Lazarus’un İkinci Dirilişi (Deniz YAVUZ)

1554 yılında İspanya’da, Kilise’nin gazabından korunmak adına anonim olarak basılan Tormesli Lazarillo, Voltaire’nin Candide’i ile doruk noktasına erişen pikaresk roman  türünün ilk örneğidir. Döneminin yazın türlerine –bilhassa şövalye romanlarına- meydan okurcasına yazılmış olan ve bu sayede, şu sıralar neşredilişinin 400. yılında bulunduğumuz “ilk roman” Don Quijote’ye de yol açarak onu muştulayan bu kitabın çevirisi Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat tarafından yapılmış.
  
Haylaz, işe yaramaz, hilekâr, serseri gibi anlamlara gelen picaro sözcüğü kitabımızın merkezinde bulunan ve maceralarını okuduğumuz Lazarillo’yu tanımladığından, bu sözcükten mülhem pikaresk kelimesi ise türü tanımlamak için kullanılmıştır.

İlk Antikahramanlar

Şövalye romanlarının yahut pastoral romanların tersine pikaresk romanların kahramanları alt sınıflardan gelen, dönemin “erdemli davranışlar”ına uygun davranışlar sergilemeyen karakterlerdir. Bu bağlamda, kavramsal olarak 20. yüzyılda edebiyat literatürüne girmiş antikahramanların da ilk örneklerini teşkil ederler. Şövalye romanlarının doğa üstü, süper güçlerle donatılmış, soylu şövalyelerine karşı Lazarillo’nun kırılganlığı ve serseriliği bize Don Quijote’nin soylu hayalperestliğinin karşısına acımasız gerçekçiliğiyle dikilen Sancho Panza’yı çağrıştırır.

Roman Lazarillo’nun babasını kaybetmesi ve annesinin, düştükleri bu durumda aileyi geçindirme çabası ile başlar. Lazarillo’nun yaşamını sürdürebilmek adına kurnazlaşnmaya başladığı yer de tam olarak burasıdır. Annesinin ilişki kurduğu “zenci adam”la ilgili, “çirkin suratından ötürü ondan korkuyordum” dese de, “o kara adamın ziyaretleri sayesinde” geçinebildiklerini anlayınca onu giderek sevmeye başlar. Bu adamın, çalıştığı yerdeki hırsızlıklarından kaynaklı tutuklanıp asılmasının ardından ise Lazarillo romanın kendisine dert edindiği meseleyi de açığa vuran şu soruyu sorar; “Bir papazın fakirlerden çaldıklarının yanında zavallı bir kölenin aşkı uğruna yaptığı hırsızlıkların lafı mı olur?”
   
Hem beyaz olmayan bir insanın gündelik yaşama bu şekilde konu edilmesi bakımından, hem de bir kadının çalışan, annelik yapan, birisinin eşi ya da sevgilisi olan bir kadın olarak aktarılması bakımından edebiyat açısından önemli yenilikler içeren bu bölümden sonra Lazarillo’nun kör bir dilencinin yanında yollara düşmesiyle başlayan serüvenlerine geçeriz.
   
Sefaletin Kibri

Bu serüvenlere konu olan efendilerden ikisi hariç -kör dilenci ve asilzade- tamamı kilise bağlantılıdır. Lazarillo’nun, “onda beni rahatsız eden tek şey aşırı kibirli oluşuydu” diyerek bahsettiği asilzadenin durumu, altına hücum edip Latin Amerika’da kibirli bir tahakküm kuran ama oradaki tahakkümünün ve kibrinin tersine kendi ülkesinde açlık, sefalet ve borç içinde olan İspanya’nın durumuyla paralellik gösterir. İspanya’nın bu vaziyetini kaldıkları ev üzerinden “öylesine kasvetli ve karanlık, öylesine sefil bir ev ki!” cümlesiyle asilzadenin ağzından aktaran Lazarillo, İspanya’nın durumu karşısındaki tavrını ise asilzade için söylediği “...sadece ona acıyordum. Öyle ki çoğu kez onun karnını doyurmak için ben aç kalıyordum.” diyerek özetleyecektir.

Nesnel Aklın İnşası

Asilzadeye karşı olan tutumundan farklı olarak Lazarillo, karşısına çıkan ve Katolik Kilisesi’ni simgeleyen tüm karakterlere nefretle yaklaşır. Bu efendilerinin hepsinin ortak özelliği, bulundukları konumdan beklenilenin tam tersi davranışlar sergilemeleri, cimrilikleri ve gaddarlıklarıdır. Ölçülü olmaktan ve az yemenin faziletlerinden bahseden bir efendisi için –bu efendi bir papazdır-, “sefil ruhlu adam düpedüz yalan söylüyordu; (...) bir yemeğe davet edildiğimizde tıpkı aç kurtlar gibi yiyor, bir meyhaneciden daha çok şarap içiyordu.” diyen Lazarillo’nun çözümün kaynağı olarak gösterdiği adres ise “umarım bir gün Tanrı, bana çektirdiğin acıları sana da çektirir.” diyerek işaret ettiği Tanrı’dır. Buradaki durum, Luka İncil’inde bahsi geçen yoksul Lazarus’u hatırlatır ki Lazarillo adı da buradan gelmektedir. Yoksul Lazarus ve ona kötü davranan zengin komşusu öldükten sonra, ölüler diyarında ıstırap çeken zengin adam, uzakta İbrahim’i ve onun yanındaki Lazarus’u görür. Kendisine acıması ve Lazarus vasıtasıyla kendisine bir damla su göndermesi için İbrahim’e yalvarır ve İbrahim tarafından işlediği günahların hatırlatılmasıyla nedamet getirir. Bu durum Lazarillo’nun zalim efendilerine inanç düzleminden yaptığı ciddi bir uyarıdır.

Lazarillo’nun Kilise’yi Tanrıya şikayet etme hali biraz da Yahudi’leri Tanrı’ya şikayet eden İsa’yı andırır. İsa’nın Yuhanna İncil’nde bahsi geçen ve en önemli mucizelerinden de biri olan ölüyü diriltme mucizesinde, diriltilen ölünün adı da Lazarus’tur. Kilise’nin köhnemiş yapısına karşı direnişin başladığı, aklın tekrar keşfedildiği ve nesnel aklın yeniden inşa edilmeye başlandığı bu zamanda  ortaya çıkan Tormesli Lazarillo, köhnemiş ve işlemez hale gelmiş Roma İmparatorluğu’na başkaldıran ve üzerindeki ölü toprağını atan köleleri, ayak takımını, “hiç kimse”leri simgeleyen Lazarus’a benzer.

Romanın sonuna geldiğimizde ise tüm söylediklerini, uyarılarını ve işaret ettiklerini boşa çıkaran, adeta hepsine ihanet eden bir Lazarillo ile karşı karşıya kalırız. Bir başrahipin yanına kapağı atan ve oradaki hizmetçilerden biriyle evlenen Lazarillo, durumunu korumak adına kendisini başrahiple aldatan karısını görmezden gelecek ve yerini korumak için gerekli her şeyi yapacaktır. Burada Lazarillo’nun söylemleri ve pratiği arasındaki çatışmanın, Don Quijote’de iki karakter arasında çok daha geniş bir çerçeve kazanması da “kaptım kamışı Lazarillo'nun elinden”, diyen Cervantes’in çok daha fazlasını kaptığını gösterir niteliktedir.

