İslam Tarihinin Materyalizmi: Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘Allah-Peygamber-Kitap’ı (Ahmet KALE)

1935 yılı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı “kendi elimle kurup partiye (TKP) mal ettiğim” dediği Marksizm Bibliyoteği yayınevini kurmuş, parti adına yayınlara başlamıştır. Yayınevinin ilk kitabı Karl Marx’ın Gündelikçi İş ile Sermaye kitabının çevirisidir. Bu kitabın arkasında, yayımlanması planlanan eserlerin listesi vardır. Bu listede sırasıyla; “Din Tarihinin Materyalizmi”, “İslam Tarihinin Materyalizmi” ve “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” vardır. Bu konularda çalışmaktadır yani Kıvılcımlı. Ancak o yıllarda bunların hiçbiri yayımlanmaz. “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” diye andığı eserini de 1970 sonlarında kendisi yeni yazıya aktarıp daktilo ettirir ancak basmaya ömrü yetmez. Bu eseri daha sonra çeşitli kereler basıldı. “Din Tarihinin Materyalizmi”ni de çeşitli tarih araştırmalarının içinde bulmak olası olabilir. Ancak İslam tarihi üzerine olan araştırması son yıllara dek bilinmez kalmıştı. Kitabın Bilim ve Gelecek Kitaplığı tarafından yapılan en son basımında yer alan“Yayınevinin Notu”nda konu şöyle aktarılıyor:

“Nihayet, tarih çalışmalarıyla ilgili sayısız incelemelerinden birine yazdığı bir giriş yazısında şöyle bir açıklamasına rastlarız Kıvılcımlı’nın:

“1939 [1938] Yavuz davasında gerek Osmanlı, gerek ‘İslam Tarihinin Maddesi’ üzerine olan el yazmaları gizli polisçe birer suç belgesi imişçe gasp edildi. Ve bir daha o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kuran-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi, bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.”

Burada Kıvılcımlı’nın özellikle birinci cilt demesi dikkatimizi çekiyor. Allah-Peygamber-Kitap çok büyük bir olasılıkla kastettiği o birinci cildin dışında kalan kılıç artıkları.

Nihayet 1999 yılında bir yayınevi Allah-Peygamber-Kitap adıyla bu notları bastı. 2011 yılında başka bir yayınevinde yeniden basıldı. Üçüncü ve son baskı da 2013 Ekim’inde Bilim ve Gelecek Kitaplığı’nca gerçekleştirildi. Kitabın kısa öyküsü bu.

Konumuz ‘din’

Kitap hakkında neler diyebileceğimize gelirsek, söze yine Kıvılcımlı’nın cümleleriyle başlayalım:

“Konumuz ‘din’. Üzerinde en çok spekülasyon: düşünce vurgunculuğu yapılan alan! Oysa tam tersi olması gerekir. Öyleyse bilimin en çok kılıç kuşanması gereken alanlardan birisi de din konusu olmalıdır. Bu yüzden bu alanda ‘ideoloji’ ve ‘politika’ sökemez, sökememelidir. O yavanlıklar ancak bilim ateşiyle durdurulup dönüştürülebilir.

“Meselemiz hiç de ikincil üçüncül kategoriden bir iş sayılamaz. Çünkü din konusu, sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde, düşünce mekanizmalarında işleyen adeta sistemleşmiş canlı bir düşünce biçimidir ve insan beyninde kolayca sökülüp atılamayacak derinliklere yapışmış köklere sahiptir.” (s.11)

Kitabın ilk bölümlerinde komün gidişi içindeki üreyimsel gelişmelerin giderek soyutlama ve kutsallaştırma prosesine varması incelenir. Kıvılcımlı olayların kökenine inmeyi ilke edinen bir devrimci usta.

Ve ondan sonra da Kur’an’ı satır satır inceleyerek İslam dinini temelleriyle birlikte inceleyip sonuçlar çıkarmaya girişir.

Günümüz toplumu Osmanlı’dan çıkagelmiştir. Osmanlı, İslam toprak düzeni ile Bizans ekonomi ve saray geleneklerinin bir sentezidir. Öyle ki ekonomi ve toplum tabanında İslamiyet’in etkisi neredeyse genlere işlemiş biçimde toplumu ve yaşamı etkilemeye devam etmektedir. Bu durumda ülkenin aydınlarına özellikle de sosyalistlerine düşen görev, bu bilinçaltına bastırıldıkça güçlenen ve zaman zaman zemberekten boşanırcasına patlamalara neden olan önemli olguyu, yani İslamiyet’i bilinçle ele almak ve değerlendirmektir.

Köken: İbrahim Dini

Allah-Peygamber-Kitap başlıca iki noktaya yoğunlaşır. Öncelikle İslam dininin öncülü, kökeni olduğunu tespit ettiği “İbrahim Dini” üzerinde durur. Bu konuyu aydınlatmak için de Tevrat’ı didik didik eder. Diyebiliriz ki bu inceleme-eleştirinin başka bir örneği yoktur Türkiye sosyalizm tarihinde. Zaten İslam dini incelemesinin de bir başka örneği yoktur.

“Kur’an’daki Allah sistemi, kendinden hemen önceki İncil ve Tevrat’tan değil, en eski Ortodoks Hz. İbrahim geleneğinden alınmadır. Çünkü Tevrat ve İncil’in yazıları değil ama Musa ve İsa’ya yansıyan asıl temel ruhu yine İbrahim geleneğinden alınmadır.” (s.28)

Bunların hemen ardından da en somut sonucunu koyar ortaya:

“Peygamberlik, bilhassa kutsal kitap inmiş peygamberlik, kentten orijinal medeniyete geçecek barbar toplulukların yaratığıdır.” (s.29)

Burada Kıvılcımlı’nın Marksist “Tarih Tezi”nin ana konusu geliyor gündeme. Bütün dinlerin ortaya çıkışı bir tarihsel devrim, peygamberler de birer tarihsel devrim önderidir.

Bir tarihsel maddecinin Kur’an tefsiri

Kur’an incelemesini öncelikle kitapta var olan tüm surelere yayılmış biçimde görülen Allah’ın isimleri üzerinde yoğunlaştırır ve oradan yorumlar. Yorumunun esası, Kur’an ve onun müellifi olan Muhammed’in evrim ve determinizm ile olan bağını bulup sergilemektir. Esmaül Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) denilen 99 ismi tek tek yorumlar ve o isimlerin nasıl evrim ve determinizm anlamına geldiklerini açıklıkla belirtir.

Kitabın bundan sonraki bölümlerinde de Muhammed’in determinizmi sezişi, komünün ve kutsallaştırmanın köklerine inilerek ve Kur’an sûreleri tek tek incelenerek yorumlanır. Tamamını kitapta okuyacağınız bu değerlendirmeler bir sosyalistin bilincinden çıkmış olmalarıyla değer kazanıyorlar.

Türkiye sosyalizminin bu büyük teori ve pratik ustasının 42. ölüm yıldönümü anmaları yapılıyor. Bilim ve Gelecek Kitaplığı bugünlerde bu önemli eseri yeniden okuyucuya sunmakla en anlamlı anmalardan birini yerine getirmiş oluyor.

Hikmet Kıvılcımlı kimdir?
1902 yılında Makedonya’nın Priştine şehrinde doğan Kıvılcımlı, Türkiye sosyalist hareketinin kurucu kuşağındandır. Balkan bozgunu sonrası Anadolu’ya gelip, Ege bölgesinde çocukluk ve delikanlılığını geçirdi. Gönüllü olarak Kuvayı Milliye hareketine katılarak, Aydın ve Köyceğiz yörelerinde işgalci Yunan ordusuna karşı savaştı. İstanbul’a dönünce Vefa Lisesi’nden sonra Askeri Tıbbiye öğrencisi oldu. Sıkı bir dindar olarak girdiği okulda, “imamın arkasındaki en sadık cemaat iken, Kafirun suresinden materyalizme atladı”. Bundan sonra 50 yılını vereceği komünist faaliyet ve komünist yaşamı aksatmadan sürdürdü. Yaşamının toplam 22 yılını cezaevlerinde geçiren bu önemli politika, örgüt ve biliminsanı, 12 Mart Muhtırası sonrası “arkadaşlarının ısrarı üzerine ve tedavi amacıyla” (birkaç yıldır prostat kanseridir) yurtdışına çıktı. Çok çileli ve maceralı bir yolculuktan sonra, Türkiye’ye dönerken Belgrat’ta 11 Ekim 1971 günü arkasında yüze yakın telif eser, yüzlerce makale, mücadele dolu, direngen bir yaşam ve örnek bir insanlık anlayışı bırakarak aramızdan ayrıldı.

Mercier'den Tabulara Dair Bir Roman (Başak BAYSALLI)

Romanlarında Pascal Mercier, adını kullanan yazarın gerçek adı, Peter Bieri. Felsefeci kimliğinin ardında yazdığı kitaplarında gerçek adını kullanan yazar, romanlarında Pascal Mercier adını tercih ediyor. Dil ve zihin felsefesi alanında çalışmasına rağmen romanlarında ahlak felsefesi etrafındaki temaları öne çıkarıyor. 2004 yılında yayımlanan, varoluş, yalnızlık, yabancılaşma gibi temaları birleştiren ve bireyin içinde bulunduğu durumu sorgulayan “Lizbon’a Gece Treni”nden sonra, “Sahnede Ölüm” ile okurların karşısına çıkıyor Mercier. Kırmızı Kedi Yayınevinden çıkan kitabın çevirisi İlknur Özdemire’e ait.

İlknur Özdemir’in Pascal Mercier’le yaptığı bir röportajda yazarın edebiyat-felsefe ilişkisine dair söyledikleri dikkat çekicidir: “Felsefede de edebiyatta da mesele, bir şeyi zihnimizde yeniden canlandırma ve yaşananların anlaşılması. Felsefede bu hatırlama kavramsaldır, konu düşüncelerin saydam olmasıdır. Edebiyatta ise konu poetik bir saydamlıktır; duyumsal ve poetik yoğunluk ve cümlelerdeki ezgidir. Her ikisinin de mevcut olduğu romanlar özellikle ilginç gelir bana: Düşünceye dayalı sorular ve poetik yoğunluk. Benim bütün kitaplarım böyledir. Varoluşsal temalara ise tabii felsefeden alışkınım.”

Felsefenin meselelerini edebiyatla birleştiren Pascal Mercier, Sahnede Ölüm’de insanlığın tabuları, doğrunun ya da yanlışın ne olduğu, yaşananların algısının insandan insana değiştiği, ahlakın nasıl algılandığı gibi konulara yer veriyor. Yüzyıllardır tartışılan bu sorulara zaman zaman felsefeci zaman zaman da yazar kimliğiyle bir yanıt arıyor.

Roman, karmaşık aile ilişkilerini ele alıyor. Baba, ünlü piyano markası Steinway’in akortçusu olarak tanınan ve bu alanda sözüne güvenilen biri; ancak o, bu işi küçümsüyor ve beste yapmak istiyor. Tüm hayatını bu isteği gerçekleştirmeye adıyor. Bu noktada okur istek, arzu, hırs duygularıyla yüzleşiyor. Tutkunun ve başarı hırsının insanı nasıl ele geçirdiği, zamanla nasıl şekillendirdiği, etrafındakilerle - en yakınlarıyla bile - ilişkilerini nasıl etkilediği üzerine düşünmeye başlıyor. Bundan sonraki bölümler babanın sürekli reddediliş hikâyesi etrafında gelişen aile trajedisini anlatıyor. Babanın bestelerinin farklı yarışmalarda reddedilişi, karısı ve ikiz çocuklarının psikolojisinde derin izler bırakıyor. Onların yaşamı algılayışına, kendilerini tanıma yolculuğuna eşlik eden, babanın tutkusu ve reddediliş hikâyesi. Özellikle çocuklarının kişilik gelişiminde babanın içinde bulunduğu ruhsal durumun etkileri ele alınıyor. Yazar, bu durumun, hayatı nasıl da zorlaştırdığı üzerinde okuru düşündürüyor. İkiz çocuklardan Patrice’in kitabın bir yerinde söyledikleri bu açıdan önem taşıyor: “Başarı istemiyorduk, çünkü o yabancılaştırıyordu, başarı arzusu, sende gördüğümüz gibi, insanı tahrip edebiliyordu. Başarısızlığın peşinden gittik. Senden daha iyi yapmak istiyorduk; başarısızlığın altında inlemek yerine, ondan yararlanıp kendimizi bulmak istiyorduk.”

Sahnede Ölüm, Patrice ve Patricia adlı ikiz kardeşlerin birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor. Bu mektuplarla ailenin yaşadıkları yavaş yavaş çözülüyor. Yaşadıkları bir olay nedeniyle yıllar önce evi terk eden ve birbirlerinden olabildiğince uzağa giderek orada yeni yaşamlar kuran kardeşler, yıllarca haberleşmeden, sadece anneleriyle bağlantı kurarak yaşıyor. İnsanlığın tabuları ikiz kardeşlerin birbirleriyle ve anneleriyle olan ilişkileri ekseninde ele alınıyor. Okur, bu ilişkiler aracılığıyla doğru-yanlış/iyi-kötü gibi zıtlıkların yanında sevgi, aşk, acıma, korku gibi duygularla insan doğasını ve toplumda yaratılan tabuları anlamaya/anlamlandırmaya çalışıyor.

Bir gün, hiç beklemedikleri bir haber alan kardeşler, eve dönmek durumunda kalıyor. Kurgu, bu noktadan sonra zamanda kırılmalar ve geriye dönüşlerle bu olaya kadar geçen zamanı anlatmaya başlıyor. Çocukluk anıları, annenin dengesiz psikolojisi, baba ile annenin birlikteliği, babanın kendileri ile ilişkisi, ayrı yaşadıkları süre boyunca hayatlarına giren insanlar yine mektuplar aracılığı ile ele alınıyor. Patrice ve Patricia’nın birbirlerinden ayrı kaldıkları dönemde yaşadıkları anlatılanlarda öne çıkıyor. Patricia bu zaman diliminde hayata tutunabilmek için çaba göstermiştir. Patrice ise, hasta bir çocuk olan Paco etrafında bir hayat kurmuştur. Yazar, Paco ile Patrice’in çocukluğuna gönderme yapıyor. Okur, Paco ve Patrice’in ilişkisinin ele alındığı bölümlerde kullanılan imgelerle bu göndermeye ulaşıyor. Paco’nun hastalığı, Patrice’in ruhundaki bunalıma ışık tutuyor. Patrice’in çocukluğuna dair bu bunalımı, Paco’nun hastalığı ile somutlaşıyor.

