Tedi Papavrami: Solo Keman İçin Füg (Sena AKALIN)

Robinson Crusoe 389 kitapevinde, Norgunk Yayınevi’nden birkaç ay önce çıkan keman virtüözü Tedi Papavrami’nin  “Solo Keman için Füg” adlı kitabına rastladım. Kendini müziğe adamış genç bir bateristin, kuvvetli bir dalga gibi bütün benliğini ele geçiren daha iyi olma arzusunun, geriye kalan her şeyin önüne geçişini oldukça çarpıcı bir şekilde anlatan Whiplash’i izleyeli henüz çok olmamıştı. Filmin hala üzerimden bir türlü atamadığım etkisiyle, o gün kitapçıdan çıkarken okumaya can attığım diğer kitapları bir kenara bırakıp Tedi Papavrami’nin kendi müzik serüvenini konu alan kitabına başlamaya karar verdim. Şubatın ilk haftası, çok alışık olmadığımız bir bahar havasında Solo Keman için Füg’ü bir solukta okudum. 


Tedi Papavrami kitabına, yaşamını şekillendiren kemanla olan ilişkisini en yalın haliyle tarif etmek için Blaise Pascal’ın sözüne atıfla başlıyor:

“Belirsiz olan uğruna çabalamak, denizleri aşmak, bir tahtanın üstünde.”

Sonrasında kitap, ilk sayfadan itibaren güçlü bir hafızanın kağıttaki pürüzsüz akışına eşlik etmemizi sağlayan oldukça doğal bir anlatı tekniğiyle ilerliyor. Okuduğunuz sayfaları dolduran kişi, artık kitabın kapağına kocaman harflerle ismi yazılmış olan ünlü keman virtüözü Tedi Papavrami değil. O artık Tedi, ufak bir çocuk.

Bazı şanslı yetişkinlerin çocuklarla gerçekleştirdikleri görünüşte çok sıradan gözüken konuşmaların ertesinde, bazen hayatı algılayış şekillerinin derinden sarsıldığına tanık oluruz. Çocukları basmakalıp bir ifadeyle sadece naif olarak tanımlamak büyük bir haksızlık olur. Onların hareketlerinde ve konuşmalarında insanlara, eşyalara ve olaylara karşı her zaman ön yargısız bir merak ve heyecan hakimdir. 1971 yılında Arnavutluk’un başkenti Tiran’da doğan Tedi’nin de etrafını saran insanlar, nesneler ve şehirde gezdiği yerlere ilişkin sıraladığı anı ve detaylarda da, bir az önce bahsettiğim o çocuklara has büyüleyici merak ve heyecan çok yoğun bir şekilde kendini hissettiriyor. Tedi’nin cümlelerini takip ederken adım adım, 70’lerin ortalarında, dünyanın geri kalanından kendini soyutlamış bir ülkede hayatlarını idame ettirmeye çalışan Arnavutların günlük yaşamlarına ait görüntüler bütün netliğiyle zihninizde canlanıyor.

“Yedi yaşındayım ve şu öteki-dünya hakkında en ufak bir fikrim yok, bir aile dostunun getirdiği inanılmaz bir çilek aroması yayan bir sakız (onu minik parçalar halinde tüketmeden önce haftalarca özenle saklamıştım) ya da en ince ayrıntısına hakim olana kadar yorulmadan kurcalayıp durduğum bir paket banyo köpüğü. Uzun tereddütlerin ardından, sonunda, haftalık sıcak banyo vesilesiyle annemin izniyle onu açmıştım ve bir anda her şey bir şölene dönüşmüştü.”

Sayfaları çevirdikçe, ufak bir çocuğun ailesinden, çevresindeki insanlardan işittikleri ve okuduklarıyla beslenerek bir mitolojik kahraman gibi kurguladığı Enver Hoca’yla karşılaşıyoruz. Bu öyle kolay sıradan bir karşılaşma değil. Çünkü daha ülkesinde olup biten zulümlerden ve haksızlıklardan haberdar olmayan Tedi’nin gözünde Arnavutluk’u 1941’den ölümüne kadar yöneten Enver Hoca adeta etrafına ışık saçan yaşlı bir adam.

