa ekonomisi zihniyetini oraya taşımıştır. 

Harvey, klasiklerin Crusoe ile doğallaştırma-meşrulaştırma kurgusuna karşı çıkarak, başka bir Defoe hikâyesini önerir: Moll Flanders. Moll, meta üretiminin ve dolaşımının işleyişine ideal örneklerden birisi olabilir, Harvey’e göre. Moll, “sürekli başkalarının arzuları üzerine spekülasyon yapar (…beş kuruşsuz kaldığında, son parasını muhteşem bir elbise, bir atlı araba ve mücevherlere yatırarak baloya gider, orada genç bir soyluyu kendine aşık edip gece onunla kaçar, ama sabahleyin beş kuruşsuz olduğunu öğrenir”. Moll, dünyayı dolaşan bir figür olarak, “meta mübadelesi denizinde parasal bir nesne gibi dolaşımdadır”. Harvey, Moll Flanders’ı Wall Street tipi kapitalizme benzetir.

Kılavuz’da Kapital’in artı değer ve birikimle ilgili başlıklarını okuyan Harvey, Faust’a gönderme yapar. Önce toplumdaki hâkim “kapitalist” algısının Marx tarafından sarsılışını gösterir. Harvey, kapitalistlerin mekanizmadaki dişliler olduğunu, rekabetin zorlayıcı yasaları mecbur bıraktığı için yeniden yatırım yapmak durumunda kaldığını belirtir. Kapitalistler psikolojik düzeyde “kişileşmiş sermaye” olarak mübadele değerinin arttırılmasına ve sınırsız para-biçiminde toplumsal gücün biriktirilmesine odaklandıklarından “para biriktirme en derin arzuların fetişi konumuna” bürünmüştür. Şayet bir kapitalist zorlayıcı yasalardan sapma gösterirse (servetlerinin dolaşımdan uzak tutmak gibi) kapitalizmi evrensel mantığı onları -ve varsa fraksiyonlarını- hizaya sokar. Ama “kapitalistlerin bir ikilemi” vardır, Marx bunu Faust alıntısıyla ifade etmiştir: “İki ruh, heyhat, göğsüne bağdaş kurmuş; biri durmadan diğerinden ayrılıyor”. 

Kapitalist biriktirmelidir ama tüketmelidir de. Harvey, bu ikilemin süreç içerisinde burjuva ideolojisine dönüştüğünü şöyle izah eder: “Kapitalistler bir taraftan rekabetin zorlayıcı yasaları yüzünden biriktirmeye ve yeniden yatırıma mecbur edilir, diğer yandan da tüketme arzusundan mustariptir. Bu ikinci arzuyu dizginleme zorunluluğu, daha sonra gönüllü burjuva erdemi ideolojisine çevrilmiştir. Hatta kar da erdemin karşılığı olarak yorumlanmıştır!”. Özetle bu ideolojik sarmal, kitlelere yeniden yatırımı erdem olarak topluma sunar ve yatırım yapanın istihdam yaratması kültleştirilir.

Kapital’in Güncelliği

Harvey, Kapital’i okuma sistematiği içinde meta, mübadele, para-biçimi, sermayenin dolaşımı, artı değerin üretim süreci gibi konuları zengin betimlemelerle sunmasında sadece üçüncü kişilerle sınırlı kalmaz; kendi deneyimlerini ilave eder. Kılavuz’da işgünü başlığını incelerken güncel mesleki kategorilere değinir. Harvey, çağrı merkezinde çalışanları kendi gençlik dönemleri ile karşılaştırır: “Eski filmlere bakılırsa telefon operatörleri eskiden bizimle sohbet ederdi (ben onlarla flört bile ettiğimi hatırlayacak kadar yaşlıyım). Şimdi ise operatörler saat başı belli sayıda çağrıyı cevaplamak zorundalar. Bu sayıyı tutturamazlarsa kovuluyorlar.”. Harvey, çağrı operatörlerinin üzerinde yoğunlaşan baskının temel nedeni olarak, Marx’ın Kapital’de sunduğu, içerisinde kar öğelerinin bulunduğu zamana işaret eder. Kapitalist zamanı ister çünkü bu, “değerin toplumsal olarak gerekli emek zamanı” olmasının zorunlu bir sonucudur.

Harvey’in Kılavuz’u için seçilen pasajlar ve örneklendirmeler elbette yeterli değil. Harvey çapı ve kütlesi oldukça büyük, kapitalist sistemin dinamiklerini ortaya koyan bir yapıtı birkaç yüz sayfada incelemeye çalışıyor. Nicel sınırlara karşın akıcı anlatımı ile okuyucuyu güzel bir seyahate çıkarıyor. Ve Harvey ısrarla giriş kısmında şunu belirtiyor: “Fakat esas olarak sizin kendi Kapital okumanızı yapmanızı istiyorum”.

MARX’IN KAPİTAL’İ İÇİN BİR KILAVUZ, David Harvey, Çeviren: Bülent O. Doğan, Mart 2012, Metis Yayıncılık, 371 sayfa

Erkeklik ve iktidar ortaklığı (Kürşad KIZILTUĞ)

Erkeklik sorgulanıyor. Erkeklik, artık erkekler tarafından da sorgulanabilir bir konu olarak görülüyor nihayet. Feminist ve Lgbt hareketlerinin yaygınlaşması ve güçlenmesinin de doğrudan bir etkisi olarak görebiliriz bunu aynı zamanda. Yaşadığımız ülkede bu alana dair şimdiye kadar neler yapıldığının özetiyle başlayalım: erkekler 2008’de ilk defa kadına yönelik şiddet, taciz tecavüz, homofobi, transfobi ve nefret suçları gibi konularda kendi inisiyatifleriyle sokağa çıkmaya ve eylem yapmaya başladılar. Bu sürecin ilk göze görünür aktörü olan Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi isimli anti-otoriter inisiyatifle birlikte bir takım farkındalık çalışmaları, sohbetler, atölye çalışmaları yapıldı. Bedi’nin doğrudan etkisi mi yoksa dönemin getirdiklerinden mi ayırt etmek zor, farklı sol, sosyalist partilerden de erkekler sokağa çıktılar. Esp, Edp, Yeşiller Partisi, BDP, gibi sol partiler de çeşitli zamanlarda öncelikli olarak kadına yönelik şiddeti protesto etmek için sokağa çıktılar, eylemler yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. İstanbul, Ankara, Van, Adana, İzmir, Diyarbakır, Malatya, Eskişehir (bilebildiklerim bunlar) gibi şehirlerde çeşitli zamanlarda çeşitli sol, sosyalist çevrelerden erkekler benzer eylemler gerçekleştirdiler. Bunun yanı sıra Erkek Muhabbeti isimli bir atölye çalışmaları dizisi de Sogep’in projesi olarak hayata geçirildi ve sürüyor. Geçtiğimiz Haziran ayında bu kez Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler adıyla bir inisiyatif oluşturulmuş ve bir protesto yürüyüşü gerçekleştirmişti. İnternette bu konuları odağına alan bir kaç sosyal medya grubu da mevcut. Bazı blog ve web sitelerinde birçok yazılı kaynak ve bilgilendirici materyal toparlanıyor. Akademik alanda giderek artan bir üretim söz konusu: Son birkaç yıl içinde eleştirel erkeklik çalışmaları çerçevesi içinde görebileceğimiz yeni yeni telif kitaplar çıkmaya başladı. Konuyla ilgili tez çalışmalarının yanında ilk kez bundan 2 yıl önce bir de akademik sempozyum düzenlenmişti. Ana akım basında da bazı köşe yazarlarının konuyu sürekli olarak gündeme taşımasını da bu başlıklara ekleyebilirim.

Birkaç yıldır peş peşe birbirine eklenen ve bu dönüşüm alanını küçük katkılarla şekillendiren bu örneklerin en yenilerinden biri kendi alanında bir ilk oluşturan bir kitap: Bilinen Sır: Erkeklik ve Sosyalist Erkekler, Mesut Çeki tarafından derlenmiş. Çalışma bir grup erkeğin konuya dair doğrudan kendi deneyimlerinden ve erkekliği sorgulama süreçlerinden yola çıktığı yazılardan oluşuyor. Kitaba katkıda bulunan erkekler örgütlü sol hareketin içinden geliyor. Hem kendi içlerinde atölye çalışmaları ve konuya dair okumalar yürütmüşler hem de sokaktaki protesto eylemlerinin bazılarını örgütlemişler. Hatta bazı semt kahvelerine giderek atölye çalışmaları da yapmışlar.

Kitabın 17 yazarı toplam 18 metinde konuyu kendi deneyimleriyle ve dönüşümlerini nasıl gördüklerini anlatarak ele alıyor. Sosyalist feminist teoriden, Marksist literatürün bazı kaynaklarına, Lgbt hareketinden toplumsal cinsiyetin cinsiyet devrimi perspektifiyle birlikte ele alınışına ve Kürt özgürlük mücadelesinin bu konuya dair üretimlerinin katkısına kadar çeşitli meseleler tartışılıyor. Tartışılan en önemli sorunlardan birisi de örgütlü mücadele içindeki kadın yoldaşlarıyla ilişkiler sorunu. Kitapta yazan her erkek açısından kendi zihniyetinin yol açtığı sorunlara dair çok kayda değer bir farkındalık, bir yüzleşme boyutu mevcut.

Bu gibi yüzleşmelerin yapıldığı metinlerde en zorlayıcı nokta özellikle erkeklerin kendi deneyimlerini ele alırken, kendi duygularını başkalarına açmakta çekingen davranması ve rahat yazamamasıdır. Bir atölye çalışmasının yüz yüze ortamında yakınlık hissettiğimiz kişilere bile son derece sakınımlı davranabiliyoruz. Ancak bu yazıların tümünde, bu sınırlamayı aşmayı, kendi kırılganlığını da açık etmeyi isteyen ve bunu yer yer de başaran göze çarpan bir çaba var. Meselenin bu yönü, ortaya atılacak bütün çözümlemelerin ve derin politik analizlerin ötesinde bir önem taşıyor.