Bu karmaşık ilişkilerin ortasında okurun belki de en çok sorguladığı kavramlardan biri, masumiyet. Okur, Kimin masum/suçsuz, kimin suçlu olduğu; bir suçun olup olmadığı gibi sorulara roman boyunca yanıt arıyor. Her bir karakterin ruhsal açmazları, gerilimleri bu sorulara tek bir yanıtın verilebilmesini zorlaştırıyor.

Psikanalitik kuramın yaklaşımıyla çözümlenmeye çok uygun bir roman Sahne’de Ölüm. Yazarın Freud’un kuramlarını karşılayan karakterler yarattığı söylenebilir. Her olayın/durumun altında cinsel dürtülerin yer alması, her imgenin ahlaki yasakları akla getirmesi, roman boyunca kullanılan dil, özellikle hatırlama anlarında eşyalara yüklenen anlamlar ve bu eşyaların betimlenmesi sırasında seçilen sözcükler psikanalitik çözümlemeye yatkınlığın bir göstergesi.

Sahnede Ölüm, toplumsal/bireysel tabuları, ahlaki değerleri sorgulayan yaklaşımı ve dilindeki şiirsellik ile okurların ilgisini çekebilecek bir roman.

Sahnede Ölüm, Pascal Mercier, Kırmızı Kedi Yayınevi, 

Denetim Altındaki Bedenler (Ömer İZGEÇ)

Özellikle son yıllarda sosyal medyanın yaygınlaşması, hayvan istismarının kullandığımız kozmetik ürünlerden yatağımızdaki yastığa, tabağımızdaki yemeğimizden içtiğimiz kahveye, giydiğimiz ayakkabıdaki deriden tükettiğimiz süte yaşantımızın bir parçası olduğunu daha görünür kıldı. Türümüzün bu dizgesel zulmü ülkemizde de son dönemlerde tartışılmaya başlandı. 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’nde paylaşımlar arttı, müşterek bir bilinç oluşturmaya teşne tek tük topluluklar eylemlerini sokağa taşıdılar. Ve sonra... Memlekete yine kurban bayramı geldi ve sokaklar bir kez daha kana bulandı. Uluorta, her türlü ezayla hayvan kesimini dini bir vecibe, tanrıya yakınlaşma olarak benimsemişlerle, bu eziyete farklı nedenlerden dolayı karşı olanlar arasında bir atışma başladı. Hayvanlar bir kez daha “kurban bayramı karşıtları” ile “dini vecibelerini yerine getirmek isteyen muhafazakârlar” arasındaki ideoljik bir kavganın nesnelerine indirgendi, asıl münâkaşa edilmesi gereken perdelendi.

Carol J. Adams Etin Cinsel Politikası kitabında başta hayvanların ve kadınların hedefi olduğu bu indirgemeyi “kayıp göndergeler” tanımıyla açıklıyor. Bu kavramın meşum niteliğini anlamak için ise kitabın etrafında döndüğü zihin açıcı kavramları ziyaret etmek gerekiyor.

Eril Dünyanın Etleri

Etin Cinsel Politikası’nda özetle erkek şiddeti, kadın düşmanlığı, et yeme kültürü ve militarizm arasındaki bağlantılar üzerinden bir kuram geliştiriliyor. Kitap faşizmin üzerinde yükseldiği türcü ve cinsiyetçi düşünceye, günlük yaşantımızın her evresine girmiş olan hayvan istismarına farklı (ve özü gereği kısıtlanmış) bir pencereden bakarak erkek egemen kültürün çözümlemesini yapıyor. Carol J. Adams ilk baskısı 1990’da yapılan bu önemli yapıtında eril kültürün tahlilini hayvanlar ve kadınlar üzerinden yürütüyor. Isaac Bashevis Singer’ın “Diğer yaratıklara karşı tavırları söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir” söylemine bir dipnot düşüyor, hayvandan insana yeryüzündeki tüm şiddetin başat sorumlusunun eril kültür olduğunu iddia ediyor. Kitaptaki feminist söylem yer yer baskın hale gelse de Adams tüm savlarını sağlam bir zemin üzerine inşâ edip meramını usulca, aşırılıktan uzak bir şekilde ifade ediyor.

Adams’ın anlatmak istediklerinden birisi de feminizmin vejetaryenlik ile kol kola yürümesi gerektiği, öz bakımdan aslında bu iki kavramın birbirlerini yankıladığı. Kitaptaki çıkarsamalar, hayvanların ete indirgendiği ve et tüketiminin zorunluluğu (gerekliliği) miti etrafında palazlanan eril kültürde her on yedi saniyede bir vuku bulan tecavüzün mağduru olan kadınlar ile çiftliklerde esir edilip mezbahalarda katledilen hayvanlar arasında ayan bir bağlantı olduğuna işaret ediyor. Metin bu kurulan bağlantının merkez noktalarından birine ise erkeklik inşasının önemli bir parçası olan bedenleri denetim altında tutmak arzusunu yerleştiriyor.

Çarpıtılan Dil

Bu yazının başında belirtilen “kayıp göndergeler” ise eğilip bükülen, çarpıtılan bir dilin vasıtasıyla oluşturuluyor. Eril kültürün beraberinden getirdikleri, kavramların içini boşaltarak algıyı saptıran bir dilden besleniyor. Adams kitabında bu türcü (insanmerkezci) ve cinsiyetçi dilin izini sürerken bize dilin tarafsız olmadığını, onun yalnızca düşünceleri taşıyan bir araç olarak algılanmaması gerektiğini, bizzat düşünceleri şekillendirdiğini gösteriyor. Cennetten Kovuluş efsanesinden başlayarak hayvanların insanların hizmetini görmesi için yaratıldığı söyleminin tarih boyunca tekrarlanarak bu algı kaymasına destek olduğunu saptıyor. Bahsedilen eril kültürün efsane ve öğretilerinde kadının da erkekten aşağı, bir hizmet ehli olarak biçimlendirilerek aynen hayvan gibi “birisi” olmaktan çıkıp “bir şey”e indirgendiği görülüyor. Çıplak kadın bedeni piliçle özdeşleştirilirken, reklamlarda et yemek erkekliğin nişanesi olarak toplumun bilincine işleniyor. En basitinden “ceset yemek” yerine “et yemek” diyiyoruz ki bu bile hayvanları kayıp göndergelere dönüştürüyor, Adams’ın dil üzerine yaptığı vurguya bariz bir örnek teşkil ediyor. Adams, Noreen Mola’dan alıntılayarak evlerini hayvanlarla paylaşanlar için kullanılan “sahip” kelimesinin köleliği anıştırdığını, bunun yerine “dost”, “refakatçi”, “yoldaş” kelimlerinin tercih edilmesi gerektiğini öneriyor. Hayvanların, insanların eylemleri sonucu acı çekmesinden ya da ölümünden bahsederken kullanılan “uyutmak”, “ötenazi”, “kurban etmek”, “sürüyü seyreltmek” gibi tanımlamaların uygulanan şiddeti maskelediğine dikkati çekiyor. Gündelik yaşama sızan böylesi bir dil yardımıyla kadın bedeninin eğlenceye hizmet ettiği pornografiden, hayvanların eğlence nesnesi olarak kullanıldığı sirklere, tahakkümün ve şiddetin meşrulaştırıldığına işaret ediyor. Birçok ataerkil toplumda etin gücü arttırdığı, erkeklik özelliklerinin et yiyerek elde edildiği inancının boy gösterdiğini görebiliriz. Böylesi toplumlarda günlük dil şiddeti meşrulaştırma işlevini yerine getirirken, görünür olan çarpıtılarak, sözcüklere yeni anlamlar yüklenerek ve biteviye söylemlerle bilinçaltı zehirlenirken modern “et üretim” merkezlerindeki görünmeyen (gösterilmeyen) zulüm şiddetini arttırıyor. Hayvanlar, besinini kendi üretmeyen şehir insanın algısında bir canlı olmaktan çıkıp ete (besine) dönüşürken, kadın bedeni de eril kültürün yönettiği pornografi, reklam, medya sektörü tarafından parçalanarak benzer kaderi paylaşıyor. Kitap değişimin kullanılan dilden başlayacağını savunuyor.

Etin Cinsel Politikası

Modern tüketim toplumu palazlanıp genişledikçe ve sanayileşme bir parazit gibi tüm dünyayı ele geçirdikçe, hayvanlar kadar kadınların ve çocukların da kapitalizmin kurbanı haline geldiğine görüyoruz. Oluşturulan bu ezilenler dünyası ise Etin Cinsel Politikası’nda saptadığı gibi eril söylemle, reklamlarla, günlük yaşama sızan (ve dahi onu şekillendiren) dille, yeniden tanımlanan değer yargılarıyla perdelenip üzerine renkli görüntüler düşürülüyor. Kitap bu üzerinde renkler gezinen perdeye bir delik açıyor. Etin Cinsel Politikası her satırında perdenin arkasında vuku bulanları görmek isteyenler için sarsıcı ama bir o kadar da zihin açıcı bir davete dönüşüyor. Bir kara deliğin ardındaki zulmete bakarak aydınlanmak isteyenler için…

Etin Cinsel Politikası, Carol J. Adams, Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Galata Köprüsü’nde Bir Şair (Yonca Güneş YÜCEL)

Sema Kaygusuz’un ilk oyunu olan “Sultan ve Şair,” hatırladıklarımız ve unuttuklarımızla sanki belleğin oyununu oynuyor bize. Sultan ve Şair karşılaşması, belleğin tüm kırılganlığını anlatmak üzerine kurgulanmış. Zamandaki buğu, Galata Köprüsü üzerindeki deniz havasının rutubetine saklanarak bir sızı yaratıyor yürekte. Anlıyoruz ki, her şey mızrağını şairin göğsünde unuttuğunu söyleyen bir Sultan’la başlıyor. Sonrasında aynı Sultan “Endülüslü Abbadi Meliki El Mutemid” olduğunu söylese de yitik tarihsellik duygusu, bir sızı olarak yaşanıyor okuyucuda. “Zehir sözlü” şairin, zamanında hükümdarlığını ilan eden asi bir “nankör” olduğunu bilmek; üst üste yığılmış tarihsel imgelerin ağırlığıyla sadece şairin oltasını ağırlaştırıyor. “Balık,” anlık olarak bildiğimiz unutkanlıklarımızın aslında nasıl da büyük olayların unutkanlığı olduğunun temsili gibi. Belleğimiz, temsille daha da kırılganlaşsa da, şairin Sultan’a sövgüsünde düğümlenir kalır tarih. Sultan’a seslenir şair, “hem piçsin, sevdiğim fahişeden doğma hem de evlat kadar yakınsın bana.” İşte kadınlığımızdır tarihin, belleğin, mitin kıskacında ufalanan. Ama hemen doğrultur bizi yazar, şairi perişan kılan balıkların ölümleriyle… Öyle değil mi? Ölgün bir tarihi yeniden anlamak gibidir kadınlık.

Sultan’ın, şairin peşinde olduğu bir kurguyla sahneler devrilirken “karanlığın” bilinmezlikle şimdiye, bugüne ulaşma gayreti ne de büyük bir cesaret ve gerilimdir. Hele “şık bir trençkotla” Sultan yeniden sahnede ise. Çağdaşlık dediğimiz bu şimdiki zaman deneyimi, trençkotlu bir Sultan’ı karşımıza çıkarsa da şairin melankolisidir, gerçeğin ne olduğu ve sabırla beklenilen balıklar. Öyle ya, şair, “en çok kaybolmak için geldiğini” söylediğinde Galata Köprüsü üstüne, Galata Köprüsü, dünya olup çıkmıştır; altıyla üstüyle. Üstünde, dalgınlar balık avlar; altındaki meyhanelere sarhoş olunmaya gelinir. Hiç kimsenin ayık olmadığı bir dünya gibidir Galata Köprüsü.

Tarihin her döneminde “şair” olan bir adamın yalnızlılığıdır bu dünya. Öyleyse, oyunda da “Türkçenin en tanınan” şairi Yüksel Sorgun, modern zamanların ironisi gibidir. Aynı çemberin içinde dolanan şairin yalnızlığı, değişen sultanların mızraklarının ucunda ya da ölüm fetvalarının dilindedir. Şairle, Sultan arasındaki gerilim, modern ile arkaik arasındaki gerilimin bir tezahürü olmasından öte aralarındaki gizil bağın aşikârlığıdır. Şair, “lüferin sızısını” dinlerken kutsalı, alemin kendisini çoktan anlamaya koyulmuştur. Tarihsel sorgulamalar sağaldıkça Sultan, Şair’e hayran bir okur olur. Sultan, artık bilmem kaçıncı yüzyıldan gelen bir halife değil, sıradanlığı ve dünyeviliğiyle şair Yüksel Sorgun’un şiirlerine hayranlık duyan sıradan bir okurdur. O vakit, yükselmenin, yücelmenin şaire meylettiği diyaloglarda “katı yürekli” kayıtsızlık, şairin gerçeği olur. Şairin yeteneği, şiirdeki mecazla hayatı yaşamasıdır; aynı anda sancısıdır. Kim ki “ben de şiir yazdım bak dinle!” dediğinde böylesi bir eşitlenmeye karşı Sultan olacağının melankolisidir. Ani, apansız bir kalabalık çıkagelir hayatına. Karmaşa, Sultan’ın şiirinin hikâyesi olan, tutkunu olduğu cariyenin başına indirdiği topuz gibi hayatına iner. Dünyası, “cariyenin güzelliği patlamış bir küre”nin misalidir. Şair yere devrilmiştir, gölgesiyle verdiği savaşın yenilgisi, iktidardan ve savaştan ettiği nefrettir de. Basitliğe ve sıradanlığa duyduğu arzunun yenilgisidir, söze yenikliği. Şiirin mecazının ihtişamına öfkedir onunkisi. Şair tüm yeniklerin tarihinde yerini aldığı gibi tüm yeniklerin de mezarıdır. Şairin öne doğru adımı, karanlığa, uçuruma yolculuğudur. Sema Kaygusuz’un yolculuğa çıkardığı okuyucular kadar oyuncuları da, insanın tarihsel dünyası içinde dünyanın bilgisine “söz”le ulaşmanın, kaybolmanın kendine özgülüğüne tanık olurlar. Yazar, iki adamın karşılaşmasına soktuğu kadınlarla, diyalog akışlarında öylesine büyük kesintiler yaratmaktadır ki, “sözün” büyüsüne, gücüne inanmamaya ne hacet…

Sema Kaygusuz, Sultan ve Şair, İstanbul: Metis Yayınları

Macera Dolu Latin Amerika (Ersoy SOYDAN)

BirGün okuru olup da Latin Amerika'yı merak etmeyen yoktur herhalde. İnsan nasıl merak etmesin, Che orada, Castro orada, Marcos orada, Nikaragua'dan Bolivya'ya kadar verilmiş büyük devrimci mücadeleler orada. İşte sevgili hemşehrim Okan da, almış sırt çantasını ülke ülke gezmiş Latin Amerika'yı ve ortaya alternatif bir gezi rehberi çıkmış.