“O bizim hepimizin koruyucu babasıdır, muzaffer vatanımızın Yüce Rehberi, sevgili Enver Amca’mız. Televizyonda haber bültenleri neredeyse bütünüyle ona ayrılmıştır. Orada şık bej kostümüyle belirir, genç olduğu kadar muhteremdir de, yüzü eşsiz masumiyetinin kıvancıyla doludur. Güzelim beyaz saçlarını, ışık saçan bakışlarının bal gibi tatlılığını içimizde yaşatırız. Yaş ve cinsiyet farklarının çok ötesinde o, zarafet ve güvenlik  bakımından mutlak referans noktasıdır.”

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Tedi’nin, babasıyla, merkezinde her zaman müziğin olduğu ilişkisini takip etmeye başlıyoruz. Tedi’nin Güzel Sanatlar Lisesi’ nde keman öğretmeni olan babası; siyasi nedenlerden ötürü hayatı tepetaklak olan bir müzisyen. Fakat Tedi’nin kemana olan yeteneği sayesinde kendi hayallerini elinde olmayan sebeplerden ötürü gerçekleştirememenin yarattığı öfke ve mutsuzluğun yerini büyük bir umut almış. Umut babanın itici gücü. Bu güç sayesinde hayata dört elle sarılan bir keman öğretmeni var karşımızda. Ve bu sefer kendi başına gelen talihsizlikler, oğlunun müzikteki başarısına her ne pahasına olursa olsun engel olamayacak. Kulağa ilk başta mükemmel gelen bu fedakarlık örneği nedeniyle, Tedi’nin çok şanslı bir çocuk olduğunu söyleyip kestirip atabilirdik. Ama kitapta ilerledikçe, başta babasının ve ailesinin geri kalanının bunca fedakarlık ve çabalarının, Tedi’nin bünyesinde yarattığı o gerilimli ve karmaşık hisleri görme fırsatı yakalıyoruz. Tedi’nin babasıyla olan ilişkisinin zaman içerisindeki değişimi bizlere okuduklarımızı içselleştirme olanağı da sağlıyor. Çünkü Tedi’nin cümlelerinde de fark edebileceğimiz gibi çoğu insanın kendi ailesiyle kurduğu, sanki sadece ona özgüymüş gibi gözüken ilişkisinde hakim dinamikler er ya da geç hep suçluluk, korku, onaylanma, örnek alma, beğenilme ve nihayetinde birey olarak kabul görmeye duyulan özlem gibi en temel hisleri açığa çıkarıyor. 


Kitapta, Tedi’nin Fransa’da eğitim bursu kazanıp Paris’e yerleşmesiyle okuyucu müziğin beraberinde bir çok farklı yükü ve değişikliği getirdiği yeni bir yolcuğa çıkıyor. Yapılan bir çok fedakarlık ve ödenen bedellerle küçük kemancı hızlı bir şekilde anlattıklarıyla gözümüzün önünde yavaş yavaş büyüyor. Tedi için Paris, Tiran’dan sonra korkutucu derecede karmaşık, Fransızca adeta ellerine dolanan düğümlerle dolu bir ip yığını. Yenilikleri sindirmeye çalışan Tedi’nin mücadelesi artık babasının ona verdiği günlük keman egzersizlerini  gerçekleştirmek ve salt babasını tatmin etmekten ibaret değil. Aslında ergenliğe giren Tedi’nin her gün kendi içerisinde yaşadığı çırpınışları en iyi yansıtan şey karmaşasına tanık olduğu Paris sokakları ve yeni yeni alışmaya çalıştığı Fransızca.

“Ertesi gün, iki memurun bize tarif ettikleri yolu izleyip yürüyerek Büyükelçiliğe gidiyoruz. Nasıl bir hareketlilik! Kesintisiz bir gürültü içinde görülmedik tipte araçlar akış gidiyor, dört tarafa yayılmış, hepsi binbir değişik şekilde ama hepsi de bizim ülkemizdekilerden ayan beyan farklı biçimde giyinmiş yayalar, onları çevreleyen sersemletici evrene karşı tam bir kayıtsızlık içindeki kendinden emin, işi başında insanlar. Onların görmediği ne varsa benim dikkatimi çekiyor. Örneğin, üst tarafı çıplak bir adamın bize gizemli bakışlar fırlattığı o afiş, file çoraplara bütünmüş iki kadın bacağı omuzlarına dayanmış. Adam ne yapmakta? İkisi ne yapıyorlar? Bu resim her yerde. Bu müstehcen fotoğrafa yönelik ilgimi babama fark ettirmeden , kocaman yazılmış ismi içimden heceliyorum: Patritsk Dévéaré: Herr-kess i-içiin ceeen-net


