Mutlu ARSLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mutlu ARSLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mühendisler ve Toplumsal Değişim (Mutlu ARSLAN)

Tarih, toplumsal bir yaratı olsa da, tarih yazımı daima egemen kesimlerin elinde tuttuğu bir ayrıcalık olmuştur. Bu nedenle, bizlere “tarih” diye aktarılanlara şüpheyle yaklaşmak zorundayız. Kahramanlık hikâyelerinden, komplo teorilerinden ve iktidar güdümünden arındırılmış bir bakış açısı, tarihe asıl şeklini veren toplumsal mücadeleleri daha net görmemizi sağlayacaktır. Bir toplumun tarihine ilişkin bilgilerin güvenilirliğini sınamanın en kolay yolu ise o toplumun demokrasi geleneğine bakmaktır. Çünkü ezilen sınıfların siyasal ve toplumsal gelişmelere yön verme kapasitesi arttıkça, gündelik deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarma gücü de artmaktadır. Bu nedenle farklı toplumsal kesimlerin özgün tarihsel gelişimlerinin incelenmesi, toplumsal gelişmelerin yarattığı dönüşümü anlamamız açısından önemli veriler sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında 18. yüzyıldan itibaren bu coğrafyada yaşanan modernleşme çabalarının merkezinde yer alan mühendislerin ve mühendisliğin içinden geçtiği dönüşümü izlemek, toplumsal gelişmemizin bütünü kavrayabilmemiz açısından ufuk açıcıdır.

Türkiye’de mühendisliğin ve mühendislerin yaşadığı dönüşüme ilişkin araştırma ve incelemelerin büyük çoğunluğu ülkemizdeki TMMOB ve bağlı odaların dönem dönem gerçekleştirdiği üye profili anketlerine dayanmaktadır. Bunların arasında belirli bir kavramsal çerçeveye yaslanarak toplumsal değişimi yorumlayan bazı örnekler öne çıkmaktadır. Ali Artun’un 1999 yılında yayınlanan “Fordizm ve Mühendisin Dönüşümü” ve Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü’nün 2000 yılında yayınlanan “Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik: Türkiye’de Mühendisler, Mimarlar” kitapları mühendislik alanındaki alan araştırmalarının iki önemli örneği olarak öne çıkmaktadır. Bunların yanında Nilüfer Göle’nin 1986 tarihli  “Mühendisler ve İdeoloji” başlıklı çalışması da mühendislik ve toplumsal gelişme ilişkisini yansıtan öncü bir çalışma olarak değerlendirilebilir.

Türkiye’de mühendislerin toplumsal statülerinin izleği, Türkiye’nin toplumsal siyasal dönüşümünün takip edilebilmesi için önemli veriler sağlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında genç cumhuriyetin kök salabilmesini sağlayacak “modernleştirici akıl” olarak algılanan mühendisler, devletten ayrıştırılamaz bir görünüm içerisindedir. Bu tutum, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yaşanan gelişmelere paralel olarak değişmeye başlamıştır. Gerek sanayileşme yolunda atılan adımlar, gerek ülkedeki siyasal gelişim, gerekse de Türkiye’deki kapitalizmin örgütleniş biçiminde yaşanan dönüşüm nedeniyle mühendislerin devletle aralarındaki bağ gevşemiştir.

Mühendislerin her anlamıyla bağımsız toplumsal özneler haline geldiği bu dönemde öne çıkan “kalkınma fikri”, mühendisleri “kalkınma idealinin taşıyıcısı” haline getirmiştir. “Teknik aklın” ekonomik ve sosyal göstergelerin iyileştirilmesi için kullanılmasının toplumsal kalkınmayı sağlayacağı anlayışı, mühendisler ile kalkınma arasında yakın bir ilişki doğmasına neden olmuştur. Böylelikle 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca mühendisler, devlet ricali ile geniş halk kesimleri arasında “ayrıcalıklı bir aracı” konuma gelmiştir. Bu ayrıcalıklı statü “mühendislerin çıkarları” ile “devletin çıkarları” arasındaki açının giderek büyüdüğü 1960’lı yılların sonuna kadar korunmuştur.