Erkeğin kendi iç dünyasında gerçekleştireceği dönüşüm, başkalarıyla sosyal ilişkilerinde yaşadığı duygulanımlarının dahi toplumsal olarak inşa edilmiş yapılardan süzülerek somutlaştığının bilincine varmakla mümkün. Bu, “duygularımız bize ait değildir” demek anlamına gelmez, ancak “duygulanımlarımız bile” salt mahrem ya da kişisel değildir. Kişisel olan aynı zamanda politiktir, aynı zamanda toplumsal ve kültüreldir.

Biz bunu birbirimizle yazılı ya da sözlü olarak deneyim paylaşımı esnasında deşifre edebilirsek aynı zamanda politik bir mesele de kılabiliriz. Dünyayı dönüştürme mücadelesinin kendimizi dönüştürme mücadelesinden ayrı bir şey olmadığını ayırt etmenin bir yolu da birbirimizi dönüştürmeye açık olmak, yani kendimizi açık ve eleştirilebilir kılmaktır. Bu yüzden erkeklik sadece bir benlik dönüşümü meselesi olarak kavranamaz, bir kolektif mücadele alanı olarak kavranması gereken şeydir. Kitabı özel ilk kılan şey de bu: elbette her okur, radikal / devrimci politikayı kendi algılaması çerçevesinde kitapla farklı şekilde ilişkilenebilir. Ancak deneyimin kolektif paylaşımı olarak görebileceğimiz bu çalışma, her birimizin farklı çevreler içinde kendi erkekliğimizle ne şekilde uğraşabileceğimize ve bunu bir devrimci politik dönüşüm mücadelesi olarak nasıl kavrayabileceğimize dair somutlaşmış bir örnek sunuyor.

Önsözde Mukaddes Erdoğdu Çelik’in dediği gibi “Kuşkusuz bunlar ilk devrimci girişimler, arkasının gelmesi gereken uzun soluklu mücadelenin başlangıcı sayılmalı”. Henüz bir arpa boyu kadar yol gitmedik, ama bu bile ne kadar uzun bir süreçten sonra, kendi dirençlerimizi birer birer kırmaya başlayınca oldu. Şimdi erkekliği sorgulamanın, egemen erkeklik ve iktidarla özdeşleşmemizi reddetmenin ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu görebiliyoruz.

Örgütlü bir mücadele haline henüz gelememiş olsa da küçük farkındalık gruplarıyla, atölyelerle, düzenli okuma ve tartışmalarla daha da yol alabileceğimiz aşikâr. Sadece sokaklarda sesimizi duyurarak egemen erkekliğin dışına çıkmaya çalışmanın mümkün olduğunu göstermekle kalmamalı, örgütlü mücadelenin bütün alanlarında, sendikalarda, stk’larda, parti örgütlerinde, üniversite kantinlerinde, eylem alanlarında, kültür merkezlerinde bizzat erkekler çalışmalar örgütlemeliyiz. Bilinen Sır gibi kitapların daha da çoğalması ve kolektif deneyimlerin artması için.

Bilinen Sır - Erkeklik ve Sosyalist Erkekler, Derleyen Mesut Çeki, Akademi Yayın Ceylan Yayıncılık, Mayıs 2012

Muhafazakârlık Karşıtı Bir Rehber (Candan DUMRUL)

AKP İktidarının 10. Yılını geride bıraktığımız şu günlerde, kendisini “muhafazakâr demokrat” bir parti olarak tanımlayan AKP’yi analiz edebilmek bakımından okunması gereken kitaplardan birisi de Handan Koç’un geçtiğimiz Temmuz ayında Destek Yayınevinden çıkan “Muhafazakârlığa Karşı Feminizm” kitabı. Kitapta muhafazakâr ideolojinin ve söylemin kadına ve bir kadın kurtuluş mücadelesi olarak feminizme yaklaşımı birincil kaynaklardan alıntılarla ortaya konmakta ve çeşitli başlıklar altındaki kısa metinlerle bir tür söylem analizi yapılmaktadır.

Handan Koç, kitabın kısa önsözünde kitabın “Türkiye erkek egemen sistemini, İslamcı ve yeni-muhafazakâr düşünceyi anlama çabasının bir ürünü” olduğunu belirtmiştir. Kitap, yazarın bu muradını gerçekleştirmiş olmakla birlikte, kitabın başlığı okuyucuyu ilk bakışta faklı bir beklenti içine sokmaktadır. Kitabı okumaya başlamadan önce, kitabın muhafazakârlığın tek tek kadınların yaşamında yarattığı etki ve baskıya karşı örgütlü bir mücadele çağrısı olarak feminizmin nasıl bir kurtuluş perspektifi sunduğuna ilişkin olduğunu düşünmüştüm. Dediğim gibi başlık bu kanıya kapılmamın nedenlerinden birisidir. Oysaki kitabın içeriğinde, dini metinlerin, din adamlarının bunlara ilişkin yorumlarının, günümüz muhafazakâr yazarlarının, Fettullah Gülen cemaatinin ve onun yayın organlarının kadınların nasıl yaşamaları gerektiğine dair telkinleri ortaya konmakta, bunun feminist mücadele bağlamında kabul edilemez olduğu vurgulanmaktadır. Yani kitap, muhafazakârlığa karşı yeni bir feminist politika analizini içermemekte; feminist politikanın, bu ideolojik/politik bombardıman karşısında önemini ve gerekliliğini vurgulayarak “nasıl bir feminist politika” sorusunu “muhafazakârlık karşıtı” olma kriteri ile sınırlı biçimde yanıtlamaktadır.

Faşist Muhafazakârlık

Kitap yazarın “faşist muhafazakârlık” olarak tanımladığı ideolojinin beden ve kimlik bağlamında kadınları nereye oturttuğunu ve kadınların ikincil konumunu nasıl pekiştirdiğini açıklayan metinlerle başlamaktadır. Yazarın “faşist muhafazakârlık” tespiti ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, bu faşizme karşı cumhuriyetin ehveni şer olduğu kitap içeriğinde alttan alta vurgulanmaktadır. Yazar, yeni muhafazakârlık ile Kemalizmi partriyarkal ilişkiler bağlamında farklı yerlere oturtmaktadır. Kitabın “annelik”le ilgili bir bölümünde, “geçen yüzyılın başında eşitlik bayrağı açan cumhuriyetçi kadınların” karşılarında dini motiflerle beslenen bir direnç bulduklarını vurguladıktan sonra yazar, “bu eşitlikçi kadınların karşısına dikilen birçok cumhuriyet aydınının, bugünün İslamcılarının savunduklarından farklı bir şey söylemediğini görmek ilginç” diyerek, Cumhuriyetin aydınlanmacı ideolojisinden, ataerkil ilişkiler bağlamında farklı bir beklenti içinde olduğunu açığa vurmaktadır. Yazının devamında yer alan “dinden güç alan erkek egemen düzen” söylemi de bu beklentinin, yazarın patriyarka analizinin bir sonucu olduğunu göstermektedir.

Maddeci feminizme göre patriyarka dinden güç almaz, zira din olmasa da bu ilişkiler vardır ve dinin varlığı bunun sadece toplumsal meşruiyeti bakımından etkilidir, yani din patriyarkal bir araçtır. Maddeci feminizmin, kapitalizm öncesinde de patriyarkal ilişkiler olduğu ve kapitalizmin bu ilişkilere yaslanarak kurumsallaştığı tespiti bizi bu sonuca götürür. Bu da bizi, dinlerin ya da buna bağlı olarak muhafazakarlaşmanın, kadınların yaşamı üzerinde yarattığı etkiye karşı dönemsel bir mücadeleye değil, bir sistem olarak topyekun patriyarkaya ve onun farklı tezahürlerine karşı bir kurtuluş mücadelesine sevk eder. Bu politik düzlemden bakıldığında da artık ne cumhuriyetin aydınlanmacı politikalarının ataerkil özü karşısında hayal kırıklığı yaşarız ne de muhafazakârlığın kadınları ikincil konuma soktuğu paranoyasına kapılırız. Dolayısıyla perspektif analizi etkiler.

Köklü Bir Külliyat Taraması

Yeni muhafazakârlığın kapitalist ilişkilerde bir dönüşüm yarattığı muhakkak. Bir benzeri patriyarkal ilişkilerde de yaşanmaktadır. Yani kadınların özgürlük mücadelesi, AKP iktidarı döneminde görece daha zorlu bir kulvara girdi. Bu tartışmasız bir gerçek ama AKP öncesinde de biz kadınların özgür bir dünyada yaşamadığımız açık. Bu yeni sürece karşı politika geliştirirken bu gerçeği unutmamak gerekir.

Bu kısmi eleştirinin ardından şunu söylemem gerekir ki; kitapta, yer alan tüm yazılar bir teşhir niteliği taşıyor. Özellikle de Sızıntı dergisi üzerine yazılanlar, yazarın muhafazakâr politikayı ne kadar yakından izlediğini ve uzun süreli köklü bir külliyat taraması yaptığını gösteriyor. Fikri takibin çok zayıf olduğu bu politik iklimde Handan Koç zorlu bir işin üstesinden layıkıyla gelmiş ve yeni muhafazakârlığı anlamak isteyenlere kadınlar cephesinden önemli bir açılım sunmuştur. Kitap önümüzdeki dönemde gerek muhafazakârlığın toplumsal görünümleri gerekse feminizmin mücadele perspektifi konusunda yapılması elzem tartışmalar açısından yol açıcı bir kaynaktır. Handan Koç’un çabası da bu kapsamda çok anlamlı ve takdire şayandır.