Tedi’nin Paris deneyimi boyunca kemanda gösterdiği başarılar, kazandığı yarışmaları sırasıyla okurken bir anda bütün bunların Tedi’nin gözünde arka planda kaldığı hissine kapılmamak mümkün değil.. Tedi büyüdükçe kemanla olan ilişkisini açıklarken cevabını ne babasında ne öğretmenlerinde ne de kendisinde bulabildiği bir sürü bilinmezliklere yer veriyor. Saatlerce süren keman egzersizlerinin ertesinde, yorgunluğunu, kaygılarını yansıttığı cümleleri arasında aslında okuyucuya içinden geçtiği o çetrefilli süreci tarif ediyor. Bu süreç içerisinde gitgide Tedi’nin babası ve hocalarıyla olan mücadelesinin sonlandırıp, artık tek bir mücadeleye odaklandığını görüyoruz. Tedi, artık müzikte yakalamaya çalıştığı şeyin teknik bir üstünlüğün çok ötesinde olduğunun farkında, o artık belirsizlik uğruna çabalıyor.

“Bütün tatil boyunca Francescatti’yi dinleyip duruyorum ve aklımdan sorular geçiyor. Sadece onlarla başbaşa kaldığımda yakaladığım bu rengi elde etmeyi nasıl başarıyorlar? Bazen onlardan üstün, bilge, esere sadık da kalan bunca çalgıcı nasıl oluyor da çalışlarına sadece onlara has olan o benzersiz şeyi üfleyemiyorlar? Tam tamına oturduğunda benim kişiliğim neye benzeyecek? Peki ya, talihsizlik sonucu, küçük gördüğüm o yavan, daha fenası basit, bön, kendinden emin seslerden birine dönüşürse? Bunun farkında olmak mümkün müdür? Bundan kaçınmak insanın elinde midir, yoksa genetik kodumuzda mı yazılıdır bu? Nasıl öngörebiliriz bunu?”

Tedi Papavrami’nin her bölümün sonunda paylaştığı Violon Seul albümündeki eserler size bu kitapta müziğin aslında her şeyi yuttuğu ve her şeyin müzikle şekillendiği izlenimi verebilir. Ama bence bu hikayeyi, sıradan bir müzik biyografisinden öteye taşıyan tam da müziği her şeyin merkezinde gösterme iddiasını taşımadan yazılmış olması. Cesaretle, eşsiz bir hafızayla ve en önemlisi her cümleye sinen o dürüstlük hissiyle.



SOLO KEMAN İÇİN FÜG, Tedi Papavrami, Çev. Deniz Yetkin Norgunk Yayınları, 2014.



Kısık Ateşte Siyasi Cinayet (Mehmet Fırat PÜRSELİM)

Polisiye bir kitapla ilgili yazı yazarken okurun keyfini kaçırmamak adına dikkatli olmak gerekir. Yazarın oyunlarından tarihle ilgili olanını açıklarsam, katilin kimliğine ima dahi yapmadığım gibi en kafama takılan sorunu aşacak olan okura elindeki feneri sadece cinayeti aydınlatmak için tutma şansını da vereceğimi düşünüyorum. Son Teşebbüs, son cinayetin işlenmesinin üzerinden yüz yılın, devrimin gerçekleşip insanların sınıfsız toplumu kurmalarının üzerinden iki yüz yılın geçtiği bir zamanı anlatıyor. Kitabı bir gelecek ütopyası olarak okudum ama ufak tefek birkaç detay dışında insanların günlük yaşamının neredeyse aynı kalmasını, hatta ulaşım gibi kimi konulardaysa daha geride olmasını başta handikap olarak yorumladım. Gelgelelim kitabın sonundaki mektupta geçen 2012 tarihi, yüz yıllık ve iki yüzyıllık göndermelerin 1789 Fransız ve 1917 Ekim Devrimlerini işaret ettiğini, dünya çapında başarıya ulaşan devrimlerden sonra nihai amaç olan sınıfsız ve sömürüsüz toplum düzeninin kurulduğunu anladım. Devletlerin ve sınırların kalktığı, insanların çalışıp çalışmamak konusunda özgür olduğu, sömürenler olmadığı için fakirliğin değil zenginliğin bölüşüldüğü bir dünyada geçiyor roman. Ancak devlet ortadan kalktığından dolayı her türlü devlet aygıtıyla birlikte polis teşkilatı da lağvedildiğinden polislerin olmadığı bir polisiye okuyoruz. (Finali okuduktan sonra geri dönüp sayfaları tekrar çevirdiğinizde yazarın tüm detayları bilinçli olarak yerleştirdiğini görüyorsunuz ve kitap kafanızda yerli yerine oturuyor.) 