TORMESLİ LAZARİLLO, Anonim, Ertuğrul Önalp – Arzu Aydonat, Can Yayınları, 2015.


Delilik, Eşitlik ve Çağdaşlık (Bulut YAVUZ)

Papini'nin ünlü karakteri Gog'un deyişiyle "bir sıska deli ve bir şişko delinin dayak peşinde diyar diyar dolaşmaları"nın hikâyesi ya da Borges'in Don Quixote Yazarı Pierre Menard öyküsünde örtük olarak dile getirdiği şekliyle, tekrar yazıldığı anlarda tarihin yükünü en çok çeken hikayelerden biridir Don Quijote.

Bir ilk olarak işaretlenen bu romanda alacağım mesele ise; yazıldığı dönem, delilik ve belki de eşitliktir. Çünkü okuyanlar kadar okumayanların da aşina olduğu bir hikâyedir Don Quijote. Üzerine yazılmış onca şey de düşünülecek olunursa, bu coğrafya için yeni olduğunu umduğum bir öneri sunmaktan fazlası da mümkün değildir.

Çığırından Çıkmış Bir Zaman

Don Quijote yazıldığı zamanda, İspanya Seksen Yıl Savaşları'nın ateşkes dönemindeydi, ki bir de bu savaşın Otuz Yıl Savaşları ile birlikte devam ettiği düşünülürse dönemin ruhu bir miktar aydınlanacaktır. Seksen Yıl Savaşları, yeni bir zümrenin önünü açan en önemli savaşlardan birisidir. Hollanda'nın ortaya çıktığı bu savaş ve Kutsal Roma İmparatorluğu içinde Protestanlığı serbestleştiren Otuz Yıl Savaşları bir arada ele alındığında, o zamana kadar Amerika kıtasının yarısını elinde tutan ve Avrupa'nın da en güçlü devletlerinden olan bir devletin iki büyük yenilgisi vardır elimizde. Ayrıca Katolikliğin gözden düşmesi, Tanrı'nın yeryüzü temsilciliğinin de zayıfladığını gösterir bize. Hollanda'nın kurulması ise, hem soyluluğa vurulan büyük bir darbedir , hem de Descartes'a ev sahipliği yaparak bilimin yükselişine ön ayak olan bir uzam kurar. Hollanda görece olarak o dönem devletleri içinde en özgürlükçü yerdir. Erasmus'un diyarı olması da bunu kanıtlar niteliktedir.

Çığırından çıkmış bir zamandır bu, çünkü mevcut bütün değerlerin gözden düştüğü ve yeni bir değerin henüz dünyaya getirilmediği bir anın ortasıdır. Deliliğin bu kadar yükselmesi bu nedenle o kadar tesadüfi sayılmamalıdır.

Delilik

Cervantes şüphesiz kendi çağdaşları içinde deliliğikullanan tek yazar değildir. Hamletve Deliliğe Övgü gibi büyük eserlerde işlenmiş bir olgu olarak da düşünüldüğünde, bu meselenin bir tesadüfün arkasına saklanamayacak kadar hayatiolduğu görülür. Benim savım, Descartes gelip yöntemsel şüphecilikle sakinleştirene ve modern özneyi kurana kadar, bu deliliğin gerçeklikle bağ kurma ve bir tasarım oluşturabilme yetisinin  zayıf olduğu yönündedir.

Gerçekliği inşa etmek için toplum sözleşmesine benzer bir kökensel unutuşa ihtiyacımız vardır. Bütün insanların, güneşin evrenin merkezi olmasının ya da tam tersi bir şeyin peşinden giderek sağlam bir varsayımla evreni kurabilmeleri, daha sonra da bunu icat ettiklerini unutarak hakikat olarak ilan etmeleri gerekir. Tarih ise bunu yazarken, durumun evrimsel bir süreç olarak geliştiğini göz ardı etmek durumundadır burada. Örneğin Fransız Devrimi, bütün Fransa'nın bir araya gelerek yaptığı bir şey olarak canlanır kafamızda.Aslını bilsek bile yaşamın içerisinde durum birden öyle gelmeye başlar.Oysa devrim olduğunda bunu bütün Fransa'nın bildiğini ummak saflıktır, hele dönemi düşündüğümüz zaman. Bu bilimsel devrimler, dinsel devrimler ya da sanatsal devrimler için de böyledir. Sabah kalkınca birden değişeceğimizi umanlar yalnızca aydınlanmacılardır. Delilik bu anlamda, devrimsel bir krizin semptomudur, bir devrimi muştular yalnızca. Bir devrim de bir grup delinin, deliliğini bulaştırması olarak okunabilir. Bunun dışında bir delilik hali, üzerine konuşulamayacak bir imkansızlığa götürür, çünkü deli deli olarak kaldığı sürece iletişimimizin olamamasını bize şart koşar. Don Quijote ise Sancho Panza ile bir iletişim kurabildiği için, onu yeni bir şeyin habercisi saymamız mümkün olmaktadır.
 
Delilik ve Eşitlik

Yaşamı kuran bütün alanlarda, yeniyi dile getiren ilk kişi her zaman için yalnızdır ve yeni olarak açtığı alanın ya da eskiden varolan bir kategoriye eklediği yeniliğin sonucunda bir orji noktasına varır. Burada yeni, her şeyi birbiri ile eş kılan konunun otoritesini ya da kutsalını kirleten bir ilk günahtır.

Don Quijote yazıldığı dönemde, her alan böylesi bir "yeniler cenneti" durumundaydı. Dinsel alan yeni bir mezhep ile, sanat yeni türlerle, siyaset yeni bir sınıfla, bilim pek çok yeni keşifle allak bullak olmuştu.  Don Quijote'nin deliliği bu anlamda sonu gelmiş bir çağın içinden çıkan, artık başka bir dünyanın inşasına geçilmesinin çığlığıdır. Kitabın sonunda Don Quijote ölecekken evin hem dağılmış hem de mirasın sevinciyle dolu olması hatta kitapta erdemden nasibini almış neredeyse kimsenin olmaması, çağın artık yaşandığı çağ olmadığını gösteren bir şeydir.

Bunca çıkarcılık, bunca sefillik ve bunca kötülük tarafından ortaya çıkan Don Quijote'nin çığlığı(deliliği), sanki Descartes gelsin ve modern özneyi kursun diye çağırmaktadır. Çığırından çıkmış bir zamandaki dünyayı düzeltmek, eğer başka bir dünya kurulmazsa, ancak Hamlet ve Don Quijote gibi delilikleri ile hatırlanan karakterlere kalmaktadır çünkü.

Kendi zamanımızın da çığırından çıkmış olduğunu, hatta belki hiç başka türlü bir zamanın olmadığını düşünecek olursak, Don Quijote'nin  400. yılında, bu romanı yeniden okumak her zaman için çağdaş bir okuma olacaktır.


DON QUİJOTE, Miguel de Cervantes Saavedra, Çev.: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2012.


