Mutluluk Diktatörlüğüne Bir Başkaldırı: Mutsuz Olmak (Merve TOKGÖZ)

Kişisel gelişim kitaplarının yok sattığı, yaşam koçlarının mutlu ve başarılı olmak üzerine formüller saçtığı, gazetelerin mutlu olmanın on kolay yolunu listelediği, çikolata reklamlarının dillerine mutluluk pelesenk ettiği, herkesin çılgınca mutlu olmak peşinde koştuğu bir çağda Wilhelm Schmid tüm bunları tersyüz eden bir kitap yazdı: Mutsuz Olmak. Tanıl Bora’nın çevirisiyle Türkiyeli okurlarıyla buluşan kitap 21. yüzyıl insanının durmaksızın peşinden koştuğu ebediyen mutlu olmaya çalışma hâlinin aslında insanı içten içe mutsuzluğa nasıl sürüklediğini, “mutluluk diktatörlüğü”nce dışlanmış mutsuz insanların hayatla nasıl başa çıkabildiklerini ve modern dünyada mutsuz olmaktan yana taraf olmayı ele alıyor.

Kültür endüstrisinin çarkından çıkıp insanların yaşam alanlarını işgal eden reklam panolarının, TV programlarının, popüler dergilerin, seyahat acentelerinin, alışveriş merkezlerinin, “yaşam mimarları”nın yarattığı konut sitelerinin bir ağız olup dikte ettikleri bir söz var: Mutlu ol! Bu tıpkı John Carpenter’ın They Live filmindeki gibi tezahür ediyor. Filmde insanların çıplak gözle göremedikleri ve sistemin ürettiği “itaat et”, “tüket”, “uyu”, “düşünme” şeklindeki emirler; caddelerde, duvarlarda, panolarda, ürün ambalajlarında, paranın üzerinde kısacası görünür olan her şeyde insanların zihinlerine onların farkında olmaksızın yükleniyordu. Ne var ki karşıt gruplar keşfettikleri özel bir gözlükle, kendilerine bilinçsizce dikte edilmek istenen, oraya buraya yazılmış emirleri görebiliyorlar ve tüm bunlara karşı sistem tarafından itilmiş insanları uyarıyorlardı. Schmid’in kitabı tam da bu görevi üstleniyor. Kitap, Carpenter’ın filmindeki gibi, bir çeşit gözlük olup insanlara emredilen “mutlu ol!” diktesine karşı uyarıyor. Bu uyarılar ile birlikte Schmid bizatihi sonsuza dek mutlu olma fikrini, buna inandırılan 21. yüzyıl insanının mutsuzluğunun esas müsebbibi olarak karşımıza çıkarıyor. “Mutluluk diktatörlüğü”nün tahakkümü altında yaşamaya zorlanan modern insanın karşısında duran Schmid; mutsuzluğu ile başa çıkabilen, mutsuzluğunun bilincinde olan, hayatın gerçekleri ile yüzleşmiş mutsuz insan ile hemhâl olmanın yollarını gösteriyor.  

Schmid, insanların mutluluğu elbette ellerinin tersiyle itmesinden yana bir tavır takınmıyor ancak mühim bir ayırtıma gidiyor: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir” (s. 11). Hayattaki amaçlarını kariyer odaklı belirleyen ve at gözlüğü takmışçasına çevresinde hayata dair diğer hiçbir şeyi görmeyen modern insan bu haletiruhiye ile hayatının anlamsızlığını mutlak mutluluk ile takas edebileceği sanısına vardı. Ancak anlamı olmayan bir hayatın müdavimi olan modern insanın unuttuğu ve Schmid’in hatırlattığı bir şey var: “Mutluluğun sınırları vardır ve hayattan haddinden fazlasını istemek anlamsızdır” (s. 11).