MUHAFAZAKÂRLIĞA KARŞI FEMİNİZM, Handan Koç, Destek Yayınevi, 2012.

Kadın Emeği ve Kalkınma Üzerine Bir Başucu Kitabı (Handan ÇAĞLAYAN)

Türkiye son yıllarda ekonomik büyüme açısından sergilediği performansla dünyanın en büyük yirmi ekonomisi arasına girmiş bulunuyor. Bu durumun sadece hükümet temsilcilerince değil anaakım medya tarafından da tüm toplumun yararına olumlu bir gelişmeymiş gibi sunulduğuna tanık oluyoruz.

Doğrusu ekonomik büyüme ile toplum yararı arasında böylesi doğrudan bir bağ kurmadan önce biraz durup düşünmekte fayda vardır. Tüm toplumun yararına bir gelişmeden söz edebilmek için en azından bazı soruların yanıtlanması gerekir. Örneğin gelir dağılımındaki eşitsizlikler azalıyor mu? Toplumun sağlık ve eğitim hizmetlerine erişiminde bir gelişme oluyor mu? Bölgeler, cinsiyetler arasındaki eşitsizlikler ortadan kalkıyor mu?

Benzer soruları çoğaltmak mümkün ama yanıt vermek için bu kadarı bile yeter. Zira Türkiye örneğinden de çok iyi bildiğimiz gibi ekonomik büyüme kendiliğinden böyle bir gelişim sağlamıyor. Zaten anaakım medyanın ve hükümet temsilcilerinin yarattığı illizyonun aksine bu tür soruların cevabı ve toplumun yararı, esas olarak büyümenin değil kalkınmanın alanına girmektedir. Kalkınma ise ülkemizde 1980’li yıllardan itibaren serbest piyasacı yaklaşımın gelişimine paralel olarak ekonomik ve politik gündemlerin dışına itileli hayli aman oluyor.

Prof. Dr. Gülay Toksöz’ün Kalkınmada Kadın Emeği kitabı, her şeyden önce piyasacılığın gölgede bıraktığı kalkınma konusunu yeniden akademik ve iktisadi gündeme taşıdığı için çok kıymetli bir çalışma. Zira baş döndürücü büyüme söylemlerinin arasına, kaynakların dağılımına, insanların eğitim, istihdam olanaklarından, sağlık hizmetlerinden yararlanabilme koşullarına, eşitsizliklerin ortadan kalkma düzeyine ilişkin vurguların girmesi başlı başına anlam taşıyor.

Kitabın içeriğine gelince, gerek sorduğu sorular gerekse de bu sorulara farklı kuramsal yaklaşımların zaman içinde değişen yanıtlarını, yalın ve kapsayıcı bir şekilde aktarması nedeniyle, Kalkınmada Kadın Emeği’nin, Türkiye’de kadın emeği, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal kalkınma üzerine çalışan herkes açısından bir başucu kitabı niteliği taşıdığını belirtmek gerekir. Üstelik sadece bu konularla akademik düzlemde ilgilenenler açısından değil, kadın hareketinin aktivistleri açısından da bu durum geçerli. Kitabın böylesi geniş bir kesime hitap edebilecek kapsayıcılıkta olmasında, Prof. Dr. Gülay Toksöz’ün yaşamın her alanında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması, kadınların insan onuruna yaraşır işlerde ve ayrımcılığa uğramadan istihdam edilmeleri, sendikal katılım düzeylerinin artması gibi konularla akademik düzlemde ilgilenmekle kalmamasının, bir aktivist olarak da çalışmasının payı büyük olmalı.

Türkiye’de 1990’lı yıllara değin kadın istihdamına ilişkin sınırlı sayıda çalışma yapılmış olmasına karşın, gerek kadın hareketinin etkisiyle gerekse de üniversitelerde kadın araştırma merkezlerinin kurulmasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren bu konudaki çalışmalar artmaya başladı.

Kalkınmada Kadın Emeği de, Prof. Dr. Toksöz’ün 1990’lı yılların başlarından itibaren üniversitede kalkınmada kadın emeği üzerine verdiği doktora dersine dayanıyor. Alanların ömürleri boyunca yararlanacakları bir bakış açısı, bilgi ve birikim anlamına gelen bu derste kalkınma tartışmalarının kendi içinde geçirdiği evrim, kadın emeğinin kalkınmadaki rolü ve kalkınmanın kadın emeğine etkisi gibi konular üzerinde durulurdu. Kadının ev içindeki emeğinin toplumsal yaşamın sürdürülmesindeki rolü, kadınların emeklerinin ev bedenleri üzerindeki denetim ile toplumsal refahtan kendi paylarına düşeni alamamaları arasındaki ilişki ve bu ilişkinin farklı coğrafyalardaki farklı tezahürlerinin neler olduğu sorgulanırdı.

Kitap, bu sorulara yanıt aramanın yanı sıra daha genel olarak kadınların küresel düzeyde ev içinde ve dışındaki karşılıksız ve karşılığı ödenen emekleriyle ekonomiye, topluma ve insan refahına yaptığı büyük katkıyı açığa çıkarmayı hedefliyor. Bunun için başta feminist perspektiften yapılan kalkınma tartışmaları olmak üzere çok geniş bir literatürün irdelenmiş olması hem bu konularda çalışmak isteyenler için zengin bir kaynak sunuyor hem de kaynaklara ulaşmak için gerekli zaman, dil vb. olanaklardan yoksun olanlar için doyurucu bir özet sunuyor.

Kitapta kalkınma düşüncesindeki farklı yaklaşımlara tarihsel seyri içinde yer verilmesinin önemine özellikle dikkat çekmekte fayda var. Çünkü kalkınmacılığın devletçi bir modernizasyon paradigması içinde ortaya çıkmış olması, kadın hareketi açısından kalkınma düşüncesini doğal olarak sorgulamaya açık hale getirmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine duyarsız ve toplumu devlet eliyle tepeden modernleştirmeyi hedefleyen politikaların kadınların lehine olmadığı hatta kimi durumlarda kadınların aleyhine sonuçlarına yol açtığı göz önüne alındığında, sorgulamanın haksız olmadığı açıktır. Prof. Dr. Gülay Toksöz’ün kalkınmada kadın emeğine ilişkin feminist tartışmalara geçmeden önce devletçi modernleşmeci kalkınma yaklaşımına yönelik eleştirileri aktarması ve günümüzdeki sömürge sonrası alternatif kalkınma tartışmalarını ayrıntılı biçimde aktarması bu açıdan önem taşıyor.

Peki, kitap, kalkınma ve kadın emeğine ilişkin sorulara ne tür yanıtlar veriyor diye sorulacak olursa; aşağıda kitaptan küçük bir alıntı yapmakla yetinip, yanıtları Gülay Toksöz’ün yalın, yoğunluğuna rağmen son derece kolay okunabilen kitabından okumanın keyfini yaşamayı tavsiye etmek en iyisi:

“Günümüzde feminist perspektiften kalkınma tartışmaları, insanların ve toplumların refahının sadece gelir getirici istihdam biçimleri ve onlarla bağlantılı sosyal politika önlemleriyle sınırlanamayacağı, bakımın bir hak olarak görülmesi, ev içindeki karşılıksız sunulan bakım ve piyasa ekonomisinde para karşılığı sunulan bakımın refah/iyilik hali için taşıdığı önemin kavranması ve toplumda bakım sunanların konumunun iyileştirilmesi için sosyal politika önlemlerinin alınmasına dikkat çekmektedir. Ancak feminist eleştiri bunun da ötesine giderek hane içinde toplumsal cinsiyet temelli işbölümünün sarsılması ve erkeklerin bakım hizmetini üstlenmesi için neler yapılabileceğinin sosyal devletin amaçları arasında olması gerektiğinin altını çizmektedir.” (sf. 9)

Gülay Hoca’nın, bu tartışmaların, geleceğin daha adil ve eşitlikçi toplumlarını hedefleyenler açısından ufuk açıcı nitelikte olduğu saptamasına katılmamak mümkün mü?

KALKINMADA KADIN EMEĞİ, Gülay Toksöz, Varlık yayınları, 2012.

Cumhuriyetin Cinsiyet Sınavı (Ramazan KAYA)

“Milliyetçilik tipik olarak erkekleştirilmiş hafızadan, erkekleştirilmiş aşağılanmadan ve erkekleştirilmiş umutlardan doğmuştur” Cynthia Enloe
Kemalist modernleşme projesinin bir “kadın devrimi” yarattığı iddiası uzun yıllar boyunca sorgulanmadan kabul görmüştür. Ancak 1980’lerden itibaren Türkiye’deki feminist hareketin önemli bir kesiminin “devlet feminizmi”ni bütün boyutlarıyla sorguladığını, bu feminizm türüyle yüzleştiğini ve bu alana ilişkin artık tatmin edici bir eleştirel literatür bıraktığını söylemek mümkün. Devletin, milliyetçiliğin, militarizmin, kapitalizmin ve muhafazakârlığın “eril tahakküm”le, cinsiyet rejimiyle bağını çözümlemek artık eleştirel düşüncenin olmazsa olmazı haline getirilmiştir. “Feministlerin hem özel alana-anneliğe kapatılmaya karşı çıkarak kamusal eşitlik talep eden hem de kadın bedeni üzerindeki eril iktidarı yok etmeye yönelik cinsel özgürlük talepleri ikinci dalga kadın hareketlerinden” bu yana siyasetin gündemini ve rengini belirlemeye devam etmektedir.