Korkularımızla Yüzleşmek (Elçin BİLGİN)

Daha önce Zor Kişiliklerle Yaşamak ve Kendine Saygı yapıtları dilimize çevrilen Psikiyatrist Christophe André yeni kitabıyla bütün insanlığı kuşatma altına alan “korku”yu ele alıyor. Korkunun atalarımızdan bize miras bırakıldığını yazan André genetik olarak gelenlerin yanında öğrenilen ve yaşanılanlardan kaynaklanan korkuları da ele alıyor. Korkuları, bütün miraslar gibi hayatta kalmamız için bir şans ve yaşam kalitemiz için bir ağırlık olarak değerlendiriyor. Kız ve erkek çocukların farklı biçimde yetiştirilmesinin de korku konusunda yansımalarının olduğuna dikkat çeken yazar, anne-kız, baba-oğul çatışmasına da değiniyor.

Korkudan korkmamak gerektiğini, onunla nasıl baş edilmesi gerektiğini gerçek olaylar ve kişilerden örnekler vererek kitabında sıralayan André korkunun tanımını şu şekilde yapıyor: “Korku alarm işareti gibi bir şeydir ve işlevi bütün alarm işaretleri gibi bizi bir tehlike konusunda uyarmak ve bu tehlikeye karşı en etkili biçimde mücadele etmemizi sağlamaktır. Mesele bu alarm işaretinin olabildiğince iyi ayarlanıp ayarlanmadığıdır... Korkmak hayatta kalmak için iyidir. Korkuyu uyarlamayı bilmek yaşam kalitesi ve zekâ için iyidir.”  

Fransa’nın en iyi korku ve fobi uzmanlarından biri olan Christophe André, kendi terapi seanslarından yola çıkarak korkunun biyolojik ve evrimsel yönünü gözler önüne seriyor. Yapıtı, fobileri, korkuları ve kaygıları beslendikleri kaynaklarla birlikte ele alarak tanımlayan, çözüm ve tedavi yolları sunan, korku mekanizmalarımızın bazen rayından çıkabileceğini ve böyle durumlarda duygusal beynimizin devreye gireceğini anlatan bir başvuru kitabı.

André’ye göre, hayatı korkularımıza dar etmememiz gerekir, aksi takdirde onlar bize hayatı dar ederler. Arenaya çıkmadan korkuyu alt etmek mümkün değildir. Korkulara egemen olmak için onlarla sık sık ve düzenli biçimde yüz yüze gelmek gerekir. Bu düşüncelerden yola çıkan yazar, korkularla savaşımda 10 önemli öneri sunuyor:“Korkularınıza itaat etmeyin, sizi korkutan şey hakkında gerçekten bilgi sahibi olun, korkmaktan korkmayın, dünya görüşünüzü değiştirin, korkularla kurallarına göre yüz yüze gelin, korkularınıza saygılı olun ve başkalarının da saygılı olmasını sağlayın, korkunuzu, hikâyesini ve işlevini düşünün, kendinize odaklanın, rahatlamayı ve derin düşüncelere dalmayı öğrenin, çabalarınızın süresini belirleyin.”

Korkmak, korkaklık yani cesaretsizlik midir? Bu çoğu zaman yanlış bir düşüncedir. Cesaret ancak korkunun ısırması sayesinde gösterilebilir... Çok korkmuş bütün bu insanlara saygı duyulması gerekir. Bu insanlar görünmeyen, içlerine çöreklenmiş bir iç düşmanla mücadele ediyorlar. Bu düşman onları her şeyden çok daha fazla korkutabiliyor, onlara kesinlikle hayal olan bir şeyi bilgi gibi kabul ettirebiliyorlar. Ayrıca bu kişiler karanlıkla savaşıyorlar. Bu düşmanı kendilerinden başka gören biri var mı? Kim hissediyor bu korkuyu? Bu durumda filozofların dediği gibi cesaret göstermek korkuya rağmen davranmaktır ve evet cesurdur bu insanlar. Bu cesaret gerçekten psikoterapinin lütuflarından biri olan bu anı yaşamalarını sağlar. Bu, gelişme kaydetmeye başladıklarını hissettikleri andır. Gerilemenin durduğu ve korku karşısında hareketsiz kaldıkları andır.

Sonra? Bu aşırı korkular bittiğinde? Bu noktada başka bir hikâye başlar çünkü korkulara karşı mücadele etmek aslında özgürlük için mücadele etmektir. Bu hareket ve yeniden fethedilen düşünce özgürlüğünün ne işe yarayacağını herkes kendisi bilir.

Birebir yaşanmış öykülerin, sorunların, açmazların yanında çözümler, çareler de sunuyor André. Rahatlama teknikleri ve meditasyonlar sanal dünyada etrafı kaplayan aldatmacaları el tersi ile itmeyi sağlıyor.

Akıcı bir roman, şiir okur gibi yazılan ve çevrilen yapıt korkuların kuşatmasını aşmayı, onlarla nasıl baş edileceğini ve onlarla nasıl yaşanacağını bir dost, arkadaşla sohbet ediyorcasına anlatıyor. Korkuyorum! ya da ben hiçbir şeyden korkmuyorum! diyenlere de çok şey anlatıyor bu yapıt.   

KORKUNUN PSİKOLOJİSİ, Christophe André, Çev.: Ekin Duru, Say, 2015.
 

Metaforlar Hayata Dairdir (Abdurrahman SAYGILI)

Metaforların yuvamız olduğundan bahseder Gökhan Yavuz Demir, George Lakoff ile Mark Johnson’ın Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil isimli kitaplarının tercümesine yazdığı önsözde. Novalis’in “bütün dönüşler yuvayadır”ından hareketle, yuvayı bir metafor, metaforu da yuvayla anlayarak bizi selamlar tercüme eden. Hayat dille varsa ve dil de hayatsa eğer, metaforlar ikisini birbirine eklemlendirendir. Dili, iki imparatorluğun -metaforların ve göstergelerin- imparatoru olarak bir kez ilan edince; anlamının içine mündemiç olanı görürüz karşımızda: metaforu. Böylece bizi bir yerden alıp götürür başka diyara bir Simurg misali. İşte o diyar da Simurg’un Bilgi Ağacı'ndaki yuvasından başka bir yer değildir. Bu yuva, tam da Gökhan Yavuz Demir’in dediği gibi bir keşiftir aynı zamanda: “[Ç]ünkü kelimenin tek başına daha önce taşıyamayacağı bir anlam boyutu keşfedilir [bu yuvada] ve böylece hem kelimenin hem de düşüncenin ufku genişler.”

Nasıl ki, bilgi ağacının yasak meyvesini yiyerek ilk günahı işlemiştir insan; nasıl ki, bu yüzdendir Aden’den kovulması; nasıl ki, yazgısı olmuştur ölüm; tüm bunların neticesinde hayat diye nefes alan bir şey de vardır artık ve sunmuştur ona içinde unutulmuş olanı, yani yaratmaya muktedir olanı. Lakoff ile Johnson’ın okuyucuya kattıkları bu olsa gerek: yaratma gücü ya da diğer adıyla metafor.
 Lakoff ile Johnson Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’de yerleşik kalıplara meydan okumaktan imtina etmezler. Metaforlara ilişkin klasik anlayışı, bir geleneği karşılarına alırlar ve onu yıkarken yerine yeni olanı getirirler; yıkarlarken yaratırlar böylece. Bir nevi onun gündelik dilde üstünü örten örtüyü kaldırırlar. Aşkın metaforik özelliğini bize söylemekten geri durmazlar. Zira insana dair olan her şey metaforlarla gerçekleşir. Bu sebepledir ki, “biz insan, kimiz biz”i metaforlar hakikatinde anlamak için sayfaları çevirmek gerekir sadece.

“Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok, en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz” der Jonathan Swift Uşaklara Talimatlar'da. Lakoff ile Johnson’ın metaforlara yüklediği anlamın ne zarif bir ifadesi! Yazarların, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’i kapatırken “[m]etafor, faaliyetlerimizin dokunma kadar önemli ve vazgeçilmez bir unsurudur” demeleri hiç boşuna değil. Ne güzel bir metafor. Zira dokunma sadece bedenin değil, ruhun da hazzını sağlar. Bu kitap o yüzden bize dokunmayı taahhüt eder. Dolayısıyla, sadece linguistik ile ilgilenenlere dokunmak yerine, felsefe, politika, hukuk, din ile ilgilenenlere de dokunmayı amaçlar ve bunu da sağlar. Kitabın ilginç yanı bütün bu alanlar dışında gündelik hayatımızdaki iksirlere de odaklanmasıdır. Özellikle yazarların son sözlerinde (2003) evlilik üzerine kurdukları cümleler -bunu ilişki üzerinden de anlamak mümkün- metaforların gündelik hayatımıza ne kadar da dokunduğunu anlamak açısından manidardır: evliliğin eşlerden biri için cennet diğeri için ise bir ortaklık olarak görülmesi metaforik farklılık değil de nedir? Gelin bir de aşkı katalım buna.

Yazarlar, kitabın Tutarlı Tecrübe Yapılanması başlıklı on beşinci kısmında tutarlılığı nispeten basit tecrübe geştaltlardan karakterize ederlerken, son paragraflarda kompleks geştaltlardan dem vururlar; aşk gibi. Şeyh Galip’in “Ah min’el aşk, ve min’el garaib” yakarışını duyar gibi oluruz bu paragraflarda. Aşk çünkü, yazarların bize öğrettiği üzere, metaforik olarak yapıya kavuşan kavramların temsili misalidir. Aşk metaforik terimlerle yapıya kavuşur; o yüzdendir ki, AŞK BİR YOLCULUKTUR, AŞK BİR HASTALIKTIR, AŞK FİZİKSEL GÜÇTÜR, AŞK DELİLİKTİR, AŞK SAVAŞTIR” demektedirler bize koca koca puntolarla Lakoff ile Johnson.

Bu kitabın metaforlar hakkında galat-ı meşhur olmuş yanlışları yerle yeksan ettiğinin altını çizmek gerekir. Yazarlar, metaforik düşünceyi anlatan dört yanlışı ya da onların daha zarif ifadeleriyle önündeki dört büyük tarihi engeli kitaplarında tespit edip, bunları tarihsel düzlemdeki asli yerlerine tevdi ederler. Onlara göre, metaforların mekânı kelimeler değildir; metaforlar benzerlikte temellenmezler; bütün kavramların lafzı yoktur ve nihayet sonuncusu rasyonel düşünceyi beyinlerimiz ve bedenlerimizin doğası şekillendirebilir. İşte bunlar, kitabın metaforlara ilişkin yıktığı tabulardır. Zira metaforlar, kavramlardır; genellikle tecrübemiz içinde kesinleşen bağlantılarda temellenir ve benzerlikler doğurur; kavramlar metaforlarla anlaşılır ve muhakeme edilir. Sözün özü şudur ki, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil daimi yanılgıları bize göstererek, onları bertaraf eder; bu yanılgıları bertaraf etmenin riskli olduğunu bile bile. Dolayısıyla, sevgili okur, cesur bir kitap okuyacaksın.

Kitaba ilişkin söyleyecek o kadar çok nokta, değinecek bir o kadar da başlık var ki! Lakin bunu ne ben başaracak kadar yetkinim ne de bunu başaracak alana sahibim. O yüzden, dar bir alanda kısa paslaşmalar yapabildiğim sadece. Fakat bir iki cümle de tercüme edene sakladım. Tercümede kuraldır; ne kadar sadık kalırsan o kadar çirkin bir metin kalır elinde. Gökhan Yavuz Demir, istese de sadık kalamazdı zaten, öyle de yapmış. Sanki metinle flört etmiş. Dil bilenler genellikle metinleri orijinalinden okumayı tercih ederler. Çoğu kez doğrusu da budur. Tercüme kişinin öznel birikimiyle sınırlıdır ne de olsa. Ancak bu genellemeleri bu kitap için bir kenara bırakın. Çünkü Gökhan Yavuz Demir gerek birikimi gerek metne dokunuşlarının narinliğiyle bu yargımızı yıkacak. Tercüme eden tercüme hakkında konuşurken Sherlock Holmes’a selam gönderme inceliğini gösterir. Şu halde, benim de Doktor Watson’a şapka çıkarmamı ve hatta kitabın son sayfalarına geldiğinde en az kitap kadar tercüme edeni de hatırlayacağı üzerine, hiç tarzım olmasa da, bir bahis tutuşmamı mazur görür umarım okuyucu.

Sevgili okur! Her kitap okuyucusunu bulur derler. Bu kitap seni bulursa inan ki pişman olmayacaksın. Neden mi? Metaforlar, tam da hayata dair; ıskalayıp anlamlandıramadığımız o hayatlarımıza…
METAFORLAR/HAYAT, ANLAM VE DİL, George Lakoff, Mark Johnson, Çev.: Gökhan Yavuz Demir, İthaki, 2015.

Eşitlik Peşinde Bir Dil: Feminist Tiyatro (Duygu KANKAYTSIN)

“Ben bir feministim…” cümlesiyle başlayan Feminist Tiyatro eşitsizliklerin daha da çoğaldığı çağımızda ve dünyada hem örgütleyici hem de kışkırtıcı güce sahip bir kitap. Bireyin toplumsal süreçlerde hem özne hem de nesne olduğu alanları işaret eden, kadını ve erkeği en iyi anlama yolunun feminizmden geçtiğini söyleyen Feminist Tiyatro, bununla da yetinmeyip hayatı anlamanın bir başka yolu olarak tiyatroyla feminizmi buluşturmakta.

Birçok sanat disiplini gibi tiyatro da anaakım içinden eril söylemin ve algının kontrolünde gelişmiştir. Bunun önemli işaretlerinden biri de bilindiği gibi kadın oyuncunun sahneye geç çıkmasıdır. Yahut çıktığında dahi kadının erkek gözüyle nesne konumunda sıfatlandırılması olayıdır. İşte bu sakat durum, eşitsizlik hayatın her alanında olduğu gibi tiyatroda da yaşanmakta. Kahramanlar erkek! Daha doğrusu kahraman olmaya ne gerek var? Bu durum bilgisi ve algısıyla bakılacak olduğunda, Mitos Boyut Yayınları’ndan yeni çıkmış olan Feminist Tiyatro, bu eşitsizliğe tanık olmanın ötesinde tiyatro kuramlarına yeni bir dil ve soluk getirmiştir.