Mühendisler bu ayrıcalıklı konumlarıyla, “siyaset içinde olup siyasetçi görülmemeyi”, “üretim içerisinde yer alıp üretici görülmemeyi” kendi zümrelerinin bir “özniteliği” olarak görmüşlerdir. Bu nitelik 1970’li yıllardan itibaren dönüşüme uğramıştır. Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı altın çağın sona ermiş olması, altın çağın gözdeleri olan mühendislerin toplumsal ve ekonomik statülerinin de sonu olmuştur. Mühendis sayısı hızla artarken iş olanaklarının azalması, mühendislerin gelirlerinin azalmasına ve çalışma koşullarının kötüleşmesine neden olmuştur.  Çalışma alanındaki ve yaşam koşullarındaki bu hızlı “işçileşme”, fikri ve ideolojik alana da yansımıştır.

Mühendisler, her anlamıyla işçi sınıfıyla kader bağı içinde olduklarının farkına varmışlardır. Bir önceki dönemin ayrıcalıklı aracıları, artık devrimci öncüler olarak toplumsal mücadelenin ön saflarına geçmişlerdir. Teknik elemanlar da artık DİSK üyesi işçiler, TÖS üyesi öğretmenler ve DEV GENÇ’liler gibi alanlara çıkmaya başlamışlardır.  Personel Yasası, teknik elemanların statüsü ve ekonomik hakları gibi başlıklar üzerinde yürüyen bu dönemdeki mücadelede, miting ve yürüyüşlerin yanı sıra boykot, forum gibi farklı mücadele araçları da kullanılmıştır.

1970’li yıllarda kapitalist ülkelerde birbiri ardına ortaya çıkan krizler, 2. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan “Refah Devleti” politikalarının sürdürülemez hale gelmesine neden olmuştur. Özellikle petrol fiyatlarındaki keskin artışlar, petrol bağımlısı pek çok ülkede “stagflasyon”, “bütçe açığı”, “cari işlemler açığı” gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ekonomide yaşanan bu kriz, bütün olarak “yönetim zihniyetinin” ve “toplumsal kuruluşun” da aşınmasına neden olmuştur.

Türkiye’de ilk olarak 24 Ocak 1980 kararlarıyla gündeme gelen neo-liberal politikaların gerçek mahiyetiyle uygulamaya konulması ise 1983 yılı sonrasında Turgut Özal’ın iktidar olmasıyla başlamıştır. Darbenin toplumsal muhalefeti tamamıyla etkisiz hale getirmesini avantaja çeviren Özal, kısa zaman içinde neo-liberalizmin ekonomik, hukuki ve siyasi altyapısını oluşturmayı başarmıştır. Dünya çapında yaşanan yeniden yapılanma süreci, 1990’lı yılların başında sosyalist bloğun çözülmesi ve reel sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla hızlı bir eklemlenme gerçekleştirmiştir. Neo-liberalizmin “küreselleşme”, “sınırsız dolaşım”, “tam rekabet”, “liberal demokrasi” söylemleri bu süreçte pekişmiş ve gücünü arttırmıştır.

Yaşanan toplumsal siyasal dönüşüm, Türkiye’deki mühendislerin yaşam tarzlarına, ekonomik durumlarına ve toplumsal algılarına da yansımıştır. 1960’larda devlet bürokrasisiyle ve kalkınma idealleriyle, 1970’lerde “emek mücadelesiyle” ve “toplumcu ideallerle” özdeşleştirilen mühendisler, 1980 sonrasında “ihalelerle” ve “köşe dönme idealiyle” özdeşleştirilir hale gelmiştir.

Mühendislerin işçi sınıfı içerisindeki öncü devrimci rolü de 80’li yıllardan itibaren fiilen ortadan kalkmıştır. Neo-liberal politikalar, 1980’li yıllardan itibaren mühendislerin “nitelikli emek” vasıflarını görünmez hale getirmeye başlamıştır. Mühendis emeğinin niteliksizleştirilmesini takip eden 2000’li yıllarda mühendislerin karşı karşıya kaldıkları yeni durum ise “işsizleşme” tehdidi olmuştur. Mühendis sayısının hızla artmasına paralel olarak yaşanan “mesleki değersizleşme”, mühendislerin her türden teknik ayrıcalığını ortadan kaldıran bir düzeye erişmiştir. Teknolojik tekelleşme ve merkezileşmede yaşanan yoğunlaşma, teknik elemanlar açısından bir “farksızlık eşiği” ve “tekniğe duyarsızlaşma” yaratmıştır. Yaşanan bu dönüşüm, mühendislerin kaderini diğer çalışan kesimlerle daha da ortaklaştırmıştır.

KAPİTALİZM, İNSANLIK VE MÜHENDİSLİK: TÜRKİYE’DE MÜHENDİSLER, MİMARLAR, Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü, TMMOB Yayınları, 2000.