Gazetede çalışan Anlatıcı ve arkadaşı Can’a bir mektup gelir: “Yeryüzünde bir cinayet işlenmesinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti… Sen bu mektubu okuduktan sonra, dünyanızda bir cinayet işlenecek. Bir insan ölecek. Taammüden öldürülecek. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü ben öldüreceğim!” Cinayeti engelleyebilecek, ne bir devlet aygıtı ne de kolluk kuvveti kalmıştır. İnsanlar yalansız, barış içinde yaşamayı öğrendiklerinden gereksiz hale gelen bu birimler kapatılmıştır. Güzel yemekten başka pek bir şeyden anlamayan Anlatıcı ve asabi arkadaşı Can’ın cinayeti engellemeleri mümkün değildir. Onlar da Milano’dan polisiye edebiyat tarihçisi –cinayetler ortadan kalktığı için polisiye edebiyat da tarih olmuştur– arkadaşları Andrea’yı çağırırlar. Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali, kahramanlarımız dedektifin olmadığı yerde polisiye edebiyat tarihçisinden hafiye yaratmaya soyunurlar.

Andrea’nın yazdığı gazetede yayınladıkları, polisiye romanlar üzerine yazılar sebebiyle mektubun onlara yollandığına kanaat getirirler. Cinayetin aslında tek bir kişinin katlinden çok daha fazlası olduğunu, kurulan sisteme karşı ve siyasi olduğunu kavrarlar. Bir kişinin öldürülmesiyle, devletsiz sistemin sorgulanmaya başlanacağını, kendini savunmak için tekrar üreteceği aygıtları vasıtasıyla gericileşeceğini ve aslında korumak isterken kendini yıkacağını fark edince katilin –daha doğrusu henüz yazar olan kişinin–, peşine düşerler. Bunun için de yem olarak gazetede bir karşı mektup yayınlarlar. Kuzguncuk’un Yemekleri isimli yemekyerinde mideleri seçkin tatlarla doyarken, çeneleri et çiğnemenin yanı sıra keskin kuramsal tartışmalara da girişir. Bu sırada Can ve Andrea arasında yöntem konusunda keskin bir ayrışma belirir: Can katili ne olursa olsun bulmak adına devrimci biçimde hareket edilmesi, gerekirse düzenin korunması için tüm aygıtlarıyla birlikte devletin yeniden inşasını önerirken; Andrea ise muhafazakâr biçimde sisteme hiçbir müdahale yapılmaması gerektiğini, onun kendi kendini koruyacağını, koruyamazsa zaten yıkılmaya mahkûm olduğunu, dışarıdan müdahalenin de katilin istediği amaca hizmet edeceğini ve düzeni yıkacağını söyler. Can hışımla mekândan ayrılır. Anlatıcı yola Andrea ve yemekyerinde tanıştıkları Doktor Yakup ve garson kadın Pantea’yla devam eder. Andrea ile yakınlaşan Pantea aslında gastronomi okumaktadır, Yakup’sa insanların sıkıntılı zamanlarında gittiği doktorluktan kaçarak, yemek yiyerek mutlu oldukları bu yemekyerine sığınmıştır.