İyi, kötü bende gezgin sayıldığım için sorarlar hep, hangi parayla geziyorsun diye. Vallahi cep delik cepken delik, hoca maaşıyla ayın sonunu zor getiriyorum. Ama her türlü yolu deneyip, Türkiye'yi baştan başa gezmeyi becerdim çok şükür. Okan da beyaz yakalı bir arkadaş, para babası hiç değil, ama o da bir öğretmen çocuğu, gezip görme hevesi paradan değil, merakından kaynakllanıyor. Okan sayesinde gönüllü misafir ağırlama organizasyonlarıyla da (hospitalyclub yada couchsurfing gibi) Dünyayı gezebileceğimizi öğreniyoruz.

Turistlerden çok gezginler için bir başucu kitabı Latin Amerika. Brezilya, Arjantin, Patagonya, Kolombiya, Küba, Meksika, Guatemala, Honduras, Nikaragua, Peru ve Bolivya'yı adım adım dolaşmış Okan. Aslında yolculuklarıyla ilgili deneyimlerini bir hayli süredir okurlarla paylaşıyor, Sınırları Kaldırdım adlı blogunu takip edenler epey zamandır aşina onun yazı ve fotoğraflarına.

Turistik ve resmi rotaların dışına çıkıp arka sokakları merak eden gezginlere önerilerin de yer aldığı kitapta, bu ülkelerin tarihlerine, kültürlerine dair bilgiler ve kişisel gözlemler yer alıyor. Kitapta görülmesi gereken yerlerle, ne yenip içilebileceği de, beyaz adamın Amerika kıtasını nasıl işgal ettiği ve bu süreçte yaşanan dramlar da anlatılıyor. Örneğin Brezilya bölümünde ünlü Rio Karnavalı da, Rio'nun plajları da, futbolun mabedi Maracana'da var, Bahia Karnavalı da, Olinda gibi Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan kentler de, pembe dizilerle ünlenen Bonito gibi cennetler de. Ve kitaptan öğreniyoruz ki samba sadece samba değilmiş, insanlar takım tutar gibi samba okullarını destekliyorlar, işi kavgaya bile vardırıyorlarmış.

Arjantin'de ise kirli savaşın izlerini sürüyor, Maradona'ya selam çakıyor, oradan da "penguen"ler diyarı Patagonya'ya uzanıyor. Kolombiya serüvenine Marquez'in büyülü şehri Cartagena'dan başlıyor, filmlere konu olmuş Valledupar'daki Türk Sokağında soluklanıyor, Medellin'de Basklıları ve uyuşturucu kartellerini anlatıyor. Elbette FARC'dan da söz ediyor yeri geldiğinde. Küba'yla ilgili bölümde ise yaşanan sıkıntılara değiniyor ve her türlü zorluğa rağmen devrimin nasıl ayakta kaldığını anlatıyor. Bu kadar değil tabii, farklı ve değişik rotalarıyla, herkesin bilmesi gereken ilginç detaylarıyla ve şahane fotoğraflarıyla Guatemala, Meksika, Honduras, Nikaragua, Peru ve Bolivya var daha sırada...

Bilerek gezmek harika bir duygudur, hele hele detaylara vakıf olmak, gittiğimiz yörenin renklerini, tatlarını, bilerek dolaşmak son derece keyiflidir. Elbette baştan başa Latin Amerika'yı dolaşmanızı isterim ama dolaşamayanlar için de "Latin Amerika" kitabı birebir.

OKAN OKUMUŞ, LATİN AMERİKA, ALTERNATİF BİR GEZİ REHBERİ, KOLEKTİF KİTAP 2013

Şiddet’e Çözüme Katkı Sunacak Bir Kitap (Mehmet ÖZÇATALOĞLU)

Farkında mıydınız bilemiyorum fakat değilseniz de ben söylemiş olayım 25 Kasım, “Kadına Karşı Şiddete Hayır” günüydü. Her yıl bir çok ülkede ve de ülkemizde şiddete karşı, yaşanan şiddete dikkat çekmeye yönelik etkinlikler gerçekleştirilir. Ve genel olarak, ülkemizde tam da bugün şiddete maruz kalan kadın sayısı diğer günlere oranla artış gösterir. (En azından televizyon kanalları, gazeteler o gün daha dikkatli davranarak şiddeti haberleştirdikleri için sayıda artış varmış gibi de görünebilir!) Ve her yıl “Güldünya” hatırlanır bir kere daha… Hikayesi Bitlis’ten Türkiye’ye yayılan Güldünya… Adına şarkılar yapılan, şiddet gören kadınların simgesi Güldünya…

Güldünya’yı bana hatırlatansa Gülseren Engström’ün hazırlamış olduğu “Aile İçi Şiddet/Çaresi Ne?” isimli kitap oldu. Kitap, üç yıl boyunca yürütülen aile içi şiddet ile namus adına yapılan şiddeti önlemeye yönelik proje çalışmaları çerçevesinde elde edilen teorik bilgi ve deneyimleri içermekte. Şiddetin önlenmesine yönelik çözüm önerisi ise hemen kitabın başında Hüseyin Ergün’den alıntılanarak söylenmiş: “… Bu cehennemi hayatın ateşinin azalmaya başlaması için devasa ve artsız-aralıksız bir demokratik ve eşitlikçi eğitim şarttır. Kanunlarda değişiklik, cezai önlemler vb. bu kültür devriminin yanında ancak ikincil üçüncül önlemlerdir.”

Gülseren Engström, İsveç’te yaşamasından dolayı oradaki durumla ülkemizdeki durumu da kıyaslamış zaman zaman. Ve kitaptan öğreniyoruz ki İsveç, 1982 yılında kadına yönelik şiddeti, kamu davası kapsamına almış. Böylece, bir kadın başvuruda bulunduktan sonra başvurusunu geri alsa bile durum değişmiyormuş. Savcı davayı kamu adına yürütüyormuş. Bizde tecavüzcüsü ile evlenmeye zorlanan kadınları düşününce…

Kitap “Şiddet Nedir?” büyük başlığı ile şiddeti tanımladıktan ve şiddet türlerini işledikten sonra yine büyük bir başlıkla şiddete maruz kalan bir kadına verilebilecek “İlkyardım” konusunu ele almış. “Şiddetin Nedenleri”, “Şiddete Karşı Gösterilen Tepki” yine dikkat çekici başlıklar. “Değişim Süreci” başlığı altında da rehber olabilecek ayrıntılara yer vererek yaşanmış örneklerle desteklemiş yazar: “Şiddet uygulayan erkeği anlamaya çalışmak, şiddeti günlük yaşamın bir parçası olarak kabul etmek anlamına gelir. Bu nedenle onu anlamak yerine, ben kendime neden bu tür muameleyi layık görüyorum sorusunu sormak gerekir. Soru, değişim sürecinin başlaması anlamına gelmektedir.”

Ülkemizde kadın hareketinde etkin bir isim olan, “Kadından Sakıncalı” isimli kitabın da hazırlayıcısı Ayşe Kilimci’nin üç kısa öyküsü de kitaba can katmış. Ne anlatılmak istendiğini edebiyatın büyülü diliyle kısa yoldan gözler önüne sermiş.

“Aile İçi Şiddet/Çaresi Ne?” isimli bu kitap kadına karşı işlenen suçun azaltılmasına mutlaka bir katkı sağlayacaktır. Yeter ki Engström’ün anlattıklarına, çözüm önerilerine kulak verilsin. Bu noktada verilerin İsveç ile karşılaştırılmış olmasının da yararlı olduğunu söyleyebiliriz. “Böyle yapsak ne değişecek?” sorusunun yanıtı hemen verilmiş bu sayede.

Ve ben bu kitabı incelediğim günlerde Erzurum’dan bir şiddet haberi daha düştü ekranlarımıza. Kocasından tekme tokat dayak yiyen kadın üç küçük çocuğunun gözü önünde belinden bıçaklanmış! Bu olay ilk değil, ne yazık ki son da olmayacak… Daha önce onlarcasını, yüzlercesini okuduğumuz, izlediğimiz ve sonrasında unuttuğumuz olaylardan sadece biri.

Tam da bugünlerde, kadına karşı uygulanan şiddete karşı mücadelenin konuşulduğu bugünlerde Gülseren Engström’ün yazdıklarına bir göz atmakta yarar var diye düşünüyorum. Yeni Güldünyalar simge olmasın diye…

Aile İçi Şiddet/Çaresi Ne?, Gülseren Engström, Dönence Yayınları, Eylül 2013.

Vücudumuzdaki Evren (Selcan KARABULUT)

Uzayın bir bölgesi ile diğer bölgesi aynı miktarda yıldız ve gökadası barındırıyor. Bu durumu açıklamak için uzmanlar Büyük Patlama modelini ileri sürüyor. Büyük Patlama modeline göre evren ilk önce bir noktada birikmiş aşırı yoğun ve sıcak bir enerji topu idi. Aniden ve kısa zamanda genişleyerek önce elektronları, protonları sonra atomları ve en nihayetinde gökcisimlerini oluşturdu.

Dünyanın öyküsü, Büyük Patlama ile 13,7 milyar yıl önce başladı. Daha sonra insanoğlu dünyanın küçük bir köşesinde şekillenen kendi tarihini inceleyerek güneş sisteminin, Ay’ın ve Dünya’nın oluşumunun her birimizin içindeki organları, hücreleri ve genleri nasıl etkilediğini öğrenmeye çalıştı. Evrendeki küçük yerimizin nasıl oluştuğunu ancak büyük fikirler ortaya attıktan ve büyük bilimsel keşifler yaptıktan sonra anlayabildi.

Neil Shubin, İçimizdeki Evren ile vücudumuzda sakladığımız evrenin tarihini astronomik, jeolojik, paleontolojik ve genetik bulgulara dayanarak fakat bir öykü tadında aktarıyor.

Amerikalı evrimbilimci, paleontolog ve popüler bilim yazarı Neil Shubin, çalışması sırasında solucanların, balıkların ve suyosunlarının yaşamın ve dünyanın oluşumundan milyarlarca yıl öncesine dayanan köklü bağlantılar içerdiğine dair bulgulara rastladı. Doğanın keşfedilme çağında insanların taşları ve fosilleri incelerken Dünya hakkında yeni fikirler edindiği bilgisine ulaştı. İçimizde yıldızların doğuşu, gökyüzünde dolanan cisimlerin hareketleri, hatta günlerin oluşumuyla ilgili bilgilerin bulunduğu sonucuna vardı.

Kitapta güneş sistemi, evrenin hareketleri, insanın oluşumu, kayaların yapıları ile ilgili tüm ayrıntılar sistematik bir düzen içinde açıklanıyor. Daha sonra tüm bunların birbirleri ile olan bağlantıları ve birbirlerine olan etkileri ortaya konuluyor. Günümüz Dünya’sının kaya, hava, su ve yaşamdaki değişikliklere bağlı olarak oluştuğu sonucuna varılıyor. Ayrıca yazar, kitapta basit fakat çok önemli bir uygulamaya da değiniyor: haritalar. Dünya’nın geçmişi, gezegen ile üzerindeki yaratıkların birbiriyle bağlantılı değişimlerinin ürünüdür. Bu bağlantıların altında yatanı ve tüm zamanların en büyük bilimsel devrimlerini kavramak haritalar sayesinde oldu. Haritalar bize nerede olduğumuzu Dünya’nın neye benzediğini, okyanuslar, dağlar ve insan vücudunun içindeki organlar arasında var olan bağlantıları göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Yazar kitapta tüm açıklamış olduğu bu bulgular ve ortaya atılmış olan tezlerden, bilimsel buluşlardan sonra aslında bir bakıma tüm çalışmasını açıklayacak nitelikte bir benzetme yapıyor. Daha doğrusu insan vücudu ile evren arasındaki bağlantıyı ifade etmeye çalışıyor. Shubin, insan yaratıcılığı ve biyolojisini bir orkestradaki çeşitli enstrümanlara benzetiyor: Ayrı ayrı çalınmalarına rağmen tek bir besteyi oluştururlar. Ve hemen bu benzetmesini açıklayacak nitelikteki şu cümlelere yer veriyor ve kültürel bağlamda genlerin etkisine değiniyor:

Yemek pişirme işlemi sezgilerimizde ve onları oluşturan genlerde mevcuttur. Tarımla uğraşmak DNA yapımızda vardır. Teknolojik ve kültürel buluşlarımız biyolojik kişiliğimizi etkiler. Öte yandan bu buluşlara olanak veren –düşünen bir kafa, becerikli eller ve konuşma organları ile tanımlanan– biyolojimizdir. Biyoloji ve kültür gezegenimizdeki insan deneyiminin yin ve yang’ıdır.

"Hayatiyet boğucu buyrukları aşar. Ferman padişahın, parklar bizimdir." (Tarık Günersel ile Söyleşi: İsmail BİÇER)

Tarık Günersel, şiirimizin çok yönlü ve özgün isimlerinden biri. Şiire ‘poetik’ pencereden bakanlar, onun şiirini ‘denyesel şiir’ olarak adlandırsa da, şiire ‘biçim’ açısından getirdiği yenilik tam da şiirin ruhuna uygun bir durum. Günersel’in şiirleri başkasının şiirleriyle asla benzerlik göstermiyor. Şiirlerindeki bu farklılığın temellerinde sinema, tiyatro, müzik, çeviri ve öykü yazarlığının kuşkusuz büyük izleri bulunuyor. “Dünya Uygarlığı Projesi Bildirgesi”ni hazırlayarak, ciddi aktivist kimliğini de gösteren Günersel’le, seçilmiş şiirlerinden oluşan yeni kitabı “Gezi”de buluştuk.