Özlem Belkıs araştırmacı ve yazar olarak ‘alanı’ tiyatro üzerinden feminizmi okumakta. Tiyatro araştırmaları içerisinde feminizmin yeri, nasıl kullandığı gibi arkeolojik çalışmalarda bulunmaktadır. Bunu temsiliyet ilişkisi üzerinden kurgularken eril dili deşifre ederken erilliği ve şiddeti yeniden üretmemek anlamında imtina etmektedir.

Tiyatro tarihi açısından anaakım içinde eril algının ve söylemin ötesinde bir dille araştırmasını okura sunmuştur. Bunu ilk olarak feminist eleştiri başlığındaki bölümde yoğun sorularla ama ‘karşı dile’ düşmeden ‘cephe’ değil aynı yerde olmanın içinden bakarak tiyatro dünyasını eleştirmiştir. İkinci bölümde Batıda Feminist Tiyatro, üçüncü bölümde Türkiye’de Feminist Tiyatro ve son bölümde de kavramların ve yorumların analizi olarak örnekler üzerinden değerlendirmelerde bulunmuştur.

Batıda ve bizdeki tiyatro bölümlerinde, feminist teori üzerinden tiyatroda yapılan marjinal çalışmalar, sahneler, özel tiyatrolar, oyun yazarları, performans tiyatro, beden ve tiyatro ilişkisi vs. tarihsel bir düzlemle araştırılmış ve Belkıs tiyatro sanatının yüzleşmeci özelliğiyle kadın ve erkeğin cinsiyet rejimleri üzerinden de sahnede yüzleşmesini sağlamıştır. Belkıs’ın Feminist Tiyatro ile sorunsallaştırdığı yüzleşme algısı tiyatrodaki eşitsizliklerin bir kez daha düşünülmesi ve tartışılması açısından düşünce uçları oluşturmaktadır.

Özellikle önemsenmesi gereken son bölümde “Erkek Gözüyle: Kendisini Feda Eden Kadın: Iphıgeneia”, “Erkek Gözüyle:  Doğanın İzlerini Taşıyan Kadın: Tosca”, “Kadın Gözüyle: Kalıplara İlk İtiraz-Sevim Burak”, “Kadın Gözüyle: Ataerkil Her Şeye Tek Başına Kafa Tutmak: Zeynep Kaçar” başlıklı incelemeler bir heykeltıraş titizliğiyle çalışılmıştır. Büyük ozan Euripides’in antik karakteri olan Ifigenia bugün yeniden yorumlanmak üzere bir tiyatro eseri olmanın ötesinde bireye, kadına, erkeğe bakmanın başka bir yolunun mümkünlüğüyle Belkıs’ın yazısında okunmuştur.

Edebiyatımızın kıymetli isimlerinden Sevim Burak da, Belkıs’ın titiz çalışmasında gerek edebiyat metinleriyle (oyunları) gerekse yaşamıyla aynı potada eritilmiştir. Bizatihi yaşamını metinlerine dâhil eden, yaşamı ve metinleri birbirine geçmiş olan Sevim Burak’ı, Belkıs yalın bir dille ama kadın dünyası içerisinden çoğul bir sesle imlemiştir. Belkıs’ın seçtiği oyun ve başlıklar, araştırdığı kadın yazarlar onun düşünce dünyasının da izleridir.

Feminist teori ile tiyatroya, metinlere, oyunculara, sahneye bakmak kuşkusuz perdelerimizi aralayacak, yeni cümleler kurduracak ve Özlem Belkıs’ın kitap boyunca değindiği gibi başta yaşamımızda özelde sanatımızda ‘aydınlanmamızı’ sağlayacaktır. Çünkü daha baştan anaakım eril söyleminin ötesinde bir dille buluşmak direnç yaratacaktır. O bakımdan feminist teorinin tiyatroyla kesiştiği bu kitap sadece akademik, bilimsel çalışmalar yapan feminist incelemeciler için değil aynı zamanda eşitliğe inanan ve bunun mümkünlüğü için çaba harcayan her emekçi bireyin ilgisini çekecektir.


FEMİNİST TİYATRO, Özlem Belkıs, Mitos Boyut Yayınları, 2015.

Bisiklet ve Edebiyat Buluşması (Aydın İleri Söyleşi: Kadir İNCESU)

Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz'ün yaşamını "Eşekle Gelen Aydınlık" adıyla kitaplaştıran, kendisi de bir kütüphaneci olan Aydın İleri bu kez de farklı bir çalışmaya imza attı. İleri, farklı meslekten 72 ismin birbirinden güzel ve unutulmaz bisiklet öykülerini bir kitapta topladı.

Yaşamımın ilk 8 yılı Cankurtaran'da geçti. Ali Şevki Korkmaz öğretmenimin bana okuma yazmayı öğrettiği Cevri Kalfa İlkokulu'nun arka kapısının açıldığı Şadırvan Sokağının girişinde, bisiklet de kiralayan, bir bisiklet tamircisi vardı. Bisiklet kiralayanlar, ne yazık ki o çıkmaz sokağın dışına çıkamazdı. Yasaktı. O sokakta bir kaç kez üç tekerlekli bisiklet sürdüğümü hatırlıyorum, belki de annemden yalvar yakar aldığım bir kaç lirayla... Hiç bisikletim olmadı. Ailesini kıt kanaat geçindiren babamdan böyle bir isteğim de olamazdı zaten. Kendimi yerlere atmadım, ağlamadım, sızlamadım da bana bisiklet alsınlar diye... İmkânı olsa zaten babam bize bisiklet alır, diye düşünmüş de olabilirim. Fakat bisiklet sürenlere imrenerek baktığımızı da inkar edemem.

Aydın İleri'nin hazırladığı ve Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlanan "Bisiklet Öyküleri" adlı kitabı görünce ilk anda geldi bunlar aklıma... Çocukluğu bisiklet üzerinde geçen 72 ismin ilgiyle okuyacağınızı düşündüğüm bisiklet öyküleri yer alıyor kitapta... Tutkusunu oğlu Barış'a da aşılayan Aydın İleri ile Bisiklet Öyküleri üzerine söyleştik.

Aydın, ilk bisikletini anlatarak başla istersen?
İlk bisikletim 3-4 yaşlarda Gülsuyu Mahallesinde yaşadığımız gecekonduda sürdüğüm üç tekerlekli bisikletimdi. Çocuk bisikleti olmasına rağmen amca çocuklarından zor fırsat bulup sürüyordum. O gün ev içinde sürdüğüm uzunca salon kocaman bir bisiklet pisti gibi geliyordu bana.  Üç tekerlekli bisikletten sonra çoğu zaman başkalarından rica minnet bir tur versene diyerek sürdüğüm bisikletler var.

Böyle bir kitabı hazırlatacak kadar büyük bir tutku muydu sizin ki?

Çocukluğunun büyük bir bölümünü bisikletsiz geçiren biri için hem özlem hem tutkuydu benimkisi. Bisikletin bende önemli bir tutku olduğunu sevgili Aydan Çelik’in “Bi Tur Versene” kitabını okuduktan sonra keşfettim.  Hem tutku hem de yaşanılır bir dünya ve Türkiye için bir yazma zorunluluğu, görevi hissettim. Bisikletin çocukken sürülen bir eğlence oyun aracı olamadan öteye bir gerçekliği var. Bisikletli bir yaşam hem sağlık hem ekolojik olarak bir gereklilik. Hayatımızın bir parçası olana kadar bisiklet kültürü için hep birlikte çalışmalıyız. Dünyada bisikletin yaygın kullanımına baktığında biz halen başlangıç noktasındayız. Bu kitap bisikletin Türkiye’de yaşamsal bir kültür olması için minik bir adım.