Roman Anlatıcının ağzından anlatılıyor ve yazar ağırlıklı olarak iç konuşma tekniğini kullanıyor. Anlatıcının adını uzun süre öğrenemezken Doktor Yakup’un adı –Yaqup, Yaghub, Jakob, Jakobus, Hakob, Hagop vs. gibi– her seferinde değişiyor. Burada yeni kurulan düzende insanların istediği kişiliğe, ada, mesleğe vs. bürünmekte özgür olduklarına bir gönderme yapıldığı gibi İsa ve havarilerine atıf da var. 

Özgür Üniversite, NHKM, soLMeclis’te yer alan sol siyasi gelenekten gelen yazar Aziz Hatman, kitaba da okuru sıkmayacak, aksine ufkunu açacak biçimde kuramsal tartışmalar yerleştirmiş. “Herkes toplumun sorumluluğunu üstlendiğinde, çözülmez denen teknik bölümdeki ast-üst ilişkisini dahi önemli ölçüde çözebilmiştik. Özgür astlar ve özgür üstler olunca ortada sadece istedikleri işi yapan, ama gün gelip de istemediklerinde yine yapmayan ve istediklerinde başka bir diğer işi yapanların oluşturduğu eşitlerin emek süreci ortaya çıkmıştı. Kimse kimseyi sömürmüyor, kimse istemediği bir işte çalışmak zorunda kalmıyordu. Herkes kendi kişisel sorumluluğunu, kendini gerçekleştirmek için üstleniyordu. Mutlak çalışma özgürlüğüne sahip olan eşit insanların toplumu doğuyordu… Hayatta kalmak için çalışmak, geçici bir dönem için toplumsal sorumluluğu paylaşma bilincine evrilmiş olsa da, eşit ve özgür emek süreci hızla olgunlaşmış ve insan zevk almak, tatmin olmak, mutlu olmak için çalışmaya başlamıştı. Çalışarak kazanılan ücretin tüketilirken verdiği tatmin, mutluluk, zevk tarih olmuş ve yerini üretmenin tatminine, mutluluğuna ve zevkine bırakmıştı.”

Son Teşebbüs’ün alt bölüm adları besinlerden oluşurken, kitap boyunca ağzımızı sulandıran sofralar kuruluyor ve yemek tarifleri veriliyor. Yazarın kendisinin de yaptığı ve beğendiği yemek tariflerini kitaba ustaca yedirmesinin tek kötü yanı; akıcı kitaba devam etmekle, şapırdayan ağzınızı kapatmak için tarifleri denemek üzere mutfağa gitmek arasında bıraktığı dilemma oluyor. (Tamam, itiraf ediyorum; geyik etinden yapılan carpaccio ya da canlı istiridyede kitabı okumaya devam ettiysem de, her yediğimde babaannemi andığım domatesli pilav ve üryan eriği hoşafından sonra pirinci ıslayıp, erikleri kaynatmaya başladım.)

Andrea’ya yollanan devletin çözülüş şemasından sonra, şemanın en üstünde yer alan birimlerdeki insanlardan birinin eski düzeni diriltmek, yeniden önemsenmek ya da başka bir amaçla siyasi cinayet işleneceğine emin olurlar. Anlatıcı ve Doktor Yakup, hem şemanın hem de halen tutulan tek kayıt olan sağlık riski haritasının en tepesinde yer alan eski düzenin son meclisinin temcileri, önde gelen bürokratları ve partilileriyle görüşmeye başlarlar… (Okurların kafasının karışmaması için kısa bir not olarak, gelişen tıp bilimiyle birlikte insan ömrünün hayli uzadığını ve bir asrın orta yaşlara tekabül etmeye başladığını ilave edeyim.)
   
İstanbul’da geçen kitapta hiç dinmeyen yağmurlarıyla polisiyenin anavatanı Londra’ya, siyasi tartışmalarla İskandinavya’ya, uzun yemek seanslarıyla da Akdeniz’e (İtalya ve Fransa’ya) selam gönderiliyor. Arka kapak yazısında ülkemizde polisiyenin tarihini yazmış olan Erol Üyepazarcı, Anlatıcıyı ünlü İspanyol polisiye yazarı Manuel Vazquez Montalban’ın komünist ve ağzının tadını bilen ünlü dedektifi Pepe Carvalho’ya benzetiyor. 
   