Pozitif düşünme ise yine çağın insanının ayarını kaçırdığı bir diğer husus. Schmid, pozitif düşünme fikrinin öncelikle olumlu tarafları olduğunu belirtiyor. Örneğin her yeni güne felaket haberleri ile uyandığımız şu çağda bunların yalnızca bir kısmını görmek iyidir. Yine Schmid’e göre her şeyi tamamen negatif görmeyip pozitif düşünebilmek insana dirilik hissi verir. Fakat iş çığrından çıkıp salt pozitif düşünmeye dönüştüğü anda sıkıntılar baş gösterir. Kendini pozitif düşünmeye şartlamış biri için en ufak sıkıntılar gittikçe büyür. Her şeyi pozitif düşünebilmek adına insan kendini öfke harbinin içine sürükler. Schmid’in de dediği gibi, “insanlar pozitifte ne denli ısrar ederlerse, o denli negatife batarlar” (s. 42).  Bunların yanında Schmid’in 20. yüzyıl totalitarizmi ile pozitif düşünme arasında kurduğu bağ önemli bir noktaya dikkat çekiyor:   “Nasyonal sosyalist ‘Neşeyle Kuvvet’ programının niyeti de insanları pozitif bir ruh haline sokmaktı. (…) Ne için kuvvetleneceğiz? Nasıl bir neşeyle? Neşesini bulamayacak durumda olanlar ne olacak?” (s. 43).

Schmid kitabında “mutluluk diktatörlüğü”nün boyunduruğuna girmiş insanların, mutsuz insanları cüzamlıymışçasına, vebaya yakalanmışçasına ötelediklerini dile getiriyor. Peki, kim bu mutsuzlar? Bu noktada Schmid sanat ve bilim tarihine katkıda bulunan isimlere dikkat çekiyor. Hayranlıkla okunan edebi eserlerin, dünyayı değiştiren fikirlerin ya da insanlığın kaderini değiştiren keşiflerin yaratıcıları için hayatlarını hoşnutluklar içinde sürdürdükleri pek söylenemez. Hatta bir genellemeye gidilecek olursa çoğunun yaşamlarının büyük kısmını zorluklar ve ciddi sıkıntılar ile devam ettirmeye çalıştığı söylenebilir. Schmid tüm bu eserlerin ve keşiflerin mutluluktan değil, tersine mutsuzluktan doğduğunu dile getiriyor ve başı darda olan, çaresiz ve mutsuz insanların entelektüel anlamda çok daha yaratıcı olduklarını da ekliyor. Belki de bu yüzden kitabının alt başlığına “bir yüreklendirme” şerhini düşüyor Schmid.

Schmid son yıllarda iyice popüler olan bir başka meseleyi daha kitabına dahil ediyor. Mutluluğu uzak diyarlarda arayan ve bunun için “mutluluk turizmi”ne başvuran insanların gittiği bir yer Bhutan Krallığı. Schmid bunun bir tuzak olduğunu ve Budist kültürün mutluluk anlayışı ile modern kültürlerin mutluluk anlayışının tamamen farklı olduğunu dile getiriyor. Zira birinde kendini kadere teslim etmek varken diğerinde kaderi tanımama olduğunu anımsatıyor Schmid. Son olarak, mutluluğu denizaşırı memleketlerde arayan modern insanlara, Benjamin’in çok da uzaklara gitmemelerini hatırlatan şu sözünü salık vermek gerek: “Mutlu olmak demek ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.”*

* Walter Benjamin, Tek Yön, Çev. Tevfik Turan, Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2011, s. 42. 

MUTSUZ OLMAK, Wilhelm Schmid, (Çev.) Tanıl Bora,  İletişim Yayınları, 2014.

Babaevi'nde Geçmişe Dair Hesaplaşmanın Romanı (Mahmut ŞENOL)

Genç yazarlarımızdan Umut Dağıstan'ın Ayrıntı Yayınları arasında geçtiğimiz yıl basılmış ikinci romanı Boşluğun Sesi'nden, Sabit Fikir Edebiyat dergisinde* bir süre evvel bahsetmiştim. Tersten giderek, şimdi ilk romanını okumuş bulunuyorum.

Aslına bakılırsa, Umut Dağıstan'ın Üst Kattaki Cinler adlı ilk romanı eve dönüş hikâyesidir. Adana şehrinde, ömrünün son günlerini tek başına geçiren kanserli babayı ziyarete gelmiş, büyükten küçüğe sıralarsak,  terbiyeli Servet ağbileri, çapkınlık ve hınzırlıkta önde giden ortanca Ali,  İpek adlı ailenin tek kızın eve geri dönüş güncesidir.