Çocukluktan yetişkinliğe giden yolda, bisikletin insandaki çağrışımları nasıl bir değişim gösteriyor?
Çocuklukta bir eğlence ve oyun aracı olan bisikletler, bizler büyüdükçe farkındalıklarımız arttıkça bir ekolojik taşıt oluyor. Özgür olduğumuz, kendimizi dinlediğimiz, kolektif hareket ettiğimiz, tüketmeyen, sağlık veren bir ulaşım aracı. İş yaşamından zaman buldukça sürülen bisiklet bazen işe bile bisikletle gidilen-gelinen bir yaşam tarzına dönüşüyor. Çocukken yer eden algı yaşanılabilir bir dünya için bizi yönlendiriyor.

72 ismin yazdıkları öykülerde buluştukları ortak noktalar neler oldu?
Hemen hemen kitaba eser veren herkesin çocukluklarının ne kadar verimli ve keyifli geçtiğine şahit oluyoruz. Bazen hüzün, bazen mutluluk bazen kanayan bir diz, bazen bir yara kabuğu, bazen çalınmış bir bisiklet, çoğu kırmızı. Çocukluğa büyük bir özlem, zaman yolculuğu, haylazlık ve yaratıcılık öne çıkan otak paydalar.

Bu kitap neden önemli? Hayatında hiç bisiklet sürmemiş birileri olduğunu da unutmadan...
Kitap bisikletli ve bisikletsiz bütün çocuklara, yetişkinlere zamanda bir yolculuk. Bir zaman tüneli. Belki bir zaman bisikleti. Birbirinden değerli yazarların buluştuğu bu kitapta bisiklet ve edebiyat buluşması var. Pedalların edebiyatla dönmesi mutluluk verici. Her yaştan okura seslenen, bisikletin yaşamımızda bıraktığı derin izleri, bilinç altındaki özlemleri, yüzde beliren bir gülümsemeyi bize hatırlatan bir kitabın önemi bisikletin hayatın bir parçası olduğu “bisikletin hayat olduğu” mesajını yaymak. Bisikletin toplumsallaşmasına aracı olmasından önemli bir girişim. Kitapta yazan herkes rol model. Başarılı gazeteciler, televizyoncular, çocuk ve gençlik edebiyatı yazarları, kütüphaneciler, müzisyenler, tiyatro sanatçıları, STK temsilcileri, bisikletçiler ve bisiklet sevdalıları kendilerini, bisiklete olan özlemlerini ve sevdalarını yazdı. Bir farkındalık yaratmak, yaşanılır bir dünya için bir “çevreci bir yaşam aracı” olduğunu bir daha hatırlatma fırsatı.

Peki bisikletin edebiyattaki yeri nedir?
Bisiklet öyküye, romana, şiire ve özellikle çocuk edebiyatına yaygın olarak girmiş durumda. Hem dünyada hem de ülkemizde benzer bir ilişki. Pedalların döndüğü edebiyat sahneleri fazlaca var. Neredeyse yeni bir kitap konusu.

Dünya edebiyatında Wiliam Saroyan'ın bisiklet tutkusunu, Henry Miller'in ilk aşkının bisiklet olduğunu bilmeyen yoktur.

Bisiklet dendi mi sevgili yazar Bilgin Adalı’yı unutmamalı “Zaman Bisikleti” çocukların sevgilisi olan bir Türk Çocuk Yazını klasiğidir. Bisiklet ile hayal kurmayı harmanlayarak zamanda yolculuk yapan bir bisiklet yapmıştır. Ondan bisikletle ilgili çok anı dinledim hemen her kitabında özellikle “Kaledibi Sokağı”ında Antalya Kaledibi’nde çocukluğunun en güzel zamanları bisikletle geçtiğini yazıyor. Edebiyat ve bisiklet denince Bilgin Adalı’ya bir saygı duruşu yapmamak olmazdı.
Türk Edebiyatı’nda zamanda bir yolculuk yaparsak, Bisiklet Öyküleri kitabı yazarlarından, sevgili ağabeyim Sunay Akın kitap için yazdığı yazısında şöyle değiniyor; “Naziler Paris’i işgal ettiklerinde kentten kaçanlar arasında, Paris Radyosu’nun Türkçe yayınlar bölümünde spikerlik yapan ve bir yandan da okula devam eden bir genç şair de vardır. 1940 yılının 13 Haziran günü bir bisikletin sırtında pedal çevirerek uzaklaşan şair, Bordeaux’ya ulaşır on gün sonra. Bu arada, yolunun üstünde olan bir kentin, ayrılmasının hemen ardından Alman savaş uçakları tarafından bombalanışına tanık olan şair Cahit Sıtkı Tarancı’dır.”
...
Şiirimizde ise bisiklet için dizeler yazan ilk şair Tevfik Fikret’tir:
“Güzel, evet bu revişler, güzel bu cazibeler,
Güzel; fakat bu tehalük nedir, değilse eğer
Hayatı  birkaç adım fazla koşturup yormak?..”

...
1930 yılında, Son Posta gazetesinin çocuk sayfasında bir şiir yarışması düzenlendiğinin ilanı yer alır. Yarışmaya “Yıldız” imzasıyla katılan “Hastalık” adlı şiirin yayımlanması tartışmalara yol açan şair Nazım Hikmet’tir.
“Yatakta bir hasta var
Bu bisiklete binip bu yataktan uzaklaşmalı
 Eğer bisiklete binip bu yataktan uzaklaşırsa arkasından bağıranlar çok
Yedi kişi
Kaçma hastasın, uzaklaşma hastasın. Aldıran kim?
Ben kaçıyorum Yıldırımlar gibi Yıldırım”


BİSİKLET ÖYKÜLERİ, Haz.: Aydın İleri, Yitik Ülke Yayınları, 2015.

“Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” (Fehim Taştekin ile Söyleşi:Serap ÇAKIR)

Gazeteci-yazar Fehim Taştekin’le Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal kitabını konuştuk.  Kafamızdaki Suriye algısını yıkan ve olayları objektif bir gözle aktarmadaki cesaretiyle ezber bozan bu kitapta kadim halkların bir arada yaşadığı güzelim ülkenin nasıl bu hale geldiğini ve kana boyandığını çok net göreceksiniz.

Ben Esad’ın Suriye’yi Alevi bir kimlikle yönettiğini sanıyordum ama bu fikrim şimdi alt üst oldu. Asıl etkili olan Baas’mış öyle mi?
Evet oradaki sorunun adı “Alevi azınlık rejim” değil “Baas rejimi”dir. Hem muhaliflerin, hem rejim tarafından insanların toplantılarında bulundum, onlarla özel görüşmelerimde edindiğim tecrübeler oldu. Mesela beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi Suriye’de sokakta herhangi birisine Sünni misin Alevi misin diye sorduğum zaman verdikleri tepkidir. Çok şiddetli bir şekilde “Ben Suriyeliyim” diyorlar. “Bu soruyu sorma” diyorlar. Ve “neden bu soruyu Türkler soruyor” diyorlar. Bu durumu Suriye içinde ve dışında defalarca yaşadım. Necef’te ünlü bir sanatçıyla bir araya geldim. Sorduğum zaman hemen yüzünü çevirdi, sonra geri döndü ve bana “bir daha bu soruyu bana sormayın” dedi.