Serpil Sancar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar” kitabı Türkiye’deki bu “muhafazakâr modernleşme” projesinin cinsiyet rejimiyle olan ilişkisini bütün tarihsel duraklarını dikkate alarak sorgulamaktadır. Serpil Hoca, öncelikle bu ülkede bir “kadın devrimi” yapıldığını iddia eden iktidar elitlerine 2011 Yılı İstatistiklerine dayanarak tokat gibi inen bir cinsiyet tablosuyla itiraz etmektedir: “33.443.008 okul yaşı ve üstündeki kadın nüfus içinde hala 2.617.566 kadın okuma yazma bilmiyor. 7.342.881 kadın ise okur-yazar olup hiç okul bitirmemiş. Yani 18.578.188 kadın (%55) ya hiç okumamış ya da sadece 5 yıllık ilkokul bitirmiş. Eğitim görmesi gereken kadınların %75’i en fazla 15 yaşına kadar okumuş ya da hiç okumamış. Sadece %7,5 yüksekokul okumuş. Kadın istihdam oranı, yani üretken bir işle uğraşan kadın oranı %25,6. Geri klan %74,6 ise “ev kadını”. Tarımsal faaliyetlerle uğraşanların %85’ini kadınlar oluşturuyor. Kadınlara yönelik aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalara göre eşi veya aile bireyleri tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılanların oranı %39 ve bunların içinde fiziksel şiddet sonucunda yaralananların oranı %25’tir. Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen personelin %37’si kadın. Ama 193 büyükelçiden 23’ü, 81 validen 1’i, 458 vali yardımcısından 5’i, 861 kaymakamın ise sadece 20’si kadındır”[1]. Günümüzde “kadın devrimi” söylemi artık yerini “kadın mağduriyeti-kadın sorunları” söylemine bırakmış durumdadır.

Modernleşmenin Cinsiyeti

“Ulusun inşasını erkek belirler, kadın arka perdeyi hazırlar” [George Mosse]
Ulus-inşa süreçleri aynı zamanda “modernleşme” hedefini de içeren bir doğrultuda olmuştur. Modern uluslar genel itibariyle aile metaforlarıyla tahayyül edilmiştir. Milliyetçi modern ideolojilerin aile metaforunu seçmeleri elbette bir rastlantı değildir. Ailenin “doğal” bir kurum olarak görülmesi, kan bağına dayalı bir sınıra işaret etmesi ve temsil ettiği ahlaki kodlar ulusal tahayyüllerin de politik çerçevesini belirlemiştir. Milletin büyük bir aile ve aidiyet kaynağı olarak doğallaştırılması, toplumsal cinsiyet rollerinin doğallaştırılmasıyla çoğu zaman el ele yürümüştür. Genel olarak Ulus erkekle, vatan da kadınla özdeşleştirilmiştir. Ulusal kimliğin inşasında ataerkil toplumsal cinsiyet rejiminin norm ve değerleri modernize edilmiş haliyle devralınmıştır. Toplumsal cinsiyet ideolojisi her daim milliyetçi ve militarist düşünce üretiminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Modern milliyetçi ideolojiler, bir yandan toplumsal değişim ve ilerleme hedefleri doğrultusunda kadının politik enerjisinden ve eşitlik-özgürlük ideallerinden yararlanmaya çalışırken, diğer yandan ulusun kültürel özünü muhafaza etmek adına verili cinsiyet rejimini korumaya gayret göstermişlerdir.

Partha Chatterjee’nin de dikkat çektiği gibi ulusal inşa süreçlerinde, erkek maddi (dış) dünya olarak bilinen iktidar alanına ait pratiklerle özdeşleştirilirken, kadın manevi (iç) dünya olarak görülen evin içinde ulusun özünü temsil etmek ve ulusal kültürü yeni nesillere aktarmakla yükümlü kılınmıştır. “Ev, ulusal kültürün manevi niteliğini yansıtan temel mekândı ve bunu koruyup zenginleştirme görevi kadınlara düşüyordu. Kadınlar, dışarıdaki hayat koşulları ne şekilde değişirse değişsin, özlerindeki manevi (kadınlık) erdemlerini kaybetmemeliydiler”[2]. Erkek kamusal siyasetin aktif öznesi olarak yerini aldığında, kadın özel alanla özdeşleştirilerek veya annelik rolüyle sınırlandırılarak eve kapatılmaya çalışılmıştır. Nira Yuval-Davis’e[3] göre kadınların ulusal inşaya dâhil olmaları beş farklı rol biçiminde mümkün olmaktadır. Yeni ulusun biyolojik üreticileri, farklı uluslar karşısında ulusun kültürel sınırlarının koruyucu muhafızları, ulusal kültürün öğreticisi, aktarıcısı ve yeniden üreticileri ve son olarak ulusal farkların göstereni ve ulusal mücadelelerin katılımcısı (yoldaş) olarak gerçekleşmektedir. Kısacası kadınlar “modern ve bağımsız devletin göstereni, ulusun ‘uçmak’ için sembolik kanatları ya da modernleşmenin öğretmenleri, eğitici anaları konumlarında erkeklerden farklı ama etkin rollerde ulus inşasına dâhil edilmişlerdir”[4]. 

Devleti ve kamusal alanı şekillendiren siyasi partiler, sendikalar, parlamentolar, bürokratik ve militarist aygıtlar genel itibariyle erkeklerin kontrolünde ve erkek deneyimleri üzerine kurulmuştur. Ayrıca üretim faaliyetinin ‘haneden ayrılması’ kadınların aile içindeki konumunu değiştiren temel faktörlerden biri olmuştur. Sanayileşmenin yoğunlaştığı coğrafyalarda kadın emeği ucuz, kolayca sömürülebilen bir işgücü kaynağı olarak piyasaya dâhil edilmiştir. Kadının ev içindeki emeği değersiz, üretken olmayan ve karşılığı ödenmeyen bir emek türü olarak kapitalizme eklemlenmiştir. Hukuki yaptırımlar ve normlar cinsiyetçi karakterini korumuş, evlilik, bekâret, namus, aile içi şiddet, çocuk ve mülkiyet üzerindeki haklar konusunda erkeğin yararını gözeten eşitsizlikler sürdürülmüştür. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürge deneyimi yaşayan toplumlarda kadın hakları veya kadının özgürleşme deneyimleri farklı güzergahlar izlemiştir.

Metropol ülkelerde feminizm, sol ve liberalizmle etkileşim içinde daha özerk bir konumda etkin olur iken, sömürge ülkelerde milliyetçi taleplere veya anti-sömürgeci ulusal inşaya eklemlenmiş bir mücadele bağlamında gelişim gösterebilmiştir. Sömürgeci metropol ülkeler ile sömürgeler arasındaki siyasal ve ekonomik eşitsizlikler, tahakküm ilişkileri ve kültürel gerilimler, kadının konumlandırılma biçimlerine ve özgürleşme sınırlarına doğrudan yansımıştır. “Batı’nın eril iktidarı, ‘Doğu’nun ezilmiş kadınları’nı Doğulu barbar erkeklerin zulmünden kurtarma ve onlara ‘kadın haklarını’ verme misyonunu üstlendi ve kendi sömürgeci emellerini bununla meşrulaştırdı. Öte yandan Doğu’nun eril zihniyeti de Doğulu kadın kimliğini ‘Batı’nın ahlaksızlığı’na bulaşmamış mazbut bir aile kadını olarak tahakkümü altında tutmaya çalıştı”[5]. 

Irk, sınıf ve cinsiyet hiyerarşilerine dayalı olarak egemen bir dünya sistemi haline gelen kapitalizm aynı zamanda egemen erkeklik anlayışlarını da şekillendirmiştir. Kadın bedeni ulusal stratejilerin adeta ideolojik savaş alanı haline getirilmiştir. Sömürgeci erkek bakışı; “Üçüncü Dünya” kadınlarını ezik, sessiz, itaatkâr ve haklarının farkında olmayan kurban kadınlar olarak görürken, anti-sömürgeci hâkim erkek bakışı da iffetli ve masum yerli kadınının karşıt konumuna, aile ve namus değerleri aşınmış, ahlaken düşük, hafifmeşrep Batı kadınını yerleştirmiştir. Yani kadınların bedeninin denetimi, giyim kuşamı, doğurmak zorunda olduğu çocuk sayısı, çocukların hangi etnik kimlikten olması gerektiği konusu ulusal bir ödev olarak görülmüştür. Kadınlar ulusal siyasetler açısından “ya pasif mağdurlar ya da aktif hainler” ikilemine sıkıştırılmışlardır. Milliyetçi düşünce aynı zamanda heteroseksüel güçlü erkeklik imgesine yaslanarak ulusal temsillerini üretir. Bu da başka uluslara karşı saldırganlığı ve şiddeti meşrulaştırmakta, başka ulusları efemine güçsüz erkekler olarak konumlandırmakta, kadını bir kuluçka makinasına indirgemekte ve militarist örgütlenmelerde eşcinsel erkekleri dışlayan, aşağılayan bir hegemonik erkekliğin yeniden üretilmesini sağlamaktadır.

Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti

Serpil Sancar, Türk modernleşmesini “aile odaklı modernleşme” olarak kavramlaştırmaktadır. “Türk modernleşmesinin cinsiyet rejiminin aile odaklı modernleşme olarak şekillendiğini ve bunun aile politikaları aracılığıyla toplumu yönetmeyi sağlayan bir iktidar stratejisi olduğunu gördüm. Bu şekillenme, benzer sömürge-karşıtı siyasi hareketlerde olduğu gibi, erkeklerin devlet, kadınların aile kurarak modern bir ulus yaratma mücadelesine giriştikleri bir tarihsel momentin ürünü”[6]. Aile, özel veya kişisel bir alan olarak görülmekten çok modern kamuyu düzenlemekte işe yarayacak bir ideolojik araç olarak değerlendirilmiştir. Çünkü devlet egemenliğinin eril karakteri ailedeki egemenliğin eril karakteri ile birlikte var olur. Türk modernleşmesi, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe geçerek onların deneyimleri üzerinden yükselen bir modernleşme projesidir. Türk modernleşmesi bir anlamda “ideal kadın nasıl olur?” sorusuna verilen yanıtlar doğrultusunda pazarlık, dışlama-içerme ve uzlaşma arayışı olarak şekillenmiştir. 