Herbir kardeş sırasıyla lafı alır, bu söze girişlerden roman bölümü çıkar, kurgu iç konuşmalarla devam eder. Ama hepsi bu değildir! Dağıstan, romanda Dostoyevski'ye çıraklık imtihanı verip kalfalığa adım atacak düzeyde bir ruh irdelemesine kalkışır. Her yazarın terazide sıkleti bunu tutmaz...

Baba Süleyman Bey'in son günlerini beraber geçirmek üzere birisi Antalya'dan, -U.Dağıstan, Adana doğumludur, Antalya'da yaşar; dikkat!-, öteki bir büyük kentten, diğeri de başka yerden gelir.
Babaevine dönen üç kardeş, kurmaya çalıştıkları hayata dair acıları, yıkıntıları, emelleri, hülyâ ve beklentileri, her tür çarpıklık ve komikliği de beraberinde taşıyacaktır. Kahramanlarımız kurgunun akışı boyunca romancının verdiği söz sırasına göre, sahne alıp kendisini anlatır.

İpek'in kocası yazar olmak hevesindeki İsmail'dir. İsmail karısını Suzan adlı bir fahişeyle aldatır; fahişeyle aldatmak ne demekse... Bir başka kadınla beraberliği romanını yazmaya ilham için gören İsmail'e kızamayız, zira ortanca ağbi ondan geri kalmaz.

Servet, en büyük ağbidir, eşi Güzin'le arası limonîdir, lakin evliliği kurtaran Can adlı oğulları vardır.

Gelelim, ailenin Don Juan karakteri Ali'ye: Dağıstan'ın romanlarında bundan böyle Don Juan'lara  alışmalısınız, çapkın, hercâi, vurdumduymaz erkeklere sık sık rast gelineceğinden bunu yadırgamayınız, hatta bekleyiniz. Ali, Antalya'da restorant işleticisidir, kırmadık ceviz bırakmaz, hepsini de kılıfına uydurur.
Yazarımızın Ali'ye sıra verdiği bölümlerde, cinselliği ölçülü bir edebiyat içinde ne herzeler yediğini öğreneceğiz.

Süleyman Bey, bana göre, Turgenyev'in klasiği Babalar ve Oğullar romanındaki Baba Nikolay'a uzaktan selam çakar. Onun gibi muhafazakâr değerler içindedir; çok okur, okumaktan yazmaya fırsat bulamaz.

Oedipus Kompleksi diye genelleştirilirse, Freudyan saplantılara girmeksizin, Süleyman Bey'e karşı iki oğlu ve kızı, aslında düşmandır. Zira, Süleyman Bey kitap ve okuma bencilidir; tıpkı Elias Canetti'nin Körleşme romanındaki Pieter Kiene gibi kütüphanesine kapanır.

Kitap okuyana zaten herkes düşmandır, en azından birazcık kırgındır.

Kitap okuyan dünyayı satırlar arasında anlamaya çalışır, oysa onun dışında duran hayat vardır ve o hayatın kitle insanları bunu hazmedemez. Annelerinin böyle bir adamı baba diye seçmesi, demek onları kızdırmıştır.

¨ Süleyman Bey'in dünyası kitaplarıydı. Beni bu dünyaya davet etmek için gösterdiği tek çabaysa, özel günlerde aldığı hediyelerdi: Kitaplar! Zamanla, onun elinde parlak ambalajlı bir paket görmenin benim için hiç heyecanı kalmadı... Onun tek bildiği odasına kapanıp kimsenin okumadığı yazıları yazmaktır. O bir yabancıdır, hem de kimsenin tanımadığı bir yabancı!¨
[s.23.]

Bunu söyleyen, babasına son derece kırgın ortanca oğlu, Ali'dir. Yabancı diye nitelediği babanın, A. Camus'ün Yabancı romanındaki Meursault'a benzerliklerini hatırlamak isteyen olursa, yüreklendirmek gerekiyor. Babanın kaçınılmaz ölümünü bekleyip onu uğurlamaya gelmiş çocukları bir yandan eleştirmeden duramıyacaktır.