Yeni kitabınız “Gezi”, seçilmiş şiirlerinizden oluşuyor. Bu şiirler arasında bulunan “Diktetör”, Gezi Parkı eylemlerini dile getiren çarpıcı dizelere sahip. PEN Türkiye Derneği Başkanı kimliğinizle, aynı zamanda şair-yazar kimliğinizle, Gezi Parkı sürecini yakından (hatta içinden) yaşadığınızı, bu konuda birçok bildiriye imza attığınızı biliyorum. Buradan hareketle; Gezi Parkı eylemleri neyi gösterdi?

Hayatiyet boğucu buyrukları aşar. Ferman padişahın, parklar bizimdir.

Sadece ülkemizde yaratılan edebiyat, sanat ve toplumsal gelişmeleri değil; dünyadaki gelişmeleri de yakından izleyen/yaşayan aydınlarımızdan birisiniz. Kitapta yer alan birçok şiiriniz de bunun göstergesi. Dış dünyadan bakıldığında, Türkiye’deki toplumsal-siyasal yapı nasıl görünüyor?

Türkiye’de karmaşık süreçleriyle ilginç bir toplum var, siyaset kalıplarını çatırdatan.

“Gezi” şiirlerinize bakıldığında, özelikle ‘biçim’ ve ‘anlatım’ açısından, şiirinizin belirgin özelliklerini/farklılıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. Bu yanıyla, şiirde hâlâ anlaşılamadığınıza inanıyor musunuz?

Mümkün olduğu kadar yalın yazdığım kanısındayım. Einstein’ın şu sözünü severim: “Bir formül mümkün olduğu kadar basit olmalı, ama daha basit değil.”

Edebiyatın ve sanatın birçok türlerinde ürünler veren bir özelliğiniz var. Şüphesiz bunun şiiriniz üzerinde artıları var. Peki dezavantajları var mı?

Varsa bile “avantajlar” avantajlıdır, sanırım.

Tarık Günersel’in penceresinden, bugünün Türk şiiri nasıl görünüyor?

Her zamanki gibi çoğul, karmaşık. Her zaman pek çok imza olur, dönemsel ünler belirir, sonra her on yıldan geriye birkaç şair kalır. Kaçının dünya tarihinde iz bırakacağı genellikle kırk yıl sonra belli olur. On bin yıl sonraya ise her yüzyıldan birkaç isim kalır, en çok. Yüz bin yıl sonra, her binyıldan ve tüm dünyadan bir-iki şair kalır, kanımca. İnsanlık kalırsa.

Diktetör

Şaşacak ne var?
Destanı çapı kadar.
Taksim Meydan Muharebesi!
Karanfile biber gazı,
kimyasallı su, şiddet…
Maşallah.
Pek sever hiddeti.
Zafer dediği şey
aslında mağlubiyeti.
“Destan” yazdırdı. Dikte etti.
Ölümler, göz çıkarmalar,
çivili sopalar, dövmeler,
hapisler, sansürler, tehditler…
Diktetör. “Diktatör” bu demek zaten.
Dikte eden.
Diren, Gezi Parkı! Teröre rağmen!
Diren, barışçı diriliş! Yaşama sevinci!
Diren, doğum sancısıyla demokrasi devrimi!
“Diktatör” terimi ciddi kaçar.
Ona da yazdıranlar var.
Diktetör. Aklı kör.
Unutulmaz. Maşalarıyla.
Canımı sıkamam adıyla.
Hatip ama kabil-i hitap değil.
Başmüfteri. Kanan, kandıran.
Israrla yalan. Kan.
Kendi dürüyor defteri.
Destan var, ortada. Gençlerin,
halkın yazdığı destan.
O ise kahraman değil,
zulmüyle destana yol açan.
(Tarık Günersel)

Tarık Günersel, “Gezi” (Seçilmiş Şiirler), Artshop Yayıncılık, 2013.

Hey, Çocukların Hakları Var! (Ezgi BERK)

20 Kasım, yılda bir gün çocukları hatırladığımız tarih. Hadi gelin, birlikte bugünün geçmişine küçük bir yolculuk yapalım ve bu konuda yazılmış kitapların birkaçına göz atalım.

Dünya üzerinde yaşayan bütün çocukların sahip olduğu haklar var. Mirleşmiş Milletler 1989 yılında Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni hazırlamış ve Türkiye bu anlaşmayı 1990 yılında kabul etmiş, 1995 yılında da onaylamış. Böylece Türkiye, anlaşmadaki maddeleri uygun bulduğunu ve bu koşulları sağlayacağını taahhüt etmiş. Peki, nedir çocukların hakları? Her çocuğun yaşamaya, barınmaya, korunmaya, sevilmeye, ayrımcılığa uğramamaya hakkı var! Kendisini ilgilendiren konularda düşüncelerini söylemeye, talep ettiğinde ailesinin ona bütün dinlerle ilgili bilgi vermesine ve dinini kendisinin seçmesine, parasız eğitim almaya, oyun oynamaya hakkı var! İstismara uğramamaya, eğer istismar edilmişse tedavi görmeye, sağlıklı yaşamaya hakkı var. Bunlar, çocukların temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik haklar. Ayrıca çocuk haklarını öğrenmeye ve bunu yaymaya da hakları var.

Çocuk kitapları literatürünü, çocuk haklarını anlatan neler var diye eşelediğimizde Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış, Alain Serres’in yazıp Aurélia Fronty’nin rengârenk resimlerle süslediği Çocuk Olmaya Hakkım Var adlı kitapla karşılaşıyoruz. Ağustos 2013’te raflarda görmeye başladığımız bu kırmızı kaplı ve dört bir yanında sevimli çocuklar olan kitap, çocuk haklarına çocukların gözüyle bakıyor. Kitapta çocuklar kendi haklarını kendileri dillendiriyor. “Bir çatının altında, sıcakta (ama çok değil), sefaletten uzak, fazlasına gerek yok, yalnızca ihtiyacım olan şeylerle yaşamaya hakkım var.” diyor çocuklar. Uzman diye tabir edilen büyüklerin kaleminden çıkmış kuru metinlerden uzak, renklerle bezeli, sıcak ve içten bir çocuk kitabı var karşımızda. Kocaman bir şemsiyenin altında, annesi ve babasının yanında duran bir kız çocuğu “Büyüklerimin beni koruması, felaketlerden uzakta olmak, hayatıma çok çok mutsuzluk ya da gökten çok çok yağmur yağarsa kocaman bir şemsiyenin altında olmak benim hakkım.” diyor.

Bu alanda dikkat çeken bir diğer eser ise Süleyman Bulut’un kaleme aldığı ve Reha Barış’ın resimlediği Çocukların Hakları Var adlı kitap dizisi. Bu diziyi ilginç kılan ise Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin maddeleriyle ilgili ayrı ayrı kitap ve öykülerinin olması. Çocuklar eğlenceli öykülerin satır aralarına gizlenen haklarını bulup seçerken öğrenmenin sıkıcı olmayabileceğini de deneyimliyor.

Günün anlam ve önemini unutmamak için kütüphanemizin başköşesine, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hemen yanına, hayvan hakları için de yer ayırarak istiflemeliyiz bu güzel kitapları. Ve eklemeliyiz çocuk haklarına; yerde görüp oyuncak sandığı havan topuyla parçalanan çocuğun, fabrikada çalışırken pres makinesine kapılıp can veren çocuğun, 12 yaşında 17 yerinden kurşunlanarak öldürülen çocuğun, bakkala ekmek almaya giderken başına gaz bombası isabet ettiği için aylardır hastanede uyanması beklenen çocuğun, 16 yaşında onlarca adamın tecavüzüne uğrayan çocuğun acısını. Kederimiz, öfkemiz mücadeleye dönüşsün diye. Türkiye’de yaşayan çocukların da haklarını öğrenebileceği koşullara sahip olabilmeleri için, hak ettikleri gibi yaşayabilmeleri için mücadele etmeli, kütüphanemizin başköşesindeki bu kitaplara yüzümüz yere düşmeden bakabilmek için hatırlamalıyız yakın geçmişi.

Çocuk Olmaya Hakkım Var, Alain Serres, Resimleyen: Aurélia Fronty, Çeviren: Füsun Önen, Yapı Kredi Yayınları, 41 sayfa

Kardeşlik Çemberi, Çocukların Hakları Var 1, Süleyman Bulut, Resimleyen: Reha Barış, Can Çocuk Yayınları, 60 sayfa
Anne Ben Yapabilirim, Çocukların Hakları Var 2, Süleyman Bulut, Resimleyen: Reha Barış, Can Çocuk Yayınları, 48 sayfa.

Sihirli Çaydanlık, Çocukların Hakları Var 3, Süleyman Bulut, Resimleyen: Reha Barış, Can Çocuk Yayınları, 56 sayfa
Hey Küçük!, Çocukların Hakları Var 4, Süleyman Bulut, Resimleyen: Reha Barış, Can Çocuk Yayınları, 48 sayfa

Bilinmeyen Hep Merak Edilir (Leyla Ruhan Okyay ile Söyleşi: Çilem HÖKELEK)

Öykü kitaplarında gösterişli, biçimci yaklaşımlardan çok, içeriksel zenginliğe yönelen, dokunaklı insanlık hâllerini sade, yalın ama derinlikli bir anlatımla okuyucularla bulşuşturan Leyla Ruhan Okyay, bu sefer bir ilk gençlik romanıyla karşımızda. Yazarımızla yeni kitabı hakkında görüştük.

Sahil kasabası Silivri’de başlayan, İstanbul’da bir yatılı okulda devam eden ve Avrupa’nın pek çok kentine açılan yolculuklarla, birçok mekânı bir araya getiren, çok boyutlu bir roman Leylek Havada. Samimi, birinci ağızdan anlatımıyla iz bırakıyor okurda. Kimi sahneler, yazarın, Leyla Ruhan’ın çocukluk anılarından izler taşıyor gibi, doğru mu?

Değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim. Bugüne dek yetişkinler için öyküler yazdım. Öykü, tutkunu olduğum bir tür. ‘Leylek Havada’ benim, çocuk ve gençlik edebiyatı için kaleme aldığım ilk kitap ve roman. Çocuklar için yazmak, hem çok keyifli hem de büyük bir sorumluluk gerektiriyor. Onların severek okuyacakları bir romanı tasarlarken önceliğim, roman kahramanımla empati kurabilecekleri, arkadaşları gibi hissedecekleri bir karakter yaratmaktı. Bu nedenle çocukluğuma dönüp o duyguları, heyecanları yaşamam gerekti. Bütünüyle değilse de elbette çocukluğumdan, bazı gözlem ve anılardan yararlandım. Önceden iskeletini kurduğum yapıya uygun olacak, heyecan yaratacak, akışı bozmayacak, gülümsetecek, düşündürecek, merak uyandıracak, her şey bu kitaba katkı sağladı. Romanımın okurlarıyla buluştuğumda yazdıklarımın büyük ölçüde yerini bulduğunu anladım ve sevindim. Doğru yoldaydım. Bu nedenle çocuk ve gençlik edebiyatında da ürün vermeyi sürdüreceğim.

Kitabın anlatıcı karakteri Ayça, çocukluğun uçarılığından ilkgençliğe adım atarken, ailesinden uzağa gidiyor ve yatılı okula başlıyor. Aileden ilk kopuş, yeni bir çevreye giriş, bunun onulmaz stresi ve henüz bilincinde dahi olunmayan o sorumluluk duygusu. Çocuklukta “uzaklar”ın çekiciliğine duyulan heyecanla, uzaklaşmaya duyulan korku arasındaki ikilem sizi etkilemiş olmalı.

Bilinmeyen, hep merak edilir. Bu merak, kasabada yaşayan bir çocukta, kentteki çocuğa oranla daha fazladır. Kasabadaki çocuk, kısıtlı bir çevreden kurtulmak ister. Kanatlanıp uçmak, hedeflerine ulaşabilmek için koşulları zorlar. ‘Birey’ olma, kendi başına bir şeyleri başarma endişesi, savaşı da var bunda. Uzaklar, korku ve tedirginlik barındırsa da merak ve istek, galip gelir çoğunlukla. Ayça karakteri, bire bir beni yansıtmasa da, yazarken özdeşleştiğimi söyleyebilirim.. Onun yaşadığı bir çok şeyi yaşamış gibi oldum. Onunla birlikte üzüldüm, yeniden aşık oldum.

Bu olağanüstü güzel bir şey. Farklı bir zaman diliminde kendi yaşamınıza parallel, üstelik çok daha genç bir yaşta yeni bir hayat sürüyorsunuz yazarken. Örneğin Mostar gidip görmeyi çok istediğim bir kentti. Ayça benden önce gördü. Ben kitabı bitirdikten sonra gittim. Mostar’ı slaytlardan, mimarlık eğitimim sırasında gördüğüm derslerden biliyordum.

Evet, yatılı okula gitmek, benim seçimimdi. Ailemden ayrılmak çok zor olsa da bunu yaptım. Hedeflerime ulaşabilmek için iyi bir okulda eğitim görmem gerekiyordu. Onbir yaşındaki bir çocuk için zor bir karar, ikilemdi elbette… Ama bu deneyim, yaşamı o yaşlarda daha iyi algılamama, sorgulamama yardımcı oldu. Kendime güvenimi sağladı.

En iyi gençlik kitabı seçilen bu romanınızı Günışığı Kitaplığı’nın “Köprü Kitaplar” dizisi için yazmıştınız. Bu kitapla, özellikle genç bir kitleye ulaşacağınızı en başından biliyor olmak, yazım sürecinizde bir farklılığa yol açtı mı? Kurgunuzda, duyguları aktarımınızda?