Bu eril modernleşme deneyiminde, kadınların modernleşirken hangi “aşırı” davranışlardan kaçınması gerektiğini saptama hakkı sürekli erkek elitlere ait olmuştur. Yani cumhuriyet tarihi boyunca “aşırıya kaçmak” kadınlara mahsus bir “cinsel ahlak ihlali” olarak kodlanmıştır. Modern kadının modernlik sınırlarının ne olması gerektiği konusunda “kurucu irade” adına konuşanlar hep erkekler olmuştur. Sancar’ın etkili bir şekilde vurguladığı gibi “erkeklerin yanlışını saptama erki devlette, kadınların yanlışını saptama erki ise erkeklerdeydi”. Yaratılmaya çalışılan “aseksüel kamu” hayatında kadınlık düzenlenmesi gereken bir toplumsal sorun olarak görülmüştür. Kamusal temsili sağlayan örneklerde kadınlar cinsellik sahibi özneler olmaktan çok toplumsal gelişime adanmış cinsiyetsiz bedenler olarak konumlandırılmıştır. Kadınların kamusal yaşama katılım örnekleri Batı’dan, annelikle ilgili örnekler Doğu’dan seçilmiştir. “Cumhuriyet’in asil kızları”, alaturkalık ile iffetsizlik arasındaki hassas dengeyi koruma kaygısıyla “siyah döpiyesleri içinde aseksüel öğretmenlere” dönüşmüşlerdir”[7]. Batı’nın cinsel ahlakı veya kadın modelleri, Türk aile yapısını yozlaştıracak bir tehdit kaynağı olarak görülmüştür, Kadının cinsel özgürlüğüne karşı sürekli teyakkuz halinde olan, erkeklik korkularının yön verdiği bir modern cinsiyet rejimi yaratılmıştır.

Türk modernleşmesinin kadın hakları veya cinsiyet eşitliği alanında gerçekleştirdiği reformlar (örtünme zorunluluğunun kaldırılması, seçme, seçilme, eğitim ve çalışma hakkı) kadının özgürleşme mücadelesinde kuşkusuz belli güçlenme araçları sağlamıştır. Ancak bütün bu haklar, kadınların aile sorumluluklarını üstlenmesine öncelik veren bir biçimde tanımlanmıştır. Kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırma ve bireysel özgürlükler çerçevesini genişletme temelinde değil, gelişme ve uluslaşma sürecinin zorunlu bir parçası olarak ele alınmıştır. Devlet feminizmi, Yaprak Zihnioğlu’nun tabiriyle “kadınsız kadın hakları inkılabı” şeklinde gerçekleşmiştir. Kemalist iktidar, kadınları ulusun eşit vatandaşları veya siyasi failler olarak görmemiştir. Osmanlının son döneminde başlayan kadın hakları mücadelesi, kurulan kadın dernekleri, çıkarılan kadın dergileri ve bu mirası yaratan kadınlar (Şair Nigar, Fatma Aliye, Halide Edip, Nezihe Muhittin, Emine Semiye, Ulviye Mevla, Hayganuş Mark) bilinçli bir politikayla görünmez kılınmıştır. 

Türkiye’nin bir sömürge geçmişinin olmaması, Batı’dan alınan belli yasaların, gerçekleştirilen modern reformların daha kolay kabullenilmesini, yerel ile modern arasındaki ideolojik gerilimin daha yumuşak olmasını sağlamıştır. Sonuç itibariyle Cumhuriyet’in özgürlük nimetlerinden, “kurtarılmış kadın” ayrıcalıklarından her kadın şüphesiz eşit derecede yararlanamamıştır. Yaratılmaya çalışılan orta sınıf, beyaz, Türk, heteroseksüel kentli ve eğitimli modern kadın kimliği, bu kimliğin sınırlarından taşan farklı etnik, sınıfsal, dinsel ve cinsel kimliklere mensup kadınların (Kürt, Ermeni, Türbanlı, Yoksul, Lezbiyen, Transseksüel) dışlanması ve izbe kıyılara sürülmesiyle sonuçlanmıştır. “Kurtulmuş” ile “kurtarılması gereken” kadınlar arasındaki politik ayrım, kadın mücadelesi içinde oluşan hiyerarşilerin, sınıfsal eşitsizliklerin, kültürel deneyim farklarının üstünü örtmüş ve sömürgeci, liberal feminist yaklaşımları meşrulaştırmıştır.

DİPNOTLAR:
[1] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yayınları, s.14-15
[2] Partha Chatterjee, Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm, s.115, Vatan, Millet, Kadınlar, İletişim Yayınları
[3] Nira Yuval–Davis, Cinsiyet ve Millet İletişim Yayınları
[4] A.g.e, s.74
[5] A.g.e, s.49
[6] A.g.e, s.306
[7] Meltem Ağduk, Cumhuriyet’in Asil Kızlarından ‘90’ların Türk Kızlarına - Vatan Millet Kadınlar, İletişim Yayınları, s.305

TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ - ERKEKLER DEVLET, KADINLAR AİLE KURAR, Serpil Sancar, İletişim Yayınları, 2012. 

Muammanın Peşrevinde Muallakta (Levent ŞENTÜRK)

“Queer olmak mahremiyet hakkıyla değil, kamusal olma özgürlüğü kamusal olma özgürlüğü, kim ise o olma özgürlüğü ile ilgilidir. Queer olmak her gün zulme karşı, homofobiye, ırkçılığa, kadın düşmanlığına, dindar ikiyüzlülüklerin bağnazlığına ve kendi kendimize yönelttiğimiz nefrete karşı (kendimizden nefret etmemiz gerektiği bize özenle öğretildi) mücadele etmek demektir.” (s. 15) 1990, New York, Act Up ve Queer Nation yürüyüşü bildirisinden.

Queer Muammanın İnşası 

Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice ikilisi, son yıllarda akademyada, güncel sanat pratiklerinde veya lgbt (+q?) camiasında gündeme gelen queer kavramının dipsiz açılımlarını içeren, umman bir kitapla okuru sevince boğuyor. Genç akademisyenler, Metis yayınlarının yenilerde yayınladığı bu kunt kitapla, olağandışı kıvraklıkta bir entelektüel farklılık ve zenginlik sergiliyorlar.

Queer, yazarlarının ifadesiyle, “tuhaf, acayip, şüpheli, iğreti, dengesiz, kötü, değersiz” (s. 15) gibi kelimelerle karşılanıyor. Queer felsefe ve sanat, zaten tam da bu dışlanmış olma halini politize ederek yepyeni bir direniş alanı inşa ediyor. Yazarlar, queer’in hiçbir yere eklemlenmemesi konusunda ısrarlılar: “Queer’in, daha kucaklayıcı olmak ve cinsel arzu nesnesinin müphemliğini hesaba katmak adına, basitçe lgbt kategorilerinin yanına eklenmesini anlamlı bulmuyoruz.” (s. 14)

Kitabın amacına uyan bir hacimselliği/niceliği var: “Amaçlanan, daha ziyade, heteronormativiteyi tarihselleştirmek ve onun sözde doğallığını sarsmak. Bunu yapabilmek için yazarlar, “heteronormativite ne zaman ve nasıl bu kadar palazlandı; cinsel haz, pratik ve ilişkileri hangi sıfatla kalıplara sokuyor, hangi hakla görünmez kılıyor, onlara hangi hakla görünürlük lütfediyor, dahası kültürün fıtratına ne kadar uygundur” gibi sorular soruyorlar.” (s. 11)

Yazarlar bu tarihselleştirmeyi altı grup altında derlemiş: Birinci bölümde “Başka Cinsellikler, Başka Aileler: Kuramla Queer Bir Dünya Yaratmak” altında Tuna Erdem, Zeynep Direk, Nami Başer ve Bülent Somay metinleri derlenmiş. İkinci Bölümde “Kültürelcilikten Toplumsal Failliğe: Cinsel Politik Öznelliği Yeniden Düşünmek” başlığına Serkan Delice, Erdal Partog, Veysel Eşsiz metinleri dahil. Üçüncü bölüm, “Cinsellik, Sınıf ve Toplumsallık: Queer Öznelerin Sesini Duymak” temasıyla Sibel Yardımcı, Evren Savcı, Cenk Özbay ve Birkan Taş’ın makalelerini bir araya getiriyor. Dördüncü tema, “Dostluğun ve Anlatının İmkanları: Queer Bir Tarih Tahayyül Etmek”. Yazarları ise Serkan Delice ve Fatih Özgüven. Beşinci bölüm “Müphem Cinsellikler, Müphem Filmler: Görsel Kültürü ve Temsili Tersten Okumak” ve makalelerin yazarları Başak Ertür ve Alisa Lebow, Özlem Güçlü, Cüneyt Çakırlar. Altıncı bölüm, “Queer Estetik ve Metinlerarasılık: Çağdaş Sanatın Seyahatini Sorgulamak” başlığını taşıyor. Taner Ceylan, Cihat Arınç, Murat Morova, Nilbar Güreş, Cüneyt Çakırlar, Erinç Seymen, bölümde işleri olan sanatçılar ve yapıtları değerlendiren yazarlar.