Yazarın, ¨Yollarda kimse birbirini tanımıyordu. Özgürlük dedikleri şey, bu olmalıydı!¨ deyişi [s.15]  Cervantes'in,¨Yolda olmak handa olmaktan daha iyidir!¨ vecizesine bir atıftır.

Yazarın,  ¨Babam, uzun yemek masasına dirseklerini dayamıştı yine. Sanki önünde hep bir masa olmalıydı.¨ [s.29] diye Süleyman Bey'in masadan ayrılmayan, ona yapışık bedenini, ruhunu eleştiren büyük oğlu , bize bir yerlerden âşina geliyor; hiçbir şey yapmak istemeyen, ama hep masasında oturan Kâtip Bartleby, Moby Dick romancısı H.Melville tarafından nasıl tasvir edildiyse, öyle...

Yazarın, Süleyman Bey'i kastedip, ¨Var olmayan bir adamla beraber olmak annem için çok zor olmuştu herhalde. Ama insanlar var olmayan bir tanrıya inanıyorlar.¨ [s.39] deyişi, İ.Calvino'nun Varolmayan Şövalye'sindeki satırları anımsatır.

Akciğer kanserine sigaradan yakalanmış babalarını konuşup çekiştirmek üzere, üç kardeşin, evin bahçesinde buluştuklarında herbirinin dudağında bir sigarayla görünmesi, baba katili tütünle ahbaplığı sürdürmesi dikkat çeker. [s. 49]

Yazarın 1980'lere dair alışkanlıkları iyi bildiğini  yaşını dikkate alıp anlıyoruz. Dağıstan'ın o dönem talebelerinde parmak arasında kalem çevirmek, fıldır fıldır döndürmek alışkanlığı olsa gerek, romanına bu yansımıştır. ¨Okul yıllarımda yaptığım gibi kalemin arka tarafından tutuyor, başparmağımla ortaparmak arasında sıkıştırıp işaretparmağımla vuruyor, havada bir tur atıp elime geri dönüşünü izliyordum.¨ [ s.61] 
Ne ki romanda, İpek'e rağmen, kadın gözünden bakılamaz. Yazar, bir çocuk yahut hayvan karaktere de yer vermemiştir; bunları başka romanlarında bulacağımıza inanıyorum.

Yazar boyundan büyük lafları karakterlerine söyletir:¨Her erkek babasından kaçarken kendisini karanlık, ucu bucağı olmayan sonsuz bir ormanın içinde bulur, oradan çıkış, bilinçli veya bilinçsiz, bütün hayatın anlamı haline gelir, eninde sonunda çıkmayı başardığındaysa her zaman yanı başında olan gerçeği fark eder; çıkış aslında giriştir. Ormanın sonunda onu bekleyen aslında babasından başkası değildir.¨ [ s.131] 
Babanın odasında, masasında geçirdiği entelektüel beslenme saatleri demek çocuklara epeyi dokunmuştur. Süleyman Bey zaten hep yalnız adamdır, şimdiyse kanserle baş başadır. ¨Çünkü masadaki adam kendi yalnızlığını sevecek kadar tehlikeli biridir...¨ [s.218] 

Kitapla, okumayla, öğrenme merakıyla ilgili tüm babaların kulağına bu küpe olsun!

Dağıstan'ın eksiksiz, zengin Türkçesiyle yazdığı romanda iki şey bana göre yoksunluk gösteriyor. Birisi İstanbul Türkçesine ait ağzı kullan(a)mayışı, ötekisi konuşma-diyalog akışlarında gerçek yaşama ait seslenişlere yer vermeyişidir. Bunları aşması kolay: Önce İstanbul'a dair Halid Ziya, Refik Halid, Halide Edip, Hüseyin Gürpınar, Burhan Cahit, Peyami Safa gibi yazarlara önem vermeli, dilini böylece geliştirmelidir.
Bir de tiyatro eserlerini baştan sona okumalıdır.

Sanıyorum, diyalog için en yetkin ders kaynağı tiyatro yapıtlarıdır.