Niye soruyoruz biz Alevi misin Sünni misin diye?

Soruyoruz çünkü bizim kendi ön kabullerimiz var. Özellikle AK Parti döneminde her şeyin başına eklemeye başladık. Şii başbakan bilmem kim, Alevi devlet başkanı bilmem kim. Bu mezhepçi okuma gazeteleri de etkilemeye başladı. Şöyle düşünelim: Suriye ya da Irak’tan herhangi birisi Sünni Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dediği zaman ne kadar tuhaf gelir bize öyle değil mi? Sünni Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel mesela. Ya da CHP’nin Alevi Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu… Bu tuhaf değil mi? Kışkırtıcı ve ayrıştırıcı bir söylem. Bu nedenle, siz bunu Suriye için de yapamazsınız.

Irak da aslında benzer bir süreçten geçti fakat dünyayı küresel çapta etkilemedi. Neden Suriye’deki bu savaş tüm dünyayı etkiledi? Bunun tek sebebi IŞİD olamaz herhalde.
Hayır değil. Uluslararası stratejik konumlanmada Suriye çok özel bir yerde duruyor. Suriye soğuk savaş döneminden beri Rusya’nın müttefiki. Yani bir eksen farklılığı var. 1979’dan beri İran’ın müttefiki. Bu da sorun. Üç, İsrail’le teknik olarak savaş halinde bir ülke. Golan işgal altında. Bu başlı başına Suriye’nin şeytanlaştırılması açısından yeterli. İkincisi Suriye’nin kendi iç dinamiklerinin Orta Doğu’da birçok yerde uzantıları var. Hem aşiretsel, hem mezhepsel, hem de dinsel olarak. Yani Hristiyanların Beyrut’la, Şiilerin hem Lübnan, Irak ve İran’la, Alevilerin hakeza Türkiye’deki Arap Alevileriyle etkileşimi var. Başka bir şey Suriye’deki Hristiyanlar. İlk olaylar patlak verdiğinde en çarpıcı slogan “Aleviler mezara, Ermeniler Beyrut’a” idi. Suriye’nin kendi kadim Hristiyan topluluklarının yanı sıra Osmanlı’dan sürülen Ermeniler ve Süryanilerin Suriye’de hayat bulması önemli.  Rojava’da birçok yerleşimin temeli bizim kovduğumuz insanlar tarafından atıldı. Buralara Türkiye üzerinden bir müdahale olduğu zaman eski hatıralar yani tarih yeniden canlanıyor. Keseb mesela. Keseb’e Türkiye üzerinden gruplar sokuldu. Ne oldu? 1915’i Ermeniler yeniden yaşadı. Büyük bir travma! 100 yıl sonra yeniden aynı şey. Yani o insanlar için tarih tekerrür ediyor ve biz bunu böyle görmüyoruz. Ezidiler için Şengal’de tarih yine tekerrür etti.

Sizin bir cümleniz var kitapta, çok dramatik ve çarpıcı: “Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” diyorsunuz. Gerçekten Türkiye Suriye’nin bu hale gelmesinde bu kadar ciddi bir rol mü oynadı?
Sadece Suriye değil Irak da affetmeyecek. Bir kere militan akışının % 70-80’i Türkiye üzerinden gerçekleşti. Suudi Arabistan ve Katar’ın finanse ettiği, CIA ve MİT’in organize ettiği silah akışının çoğu Türkiye’den gerçekleşiyor. Ürdün de var ama Türkiye hattı çok daha kritik. Uçaklarla Ankara ve İstanbul’a inen uçakların yükü TIR’larla sınırdan geçirildi. Bu akış 2012’de başladı ve hala sürüyor. Türkiye’nin Mare hattını koruma ve tampon bölge oluşturma telaşı da bu akışın korunmasıyla ilgilidir.
 
“Türkmenlere veriyorum” diyor. Nereye gittiği belli mi mühimmatların?

Sadece Türkmenler değil hepsine verdi. Bunlar Hatay’daki operasyon odası üzerinden dağıtıldı. Kimi az aldı, kimi çok aldı ama Türkiye muhalifleri besleme konusunda ‘adil’ hareket etti. Nusra, Ahrar, Tevhid Tugayı, Türkmen Tugayları vs... Başlangıçta IŞİD adı yoktu ama sonradan bu örgüte katılanlar da Nusra çatısı altındaydı, onlar da bu akıştan nasiplendi. Sonradan ABD’nin müdahalesiyle bazı örgütlerin üzeri çizildi.
 
Suriye’de Türkiye’yi ciddi anlamda suçlayan bir kesim var öyle mi?

Suriye’nin medeniyet havzalarını yerle bir ettiler. En önemli sanayi tesislerini yağmaladılar. Bunlar Ortadoğu’nun en büyük tesisleriydi. Suudi Arabistan üretmez, Katar üretmez, Birleşik Arap Emirlikleri üretmez, Irak üretemez halde. Sanayisini kurmuş, üreten bir ülke vardı, Suriye! Ve bu tesisleri tırlarla taşıdılar Türkiye’ye. Cilvegözü’nden ve Öncüpınar sınır kapısından taşıyıp sattılar. Suriyeliler bunu affeder mi? Affetmez…
 
Suriye dediğim zaman sizi en çok üzen şey ne?
Suriye benim gözümde şöyle bir ülkeydi: Baskıcı rejime rağmen bizden kaçan Ermeniler ve Süryaniler orada hayat buldu. Bizden kaçan Kürtler ayrımcılığa maruz kaldı, yabancı ve kayıtsız diye vatandaşlıktan mahrum bırakıldı ama en azından orada katledilmediler.  Muhalif olanlar bir şekilde zulüm gördü bu doğru. Ama azınlıklar için Suriye korunaklı bir alandı. Farklı din ve mezhepler bir arada yaşıyordu. Lazkiye’de, Halep’te ve özellikle Humus’ta Sünni, Alevi, Şii, Hristiyan iç içe. Bu kültürü fena halde örselediler. Bu insanı sarsan bir şey. Suriye kentlerinin çok önemli toplumsal ve kültürel dokusu var. Bizim Hatay, Mardin gibi. Bakın selefi cihatçıların elinde bu bölgeler ne hale geldi. Bu insanın içini parçalayan bir şey.
 
Peki Suriye değince sizi en çok ne öfkelendiriyor?