Benim için, ilkgençlik çağındakiler için yazmak çok önemli ve zordu başlangıçta… Onların ellerinden bırakamayacağı, severek okuyacakları, bir kitap yazmak istiyordum. Öncelikle o yaşlarda bir kitaptan beklentilerim nelerdi, onları saptadım. Kitap, beni dış dünyadan koparıp almalı, heyecanla okumamı sağlamalıydı. Mizah barındırmalı, macera yanı olmalıydı. Farklı coğrafyalara götürmeli, başka kültürleri tanıtmalı ve mutlaka aşk olmalıydı… Bir de o yaşlarda yaşamımızın büyük bir bölümünü kapsayan okul hayatından parçalar olmalıydı. Bu nedenle yetişkinlere yazdığım öykülerden farklı bir dil kurmam gerekti… Bütün bu kriterler rehberim oldu. Dolayısıyla yetişkinler için yazdığım öykülerden daha coşkulu, umutlu ve o yaşların uçarılığı ve sevinçlerini barındıran eğlenceli bir kitap oldu. İşin ilginç yanı en az çocuklar kadar yetişkinlerden de, bu kitaba ilişkin çok olumlu geri dönüşler aldım.

Ayrıca bu kitap bana da çok iyi geldi, çünkü yazarken eğlendim, yeniden ilk gençlik yıllarıma döndüm, aşık oldum. Hele ‘Yılın En İyi Gençlik Romanı’ödülüyle taçlandırlması beni onurlandırdı. Gençler, bunu fazlasıyla hak ediyorlar. Onlar, sandığımızdan çok daha duyarlı, donanımlı ve barışçıl olduklarını kanıtladılar bize.

Ayça’nın en büyük hayali turist olmak; “Başka ülkeler, insanlar tanımak!” Bugün bu tanışmaların ve yakınlaşmaların önemi, hele de eğitim sistemimize baktığımızda, sizce ne kadar biliniyor? Ya da öncelikli görülüyor? Çünkü Ayça’nın hayalindeki “turistlik”, belki de barışa giden yolda atılacak en önemli adımlardan biri desek, çok mu romantik olur?
Barış, mevcut politikaların ibresinin, savaştan barışa dönmesi ve bu politikaların eğitimi doğru yönlendirmesi ile mümkün. Bilgisayar oyunlarına varıncaya değin, kültürel araçların bile büyük bir bölümü, yok etmek, ayrıştırmak, öldürmek üzerine tasarlanmış. Dünyada ve ülkemizde gün geçtikçe yükselen ayrımcılık, ötekileştirme, ölüm ve savaş haberleri, hava durumunu sunuştaki umarsızlıkla, hatta çoğunlukla da sansürlenerek verilmeye başladı ne yazık ki...

Gezmek, görmek, özellikle çocuklar için çok önemli. Karşısındakini anlaması, empati kurması, paylaşımın önemini anlaması açısından… Ancak, ‘turist olma’ hali, kısa bir zaman aralığında, tatil atmosferinde, yüzeysel bir bilgi edinme ve tanımayı sağlayabilir. Çocuğun, gencin başka kültürler, insanlara dair bir fikir sahibi olmasına, görgüsünü arttırmasına yardımcı olur. Daha çok ‘eğlence’ yanı ağır basar. Bu çerçeveden bakıldığında salt ‘turistlik’ halinin barışa katkısını ummak, bence de ‘ romantik’ sayılır…

Ayça’nın yaşadığı yıllarda, televizyon, bilgisayar yoktu. Oysa günümüzde, internet, televizyon, kitaplar bu anlamda büyük bir katkı sağlıyor. En önemlisi her kesime ulaşabiliyor ve eğitimde çok daha etkili araçlar.

Yetişkin, çocuk ve gençlik edebiyatında, konusu ne olursa olsun, iyi bir ürün; satır aralarında insanı, barışı, adaleti, yaşamı, okurun sorgulamasını sağlar. Bu anlamda nitelikli her ürün, barışa, insanlığa bir armağan ve katkıdır.

Akışın Biçimine Bir Müdahale (Onur AKYIL)

Dergilerden ve 2008’de Mayıs Yayınlarından çıkan kitabı ‘Kül Falı’ndan tanıdığımız Halil İbrahim Özbay’ın ikinci kitabı ‘Elmanın İlk Anlamı’, Nisan 2012’de Yeniyazı Yayınları’nca okurla buluşturuldu. Onca yoğunluğun arasında kitabı biraz geç okumuş olmak benim ayıbım olsun. Ancak şiirin her daim bir zamansızlık uğraşı olduğu, zamanı kıran / aşan bir uğraş olduğu da göz önüne alınacak olursa, ‘geç okumuş’ olmanın nihayet itibariyle hiç okumamış olmaktan daha anlaşılabilir olduğu da ortada. Tam da burada, şöyle bir karşılıklı gülümsedikten sonra; Halil İbrahim Özbay’ın edebiyat fakültesi mezunu olduğunu ve an itibariyle öğretmenlik yaptığını anımsatarak yazının ‘amaç sınırları’na geri dönelim.

‘Elmanın İlk Anlamı’ aslında okuma kültürü olan biri için fazlasıyla çağrışıma açık bir kitap adı. İnsanın oluş serüvenine dair, çok gerilere değil, en geriye giden bir derinliği barındırıyor. Özbay’da bu noktadan bir çıkış bulmuş olmalı ki kendine, üç bölümden oluşan kitabın bölüm adlarını ‘Kalbin Bilgisi’, ‘Ağzın Bilgisi’ ve ‘Gözün Bilgisi’ koyarak bir ‘insan anlatısı’ oluşturmuş. Bu her şeyiyle uzun anlatıyı da, sevgili kızı Elfin’e ithaf etmiş.

Aslında ‘bilinen’ isimler arasında Özbay’ın şiiriyle inşa ettiği uzunlukları deneyen / deneyimleyen pek kimse kalmadı. Hayatın hızı ve hikâyesi her şeyi minimalize edip, yoğunluk adı altında çürütürken, Özbay’ın şiir yapısı hem bütün hem de dize olarak uzun çalışması, bir direniş biçimi olarak okunabilir. Çünkü şeylerin anlatılması için, şeylerin her yerine dokunan, şeylerle her anlamda ilişki kuran bir anlayışa ihtiyaç olduğu kesin. Fakat doğru yakalanan bu noktanın, şiirlerin yayımlanması aşamasında, şiire zorunlu, kendine ait olamayan bir yapı dayatması işin en kötü tarafı. Özbay’ın uzunlukları, doğru kurulmuş olsa bile, kitap denen sınır içinde, okuyucu açısından zorlayıcı bir sürece dönüşüyor. Bu teknik bir konu ama açıkçası teknik konuların da çok önemli olduğunu ispatlıyor bize. Çünkü birçok şiirde dizeleri şair mi kırmış, kitabı dizen mi anlaşılmıyor. Özbay mutlaka basılmadan önce kitabını görmüştür diye düşünerek, dizelerdeki kırımların ve buna bağlı bazı anlam kırılmalarının, kendisine ait olduğu inancıyla yola devam ediyoruz.

Kitabın ilk şiiri, Seyyale. Seyyale; akıcı, akıp giden anlamlarını taşıyan bir sözcük. Kitabın bu şiirle başlaması, yukarıda değindiğimiz insan anlatısı belirlemesini de doğrulayan bir kavrayışla, akışın başlaması noktasında kendine bir anlam yüklüyor. Akışkan olan insan anlatısının içine düşülmüş akışın biçim değiştirmesi, ölümle ilgili ince ayrıntılar şiirin kuvvetini arttırıyor. Bu şiirde, ardı ardına gelmeyen, aralarında epey mesafeler olan şu dizeler hem şiirin kendisi açısından, hem de şairin genel söyleyiş tavrı açısından önemli, açıklayıcı özellikler taşıyor: ‘ardından bakılacak evsiz pencereler bırakıyorum sana’ / ‘ben ki seyyale tenini her gün rüzgârlı bir bıçakla değiştiren delik deşik biriyim’ / ‘ burada oturmuş fincandaki kahve rengini dinliyorum bir çingenenin’ / ‘yoksa ellerinde suyla bekleyenler seyyale ellerinde namlusuyla bekleyenlere / neden yeniliyor’.

Özbay şiirlerinde karşılaşılan ilginç başka bir özellikse, şairin kendini yazarken / söylerken bazı şeyleri şiirin bütünlüğü açısından bir zorunluluk olarak görmemesi. Kimi şiirlerinde özellikle belirgin bu durum; örneğin ‘seni bana elmaya bulanmış bir ağacın karnında biriktirdi annen’ ve ‘ben de kalktım yüzünden başlayan ilk göğe inandım’ gibi çarpıcı dizelere de sahip olan ‘Renkli Kukla Replikleri’ şiirinde, bazı başka dizelerin bu kuvvetli söylemi incitecek bir rahatlıkla kullanılmış olması şiirin has okurunu şaşırtabiliyor: ‘sonra iplerimi toplayıp kahramanı olmadığım kendi masalımda sustum’…

Özbay bunlarla birlikte sözcüklerin yakınlıklarını da kullanmayı, anlamın yoksulluğunu böyle boğmayı, anlamın sonsuzluğunu böyle zenginleştirmeyi seviyor. Benzer kullanımları olan ‘riya tabirleri’ gibi ifadelere, ilk defa Özbay’da karşılaştığımız ‘gri zekalı adam’ gibi ifadeler eşlik ediyor. Bu tür kullanımların şiir ya da başka bir yazı biçimi açısından pek tutulmaması gereken şeyler olduğu söylense de, yapmayan yoktur. Nihayet itibari ile sözcükler hayat içinde yaklaşırlar ve uzaklaşırlar hem kendilerine hem anlama / anlamlara.

Özbay’ın, ‘Verdiğim Geçici Rahatsızlığın Özrü’ şiirindeki ‘ ama hiç kimse atlarıma sonsuz bir bayır uydurmadığı içindi / sabahları çirkin çıktığım kuyulara geceleri öldürülmüş yusuf’ eksikliğinin muhteşemliği, hemen altından gelen bir bağ dizesiyle bozulmuş gibi görünüyor: ‘olarak güzel güzel dönüşüm çünkü her gece beyaz’; evet altına devam edince şiir gidiyor, akıyor, yürüyor ama sanki tam bütün bunlar olacakken kırmızı da bir süre bekliyoruz… Açıkçası şairin tercihlerine saygı her zaman esastır fakat okurun tercihleri şairin tercihlerinden daha kırgındır, narindir…

Demek istediğim şu aslında; Özbay, yazabileceği / söyleyebileceği bir şeyi zaman zaman kendi eliyle gizliyor sanki; ‘Yüreğe İnmek’ şiirinde kusursuzca yaptığı şeyi bazen yapmak istemiyor gibi görünüyor: ‘ kendime büyürken bir gün eğildim eteğine / düşen gökyüzünün tozuna baktım: / namazın bitince dedim bana ilk aşkın / seni sahi kıldığı öyküyü anlat / örneğin yalındudak topuğundan öptüğün ilk sevgiliyi’. Buradaki bağ dizenin güzelliği ve kullanılışındaki ustalık ortada…

Son olarak kitabın, kendi açımdan en başarılı şiir olarak gördüğüm ‘Komik ve Hüzünlüdür Aşk’tan bir şey paylaşmak istiyorum. Bu şiiri tek başına başka bir mecrada ele alacağımı söyleyeyim; bu kitabın dışında bir şiir çünkü. Kitabın içindeki diğer şiirler akraba, bu şiir sanki karşı komşu. Tek kelime ile çok sevdim: ‘komik ve hüzünlüyüz olan biten bu: yenilsek de sevişerek çekiliyoruz evlerimizden’

Okunmalı.

ELMANIN İLK ANLAMI, Halil İbrahim Özbay, Yeniyazı Yayınları, 2012

Mavi Kanat'ın Kızılderili Çadırı (Engin AKDENİZ)

Büyük kentlerin koşulları insanları doğadan hızla uzaklaştırıyor. Yaşamlarımızda binalara/yollara/araçlara yer açabilmenin bedelini doğaya ödetiyoruz. Doğa dile gelip bu kıyımlara isyan edemiyor elbette. Dile gelmek insana özgü. Ancak doğayı yok ederken kendi yaşamını da yok ettiğinin farkına varmayan/varamayan insanoğlunu kendi bildiğince uyarmaya çalışmadığını söyleyebilir miyiz? Güzel olan da bu uyarılara kulak veren bilinçli bir kesimin özellikle de gençlerin varlığı. Çok yakın bir geçmişte o gençlerin Gezi Parkı’nda, ODTÜ’de nasıl direndiklerini gördük. Doğayı sevmek, doğayı korumak dünyaya güzel bakabilmeyi gerektirir. Çıkarlarının arkasında gözleri kararanların yapacağı iş değildir bu.

“Mavi Kanat’ın Kızılderili Çadırı” adlı çocuk romanı pek çok kez parmak basılan bu konuya aslında tam da zamanında yeniden gündeme getiriyor. Ben romanın kahramanı Gökkuşağı Bade’nin ODTÜ öğrencisi olacağından ya da Gezi Parkı’na çadır kurup ağaçları kollayan o gençlerin arasında yer alacağından hiç kuşku duymuyorum. Ne de olsa o da Mavi Kanat ve Bereketli Toprak gibi bir eylemci. Küçük eylemci! Çekirdekten yetişmek bu olsa gerek.

Paşabey, Kanat’ın ailesinin memleketidir. O, ailesi İstanbul’a göçtükten sonra İstanbul’da doğup büyümüştür. Annesinin özlemle andığı Paşabey, maviyle yeşilin ele ele verdiği bir ilçeyken zamanla bu özeliklerini yitirir. Kanat, doğayı fotoğraflamakla başlayan serüveni onu doğa savaşçısı ilan ettikten sonra Paşabey’in de yanında olması gerektiğine karar verir.

Ancak Kanat olmak ona yetmez. Bunu şöyle açıklar: “(…) Burası benim dedelerimin toprağı. Büyük dedem balıkçıymış. Ekmeğini denizden kazanırmış. Bak, bugün dedemin ekmeğini kazandığı o deniz ağlıyor. Mavi denizin gözü yaşlı. Ben de bu nedenle Mavi Kanat olmaya karar verdim. Sence de öyle değil mi? Denize mavisini geri vermemiz gerek.”