Porto Alegre Deneyimi (Mutlu ARSLAN)

Son yıllarda adını giderek daha az duysak da, 2000’li yılların ortalarına değin yerel yönetimler ve demokrasi dendiğinde akla ilk gelen örneklerden birisi Porto Alegre idi. Brezilya’nın en Güney eyaleti Rio Grande do Sul'un başkenti olan Porto Alegre’yi bu denli popüler yapan, 1988 yılında gerçekleştirilen Belediye seçimleri sonrasında şehirde uygulanmaya başlayan “Katılımcı Bütçe” deneyimi oldu. Bu deneyim, Porto Alegre’deki demokratik süreçlerin gelişimini etkilediği gibi, İşçi Partisi’nin tüm Brezilya çapında iktidara yürüyüşünde de önemli bir katkı yaptı.

1964 yılında gerçekleştirilen askeri darbeyle iktidara gelen askeri cuntanın 1985 yılında yönetimi sivillere devri sonrasında hazırlanan 1988 Anayasası’nın ardından yapılan yerel seçimler, katılımcı bütçenin filizlendiği dönem olarak kabul edilir. Anayasanın Brezilya’yı oluşturan 26 eyalete tanıdığı mali ve idari haklar, parti programında belediye kararlarını demokratikleştirmeyi ve belediyeleri halk konseylerine dayalı olarak yönetme gibi hedefler bulunan İşçi Partisi için önemli bir propaganda imkanı sağladı.

Halkın yerel yönetimlere katılımını sağlama hedefiyle yürütülen seçim çalışmalarının başarıyla sonuçlanmasının ardından, İşçi Partisi, Porto Alegre genelinde geniş çaplı mahalle toplantıları düzenleyerek seçim vaadini hayata geçirme yolunda önemli bir adım attı. Mahalle dernekleri aracılığıyla gerçekleştirilen geniş katılımlı toplantılarda halk, onyıllardır talep ettikleri yatırımlar için karar alabiliyorlardı. Çeyrek asır süren cuntanın baskıcı siyasal sistemi ardından birdenbire filizlenen bu demokratik katılımcı anlayış, kısa sürede geniş kitleleri seferber etmeyi başardı.

Katılımcı Bütçe

Halk bu toplantılarda Belediyenin seçim vaatlerini yerine getirmesini ve daha önceki yerel yönetimler tarafından yüzüstü bırakılan mahallelerinin iyileştirilmesine yönelik çalışmalara hemen girişilmesini talep ediyordu. Ama belediyenin tüm bunlar için kaynakları ve bütçesi yeterli değildi. O yüzden ilk olarak bir yerel vergi reformu yapıldı. Bu reformun tartışılması ve uygulanması tamamıyla yerel meclislerin katılımıyla hayata geçirildi. Reformun etkinliğini sağlayan şey de bu katılımcı tarzıydı. Böylece, bir yanda ilk kez sıradan yurttaşların belediye yönetimine doğrudan katılımı sağlayan siyasi ortam hazırlanırken diğer yandan da burada alınan kararların uygulanabilirliğinin koşulları oluşturuluyordu.

Belediye, kaynak düzenlemesinin ardından halkın karar aldığı yatırımları gecikmeli de olsa yerine getirmeye başladı. Fiiliyatta, yapılan çalışmaların niteliği ve türü, her kesimdeki bilinci ve onun örgütlenme derecesini ifade ediyordu. Taleplere verilen bu somut cevabın etkisi muazzam oldu. Kent, yavaş yavaş belediyenin, gerçekten yurttaşların kararlarını en önemli kaynak olarak gördüğünün bilincine vardı. Yönetim tarzında, yepyeni bir “olgu” doğmaktaydı. Bu olgu, bir yandan seferber olmuş fakir bir sosyal tabandan kaynaklanan kararların somutta gerçekleşmesi, diğer yandan da belediye yönetiminin saydamlığıydı. İlk yıldan itibaren, belediye hiçbir yurttaşı ideoloji veya particilik sebebiyle hor görmediğini açıkça göstermek için ısrarlı bir çabaya girişti. Sürekli olarak açık bir sürecin sözkonusu olduğunu, her yurttaşın gerekli gördüğü yatırımların savunucusu olabileceğini hatırlattı.