Son Teşebbüs, kapağında yazdığı gibi Siyasi Cinai Gastro bir kitap. Bir yandan uzun süren yemeklerde tartışılan siyasi görüşler verilirken, bir yandan da cinayet işlemeden durdurulmaya çalışılan katili kovalıyoruz. Aziz Hatman’ın kısık ateşte kapalı bir tencere içinde pişen kitabının sonunda, okuru beklediğine değen, tadı damakta kalan, görkemli bir final bekliyor. 

Eline sağlık Aziz Usta, yeni kitabını okumak için dört gözle bekleyeceğim ama bu arada kırmızı biberli fasulye kavurması yaparsan, ‘sadece kitabı imzalatmak amacıyla’ gelmek isterim hani. 

SON TEŞEBBÜS, Aziz Hatman, Esen Kitap, 2015

Phaidros’ta Eros ve Delilik (Barışcan DEMİR)

Felsefe tarihindeki birçok söylemin paradigması olan Phaidros sonunda Helence aslından Türkçeye çevrildi. Derrida’nın, yazı mefhumunun sabit bir anlamının olamayacağı ve her okumanın aslında yeni bir yazma edimi oluşu üzerinden yürüttüğü nev’i şahsına münhasır okumasıyla tekrar gündeme getirdiği diyalog, hem içinde barınan farklı tartışmalar hem de retoriğin yazıda beliren en güzel örneklerinden biri olmasıyla Platon’un en çok ilgi çeken metinlerinden biri olmuştur. Kitabı değerlendirmeden önce not düşelim: Daha önce de Symposion’u Türkçeye çevirmiş olan Birdal Akar’ı, çeviriye düştüğü dipnotlarda yakaladığı kelime oyunlarından tutun, diyaloğun eski M.E.B. çevirisinde karşılaşamadığımız erotik üslubu Türkçeye rahatça aktarmış olmasına kadar birçok gülümseten sebepten ötürü, tebrik etmeliyiz.

Eros’un çöküşü ve yücelişi
   
Phaidros üç ana söylevden oluşur. Bunlardan ilk ikisi Lysias’ın ve Sokrates’in aşkı kötüleyen söylevleridir. Sokrates’e göre ölçülülük, en iyiye yönelen düşüncenin akıl yoluyla yakaladığı üstünlüğüdür (237e). Aşkın kötülenmesinin nedeni de, aşık olan kimsenin “ölçüsüz” davranacağından dolayı güvenilemez bir kimseye dönüşecek oluşundan kaynaklanmaktadır. Üçüncü söylev ise yine Sokrates’e aittir, fakat onun ilk söylevinin tam zıttını; yani aşkın görünmesi zor yüceliğini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Phaidros’ta Sokrates’i kendi düşüncesinden caymaya iten şey gizemli bir “iç ses”tir. Bu “iç ses” onu, biraz önce verdiği söylevde aşkı kötülerken, farkında olmadan Eros’u da kötülediğine ikna eder. Sokrates’in, onu uyaran iç sesi aracılığıyla girişeceği yeni söylevi neredeyse bütün bir Ortaçağ felsefesine fikir babalığı yapmış olan Plotinos ve Augustinusçu düşünceyi doğuran fikri ortaya atacaktır: Tanrısal Aşk fikrini. Sokrates’e göre Eros tanrısal bir varlıktır ve bir tanrısal varlık asla kötü olamaz. Buna rağmen Sokrates biraz önce verdiği söylevde aşkı kötüleyebiliyorsa, bu kaçınılmaz olarak insanın düşüncesinden kaynaklanan bir hatadır. Augustinus’un İtiraflar’da daha detaylı bir şekilde işlediği bu düşünce “insan aklı” ile “tanrısal Akıl” arasındaki uçuruma işaret etmektedir. Tanrısal akıl ise tanrısal bir varlık olan Eros’un yüceltilişini zorunlu kılmaktadır.