Böylece Kızılderilileri, onların doğaya verdiği değeri kendisine rehber edinen Mavi Kanat, Paşabey sahiline bir Kızılderili çadırı kurarak insanlarda farkındalık yaratmanın ardına düşer. Kızılderililerin temsilcisi Yürüyen Boğa’nın sözleri kulağına küpedir: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam, paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Ona ilk destek Toprak’tan gelir: “(…) Dünya insana ait değildir; insan dünyanındır” Derken en küçük eylemci Bade de aralarına katılır. O da “doğanın bir parçası olduğunu unutan insanlar”ı uyarmayı görev bilir.

Ancak bu işler öyle kolay değildir. Paşabey’de yeşilin ve mavinin yerini alan siteler, oteller, kafeteryalar, tüm işletmeler (bu can çekişen denizin, yardım çığlıkları atan kumsalın sırtından para kazanan insanlar) yaratılmak istenen farkındalıktan hoşlanmayacaktır: “İleri geri konuşup duruyormuşsunuz. Buraların huzurunu bozarsanız sizin de huzurunuz bozulur.”

Bu mücadeleden kim galibiyetle çıkacak dersiniz?

Gökkuşağı Bade’ye kulak verin: “Dünyanın başı dertte. Siz bunu bilmiyor musunuz?”

Biliyoruz diyen çocuklar! Sizi de “Mavi Kanat’ın Kızılderili Çadırı”na Bekleriz.

Mavi Kanat’ın Kızılderili Çadırı, Sevda Müjgan, Çocuk romanı, Gendaş Yayıncılık, Kasım 2013

Mavi Gözler Siyah Saçlar: Büyük Saptırma (Ozan Utku AKGÜN)

Kadının ve erkeğin kaybolduğu bir an vardır, kimliksel olarak değil, saptırılmış biçimde. Duras'taki aksiom budur. Yazarın yalan söylediğini, yazının kestirmeden giderek imkânsız bir manzarayı kurar gibi yaptığını (aslında işlerin böyle olmadığını) falan söylediğimizde Mavi Gözler Siyah Saçlar denen kitaptan hızla uzaklaşırız. Sanırım Duras kitaplarını okumanın en kolay yolu Duras'ın bir despot olduğunu akıldan çıkarmamaktır; asla bir meseleyi tartışmaya davet etmez, inanmak ya da inanmamak söz konusudur, yazılana inanıyor musunuz, inanmıyor musunuz, tek mesele budur.

Gilles Costatz, kitabın çıktığı gün yapılan bir söyleşide Duras'a sorar: "Yeni kitabınız 'Mavi Gözler Siyah Saçlar'da hiç kullanmadığınız bir sözcük varsa o da 'eşcinsel'. Oysa erkek kahramanı düşündüğümüzde ilk akla gelen bu. " Duras yanıtlar; "Doğru, bu sözcüğü artık hemen hiç kullanmıyorum. Bu kitaptan önce sık sık kullanırdım. Şimdi sözcüğü yalnızca belli bir gizli amaçla kullanıyorum. Kitapla birlikte, bu sözcük sahte, moda bir sözcük oldu. Sözcük, anlamını iyi ifade etmiyor. Ayrıca bu anlamın varlığına, henüz üç yıl önce inandığım gibi inanmıyorum da. Eşcinsellik yalnızca cinsel değil, çok daha geniş, derin bir şeydir. Çok daha önce başlar, çok daha korkunçtur. Cehennemidir." ( Duras: 113) İşte budur Duras'ın marifeti, pervasız iddianın neredeyse bir doğa haline getirilmesi, şüphesizliğin (lack of doubt) sunumudur. Şüpheden eksilmenin şiddetini an be an görebiliriz Duras'ta, ondaki sansasyonel kesinlik kimliklerin grameriyle ilgilenmeye tenezzül etmez, saflaşmaya çabalayan bir miktar arzunun her şeyi saptırdığı ve yoğunlaştırdığı bölgeyi yazar- her tür deneyimde; yazı ve yaşantı diye ayırdığımız an odağı kaybederiz.

Kadınlık-erkeklik mehfumlarının yapı eklerinde oyuncul takaslara yönelen bir el kabiliyeti değildir bahsettiğim; unutma becerisinin/kaybolma konsantrasyonun yazı haline gelebildiği bir andır, bir kafasızlık doruğu: Alkolikliğine, kitaplarındaki alkoliklere, çıldırmış vücutlara, bir filmi için “Aurélia Steiner Vancouver’in filmi imkânsızdı. Yapıldı." demesine hep burdan bakılmalıdır kanımca. Ha, bir de "Yapıldı." dedikten sonra ekler; "Film harika, çünkü imkânsız olanı düzeltmeye hiç kalkışmıyor bile. O imkânsızlığa eşlik ediyor, onunla yan yana yürüyor.” (Duras: 70) İşte imkânsızla, onu düzeltmeden yan yana yürümeyi kavradığımız an Mavi Gözler Siyah Saçlar'daki parası ödenmiş aşkın kendine has büyüklüğünü de kavrarız. Kitaptaki bütün aşkların birbirlerine eşlik edişindeki arzuyu ancak böyle kavrayabiliriz.

Bir tiyatro, yazı tiyatrosu olarak kurulmuştur, asla oynanmaması gereken bir şey. İnanmayan ağızların metni taşıdığı, söylenen söze teslim olmadığı, kadının kadın erkeğin erkek olduğu o düzeltilmiş anı görmek istemez. Çünkü Duras'taki saptırma hali bir an bozulduktan sonra söylenen her şey lafügüzaf; ondaki bütün ağlamalar, çığlıklar.. hepsi. Arzu dalkavukluk yaparak değil, belli bir zorunlulukla cinsiyetin/cinselliğin örgüsünü bozmaktadır. Bu trajik doğa, tercihler- idealler- deneyimler şablonuna indirgediği an dağılır gider. Seçimler yoktur bu düzende, bolca teslimiyet, bolca kaçış, bolca boğazlama vardır. Demokratik tek bir an bile tarif edilmez.

"Bir tür çıplak kuvvet;" der Foucault, Marguerite Duras'tan bahsederken; "bunun karşısında kendini bırakıyor insan, bunun üzerinde ellerin hâkimiyeti yoktur. Bu kuvvetin varlığı, bu hareketli ve kaygan kuvvet, aynı zamanda kaçak bu varlık; işte ondan söz etmemi engelleyen bu, ama aynı zamanda beni ona bağlayan da bu." Şunu da söyler: "İmgeler ve şahıslarla bu yoksulluk sanatına, bu anısız belleğe, aslında yalnızca bir tavrın, bir bakışın içinde billurlaşan bu dışarı parçasına sonuçta nasıl varabildi?" (Foucault: 315-317) Bu dışarı parçasına varmak, sahiden, çok önemlidir Duras'ta, kitaptaki kadın ölümünü dışsallaştıracağı bir an peşindedir. Çıplak bir odada, siyah bir saten ve kayan ışıklarla kurulan bu olası tiyatroda uyku ve unutkanlık hazırlar o dışsallığı, belleğin sahibine kim olduğunu tarif edemediği kaptırma anına kadar kesinlikle yükselinir. Hareket budur, azalarak ve unutarak yükselme. Arzunun belleğin bilgilerini kullanamadığı bir gerçeklik anı. Orada kadının ve erkeğin sahiden kaybolduğu bir an var.

Marguerite Duras, Mavi Gözler Siyah Saçlar, Çev: Roza Hakmen, Can Yayınları, 1987
Marguerite Duras, Yeşil Gözler, Çev: Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, 2008
Michel Foucault, Sonsuza Giden Dil, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2006

Oates'in Acı Ülkesi (Şamil YILMAZ)

Joyce Carol Oates’in Acı Ülke’sindeki Bacaksız adlı uzun öykü şöyle başlıyor: “Nasıl karşılaştığımızı merak ediyorsunuz. Bizim gibi insanların.” Konuşan Jane Erdley adında genç bir kadın. Bir kütüphanede çalışıyor. “Bizim gibi insanlar” dediği, bedenlerin ve arzuların kabul görmüş konvansiyonel biçimleri dışında var olanlar. Jane Erdley’nin bacakları yok. Çocuk denebilecek yaşta geçirdiği bir kaza sonrasında iki bacağı da “dizlerinin üzerinden” kesilmiş. Jane şimdi protez ikameler ve koltuk değnekleri kullanıyor. Kötü mü? Biraz öyle gibi, biraz da değil gibi. Buyrun: “Koltuk değneklerimin üzerinde güçlüyüm, becerikliyim— spor salonundaki bir kız gibi bacaklarımı havaya savurabiliyorum! Koltuk değneklerimin üzerinde öyle inatçı ve insafsız bir yetkinlik sergiliyorum ki sizin yetenekleriniz yolda kalır.” Jane’in baştaki alıntıda “bizim gibi insanlar” dediği, bizler gibi olmayan insanlar. Bizler: Bedensel olarak klasik güzellik tanımının içine sığanlar. Tam olanlar. Bedenlerindeki erotik bölgeler gizli bir şebeke tarafından tanımlanıp belirlenmişler: Çoğunluk.

Jane Erdley ve hayatına girenlerse, farklılar. Tyrell Beckmann örneğin; sıradan, iki kız babası, evli bir adam. Dikkate değer hiçbir özelliği yok. Fakat Jane’e duyduğu arzudan konuşmaya başladığında, işin rengi radikal bir biçimde değişiyor: “Gülüyordun ve çok güzeldin —eteğinin hemen altında parlayan bağlarınla, koltuk değneklerinle— diğer kadınlar çok —çok— sıradandı ve hantal— onlar sadece yürüyorlardı. Sen ışıldıyordun ve sen uçuyordun. Parıldayan kızıl saçlarınla, güzel yüzünle sen ışıldıyordun ve (…) bayılacakmışım gibi hissettim, ardından bakakaldım, senin gibi birini hiç görmemiştim— senin yanında tüm diğer kadınlar dümdüz, bacakları hantal, ayakları çirkin.”

Bacaksız, bedene dair erotik imgenin tümüyle dönüştürüldüğü sarsıcı bir öykü. Kuir, tanımlarından birine tutunduğumuzda, öteki arzunun, tanımlanıp sabitlenmeye direnen öznelliğin, hep tanımlanmaya çalışıldığı yerin ötesine doğru uzanan varlığın kuramıysa şayet, ki öyle gibi görünüyor, Jane Erdley’nin tedirgin edici grotesk dünyası kuiri hem içeriyor hem de onu dışlıyor. İçeriyor çünkü Jane duymaya alışık olduğumuz bir hikâye anlatmıyor bize. Tuhaf, grotesk, tedirgin edici bir cinselliğin ve ona bağlı öznelliğin beklenmedik dili duyduğumuz. Çoğunlukla orta sınıf değerlerin, klasik beden ve güzellik algısının temsiline izin veren dil, Bacaksız’da, hiç ummadığı bir gerçekliğin içinde, karanlık bir yabancılaşmaya maruz kalıyor.

Ve bu dil, aynı zamanda, kuiri dışlıyor. Çünkü Jane reddedilen değil farklı bir bedensellikle tanımlanmış yeni ve daha yırtıcı bir kadınlığın sözcüsü. Sürekli olarak çelişkiler üreten fakat ürettiği çelişkileri tedirgin edici ve neredeyse imkânsız bir ironiyle çok içerden sahiplenen Jane’in sesi, hiç ummayacağımız kadar güçlü ve kendi merkezini arayan, bulduğu her seferinde ona sıkı sıkı tutunan bir ses. Kuirin altını boşaltmaya çalıştığı modernizmin köken, sabitlik, merkez gibi ontolojik kategorilerini ve cinsel kimlikleri oyun, temsil, tekrar, olumsallık gibi aşındırıcı kavramlarla düşünen post-modern mantığı kabul edebilecek mesafe yok anlatıcıda. Zaten bunu istemiyor da. Jane, bir şeyi yıkmıyor. Onu —hikâyenin bir yerinde ironik bir vurguyla alıntıladığı— yapı bozuma uğratmıyor. Kimliğin zeminini boşaltıp yersiz yurtsuzlaştırmıyor. O, verili dili zorlayarak orada yeni sabitlik bölgeleri, yeniden tarif edilmiş erotik uzuvlar oluşturuyor. Çünkü onlara ihtiyacı var.

Benim için kuir teorideki sorun, aşağı yukarı, biraz böyle bir şey galiba: Varlığın merkezinin boş bırakıldığı yerde sadece, oyun, oluş, şenlik gibi pozitif kavramlarla işleyen bu düşünsel şebeke, alt etmeye çalıştığı modernist katılığı ontolojik bir baygınlığa, bir çeşit zeminsiz savruluşa dönüştürürken, insan çocuğunun oyun ve oluş’tan fazlasına ihtiyaç duyduğu gerçeğini görmezden geliyor sanki— kurucu körlük diyelim. Oates’in bu noktada bir yüzey fetişi olan post-modernizmi, en önemsediği “kavramsal” araç olan bedenle sıkıştırmış olması tesadüf değil. Çünkü beden; “olay”ın kendisinde gerçekleştiği ve aynı zamanda olayın kendisi olan bu tuhaf fenomen, sadece kesintisiz bir yer değiştirme olan oluş’un değil, kendine bir konum seçip orayı bir süreliğine sahiplenen olay’ın da mekânıdır. Ve arzu, Bacaksız’da başka bir tanımla karşımızda çıktığı; yani beklenmedik ve dönüştürücü gücüyle dil aracılığıyla bir olay’a dönüştüğünde, özneyi de o sabit kararlılığın yüreğine çeker. Çünkü öznenin o an orada var olmak dışında başka bir seçeneği yoktur.

Joyce Carol Oates, Amerika’nın yaşayan en büyük yazarlarından biri. Daha önce Türkçede yayımlanmış bir dolu romanı ve iki hikâye kitabı daha var: Lanetliler ve Kalp Koleksiyoncusu. Oradaki öyküler de en az Acı Ülke’deki öyküler kadar karanlık, grotesk ve hiç ummadığımız bir biçimde politikler. Oates’in en belirgin özelliği, anlattığı hikâyeleri normalleştirmeden, tüm karanlıkları ve tuhaflıklarıyla, hatta o tuhaflıkları bazen sonuna kadar sömürerek anlatabiliyor olmasında. Örneğin Bacaksız’daki kesik uzuvların merkezde olduğu sevişme sahneleri bizler o sahneleri irkiltici bulmayalım diye değil, aksine tam da irkilelim, rahatsız olalım diye yazılmış sahneler. Genel ön yargıları devralmış —öykünün adına dikkat—, onların tüm arızi potansiyelini harekete geçiren bir dili var Oates’in. O kadar şahane bir biçimde politik doğruculuğa yüz vermiyor ki, sonunda ortaya çıkan şey, her türlü zorlama politik tavırdan çok daha sahici bir biçimde politik olabiliyor...