Dağıstan'ın göz kamaştıran yapıtındaki bu eksikler romanın okunmasını zorlaştıran, yokuşa vuran şeyler değildir; gözüme çarpan çerden çöptendir.

Bu kadar hurda teferruat her yerde var, bu romanda olmuş çok mu?

Derinliği olan bir romanın arada kaynayıp gitmesine gönlü razı olmayanlara kitabı salık veririm.


ÜST KATTAKİ CİNLER, Umut Dağıstan, Merkez Kitaplar Yayınevi, 2007

Bir Kurtarıcı Son: İntihar (Tezcan TOPAL)

İntihar, edebiyatta kuşkusuz kurtarıcı son. Ne zaman intiharla biten bir roman veya öykü okusam, aklıma yazarların kitap finallerini kurgularken ölümü yan ceplerinde kendilerine kurtarıcı gibi beklettikleri gelir. Bu yanılgıya düşmemin sebebi, dünya edebiyatının belki de yarısının ölümle ilişkili olması olabilir.

Edebiyat ve intiharı yan yana koyduğumuzda benim aklıma 20.yüzyılın feminist ve modernist yazarlarından Virginia Woolf gelir. İngiliz yazar son mektubunda eşine şöyle diyordu: “Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim.” Virginia Woolf’u tanımakta geç kalan okurlar varsa bu ay İş Bankası’ndan çıkan “Bir Yazarın Günlüğü”nü okumanın tam da sırası! Yazarın 1941’deki intiharının üç hafta öncesine denk süren günlüğünde 27 yıllık bir yaşama tanık olmakla birlikle, Woolf’un sancılı geçen yaratma sürecine de tanıklık ediyorsunuz.

Tabii intihar ederek hayatını sonlandıran çokça yazar var. İntihar ederek öldüğünü bildiğimiz yazarlar karşısında intihar eden karakterler bir hayli fazla: Zebercet  (Anayurt Oteli), Selim Işık (Tutunamayanlar), Suat (Huzur), Werther (Genç Werther’in Acıları)… Bu karşılaştırmayı yapmamın nedeni Edouard Leve’nin yayıncısına “İntihar”ı teslim ettikten 10 gün sonra intihar etmesi. Leve, kitapta intihar eden arkadaşına uzunca bir metin yazar. Anlatılanlara göre Leve, kitaptaki ölümü taklit eder. Muhtemel bir senaryoysa Leve’nin kafasındaki intihar planını metinleştirdikten sonra bu planı harfiyen uygulaması.

Bana sorarsanız Leve, tüm insanlık gibi intiharın nasıl bir tecrübe olabileceğini düşündü. “İntiharın akıllara zarar veresiye güzeldi” diyor ve arkadaşının ölümünü anlatırken kitabın girişinde şu cümleye rastlıyorsunuz: “Artık ölüm üzerine benden daha çok şey biliyorsun.”

Öte yandan Fransız yazar Leve, hem okura hem intihar eden arkadaşına ve belki kendine kitap boyunca sorular soruyor: “İntiharı açıklamak mı? Kimse kalkışmadı bu işe” diyordu. “ Dünyaya uyum sağlayamadığını hissetmek seni şaşırtmıyordu da dünyanın, içinde yabancı gibi yaşayan birini yaratmış olmasına şaşırıyordun. Bitkiler intihar eder mi? Hayvanlar umutsuzluktan ölür mü? Onlar ya işler, ya yokolurlar. Sen belki de evrimin zayıf halkası, kaza sonucu ortaya çıkmış bir iziydin. Bir daha canlandırmaya yazgılı, geçici bir anomaliydin.”
İntihar yalnız yapıldığı için, nasıl yapıldığı ve neden yapıldığı genellikle muammada kalan bir eylem. Tabii bu da merakı tetikleyen bir etken. Bazı dinlerde yasaklanmış olan intihar için Alfred Alvarez, “dinin gücü zayıfladıkça intiharın gücü artar” der.

İntiharı düşünmüş, intihar vakasının ardından “neden” diye merak etmişler için Leve, aklınızdan geçen çoğu şeyi size tek tek hatırlatıyor.


İNTİHAR, Edouard Leve, Sel Yayıncılık, 2014.