Mesela dünyanın en rezil sistemine sahip bir Suudi Arabistan’ın kendi bölgesel ve uluslararası hesapları için bu ülkeye demokrasi götürme kervanında baş finansör olması insanın ağırına gidiyor. Katar da öyle… Beğenmeyebilirsiniz ama Suriye’de iyi kötü parlamento, seçim sistemi, yargı mekanizması var. Kadınlar bu ülkede bazı Avrupa ülkelerinden daha önce seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Suriye kadınların gece saat ikiye üçe kadar sokaklarda tek başına dolaşabildiği bir ülkeydi. Bunları yok ettiler. Bizdeki gibi orada bir Ermeni ya da Kürt’ün aşağılandığını göremezsiniz. Burada bazı kesimlerde maalesef ‘Ermeni’ kelimesi bir hakaret, aşağılama sıfatı gibi kullanılıyor. Ama Suriye’de kimse bunu yapamaz. İşte bu ortak yaşam kültürünü ve ortak medeniyet havzasını hedef aldılar, benim en çok kahrolduğum şeylerden birisi budur.
SURİYE: YIKIL GİT, DİREN KAL, Fehim Taştekin, İletişim, 2015.

cakirserap@yahoo.com

Canlı Bir Anlatım: Yükşehir (Şenay EROĞLU AKSOY)

Özgür Çakır’ın ilk kitabı Yükşehir’de on iki öykü yer alıyor. Sıcak, canlı bir anlatımı var Çakır’ın. Sokağı, duyarsızlıklarla örülü gündelik yaşamın akışı içinde göre göre yabancılaştığımız insanlık hallerini, erkek olma durumunu, daha çok erkek öykü kahramanlarının gözünden anlatıyor. Yalın, bilindik olaylar sanki onu öykü kurmaya iten. Nahif bir yazıgözüyle yaşamdan toplanmış ayrıntılarla örülü öyküler, kırılma ânlarını ustalıkla yakalamayı başarıyor. “Tarihin öznesi salıncakta, kaldırımda, otobüs durağında, bazıları hafta sonları eylemde ve hafta içleri süpermarket indiriminde.” diyor örneğin. Bir cümlede, ironik bir anlatımla hiç de yabancısı olmadığımız durumları, yanı başımızda yaşayan sıkışmış insanları, bizi anlatıyor aslında. Kahramanların kimi eğitimli olmasına rağmen iş bulamamış nohut- pilav satan beyaz yakalı, kimi varoluş sıkıntısıyla içli kırılmalar yaşayan modern dünya yitikleri. Sayfalar arasında gezinirken ülkenin yakın güncel tarihini; Haydarpaşa Garı’nda çıkan yangını, Gölcük depremini anımsıyorsunuz. Yaşadığı ülkenin politik evreninden etkilenen, bu duruma kafa yoran bir yazar var karşımızda belli. Dünyalı olamasa, kendini hiçbir şeyin sahibi gibi görmese de haksızlık ve eşitsizlik karşısında sağlam reflekslere sahip bir kalp var sanki öykülerin arkasında.

Kitaptaki etkileyici öykülerden Artçı ‘da depremin ardından çadır kentte yaşayan bir boya ustasının hikâyesine ortak ediliyor okur. Karısı ve tek çocuğuyla yaşadığı çadır kentte, karlı bir mart ayazında, anlatıcının çadırdan çıkışıyla başlayan öykü, depremzedeler için buluşma noktası haline gelen kasaba kahvesinde sürüyor. Çakır’ın erkek kahramanları sert kabuklarının altında içli bir çocuk taşır gibiler. Bıçkın, gururlu ama iyilik dolular. İncelik yüklü kimi davranışları, kırılmaları ve sözleriyle yaşama bağlılıklarını alttan alta sezdiriyorlar sanki okura. Zira Artçı adlı öyküdeki kahraman çadır kentten kahveye kadar süren yolda, ağlar gibi havlayan bir yavru köpek sesi duyduğunda adımları giderek yavaşlıyor. Aklında bir yandan yarışta koşacak atların adlarını sıralar, içinde bulunduğu durumdan kendince çıkış yolları ararken, adı Beyaz olan yavru köpeğin öyküye girişiyle artık eskide kalmış, huzurlu günleri içi burkularak anımsıyor. Bu incelikli geçiş hikâyenin akışı içinde bilinçli bir tercih olmakla birlikte, kaleme yön veren yazarın bile derinlerinde saklı, sindirilmiş bir itkinin dışa vurumu sanki. Yalnızca öykü kahramanının değil yazarın da izini taşıyor bu onarıcı tercih desem abartmış olur muyum acaba? Öyküde yer alan karakterler arasında maddi durumu diğerlerinden daha iyi ama cimri olduğunu anladığımız yaşlı adamın kahvedeki yakınmalarına anında, sert cevap veren anlatıcı eski filmlerden kalma bir delikanlılık algısıyla çizilmiş sanki. Yavru köpeğe karşı şefkat doluyken, cimri adama karşı kızgın, tahammülsüz.  Artçı ’da boyacı ustası Rıza ve Tahsin’in iç içe geçmiş yaralayıcı hikâyesine ortak olurken bu hüzünlü öyküde az da olsa iyimser olmamızı sağlayan yavru köpek öykü boyunca okura eşlik ediyor. Aslına bakarsanız bir başka yerde duysanız klişe diyeceğiniz kimi olaylar etkileyici bir dizge ve içli bir anlatımla sarsıcı öykülere dönüşüyor. Çakır’ın elinde.

Yükşehir’de, erkek dünyasına özgü benzetmeler-içerisi asker koğuşu gibi kokuyor-Ali hedefine kitlenmiş sperm gibi…- erkeklik kültürüne özgü durumlar; iddia oyunları, futbol, at yarışı- öykülerin olağan bir parçasına dönüştürüyor. Yerli yerinde diyaloglar, anlatılmak istenen meseleleri daha da etkileyici kılarken, kitaptaki en zorlama öykü ayrıntısının Arife Günü adlı öyküdeki OSYDHOGY kısaltması olduğunu söylemeliyim. Etkili bir girişle başlayan öykü okurun ilgisini diri tutmak, öyküye derinlik katmak için atılan çengellerin bir kısmının -okur yok sayılarak- boşa çıkarılmasıyla etkileyiciliğini yitiriyor. Örneğin, öyküde yukarıda söz ettiğim kısaltmayla karşılaştığında hemen anlayıveriyor okur aynı ayrıntıyla tekrar karşılaşacağını. İlerleyen bölümlerde bu kısaltmanın öykü anlatıcısının satın aldığı CD’nin üzerinde de yazıyor olduğunun okura hatırlatılması yetmiyor bir de CD satıcısının “O değil albümün üzerindeki bu harfler hangi manaya geliyor onu kimse çözemedi” cümlesiyle iyiden iyiye okurun gözüne sokularak başta atılan çengel boşa çıkarılıyor.

Sel Yayınları’nın bastığı Yükşehir’in editörlüğünü Murat Uyurkulak ve Öykü Özçinik yapmış. Son dönemde büyük yayınevlerinin ilk kitabını yayınlayan öykücülere yer açması sevindirici. Dünyanın bir cinnetin eşiğinde dolanıp durduğu bu kötü günlerde, üzerimize masum insan ve çocuk cesetleri yağarken edebiyat umut etmenin, insanı anlamanın, yaşama sahip çıkma becerisini yitirmemenin alçak gönüllü bir yolu oluveriyor.  Şehirlerin hepimizin sırtında ağır bir yük olduğu modern dünyada Yükşehir iç burkan hikâyelerin arasına saçılmış içten insanlık halleri ve iyimserlik pırıltılarıyla okurun içine dokunmaya aday. Daha ilk kitapta bizi kendine bağlamayı başaran Özgür Çakır’ın yeni öykülerini sabırsızlıkla bekleyeceğiz.

YÜKŞEHİR, Özgür Çakır, Sel Yayınları, 2015