Kitap temel bir sorgulama üzerine kurulu: “[D]ilin edimselliğini ve parodinin imkanlarını kullanarak fıtrat gibi kavram ve kelimeleri heteronormativitenin aleyhine döndürecek, heteroseksizmin ve ataerkilliğin elinden çekip alacak destekleyici bir dilin oluşması için kültürel kazı çalışmasına mı başlamalıyız? Bu sorulardan hareketle bu projede, heteronormativiteyi ve onu her daim besleyen kapitalizm, neoliberalizm, emperyalizm, milliyetçilik, militarizm ve dini muhafazakarlığı itibarsızlaştıracak alternatif bir eleştirel pratiğin olasılıklarını sorguluyoruz.” (s. 12)

Kitapta yazarlar mevcut kültürün çelişkilerinden queer potansiyelleri devşirmeyi önemsediklerini şu şekilde dile getiriyorlar: “Çengileri, köçekleri, civelekleri ve mahbup oğlanlarında tecessüm eden bambaşka toplumsal cinsiyet sunumları, başka türlü aşık olanları, başka türlü haz duyanları, bunları nadiren kötü yad eden esaslı bir şarkı ve şiir geleneği, sanatı, siyaseti, ahlak felsefesi ve tarihi olan bir toplum ve kültür tasavvurundan alıyor ilhamını bu kitap. Cinsel yönelim, tercih ve toplumsal cinsiyet sunumları bu denli karmaşık ve çoklu olan bir kültürün nasıl olup da, ailenin, cinsiyetin ve heteroseksüelliğin kalıbına girmeyen insanların hasta, günahkar, terörist, gayri insani sıfatlarıyla yaftalandıkları, şiddet ve nefretin hedefi haline getirildikleri veya, en iyi ihtimalle, günü kurtaran bir lütufkarlıkla geçiştirildikleri bir cendereye dönüştüğünü sorguluyoruz bu kitapta.” (s. 13)

Kitap, mutasavvıf denebilecek bir tonla, “son olarak bu kitabı başka türlü aşık olanlara, başka türlü haz duyanlara, velhasıl her renge boyanıp yine de renk vermeyenlere” (s. 34) ithaf ediliyor yazarları tarafından. Denebilir ki bu kitap, “queer siyasetin vazgeçilmez önkoşullarını teşkil ettiği erotik bir eleştirel ilişkisellik” (s. 580) meselesi etrafında şekilleniyor.

Erinç Seymen’in Queer “Korsan Bayrağı”

Cüneyt Çakırlar, “Vicdanen, Tersten: Erinç Seymen’in Çileci Sanatı” başlıklı makalede, siyah zemin üzerinde penetrasyon halinde iki simetrik, beyaz beden temsiline dayalı, mizah dolu bir “korsan bayrağı”nın (Erinç Seymen adlı sanatçının İttifak isimli yapıtı üzerine) geniş ve yaratıcı bir çözümleme/yapıt okuması yapıyor. Yazar, Seymen’in queer estetiğe dair yaklaşımının özetini, sanatçının sözleriyle veriyor: “İttifak’ın militarizme, ataerkiye ve/ya homofobiye yönelik eleştirel bir yapıt olduğu izlenimine itirazda bulunmadığım gibi, bu tür bir izlenim/esinlenmeden haz duyacağımı belirtmeliyim. Bununla beraber yapıtımın olumsal bir okunmasının mümkün olduğunu vurgulamalıyım. İttifak’taki iki bedenin (ya da dilerseniz iki tutsağın, iki işkence mağdurunun, iki sevdalının, iki deneycinin) pekala da erillikten kurtulmuş, hetero- ya da homo- normatif olmayan bir penetrasyon gerçekleştirdikleri öne sürülebilir. Çift taraflı dildo, ikiye katlanmış fallik kuvvet olmak zorunda değildir. Eğer bu nesne fallokratik zihniyetten mustarip maşist bir erkek tarafından iki kadını/erkeği ya da iki deliği birden hareminde zapt etmek için kullanacağı yeni ceza oyuncağı olarak algılanıyorsa, gelin o maşisti hayal kırıklığına uğratalım: Senin muhteşem fallusuna ihtiyaç kalıp kalmadığından şüphe etmelisin! Sen iktidarının zıt istikametlerde yayılıp pekiştiğini düşünürken, bilakis, belki de o iki delik iktidarını yutup hazmederek eritmektedir. Freud’u öldürelim, ama hakkını da verelim: Evet, iktidarının penisinde cisimleştiğine inanan her erkek bir delikten korkmalıdır, zira o delik iktidarının kaybolup gideceği bir vakuma dönüşebilir. Ve son olarak: “kurbanlar”, beklenmedik yöntemlerle zafer kazanabilirler.” (s. 561)

Çakırlar’a göre queer görsellik “müphem, sapkın, erotik ve şehvani olanın edimsel olarak üstlenildiği, toplumsal cinsiyet ve cinsellik normlarının sınırlarını ve boşluklarını ifşa eden bir tuhaflaş(tır)ma mecrası olarak ele alınabilir. Bu queerleştirme edimi tahakküm ilişkilerine gömülmüş normatif cinsiyet ve cinsellik rejimlerinin banalliğini, gündelik niteliğini ve hegemonik görünmezliğini ifşa ederek işaretlemeye kalkışan bir “tersine çevirme eylemine, müdahaleye, tepkiye, iktidar ve kategori arasındaki arayüze, eleştiriye” tekabül eder. (Cüneyt Çakırlar, “Vicdanen, Tersten: Erinç Seymen’in Çileci Sanatı”, s. 564)

Zeki Müren: Sodomitik Yüce 

Aynı makalede Çakırlar, ikonik bir kimlik olan Zeki Müren’in, yine Erinç Seymen’in bir yapıtı bağlamında, queer bir kimlik olarak eleştirisini de yapıyor: “Tuvaldeki Müren, vuruldukça büyüyen, aşkınlaşan bir hazne, bir sodomitik yüce işlevi görür.” (s. 583) yazara göre Müren, “ ‘[K]iç ile yüksek kültürü, camp ile duygusal samimiyeti, modernlik ile dini tutuculuğu, görsel abartı ile işitsel mahremiyeti, Doğu’ya yönelik bir kozmopolitlik ile Batı’ya yönelik bir Türk milliyetçiliğini’ bir araya getiren, ‘ideal vatandaş’ olarak inşa edilmiş Zeki Müren imajı, ‘çoklu ve birbiriyle çelişen özdeşim rejimlerini mas edebilen’ bir kamusal imgeye tekabül eder.” (s. 577)

‘Queer’ ve(rsus) ‘Queerleştirme’ 

Çakırlar, queer kavramıyla queerleştirme arasında bir ayrıma işaret ederek edimselliğin karakteri meselesini ön plana çıkarıyor: “Benim ‘queer sanat’ mefhumundan anladığım, bedensel ve seksüel olanı görünmezliğinden çıkarıp işaretleyen, yeniden cisimleştiren ve maddeselleştiren bir edimsel (performatif) niyet içeriyor. Dolayısıyla bu bağlamda queer, bir kimlik kategorisini değil spesifik bir eleştirel yönelimi ve bu yönelimin içerdiği spesifik bir ilişkilenme biçimini tanımlıyor. Queer-leştirmenin (queering) ise, karşı-edimsel bir müdahale olarak, heteronormatif göndergenin dayandığı referansların meşruiyetini sarsmak gibi bir amaçtan yola çıktığını düşünüyorum.” (Cüneyt Çakırlar, “Vicdanen, Tersten: Erinç Seymen’in Çileci Sanatı”, s. 581)

Cinsellik Muamması, bende nicedir beklediğim ama bekliyor olduğumu fark etmediğim bir kitapla karşılaşma heyecanını yarattı. Yazarların Türkiye’de queer kültür ve muhalefetin kuramsal ve kılgısal zemininin oluşumuna, bu kitapla muazzam bir katkıda bulunduklarını tereddüt etmeden söyleyebilirim.

CİNSELLİK MUAMMASI, TÜRKİYE’DE QUEER KÜLTÜR VE MUHALEFET, Cüneyt Çakırlar, Serkan Delice, Metis Yayınları, 2012.

Savaş ve Aşkın, Kaçış ve Hayatı Yeniden Keşfedişin Yazarı: María Dueñas (Nilgün BAYRAKDAR)

Günümüz İspanyol yazarlarının romanlarının pek çoğunda, İspanya İç Savaşının ve hemen ardından gelen İkinci Dünya Savaşının izlerini bulmak mümkündür. Çünkü onlar, bu yakın tarihe bizzat tanıklık etmiş ya da tanıklık edenlerin anlattıkları hikâyelerle büyümüş, savaşın mirasını devralmış bir nesil. Onların hikâyesi, savaşla aşkı, ölümle hayatta kalmayı, kaçışla yeni bir hayatı keşfetmeyi bir sarmal içinde yaşayan insanların hikâyesi.

María Dueñas, romanlarında tarihin izini sürmenin mümkün olduğu, günümüzün en ünlü İspanyol yazarlarından birisi. 2009’da yayınlanan “El tiempo entre costuras” (The Time in Between) romanı, bir milyondan fazla satışla, İspanya’da yakın zamanda en çok satan roman olma niteliğine sahip. İspanya’nın 2007’den itibaren içinde bulunduğu ekonomik krizi de göz önüne alırsak, bu oldukça büyük bir rakam. Yazar romanının 25 dilde yayınlanmasından sonra Avrupa’nın da en çok tanınan yazarlarından biri oldu. Romanı okuduktan sonra aslında bu başarıya çok da şaşırmamak gerektiğini anlıyorsunuz. Zira Dueñas, zamanla aşk, tarih, politika ve moda arasında kurduğu müthiş bağı, sürükleyici bir dille süsleyerek okuyucuyu etkisi altına alıyor. Bir nefeste okuduğunuz romanın son sayfasına geldiğinizde, güzel bir rüyadan uyanmanın bıraktığı o hisse kapılıyorsunuz.

“The Time in Between” aslında María Dueñas’ın ilk romanı. 20 yıldır, İspanya’da Murcia Üniversitesinde İngilizce Dil Bilimi dersi veren, 47 yaşındaki yazar, bir bestseller yazarı olacağının daha önce hiç aklından geçmediğini söylüyor. “Her zaman iyi bir okuyucuydum, her zaman dillerin dünyasına merakım vardı ve her zaman canlı bir hayal gücüne sahiptim. Bir gün bu üçünü bir araya getirmeye karar verdim.”