Yaşam Ve Ölüm Arasında Bir Durak: Tezer Özlü (Başak BAYSALLI)

Bir yazarı anlayabilmek ve onun iç dünyasına ulaşabilmek; tüm eserlerini okumak, yazdıkları üzerine düşünmek, söylediklerini yorumlamak ve tüm bunlardan bir anlam çıkarmakla mümkündür ancak. Tezer Özlü’nün dünyasına açılan kapıyı aralamak için de onun kaleminden dökülenleri bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Yazmak, yaşamaktır onun için. Tüm eserlerinde yaşam, ölüm, varoluş, yalnızlık, korku, kaçış, delilik, isyan, iç huzursuzluk, çatışma, iç ve dış sınırlar, çocukluk, aile, savaş ve yol açtığı yıkım, bu yıkımın insan psikolojisindeki etkileri gibi bireysel temalara yoğunlaşmasının nedeni, bu konuların yaşamının temel meselesi olmasıdır. Yazdıklarını yüreğinde hisseden, yaşamının merkezine koyan bir yazardır Tezer Özlü.

Çeşitli dergilerde yayımlanan öyküleri 1978 yılında Eski Bahçe adıyla bir araya getirilir. Ölümünden bir yıl sonra, 1987’de tüm öyküleri Eski Bahçe-Eski Sevgi adlı kitapta toplanır. Bu kitapta yer alan öyküler, yazarın kendi yaşamından belirgin izler taşır. Tezer Özlü, özellikle çocukluk yıllarını yansıttığı öykülerinde, aile/baba ve okul/öğretmen disipliniyle uygulanan baskıların bir insanı nasıl etkilediğini, bu durumun baskı toplumunun oluşumunda büyük bir rol oynadığını incelikli, lirik, sözünü sakınmayan, sarsıcı bir anlatımla dile getirir. Öykülerinin merkezine yerleşen baskı; tutsaklık, yabancılaşma, kimsesizlik, sınırsız bir yalnızlık ve çıkmaza düşme durumuyla ele alınır. Bu özellikleriyle “Türk edebiyatının lirik, gamlı ve nostaljik prensesi” olarak nitelenen Tezer Özlü için Leylâ Erbil de bu konuda şunları dile getirir: “İlk öykülerinde başlayan yalnızlık, ihtiyarlık, intihar ve ölüm izlekleri ya da korku onu yaşamının sonuna kadar kovalamıştır."(1)

Öykülerin klasik öykü kalıplarının dışında olması (farklı biçim denemeleri, kısalı uzunlu dizeler, dikey yazılar, büyük harflerin ve noktalama işaretlerinin kullanılmaması), belirsiz zaman kullanımı, mekânın öykü kişilerinin psikolojisini yansıtmak için bir araç olarak metne yerleştirilmesi, imgeli ve kapalı bir anlatımın tercih edilmesi öykülerin farklı okumalara açık olmasını sağlar.

Kısa anların peşine düşen yazarın öyküleri onun yaşamından hareketle değerlendirilebilir. Bu açıdan bakıldığında dikkat çeken “Dönüş” ve “Eski Bahçe”, anlatıcının düş dünyasıyla şekillenen, aynı temaların ele alındığı, ortak kişilerin ve imgelerin kullanıldığı bir bütün olarak okunabilecek öykülerdir. “Dönüş”, anlatıcının çocukluk yıllarına dönüşünü ve bu yıllara ait düşlerini konu alır. Karakter, yaşanmış bir sevginin ardından geriye dönüşlerle hatırlar geçmişi. Anlatıcının düş dünyasında, geçmişte yaşadığı kasaba belirir.  Benzer imgelere Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı romanının “Ev” başlıklı ilk bölümünde de rastlanır: “Şimdi taşrada değiliz. Geniş tahta evler arasındaki meyve bahçeleri sessiz kasabalarda kaldı. Ve sessiz kasabalar da 50’li yıllarda. Eriyen karlar altında açan sarı, mor çiğdemler topladığımız Esentepe’nin yüksek çamları soyut bir çocukluk düşü. İnce bacaklarımla aydınlık yaz günlerinde yokuşu koşuyorum… Serin esintisine doğru dalgaların…” (2)  “Eski Bahçe” adlı öyküde de anlatıcı, çocukluk dönemini ve bu dönemde yaşadığı kasabayı düşünürken bir taraftan da büyük kentte, şimdiki zaman içindedir.