Delilikten ölçülülüğe
   
Sokrates’in ilk söylevinde kötülenen aşk, aşığın ölçüsüzlüğünden, diğer bir deyişle onun deliliğinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, iç ses tarafından hata yapmakta olduğu yönünde uyarılan Sokrates’in, deliliği övmenin bir yolunu bulmaktan başka şansı kalmamıştır. Bu nedenle delilik, akıl hastalığından kaynaklanan delilik ve tanrılardan gelen delilik olarak ikiye ayrılır. Tanrılardan gelen delilik ise dörde ayrılır ve dördüncü delilik Eros’tan gelme aşktan doğan delilik olarak işaretlenir. Sokrates’e göre insan, gerçek ölçülülüğe yalnızca deliliğin bu dördüncü türünde ulaşabilir. Bu fikrini desteklemek için, önce Anaxagoras’tan ödünç alınan haliyle devinimsiz devindirici üzerinden girişilen bir ilke tartışması yürütür. Bu tartışma daha sonra Aristoteles’in Metafizik’inde bir ontoloji tartışmasına dönüştürülerek yeniden ele alınacağı gibi, aynı zamanda Plotinos’un İlk Varlık’tan Madde’ye doğru taşan teolojik hiyerarşisinde de kullanılacaktır. İlk Varlık tanrısal olandır ve Madde ise tanrısal olana en uzakta durandır. Phaidros’ta ele alınan insan, daha çok Plotinos teolojisini andıran bir şekilde, madde ve ruhun birleşimi olarak ele alınır ve maddeden ilk varlığa doğru yükseldikçe (ondan pay aldıkça) iyi’leşen ve alçaldıkça kötü’leşen bir varolan olarak incelenir. Buna göre ruhun bedensel olandan aldığı pay ne ölçüde artarsa, ruh İlk Varlık’tan o ölçüde uzaklaşacak, dünyevi olan maddenin peşinde koşma hazzıyla aşağıya çekilecektir. Ruhun, maddenin ağırlığından kurtulup tekrar kanatlanmasının tek yolu ise güzel, bilge, iyi ve bu türden şeylerle beslenmesidir. Diyaloğun bu noktasında yürütülen tartışma, Phaidon diyaloğunda daha detaylı halde işlenmiş olan ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden bedenlenişi fikrinin yeni bir savunusunu yapmaktadır. Ruh, yalnızca bedeninden yani maddi zorunluluğundan tam olarak kurtulduğunda, en üst nokta olan tanrısalların katına kadar yükselip, orada gerçek ölçülülüğün ve adaletin seyrine koyulacaktır. Ne yazık ki ruh İlk Varlık’tan farklı bir tür olduğu için, onun katına ulaşıp seyre dalma etkinliğine koyulmuş olsa bile sonunda elbet yorulacak ve tekrar maddeye yaklaşmak zorunda kalacaktır. Sokrates’e göre, tanrısal olanların katından, farklı tür olmanın verdiği ağırlıkla yine maddesel olan bir bedene dönmek zorunda kalan ruhun, yeni yaşamında da yine kendini İlk Varlık’a yakınlaştıracak iyi şeylerin peşinde olması gerekir, fakat herkes bu gerekliliği yerine getirme zorunluluğunu anımsamamaktadır. Sokrates’e göre, yaşamında bu türden şeylerin peşinde olanlar yalnızca filozoflardır, çünkü onlar henüz yeniden maddesel olana dönmeden önce İlk Varlık’ın katında daldığı seyir sırasında aşina olduğu ölçülülüğü ve adaleti bu bedenlenmelerinde de anımsayanlardır ve anımsadıkları için de yaşamda bunların peşine düşmüş olanlardır. Fakat peşine düşülen bu tip şeyler, maddesel olandan daha çok pay alan kimselere çılgınca gözükmektedir; dolayısıyla aşk’ın aşık olandan dolayı bir tür delilik olarak adlandırılmasının nedeni, aslında filozofların, diğerlerine yabancı gelen İlk Varlık’tan pay almış şeylerin peşinde koşmalarıdır.
   
Phaidros, hem Ortaçağ felsefesi için paradigma özelliği taşıyan bu tip çıkarımları barındırdığından dolayı hem de taşıdığı bu özellik dolayısıyla Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu’nda nitelediği haliyle, Platon’un “uydurulmuş bir öte dünya miti”ni nasıl yarattığının ve bu yaratısını nasıl savunduğunun doğrudan takip edilebileceği en açık diyaloglarından biri olması dolayısıyla soykütüksel okumalar için eşsiz bir kitaptır.

PHAIDROS, Platon, Çev. Birdal Akar, BilgeSu Yayınları, 2014.