Acı Ülke’yi okuyun, çünkü bir kez daha, edebiyatın hem siyasetten hem de kuramdan daha fazlası olduğunu hatırlatacak size…

Saklananlar ve Söylenenler: Türk Romanında LGBT Kimliklerin Yol İzleri (Remzi ALTUNPOLAT)

Edebiyat tarihçileri, tarihin en eski yazılı destanı Gılgamış’ın, aynı zamanda hemcinsler arasında aşk ve arzuyu “erkek dostluğu” çerçevesinde ele alan ilk metin olduğunu söylerler. Destanın kahramanları Gılgamış ve Enkidu arasında açıkça cinsel yakınlaşmaya dair tasvirler yoksa da duygusal bir bağlanmanın varlığına dair göndermeler bulunmaktadır. Kadim Yunan’ın büyük ozanı Homeros’un Batı edebiyatının temel kaynakları sayılan İlyada ve Odysseia Destanları’nda tanrılar tanrısı Zeus’un ve Apollon’un “oğlanlarla” yaşadığı aşklara yer verilmekte; Akhilleus ile Patroklos arasındaki aşk yine erkek dostluğu teması etrafında işlenmektedir.

Modern romanın Cervantes’le başladığı kabul edilirse roman türünde eşcinselliğe ve hâkim normun sapkın olarak kodladığı cinsel pratiklerle ilgili temsillere 18. Yüzyıldan itibaren rastlanacaktır. John Cleland’ın Fanny Hill: Bir Kadının Zevk Anıları (1749) eşcinsel ilişki tasvirleri içermesi nedeniyle yasaklanan ilk yapıt olmuştur. Yüzyılın sonlarına doğru Marquis de Sade’ın her türlü cinsel arzu ve pratiği kaleme döktüğü başyapıtı Sodom’un 120 Günü (1782) ise yayınlanmak için 1904 yılını bekleyecektir.

Romanda eşcinsellik temasının canlanması ise 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında gerçekleşecektir. Oscar Wilde’ın satır aralarında ve simgelerle eşcinselliği işaret ettiği Dorian Gray’in Portresi (1891) ile yazarının halen kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte Wilde’a ait olduğu tahmin edilen, bu kez açıkça erkekler arası eşcinsel aşkı anlatan Teleny (1893) modern eşcinsel edebiyatının oluşumunda öncü rol oynayacaklardır. Ardından Brezilyalı yazar Adolfo Caminha’nın Merhamet Sokağı (1895), Rus yazar Mikhail Kuzmin’in Wings (1906), ABD’li yazar Edward Prime-Stevenson’ın Imre: A Memorandum (1906), Marcel Proust’un modern edebiyatın doruklarından Kayıp Zamanın İzinde (1913-1927), Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm (1913), E. M. Forster’in ölümünden çok sonra ancak 1970’de yayınlanan Maurice (1914) adlı eserleri erkek eşcinselliğini odağına alan ilk romanlar olarak edebiyat tarihlerindeki yerlerini alacaklardır. 1928 yılında yayınlanan ve yasaklanan Radclyffe Hall’ün The Well of Loneliness’i ise lezbiyen aşkın açıkça anlatıldığı ilk romandır.

Türk Edebiyatı’nda eşcinselliğin arkeolojisine girişildiğindeyse karşımıza çıkan genellikle erkek eşcinselliğidir. Gerek Divan Edebiyatı’nda gerek Halk Edebiyatı’nda erkekler arası arzu ve aşkın izleri sürülebilir. Divan şiirinde genç erkeklere duyulan tutku üstü örtülü bir biçimde dile getirilse de 18. yüzyıl Divan şairlerinden Enderûnlu Fazıl’ın farklı milletlerden oğlanları tasvir ettiği ve kösnül duygularını yansıtmaktan çekinmediği Hûbân-nâme (Güzel Oğlanlar Kitabı) adlı mesnevisi eşcinsel edebiyatın başyapıtlarından sayılabilecek düzeydedir. 17. Yüzyılda Hamamcılar Kethüdası Derviş İsmail’in kaleme aldığı Dellâkname-i Dilküşâ (Gönüller Açan Tellâklar Kitabı) Osmanlı’da eşcinsel metinler denildiğinde ilk akla gelen eserlerden birisidir. Halk edebiyatında ise, Köroğlu Destanı bir erkeğin başka erkeklere duyduğu aşkı anlatan ama Köroğlu hâkim erkeklik kurgusunun timsali sayıldığından olsa gerek suskunla geçiştirilen en önemli eserlerden birisidir. Destan’da Köroğlu’nun âşık olduğu gençler ve onları kaçırışı hikâye edilmektedir.

Modern Türk edebiyatında eşcinsel ilişkilerin anlatıldığı ilk eserler, farklı düşüncelerin Türkiye’de ilk kez kapsamlı biçimde tartışıldığı II. Meşrutiyet devresinde verilmiştir. Maddecilik, sosyalizm, anarşizm ve nihilizme dair yazdığı eserlerle bilinen Baha Tevfik’in erkek eşcinselliğine dair Ah Bu Sevdâ (1910) Aşk Hodbini (1910) adlı öyküleri ile adı edebiyatımızın ilk psikolojik romanına çıkmış Eylûl’ün yazarı Mehmet Rauf’un lezbiyen ilişki sahnelerine yer verdiği Bir Zambak Hikâyesi (1910) adını taşıyan kısa romanı öncü yapıtlardır.

Bu öncülerin devamı gelmez. Cumhuriyet devri, LGBT kimliklerin edebiyattaki temsilleri bakımından uzun bir suskunluk dönemidir. “Sokağın anahtarının elinde olduğu söylenen” Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ya da Proust’un izinde geçmiş zamanın peşine düşen Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerinde yazarlarının eşcinsel eğilimlerine rağmen eşcinselliğe dair herhangi bir imaya rastlamak güçtür. Bugün artık eşcinsel olduğu bilinir, söylenebilir hale gelmiş olan Sait Faik’in öykülerinde- özellikle Alemdağda Var Bir Yılan (1953)’daki öyküler – yahut Nahit Sırrı Örik’in Tersine Giden Yol (1948) ve Sultan Hamid Düşerken ( 1957) romanlarında eşcinselliğe yapılan göndermeler belli-belirsiz, altan alta kendini hissettirmektedir.

Osmanlı tarihindeki eşcinsel pratikleri anlatmaktan çekinmemiş “tarihi sevdiren adam” Reşat Ekrem Koçu’nun Erkek Kızlar (1962) ve Kösem Sultan (1972) adlı tarihsel romanlarında doğrudan eşcinsellik, oğlancılık ve transvestizm temalarına yer vermemişse de bu temalar etrafında dolanır.

Tezli tarih romanı denilince akla ilk gelecek isimlerden biri olan ve yapıtlarında kaba cinselliğe geniş yer veren Kemal Tahir, Osmanlı toplum yapısının Batı’dan bütünüyle farklı olduğunu ortaya koyma çabasıyla kaleme aldığı Devlet Ana (1967)’da eşcinsellik hayvanilikle, fiziksel saldırganlıkla, ahlâksızlıkla, kötücüllükle eşleştirilir. Ve tabi ki Türk’lerde oğlancılığın olmadığının altı çizilerek, eşcinselliğin “bize” değil “gâvura”, “yabana”, “yabancıya” ait bir musibet olduğu Milli Genesis’in başat unsuru haline getirilir.

Eşcinselliğin olumsuz ve karikatürize biçimde ele alındığı bir başka yapıt ise gazeteci Necmi Onur’un kaleme aldığı Kör Sait’in Oğlu (1981)’dur. 12 Eylül rejiminin yaşandığı günlerde dönemin ünlü bir politikacısı, hatta önde gelen devlet elitlerinden birini hedef tahtasına koyan roman yayınlanır yayınlanmaz toplatılır.

Eşcinselliğin, transeksüalitenin ve sistemin sapkın ya da anormal olarak kodladığı cinsel kimliklerin Türk romanında bağımsız bir tema olarak gündeme gelmesi 1980’lerde başlayacaktır. Hangi Seks (1976)’deki denemelerinde cinsel sapmalar üzerine kalem oynatan Attila İlhan Fena Halde Leman (1980) ve Haco Hanım Vay (1984) romanlarında sapma olarak kodladığı cinsiyet hallerini masaya yatırır. Kemal Tahir kadar şematik olmasa da Attila İlhan’ın derdi de bu tür eğilimlerin sınırlı marjinal bir çevrede yaşanan Türk toplumuna “yabancı” fenomenler olduğudur.

İlk kitabı Son İstanbul (1985)’dan başlayarak öykülerinde eşcinselliği, geçişken, değişken ve sınırları ihlal eden cinsel kimlikleri anlatan Murathan Mungan bu izleği Üç Aynalı Kırk Oda (1999) adlı çok katmanlı romanıyla yeni bir evreye ulaştıracaktır.

Aynı yıllarda eşcinselliğe dair ilk kapsamlı çalışma olan Türkiye'de Eşcinsellik (Dün, Bugün)’i kaleme almış Arslan Yüzgün’ün Mavi Hüviyetli Kadınlar (1987)’da topladığı öyküleri ise edebi değerinden çok belli bir tarihsel uğrakta yayınlanmış olması dolayısıyla zikredilebilir.

Hülya Serap Doğaner’in Leyla ile Şirin (1992) adlı romanı Türk edebiyatında iki kadının birbirine duyduğu aşkı adını koyarak anlatan ilk roman olacaktır. Transların ana karakter olduğu romanlar içinse 2000’leri beklemek gerekecektir. Sibel Torunoğlu’nun Travesti Pinokyo (2002) adlı romanı ve Mehmet Murat Somer’in 2003’den bu yana yayınladığı başkahramanı travesti dedektif Burçak Veral olan Hop-Çiki-Yaya Polisiyesileri serisi (Jigolo Cinayeti, Peygamber Cinayetleri, Buse Cinayeti, Ajda’nın Elmasları, Kaderin Peşinde, Peruklu Cinayetler Huzur Cinayetleri) özellikle anılmaya değer yapıtlar.

1990’lar edebiyatımızın iki doruk isminin, Bilge Karasu’nun Kılavuz (1990), Selim İleri’nin ise Cemil Şevket Bey - Aynalı Dolaba İki El Revolver (1997) ile eşcinselliği merkeze alan ürünler verdiği yıllar. İleri, Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin’de eşcinsellik temasını sürdürecek soprano Handan Sarp ile terzi yamağı bir kızın hüzünlü aşkını anlattığı Yarın Yapayalnız (2004)’la bir başyapıta imza atacaktır.

2000’lerde ise Türk edebiyatında LGBT kimliğini öne alan yahut LGBT temalı kitaplarında romanların sayısında artış yaşanacaktır. Romanlarından hep kadınların hikâyelerini anlatan Duygu Asena son romanı Paramparça (2004)’da yönünü iki erkek arasındaki aşka çevirecek; Perihan Mağden, daha sonra beyaz perdeye uyarlanan İki Genç Kızın Romanı (2002)’nın ardından bir üçüncü sayfa haberinden yola çıkarak okuyucuyla buluşturduğu Ali ile Ramazan ( 2010) romanı hayli ses getirecektir. Çok satan kitapların yazarı Ayşe Kulin’in Gizli Anların Yolcusu (2011) ve onun devamı niteliğindeki Bora’nın Kitabı (2012), sathi biçimde stereotip eşcinsel kurgusu üzerinden eşcinselliği anlatmaya çalışan yine çok satma niyetiyle yazılmış bir roman olmaktan öteye gidemeyecektir.

Tarihten saklananların hikâyelerini dolaptan çıkartacak güçlü yapıtlara, Türk edebiyat tarihini Kuir süzgecinden geçirecek tecessüs sahibi kalemlere, insanın cinsel varoluşunu bütün çeşitliliği ve çoğulluğu ile ele alacak zengin metinlerin sayısının artmasının gerektiği ise muhakkak.

Kuir Düş'ün (Melike UZUN)

Kuir [ing: Queer] ekseninde yayınlanacak kitaplar dizisi için Düş’ün isabetli bir kavram. Çünkü kuir kurallar ve mantık silsilesi içinde geliştirilen bir disiplin olmaktan çok, yolu “düş”e çıkan bir bakış. Sel Yayınları’nın kuir dizisi biraz da bu yüzden olsa gerek “Queer Düş’ün” adıyla çıkıyor. Şimdiye kadar üç kitap çıktı bu diziden ve üçü de kuiri farklı yönlerden kavramamızı sağlayacak türden.

“Queer Tahayyül”, makalelerden oluşan bir derleme. Bu derleme kuirin çok da uzak olmayan tarihini ve içeriğini, eğer yapılabilirse tanımını anlamamıza elveriyor. Queer Tahayyül’ü derleyen Sibel Yardımcı ve Özlem Güçlü ile yaptığım söyleşide şöyle diyorlardı: “Bu zaman boyunca, hem tuhaf, yamuk hem de ibne demek olan, dolayısıyla olumsuz anlamlarla yüklü bir kelimenin, damgalanıp dışlanmasına neden olduğu grup tarafından sahiplenildiğini görüyoruz. Buradan bizi cinsiyete, cinselliğe, cinsel yönelime dair temel varsayımlarımızı yeniden düşünmeye davet eden kocaman bir düşünceler, metinler ve pratikler yelpazesi çıkıyor. Bu müthiş bir özgürlük imkanı tabii. Bunun yanında, queer’in açtığı alan cinsellik ve cinsiyetle de sınırlı değil. Queer teori içinde cinsellik ve cinsiyetin, ırk, etnisite, sınıf, sakatlık gibi farklı kimliklerle kesişimlerinde nasıl şekillendiği önemli bir hareket noktası haline geldi.” Yapıtta, derleyen yazarların tanımı doğrultusunda, kuir teorinin hareket noktası olan cinsellik ve cinsiyet, ırk, etnisite, sınıf, sakatlık gibi farklı kimliklerle kesişimlerinde nasıl şekillendiğini anlatan makaleler bir araya getirilmiş.