Tüm bu uygulamalar soyut bir anlayışla değil, kurumsallaşmış bir yapılanmayla kendini göstermekteydi. 16 coğrafi bölgede tam katılımlı mahalle toplantıları üzerine inşa edilen yapı, aşağıdan yukarıya güçlü bir zincir oluşturmaktaydı. 16 ilçenin her birinde beş farklı temada komisyonlar kurularak her bir sorun ayrı olarak tartışılıyordu. Bu komisyonlar: 1) Ulaşım ve trafik; 2) Sağlık ve sosyal yardım; 3) Eğitim, kültür ve dinlence/eğlence; 4) İktisadi kalkınma ve vergi; 5) Kent örgütlenmesi ve kentsel gelişim. Bu komisyonlar vasıtasıyla ihtiyaçlar ve öncelikler sıralanarak belediyenin çalışma programı ortaya konmaktaydı. Ortaya konan bu taslak program tekrar halka götürülüyor ve bir kez daha görüşülüp ardından nihai hali verilerek uygulamaya koyuluyordu.

Katılımcı Bütçe anlayışının kazandığı başarı, İşçi Partisi’nin ülke çapında siyasal etkinliğin artmasına yol açtı. İşçi Partisi, Porto Alegre’de 2004 yılında kadar belediye seçimlerinden zaferle ayrıldı. Dahası Katılımcı Bütçe anlayışı İşçi Partisi seçimleri kaybettikten sonra da uygulanmaya devam etti. Ne var ki uygulama, aradan geçen yıllarda ilk günlerdeki katılımcı heyecanından oldukça uzaklaştı. İşçi Partisi’nin belediye ve eyalet yönetimiyle iç içe geçmesi, zamanla mahalle temsilcilerinin de “kurumsallaşmasını” beraberinde getirmiştir. Kurumsallaşma sanılanın aksine yurttaşların aktif katılımına dayalı bu sivil girişimin giderek “devletlileşmesine” neden olmuştur.

Deneyimin Önemi

Porto Alegre siyasal bir devrimin ve radikal bir kopuşun ürünü değildi. Bu yüzden kimi zaman Birleşmiş Milletler’in örnek belediyecilik anlayışı, kimi zaman da neo-liberal iyi yönetişim zihniyetinin ileri bir uygulaması olarak gösterildi. Katılımcı Bütçe anlayışı hem Güney Amerika’da hem de Avrupa’da pek çok belediyede farklı şekillerde icra edildi.

Porto Alegre’de uygulanmaya çalışılan Katılımcı Bütçe modeli kuşkusuz mükemmel işleyen steril bir uygulama da değildi. Bununla birlikte halkın şehir yönetimine aktif katılımını mümkün kılan önemli bir adımdı. 1990’lı yıllarda rakipsiz bir zafer yaşayan neo-liberal hükümranlığın her türden apolitisizmi karşısında kökenleri Komün ve Sovyet deneyimlerine dayanan bir demokratik katılımcı anlayışın hala mümkün olduğu fikrini ve gerçeğini hayatta tutuyordu. Bu deneyim ne salt bir halk katılımı biçimi geliştirmekle, ne de basitçe biçimsel demokrasinin mekanizmalarını “daha iyi çalıştırmakla” yetiniyordu. Çok daha ileriye giderek, sıradan yurttaşların, yasama ve yürütme gücüyle yan yana durdukları ve birbirleriyle karşılaştıkları yepyeni bir kamusal alan yaratarak, siyasi eylemin demokratikleşmesinden oluşan bir yanıt getiriyordu.

Bugünden bakıldığında Porto Alegre’deki Katılımcı Bütçe deneyimi, uygulamanın başarılı sonuçlar verip vermemesinin çok daha ötesinde anlamlar ifade ettiğini vurgulamamız gerekmektedir. Bu deneyim, neo-liberal yağmacılığın en güçlü olduğu dönemde, kamusal kaynakların halkın geniş kesimleri çıkarına kullanılması gerektiği ahlakını; teknokrat yöneticilerin tüm yaşantımızı yönlendirdiği bir dünyada halkın demokratik katılımında ısrar etme erdemini gösterebildiği için bile çok önemli bir mihenk taşı olarak durmaktadır. Porto Alegre’nin bu demokratik deneyimi, 2000’li yıllarda alternatif küreselleşme hareketine, dünya sosyal forumlarına önemli bir dayanak oluşturmuştur. Bugün Dünyanın dört bir yanında kentine sahip çıkmak için sokakları dolduran yüzbinlerce kent isyancısı Porto Alegre’deki bu mütevazı deneyime önemli şeyler borçludur.

PORTO ALEGRE: FARKLI BİR DEMOKRASİ UMUDU, Marion Gret, Yves Sintomer, İthaki Yayınları, 2004.