Tezer Özlü’nün kendi yaşamından izler taşıyan bir diğer eseri, Çocukluğun Soğuk Geceleri’dir. Roman, kişinin çocukluğunu, yaşam boyu karşılaştığı baskıları, bu baskılara karşı direnişini, toplumla uyuşmazlıklarını, topluma ve kendine yabancılaşmasını, başkaları tarafından ötekileştirilmesini ve kendi varoluşunu keşfetmesini anlatır. Özlü, bu roman üzerine şunları söyler: “Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, 20 yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.”  (3) Otobiyografik roman olarak kabul edilen Çocukluğun Soğuk Geceleri için Füsun Akatlı ise şu saptamalarda bulunur: “Yalnızlığın çıldırtıcı boyutlarını, çıldırmanın ve ona bağlı koşulların (klinikler, çevrenin kuntluğu) dehşetini, cinselliğin sevgi ve dostlukla bütünleştiği, yalnızlığa karşı silah olduğu, o silahın tutukluk yaptığı ya da hedefi vurduğu durumları son derece temiz ve yalın bir biçimde, alabildiğine açık ve yürekli bir tutumla anlatıyor.” (4)

Tezer Özlü’nün 1983 yılında Auf den Spuren eines Selbsmords (Bir İntiharun İzinde) adıyla Almanca yazdığı eser, 1984 yılında yazar tarafından Türkçeye Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla çevrilir. Bu anlatı/roman (kitabın türüyle ilgili farklı görüşler vardır), kişinin Berlin’den Santo Stefano Belbo’ya uzanan yolculuğunu konu alır. Karakter; Franz Kafka, Italo Svevo ve Cesare Pavese’nin yaşadığı ve öldüğü topraklara gider. Bu yolculuk sırasında edindiği izlenimler ölüm, yaşam, hiçlik ve varoluş üzerine düşündükleriyle birleşir. İmge ve çağrışımlar kullanarak ve bu yazarların metinlerine göndermelerde bulunarak izlenimlerini aktarır. Metinde beliren yolculuk, yalnızca ele alınan yazarların yaşamına değil, aynı zamanda Tezer Özlü’nün ve okurun iç dünyasına bir yolculuktur. Kafka, Svevo ve Pavese’nin yazdıklarının bugüne uzandığı düşünüldüğünde, çıkılan bu yolculuk yaşamın ucuna değil, ta kendisinedir. Okur ve yazar, yıllar önce yazılan ve sınırların ötesine ulaşan bu üç yazarın söyledikleriyle bütünleşir ve yaşamın tam ortasında durur. 

Tezer Özlü, diğer eserlerine tematik açıdan bağlantılı bir de senaryo yazmıştır. Almanca yazılan ve özgün adı Das Zeitlose Leben olan bu kitap, Sezer Duru tarafından Türkçeye Zaman Dışı Yaşam adıyla çevrilmiştir. Bu metin, Yaşamın Ucuna Yolculuk’un senaryolaştırılmış şeklidir bir bakıma. Bu kez, yalnızca Pavese’nin yaşadığı yerlere yapılan bir yolculuk söz konusudur. Zaman Dışı Yaşam’da Tezer Özlü’nün kendi metinlerine ve Pavese’nin eserlerine göndermeler yer alır. Bu göndermeler ve senaryonun bazı bölümleri Yaşamın Ucuna Yolculuk başta olmak üzere Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Eski Bahçe-Eski Sevgi’deki öykülerle bağlantılıdır. Bu da Özlü’nün eserlerini bir bütün olarak ele almak gerektiğini vurgulayan bir durumdur.