Queer Tahayyül’de derlenen makalelerle kuirin tarihi ve tanımıyla tanışan okuyucu dizinin ikinci kitabı olan “Straight Düşünce”’de düz, eşcinsel olmayan, heteronormative düşüncenin hegemonik olduğu gerçeğinden hareketle, dayatılan hetoroseksüelliğin güçle sürdürüldüğü toplumsal düzene savaş açan lezbiyenlik anlatılıyor.

Mesele şu ki heteroseksüel kültürde kadın ve erkek cinsi üzerinden dar alanlı mücadeleler hiçbir işe yaramayacaktır. Feminizm de bunlara dahil. Her ne kadar feminist mücadele olmasaydı lezbiyen mücadele de olmazdı, dense de feminizm bugün heteronormative sınırlar içine hapsedilmiş durumda. Gerçek bir dönüşüm için düşünce, dil, sınıf kategorisi olarak kadın ve erkek cinsini reddetmek gerekir. Bu noktadan hareketle lezbiyenler kadın değildir.

Monique Wittig’in Straight Düşünce’sinde, düz düşünceden “kuir”e geçişin “lezbiyen” dilidir bu söylenenler. Söylenenlerin eyleme geçmesinin olanağı “dil”dir Wittig’e göre. “Cinsin katı yasasına ve sistemli zorlamasına karşın je(ben) diyebilme imkanı, bütün bireyler için birbirleriyle konuşmak, cinslerin dışında birbirlerini kavramak imkanıdır. (…) yani cins tamamıyla yok edilmelidir. Bu girişimin tamamlanabilmesi için bizzat dilin kullanımı yoluyla bütün araçlar mevcuttur.” Bu araçlardan yaratılacak ‘Truva Atı’, eşcinsel özneleri düşman bölgeye yaymalıdır Wittig’e göre. Yapıtta, lezbiyen, eşcinsel mücadelede edebiyata ve kelimelere biçilen rol, yabana atılmayacak cinsten.

Dizinin üçüncü kitabı “Çuvallamanın Queer Sanatı”nda ise bambaşka kişiliklerle kesişir teori: vasat akıllı, şapşal, unutkan, çocuksu karakterlerle… Aslında şöyle de diyebiliriz: Judith Halberstam, kuiri fark etmeden hayatımıza nasıl dahil ettiğimizi anlatır. Kung Fu Panda, Tavuklar Firarda, Kayıp Balık Nemo, Sevimli Canavarlar, Oyuncak Hikayesi, Robots, Shrek, Kayıp Balık Nemo ve pek çok animasyon filmleriyle kuir hayatımızın ortasındadır. Filmlerin ortak noktası, kahramanların idealize edilmiş “başarı” hikayelerinden çok “başarısızlık” ya da “alt”ta olma halinin ön plana çıkarılmış olması. Bu filmlerdeki kahramanların, özellikle, belli bir ahlâk anlayışlarının, dini inanışlarının olmaması, bedenlerini ve hayatlarını kontrol edebilecek güçten yoksun oluşları onları “kuir” yapar.

“Çocuksu olanla, dönüştürücülük ve queerin arasında beklenmedik yakınlaşmalara yol verdiğini gördüm” diyen yazar, beyaz erkek aptallığını konu eden, yazarın deyimiyle dördüncü sınıf ergen komedisi Kanka, Arabam Nerde (Dude, Where Is My Car/ Danny Leiner) adlı filmin kuir geçişlere pek çok sağlam filmden daha uygun olduğunu uzun uzadıya anlatır. Bir anlamda, mükemmel olduğu için değil, aptal, sakar, sarsak olduğu için yakınlaştığımız kahramanların pratikleri, izleyiciye farkında olmadan kuir olanak olarak yansır. Transseksüel bir kadının transseksüel erkek arkadaşını öpmesi karşısında aptal kahramanların, “şimdi bu bizi iğrendirmeli mi yoksa uyarmalı mı” sorusu, kendini pek az önemseyen bu kahramanların izleyiciye de aynı duyguyu geçireceği bir kuir anlatı olanağını içinde taşıyor olabilir.

“Zayıfların silahı” olarak çuvallamaya sahip çıkmalı, düşüncesini işleyen kitap, hiç kimsenin kaçamadığı, yalnızca yok sayabildiği “zaaf anları” “zaaf durumları”yla barışma fikrini de alttan alta, bir kişisel gelişim kitabından çok daha ustalıkla, fark ettirmeden veriyor.

Normların üretimine derinden bağlı başarı, zeka, akıl, hafıza kavramlarının ters yüz edilişiyle karşı karşıya kaldığımız bir yapıt olarak “Çuvallamanın Queer Sanatı, ölüm ve hayal kırıklığının etrafından dolanacak yollar aramak yerine, sonlu olanı kabul eder; absürd, şapşal ve umutsuzca şavalak olanı kucaklar. Sınırlar ve sonlara direnmek yerine, gelin de kaçınılmaz fantastik çuvallamalarımıza geri dönelim”

Sonuç şu : “Çuvallamayı Daha Çok Pratik Edin!”

Kuir Teori ve Edebiyat (Şükrü KELEŞ)

Kuir [ing: Queer] teorinin ne olduğunu söylemek epey çetrefilli bir iş. Onu ilginç kılan reddettiği düşünme kalıpları üzerinden teoriyi anlamaya çalışıyor oluşumuz. Bu nedenle teorinin neliği üzerine söylenecek her söz, neye karşı olduğu ile yer değiştiriyor. Teorinin ilginçliği de buradan geliyor biraz, yani yerleştiği muhalif konumu sıkı sıkıya sahiplenip normali oluşturan her tür ana akım düşünme biçimini zehir zemberek eleştirmesinden.

1980’lerde heteroseksüeller, eşcinsel ve biseksüelleri aşağılamak amacıyla kuir terimini kullanmışlar. Sonra LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) bireyler benimsenmiş bu sözü, eylemlerde attıkları slogana taşımışlar. -Buradayız, kuiriz-buna alışın!- Zamanla kuir, bir nevi ıslah edilmiş ve içerdiği hakaret anlamının içi boşalmış.

Kuir’in, bir teori olarak olgunlaşmaya devam ederken, daha çok kimlik üzerine düşünce ürettiği bilinir. Teori, son otuz yıldır ilgili akademik alanların içinde yer aldı. Kuramın öncülerinden biri olan Butler, cinsiyet ve cinsel yönelimlerin (eşcinsel, biseksüel ve heteroseksüel) tanımladığı kimliklerin baskıcı olabileceğini yazdı, söyledi. Evet, ilk yıllarda akademik camiada belli bir ağırlıkta soyut bir kuram olarak yer alsa da artık, her yerde duyduğumuz, okuduğumuz bir kavram olduğu söylenebilir kuirin.

Son yazdığım cümleyle ilişkili olarak bağlamdan uzaklaşmadan iki örnek vermek istiyorum kısaca. 21. LGBT Onur Haftası’nda “Transfobi ve Çatışan Feminizmler” başlıklı panelde feminizmin trans bireyleri ne kadar kapsadığına ilişkin bir tartışma yürütülmüştü. Hatırladıklarımla kısıtlı kalarak şöyle diyordu aktivist Ankaralı Gacı, Gani: “Kadın mı? Feminist akımın içinde yer alan kimi feministler beni kadın olarak görmüyorlar. Bir türlü anlatamadım gitti, kadınım ben. Kadınlık için nelerimi verdim ben, bilmiyorlar. Benimle bazı konularda kadınlık yarışına girmesinler, arkada kalırlar!” Bu çıkıştaki hışmın -kimi feminist yapılanmalar içinde olması bir yana- kadınlık kimliğinin neliğine ve kimin kadın olup olmadığının bir başkasının insiyatifine bırakılmasına yönelik olduğu açık değil mi? Diğer örnek ise İstiklal Cadde’si üzerindeki LGBT Onur Yürüyüşü’nden. Cadde üzerindeki dükkânlardan birinde çalışan on dokuz yaşındaki erkek eşcinsele işvereni sorar: “Yürüyüşe katılmayacak mısın?” Ben, der genç adam, siz heteroların cinsel kimliğinizle ilgili yürüdüğünüzü görmedim, hayır katılmayacağım. Bu bakış açısı, kuirin kendini çattığı, postmodernist bir ifadeyle söylenecek olursa, kimliksizleştirme denilen ifadeyle örtüşmez mi? Her iki örneğin de gündelik yaşam pratikleri içine sinen kuir bakış açısının yansımaları olduğu açıktır.

Kuir teori, cinsel kimliklerin hiçbirinin doğal olmadığını söylerken cinsiyet ve ilişkili kimliklerin tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu, iktidarın söyleminden bağımsız düşünülemeyeceğinin vurgusunu yapmasıyla dikkat çeker. Cinsel kimliğin gelişimi, bu kimliklerin nasıl düzenlendiği ve bu kimlikleri taşımanın birey üzerindeki etkileri üzerine düşünce geliştirir. Kuir teorinin toplumsal cinsiyete karşı duruşu, kendini bu tür kimlik kategorilerinin dışarıda konumladığı perspektif açıkça değerli bir şey. Değerli olan herşey gibi savunulup korunmasını da kaçınılmaz olarak bizden talep eder.

Yourcenar, Alex ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı’nda toplumdaki zorunlu heteroseksüelliğin işlemediğini ve bu yüzden de birbirlerini istemeden acıtan Alex ve Monique’u anlatır. Alex, sıradan ahlâk öğretilerine göre yaşamayı beceremediğinden, hiç olmadı kendi belirlediği ahlâkla uyum içinde yaşamaya çaba gösterir. Bu yüzden de toplumsal ahlâkın temel ilkelerden arınırken vicdani kaygılarının etkisi altına girer. Yazdığı uzun mektubun sonunda dilediği af, eşini terk ettiği için değildir, uzun bir süre yanında kaldığı içindir asıl. Alex’in sesini hatırlayalım: “Hayat, Monique, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman. (…) Kelimeleri o kadar çok kişi kullanıyor ki Monique, artık kimseye uygun düşmüyorlar. (…) Halbuki farklı hayatlarda birbirine tıpatıp benzeyen iki olay yoktur, aynı hayatın içinde bile yoktur.” Kendisine eril pratiklerin dayatıldığı Alex, üstüne yapışan kültürel değerlerden bir bir kurtulmanın iniltisini duyurur yazdığı mektupta.

Kuir, bir farklılığın ortaya konulmasıysa eğer, Woolf’a bakılmalı. Woolf’un Dalgalar’ı gerçekçi roman geleneğinden kopuşun ilk örneklerinden biri. Romanda dış dünya, karakterlerin iç dünyalarında yer bulabildiği ölçüde verilir. Bu kitap için Woolf, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu olacaktı” der ve bilinçakışı tekniğinin de ilk örneklerinden birini yazar. Yeni bir gerçekliğin arayışıdır Wolf’un yaratısı. Kadının toplumsal kabullenmelerin içindeki konumunu sorgulayan Kendine Ait Bir Oda, kadınlığa ilişkin verili normların altını boşaltarak feminist edebiyat içinde başucu kitaplarından bir olur.

Hiç istemese de, kendi seçimi dışında yalnız kalan bir adamının hikâyesini okuduğumuz Isherwood’un Tek Başına Bir Adam’ı; toplumsal baskılara direnemeyen bir adamın yaşadığı eşcinsel ilişkiyi bırakıp güvenli hayat sürmek için eski kadın sevgiliye sığınmasının getirdiği mutsuzluğu okuduğumuz Baldwin’in Gioavanni’nin Odası; orta sınıftan eşcinsel bir erkeğin cinsel teması içermeyen kendi sınıfından bir adama duyduğu platonik aşkın anlatıldığı Maurice… Forster’in ölümünden sonra yayınlanmasını istediği bu kitapta Maurice, alt sınıftan bir adamla seks yaparak hem kendi cinselliği hem de sınıflar arasındaki farkla yüzleşecektir. Bu kitaplar dışında, Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları; Cunnigham’ın Dünyanın Sonundaki Ev ve Saatler’i; J. Genet’in Hırsızın Günlüğü, Denizci ve Çiçeklerin Meryem Anası; Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü; Vidal’in Kent ve Tuz’u; Palahniuk’un Görünmez Canavarlar kitapları eşcinsel edebiyat içinde yer alan kitaplar arasında. Bu kümede yer alan kitapların hemen birçoğunun ortak noktası, cinsel yönelimleri farklı olsa da heteroseksüelmiş gibi davranmaları yönünde dayatılan toplumsal normlar altında bir çıkış arayan karakterlerinin olması. Bize ulaşan eserler kadar ulaşmayan metinlerin de olabileceği bilgisi nedense şaşırtmıyor. Eşcinsel arzuları ya da ilişkilerine ilişkin kayıtları, yazıları yok edilen ya da gizlenen yazar ve düşünürlerin olduğunu Baird’in Cinsel Çeşitlilik kitabından öğreniyoruz: E. Dickinson, T.S. Eliot, Wittgenstein, Lorca söz edilen yazar ve düşünürlerden birkaçı sadece.

Edebiyata yansıdığında anlatının gramerini sekteye uğratması, köken olarak da biçimciliği reddetmesi beklenir kuirden. Verili olan anlatım biçimlerini bir kenara bırakıp, kendi biricikliğiyle yeni bir insan yaratımının olanaklılığını zorlar. Böylesi bir yazma pratiğinin içinde yer edinen çok anlamlılık, iktidar ya da çağın yazma biçimleri tarafından desteklenen kültür içindeki birleştirici eğilimlere karşı da mücadele eder. Bu mücadelenin bir ucu Bahtin’in çokdillilik, Kristeva’nın metinlerarasılık dediği kavramlara da yaslanır. Yıkıcı ve deşifre edici bir dildir oluşturulmaya çalışılan, ikili karşıtlıkların tümüne birden –erkek, kadın / eşcinsel, heteroseksüel / normal, anormal-, özellikle de birinin bir diğerine karşı daha baskın olduğunda eleştirmekten çekinmeyen bir dil kuracaktır kuir. Sözünü etmeye çalıştığım şey, verili olan yazma pratiğine karşı bir başkaldırı. Bir tür yeni bir dil yaratma çabası edebiyatta, ayrıca yeni bir insan yaratma çabası da.