1940 yılında Fas’ta dünyaya gelen annesinin hikâyeleriyle büyüyen yazarın ilk romanının esin kaynağı bu hikâyeler. Roman, İspanya İç Savaşının başladığı yıllardan İkinci Dünya Savaşına uzanan bir zaman diliminde geçiyor. Kitabımızın ana karakteri Sira Quiroga, Madrid’te terzi olan annesinin yanında 20’li yaşlarına kadar çalışır. Mütevazı bir devlet kâtibiyle nişanlanır. Ancak İç Savaşla birlikte her şey değişecektir. Sira Fas’lı yakışıklı bir gence âşık olur ve onun peşinden Fas’a gider. Fas’ta kendini hayal kırıklığı ve terk edilmişliğin içinde bulması, hayatı ve kendisini yeniden keşfetmesine yol açar. Yıllar önce annesinin yanında edindiği terzilik yeteneği ise hayatını yeniden kurmasını sağlayacak ve elinde kalan tek şeydir. İkinci Dünya Savaşının başladığı yıllarda, Sira artık döneminin en önde gelen modacılarından biri olmuştur. Bir Nazi Subayının eşinin modacısı olarak Madrid’e dönmeye ikna olur. Ancak dünyaya kaosun hâkim olduğu, casusluğun ve ihanetin kol gezdiği bu zamanlarda Sira, aşk, ihanet, casusluk ve politika çıkmazının içine hapsolacaktır.

María Dueñas’ın, üç yıldır okuyucuları tarafından dört gözle beklenen ikinci romanı “Misión Olvido”, geçtiğimiz Eylül ayında yayınlandı. Yazar yeni romanında yine başka bir ülkede kendini ve hayatı yeniden keşfetmek için yola çıkan bir kadının hikâyesini konu alıyor. Romanda yine savaşın kekremsi tadını ve tarihin kokusunu almak mümkün. İlk romanındaki başarısını elde etmesinden şüphe duyulmayan Duñas, ikinci romanıyla İspanyol okuyucuları oldukça heyecanlandırmış gibi görünüyor.

Gazetelerin Geleceği Tartışması (Sanem YARDIMCI)

Akıllı telefonlar, tablet bilgisayarlar gazetelerin sonunu mu getiriyor? İnternet haberciliğinin ve sosyal paylaşım sitelerinin gündem üzerinde her geçen daha çok etki etmeye başlaması, gazeteleri bir gün tamamen gereksiz mi kılacak? Almanya’da “Financial Times Deutschland”ın artık yayınlanmayacağı haberine, sosyal demokrat “Frankfurter Rundschau”nun iflası eklenince, internet çağında yayıncılık ve basılı kâğıdın geleceği çeşitli gazetelerde ve internet sitelerinde tartışma konusu oldu.

Tartışmaya basılı gazete tarafından yaklaşanların temel argümanları, ancak basılı yayınlarında kaliteli haberciliğin mümkün olduğu düşüncesi ve internet yayıncılığındaki Amazon, Google gibi büyük şirketlerin belirleyiciliği oldu. Haftalık yayınlanan bilinçli okurun gazetelere sahip çıkacaklarına dair inancı, yavru köpek fotoğrafı ile görsel hale getirmeyi seçen “Die Zeit” gazetesi, geçtiğimiz haftanın manşetini bu konuya ayırdı. “Frankfurter Algemeine Zeitung”tan Frank Schirrmacher ise, geçtiğimiz yıllarda e-kitap okuyucularının telif hakları sorunu nedeniyle bir gecede, satın aldıkları kitapları kaybetmeleri gibi örnekler üzerinden, basılı yayınların hâlâ önemli olduklarının altını çiziyordu. Google ve Amazon gibi büyük şirketlerin Silikon Vadisi kapitalizminin, haber alma özgürlüğüne ket vurmasına izin verilmemesini salık veridi. Schirrmacher’in yazısı, büyük yayınevi patronlarının haber alma özgürlüğü konusunda nerede durduklarını dair soruları yanıtsız bırakırken, Frankfurter Rundschau’nun eski redaktörü Wolfgang Storz, “die Tageszeitung” gazetesinde, gazetelerin demokrasinin önemli bir unsuru olduğu ve dolayısıyla devlet tarafından desteklenmesi gerektiğini dile getirdi.

Devlet desteğinde gazeteciliğin, ne anlama geldiğini iyi bilen Türkiyeli okuru gülümsetecek bu yorumlara karşılık, uzun süredir Almanya’da elitist gazetecilerin, kapitalizm ve tekelcilik argümanlarına sığınmalarını gülünç bulan yorumlar da tartışmada yerini aldı. Bu çerçevede dikkate değer yorumlar yapan Stefan Niggemeier kendi blogunda yavru köpek masumiyetine sığınan kaliteli gazeteciliği masaya yatırdı. Uzun süredir sadece ajans haberlerini yayınlamaya yönelen gazeteciliği bitirenin tek başına internet olmadığını vurguladı. Thomas Knüwer, medya üzerine değerlendirmelerine yer verdiği blogunda, kaliteli gazeteciliğin sadece basılı yayınla mümkün olacağı düşüncesine karşı çıktı. Knüwer, klasik medyanın üst düzey temsilcilerinin son dönemde yaptıkları işlerle geçer not almaktan uzak oldukları tespitine yer verdi.

Bir Ahlak Kuramcısı Olarak Derrida (Onur YILDIZ)

Post-yapısalcı felsefeye yöneltilen temel eleştirilerden biri normativite ile kurduğu muğlak ilişki oldu. Bu eleştiriler, bir yandan post-yapısalcılığın asıl olarak bir yerinden etme felsefesi olduğu ve normatif yanının zayıf olduğunu vurgular iken, diğer yandan ise post-yapısalcılığın büyük anlatıların yerinden edildiği bir çağda kişisel bir farkındalık ve ahlak kuramından daha fazlası olmadığını savladı.

Benoit Peteers’in ‘Derrida: A Biography’ adı ile İngilizce’de yayımlanan kitabı Jacques Derrida’nın felsefesinin ahlak ile olan ilişkisine dair tartışmayı yeniden öne çıkardı. Tery Eagleton ‘Guardian’ gazetesinin internet sayfasında yayınlanan incelemesinde Derrida’yı insanları basitçe ‘gerçek, aşk, kimlik ve otorite’ konularında konuşurken tam olarak neyi kastettiklerine dair küstah bir kesinlikten uzak olmaları konusunda uyaran bir filozof olarak tanımladı. Adam Schatz ise ‘London Book Review’ de yayınlanan yazısında Derrida’nın hayatının son dönemlerinde adeta uzun yıllar boyunca felsefesine karşı yöneltilmiş eleştirilere cevap niteliğinde kendini bir ahlaki figür olarak kendini yeniden kurduğunu belirtti.

Eagleton, Derrida’yı söylemek istediğini yeni bir yazma ve felsefe yapma tarzı icat ederek söyleyen Kierkegaard, Nietzche, Marx, Adorno ve Walter Benjamin gibi ‘anti-filozoflar’ içinde sayarken; filozofu bir eleştirel düşünce geleneği içine yerleştirme ve bu eleştirel pozisyondan bir ahlaki duruş türetmeye çalışıyor. Schatz ise uzun yıllar Batı felsefesi ve metafiziğinin düşmanı olarak bilinen Derrida’nın aslında yeni Avrupa fikrine inanmış, Amerikan emperyalizmi karşıtı, İsrail karşısında Filistin ile birlikte saf tutan ama biraz da kendi kişisel deneyiminden dolayı İsrail karşıtlığının anti-semitik bir söyleme dönüşmemesi hususunda dikkatli bir sosyal-demokrat olduğunu iddia ediyordu.

Hem Eagleton hem de Schatz’ın incelemeleri Derrida’nın tam da kendi felsefesinde sorunsallaştırdığı metin ve anlam ilişkisini, Derrida’nın metinlerinden ne anlamak gerekir sorusu odağında yeniden üretiyor. Peeter’s ın İngilizceye çevrilen Derrida biyografisi Anglo-Sakson dünyasının Derrida’yı kendi diline tercüme etme ve felsefesini bir ahlak kuramı etrafında yeniden okuma çabalarını ortaya çıkarmış görünüyor.

Paris Kitap Fuarı (Balca CELENER)

İstanbul Kitap Fuarı heyecanının etkilerini hâlâ duyduğumuz şu günlerde, Paris de gelecek büyük kitap fuarının hazırlıklarıyla uğraşıyor. 22-25 Mart 2013 tarihlerinde gerçekleşecek fuar bu sene edebiyatın yanı sıra manga ve çizgi romanları da vitrine çıkaracak. Hem yaratıcılık hem de üretkenlik anlamındaki zenginlikleriyle çizgi romanlar, önümüzdeki fuarın ağır toplarından olacak gibi görünüyor. 2011 yılı satış rakamlarına bakılırsa, yüzde on ikilik oranla kendilerine verilen önemin ne kadar hak edilmiş olduğu görünüyor.

Fransız çizgi roman okurlarını özellikle ilgilendirecek bir gelişme de, fuarda sevilen çizgi kahraman Titeuf’ün yirminci yaşının bir sergiyle kutlanacak olması. Zep takma adı ile tanınan Philippe Chappuis tarafından yaratılan kahramanın ilk macerası 1993 yılında yayınlanmış ve sadece bir kaç bin adet satabilmişti. Fuarda satışa sunulacak yeni sayıdan önceki macera ise ilk baskıda bir milyon adet satarak rekor kırdı. Bu durumda sadece Titeuf’un yeni sayısı için bile önemli sayıda okurun önümüzdeki baharı beklediğini söylemek abartılı olmayacaktır.