Yazarın bazı anı ve notlarından oluşan, ölümünden sonra “Kalanlar” adıyla yayımlanan kitaba yazdığı önsözde Ferit Edgü, ondan “kalanlar”ı değerlendirirken şunları söyler: “İç içe geçen yaşamlar vardır. El-örgüleri gibi. Bu örülen giysi sırtınızda da olabilir, karşınızdaki bir insanın sırtında da. Renk renk motifler. Ya da düz. Hangi motif nerde başlıyor, nerde bitiyor çıkaramadığınız. Ama bir yerinden çekip koparmaya bakın. Örgü sökülür, eğer sararsanız adına ÇİLE denen bir yumağı oluşturur.”  (5) Tezer Özlü’nün özyaşamöyküsü olarak nitelenebilecek şu satırları ise onun yolculuğunu özetler: “Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım… Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım… Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığımı sandım… Kırk yaşındayım. Bugün gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum… Kendimi öldürmeye çalışıyorum… Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım… Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.” (6)

Ve Tezer Özlü’nün iç dünyasına aralanan başka bir kapı: Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar. Leylâ Erbil’in kitabın önsözünde söylediği gibi “mektuplar insanın bir başka yüzünü açığa çıkararak, edebiyat dünyasına daha sıcak bir tat sunar.”  (7) Kitapta önsözün ardında yer alan ve yine Leylâ Erbil tarafından hazırlanan “Benim Gözümle Tezer Özlü” adlı bölüm, okurun zihnini bu mektuplara hazırlar niteliktedir. Yazarın yaşama bakışını, sevgisini, öfkesini, eleştirel tutumunu dile getiren bu mektuplar, Leylâ Erbil’le olan dostluğunu da ortaya koyar.

Ve bugün, ölümünün ardından ona dair bir kitap daha selamlıyor okuru: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin. Tezer Özlü’nün yurt dışındayken Türkiye’deki dergilerde yayımlanan bu yazıları; dünya edebiyatı, sinema ve tiyatroyla ilgili. Edebiyatın dışındaki alanlara dair yazılarında ve farklı isimlerle yaptığı röportajlarda mesafeli bir tavır göze çarpıyor. Daha çok nesnel değerlendirmelere, bilgiye, farklı türlerdeki sanat eserlerine dair yorumlara yer veren bu yazılar edebiyatın içinden geçen bir duyarlılıktan uzaktır. Söz, edebiyata ve yazmaya geldiğinde bu durum değişir. Yazı ve edebiyat, özellikle de Kafka için dile getirdiklerinde içten bir anlatım dikkat çeker. Onun iç dünyasına açılan bu cümlelerde Özlü, yazmanın ne olduğuna odaklanır: “… kanımca yazmak coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını -az da yazsa- sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım.”  (8)

Ve kitabın daha ilk sayfalarında “Neden yazılır?” sorusuna verdiği yanıt onun tüm eserlerini anlamlandırır niteliktedir: “Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum.”  (9)

Yaşadığı ve yazdığı yüzyılı aşarak bugünü yakalayabilen bir yazarın herhangi bir kanıta ihtiyacı yoktur. Yazdıklarından başka… Tezer Özlü de onlardan biridir. Onun sözcükleri yaşamla birleşir. O, yazdıklarında kendi gerçeğini okuruna sunmak isteyen, yaşamakla yazmak arasındaki sınıra karşı koyan bir yazardır. Geniş zaman dilimlerinin yerine kısacık “an”lara yönelmesi, erken ölümünün habercisidir bir bakıma. Ardında bıraktıkları ise herhangi bir çağda, yaşamın tam ortasında yeni anlamlar kazanarak yaşayacaktır.      

(1) Tezer Özlü’ye Armağan (Haz: Sezer Duru), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997
(2) Özlü, Tezer. Çocukluğun Soğuk Geceler, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.
(3) Özlü, Tezer. “Çocukluğun Soğuk Geceleri Üzerine Söylemek İstediklerim”, Tezer Özlü’ye Armağan (Haz: Sezer Duru), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997, s.145-146.
(4) Akatlı, Füsun, “Acıdan Acıya Yol Vardır”, Tezer Özlü’ye Armağan (Haz: Sezer Duru), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997, s.43-46.
(5) Özlü, Tezer. Kalanlar (Ferit Edgü-Önsöz), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000.
(6) Özlü, Tezer. Kalanlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000. 
(7) Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, Hazırlayan: Leylâ Erbil, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006.
(8) Özlü, Tezer. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014.
(9) A.g.e.