Her yıl bir ülkenin onur konuğu olarak davetlisi olduğu Paris 2013 kitap fuarına konuk ülke Romanya, konuk şehir ise Barselona olarak belirlendi. Ayrıca kırkı aşkın ülke fuarda temsil edilecek ve Fransız okuyucusunun bu ülkelerden gelen yazarlarla da tanışma fırsatı doğacak.

Fransız edebiyatı ise iki bini aşkın yazar tarafından temsil edilecek. Yakında açıklanması beklenen farklı temalarda dört yüz konferans ve dört bin yazarla imza günü yapılarak okuyucularıyla karşı karşıya getirilmeleri planlanıyor.

Yaklaşan Paris Kitap Fuarı’nın en gösterişli bölümlerinden biri ise hiç şüphesiz Fransızların milli gurur kaynaklarının en başında gelen mutfaklarını da ilgilendiren yemek kitapları bölümü olacak. Altı yüz metrekarenin ayrıldığı bu bölümde hem yemek ve yemek kültürüyle ilgili kitaplar tanıtılacak hem yazarlarla tanışma, tartışma ve sohbet etme fırsatı bulunacak hem de bazı tariflerin uygulamasına tanıklık etmek mümkün olacak. Geçtiğimiz on yıl içinde yemek kitaplarının baskısının iki katına çıktığı düşünülecek olursa bu bölüme gösterilen özen, karşılığını fazlasıyla bulacak gibi görünüyor. Zaten güzel yemek, üstüne iyi bir kitap, insan daha ne ister ki?

Behruz Kia: Lalelere Requem (Onur AKYIL)

Behruz Kia ile şiir okuru 93 yılında Telos Yayıncılık sayesinde tanışmıştı. Tahran’da, 37’de doğan ozanın zaman içinde Türkiye’de ses getiren üretimleri / etkinlikleri yalnızca şiirle sınırlı kalmadı; sergiler, konferanslar, tiyatro metinleri… Disiplinler arası bağlar, dünya vatandaşlığı ve her şeye karşın insan olmanın olumlu olumsuz tüm hallerini sözcüklerin tecrübesine teslim etmesi Kia’yı yalnızca bir ozan olarak değerlendirmeyi, yazdıklarını böyle okumayı elbette imkansız kılıyor; şeylerin kağıt üzerinde değiştirdiği yerleri yakalamak açıkçası emektar bir şiir okuru olmayı gerektiriyor; her ne kadar Kia bu gerçeklikten uzak bir dille kuruyor olsa da şiirlerini. Bu arada şunu da söylemek lazım; Kia’nın şiir dışındaki ilgi / üretim alanlarını burada uzun uzun aktarmak istemiyorum size; zira yerimiz böylesine uzun bir hayat hikayesi için biraz dar…

Ben Kia’yı sizle paylaşırken, şairin Lalelerle Requiem kitabından yola çıkacağım. Kitap Şiirden Yayınları’ndan Ekim 2012’de çıktı. Ozanın 2008-2009 yılları arasında penceresinden gördüğü, içinde yaşadığı, bazen kaçıp saklandığı dünyanın şiirleri ve elbette doğunun büyülü, esrik havasından derin izler taşımakta. Bu sanki yalnızca Kia’ya ait bir özellik / yazınsal bir tercih gibi görünmese de, Kia kendine ait vurgularla bu büyülü, esrik havayı yeniden biçimliyor. Kitabı dilimizde yazansa Müesser Yeniay; kendisi de bir şair olan Yeniay’ın Kia’yı çevirmesi yerinde olmuş; herhangi bir çevirmenin yakalamayacağı ayrıntılar Müesser’in incelikli çevirisi ve şair sezgisiyle, bir de sanki iki şair arasındaki şiire dair duyumsal yakınlıkla son derece başarılı bir işin ortaya çıkmasının doğal nedenlerinden biri olarak görülebilir.

Lalelere Requiem, gerçekten de adı gibi bir yas müziğiyle başlıyor. On Şarkı şiirleriyle açılan kitabın, okuyucuya hissettirdiği / aktardığı / sunduğu ilk puslu yaşam gerçeği On Şarkı’nın ilk şiirinde karşımıza çıkıyor: ‘ Sen yarınki havanın / İyi olacağı haberini getiriyorsun / Ama gök / ufkun önünde kırmızıya dönüyor.’. Eskiden ‘bir şiir dizesi, bir roman yazdırabilmeli’ diyenler vardı; Kia’nın bu dizeleri sanırım bu söyleme en uygun düşen dizeler. Aslında kitabın bütünde de bu dizelerin ağrılığını sırtlanmış şiirler var; her şiir Kia’nın kendisi olarak hayat içre başkalaşmasının altını bu ‘ben ve sen ikimiz de başkasıyız’ yoğunluğuyla işlemesi üzerinden kurulmuş.

Hal böyle olunca ozanın kendi hayatının okunmasına da izin verdiğini anlamak zor değil; kırgınlıklar öylesine birikmiş ve değişimin öznesi olmaya ozanın hayatında öylesine alışmışlar ki, bir yerden sonra sanki yazılan bir şiir değil, olup bitenin şzaten şiirden başka bir şey olmadığı gibi bir hava kaplıyor okuyucunun zihnini: ‘Yarın bütün kuşlar gittiğinde / Sadece rüyası kalır / Bir bulutla uçmanın / Sen sessizliktesin / Göçten önce / Bir kuş gibi.’.

Ancak yine de Kia’nın merkez ben anlayışında ilginç bir nokta var. Ozan şiirlerinde her ne kadar özne olarak kendini görüyor gibi dursa da, öznenin eylemek hadisesi karşısındaki çaresizliğini, öznenin yıkılışı olarak da algılamıyor değil. Böyle olunca da ister istemez, tek bir duygu durumun kontrolünden çıkan, kodların zihninde giderek çoğaldığı bir hayal özneye doğru yol alıyor; e bu da anlayacağınız üzere bir varoluş silsilesi üzerinden şeylerin ve anlamların en azından ozan açısından derinleştiği, dibi görünmeyen bir kuyuya dönüşüyor. Kia bu durumun öylesine farkında ki ‘ Benden sonra dünyanın / Olmaya devam edeceğini düşünmek / Büyük bir sevinç / Ve ne kadar sonsuz bir hüzün /// Bir an parıldarız / bir damla gibi’ dizelerinin yer aldığı şiirin adı Birkaç Düşünce. Bu dizelerde de görüldüğü üzere Kia, savımızı desteklercesine dünyada olmanın ya da olmamanın acısını kendi üzerinden duyarken, dünya durdukça var olacak doğanın parçaları üzerinden anlık bir ışımaya:yaşama aslında bir son biçmeden, yalnızca anlam üreterek değer veriyor / katıyor. Daha açık bir ifadeyle; olmanın bir süreklilik arz edebilmesi için algılananla olduğu kadar algılanamayan ama varlığı kestirilen bir değerler dizgesinin kodlarıyla oluştuğunun altını çiziyor.

Benzer bir söylemin kitabın ilginç şiirlerinden Küçük Beyaz Çiçeğe Veda’da ortaya çıktığını gözlemlemek olası. Kia bu şiirde de şeylerle hem aynı anda, hem de onlara uğramayacak olan sonsuzluk içinde birlikte var olmanın gerçekten sorgulanmaya değer hüznüyle buluşuyor: ‘Rüya beni yol revan ediyor / Uzun ve zamansız bahçede / O beni her sabah selamlayan / Küçük beyaz çiçek / Ona iyi günler dememi bekliyor / Amam bu kez / Belki sadece bir rüya / Ama elveda küçük beyaz çiçek / Söz veriyorum / Gelecek rüyada / Birlikte yolculuk edeceğiz.’.

Tüm bunlarla birlikte, belki de kitapta yer alan Yasak Rüya şiiri, ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ın evrenselleşmiş, başka biçimde, başka bir duyarlılıkla söylenmiş genel / evrensel çözümlemesiyle de Kia’nın artık yaşamı nasıl algıladığı konusunda daha kesin ipuçlarını barındıran bir şiir olarak okunabilir: ‘İki rüya arasında / Yıldızlar kaymaya başladı / Ve iki siyah çizgi / Rüyaların kavşağında buluştu.’ Ozanın başka bir ozana değmesi, mesafelerin / olayların aslında insan olmanın tek ve değişmez duyarlığında, her ozan ne denli farklı yöntemlere başvursa da aynı olduğunun anlaşılması açısından da önemli bu şiir. Kia’nın dünyayı biriktirdiğini söylerken anlatmak istediğim aslında tam da bu.

Sonuç olarak Kia’nın Lalelere Requiem’i, kitabın ardında da yazdığı gibi doğunun doyumsuzluğuyla insan olarak biriktirmenin uyumsuzluğunu harmanlayan; her şeyden önce öznenin şeylerle yer değiştirmesi nihayetinde yolun sonunda insanı bulan / ona varan önemli şiirlerin bir arada olduğu ve okunması gereken bir kitap. İnsan olmak açısından önemli, şiirle içli dışlı olmak açısından önemli ve çoğu zaman söyleyemediğimiz biçimiyle dünyayı söyleyebilmek açısından önemli.

Kia’nın işaret ettiği bir şeyle sonlandıralım; bir durumun sahneye, tuvale hatta perdeye yansıyan şiirini; ancak yalnızca kaleme ihtiyaç duyulmayan bir yazma biçimi bu ve elbette ustalık gerektiriyor. Kia ile birlikte şunu iyice anlamış bulunuyorum usta bir şiir okurunu ancak usta bir şair yaratır. ‘Ay / Gelmeyi unutmuş / Ve biz yalnız kalmıştık / Yıldızların hepsiyle / Pencereyi vuran bir şarkı var / Lütfen bana yaz / dolunaya ne dediğini’.

LALELERE REQUEM, Behruz KİA, Şiirden Yayınları, 2012