Faşizmi Analiz Etmek (Mutlu ARSLAN)

“Faşizm” kavramı, ülkemizde son yıllarda en sık ve en yersiz biçimde kullanılan kavramlardan birisi haline geldi. Türkiye’nin en namlı sağcıları bile, politik muarızını suçlamak için kolaylıkla “faşist” nitelemesine başvuruyor. 80’li yıllara kadar Türkiye’deki devlet analizlerinin ve devrimci stratejilerinin anahtar kavramlarından biri olan “faşizm” kavramı, günümüzde pek çokları için alelade bir küfür haline dönüştü.

Faşizm kavramının lümpenleşerek analitik kapasitesini yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye solunun teorik üretiminin kısırlığıdır. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye soluna sirayet eden ve hala etkisinden kurtulunamayan “şablonculuk” ve “aktarmacılık” hastalığı, özellikle Türkiye’deki devlet yapısı ve sınıf ilişkileri konularında verimli bir teorik birikimin ortaya çıkmasını engellemiştir. Rekabet halindeki devrimci yapıların mücadele zeminlerini haklılaştırabilmek için, dünya solunda önde gelen akım ve teorisyenlerin yazdıklarını şahit gösterme çabası, Türkiye’de solun kendi içine kapanmasının en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Bu fasit dairenin sınırlarını zorlama cesaretini gösteren siyasal yapılar, örgütsel olarak da geniş kitlelerle buluşma şansına erişmiştir.

Günümüzde bile Türkiye Solunda Faşizme ilişkin tartışmaların temel referans noktaları, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Komintern içerisinde yürütülen tartışmalarıdır. Bu dönemde sürdürülen verimli tartışmalarda Guerin, Togliatti, Troçki, Gramsci ve Dimitrov’un Faşizm üzerine tahlilleri üzerinden geçen 80 yıllık zamana rağmen hala önemini muhafaza etmektedir. Bu isimlerin teorik katkıları, o dönemde faşizmi “normal tarihi gelişmenin kesintiye uğraması” olarak gören basit çelişkilere indirgeyen anlayışın aşılmasında önemli katkılar sunmuştur.

Faşizmi Basitleştirmek

Ne var ki, faşizmin karmaşık doğasını açıklamaya yönelik bu teorik zenginlik, o dönemde yükselen faşizme karşı mücadele pratiği içerisinde ikinci planda kalmıştır. Faşizmin “tekelci sermayenin toplumun geri kalanı üzerinde dolaysız diktatörlüğünün saf ve basit bir ifadesi” olarak tanımlanmasına dayanan Komintern tezi, 1930’lu yıllardan günümüze kadar temel bir perspektif olarak benimsenmiştir. Bu yaklaşım, faşizmin farklı ülkelerde büründüğü kendine özgü biçimler arasındaki farklılıkların da görmezden gelinmesine yol açmıştır. Türkiye de dahil pek çok ülkede faşizm tartışması, en açık biçimleriyle Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan Faşist rejimler ölçü alınarak analiz edilmeye çalışılmıştır.

Bu şabloncu analiz biçiminin Türkiye’deki istisnası, Dimitrov’un “sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen türden faşizmin söz konusu olamayacağı” uyarısından hareketle Mahir Çayan tarafından ortaya atılan ve sonrasında Devrimci Yol’un da en önemli tezi haline gelen “Sömürge Tipi Faşizm” kavramsallaştırması olmuştur. Geniş bir kitle temeline sahip olmayan ve kapitalizmin yukardan aşağıya devlet kurumları aracılığıyla inşa edilmesiyle ortaya çıkan Sömürge Tipi Faşizm, bir yandan devlet aygıtının "demokratik" bir niteliğe kavuşamamış olması, diğer yandan güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunmayışı nedeniyle, cılız ve güçsüz tekelci burjuvazinin belirleyici güç olduğu oligarşik yapının halk kesimlerini açık ya da örtük baskı yöntemleriyle yönetmesi olarak tanımlanabilir. Faşizmi soyut bir şablon olmaktan çıkaran ve onu devletin özüne yerleştiren bu tespit, 1970’li yıllarda faşizme karşı mücadelenin bambaşka bir boyutta ele alınmasına olanak sağlamıştır.

Poulantzas’ın Faşizm Analizine Katkısı

Her ne kadar Türkiye’deki faşizm tartışmalarına katkısı sınırlı kalsa da, Komintern’in basit çelişkiye indirgenmiş faşizm analizine ilişkin en kuvvetli eleştiri, Nikos Poulantzas tarafından yapılmıştır. 1970 yılında yayınlanan ve dönemin popüler “devlet teorisi” tartışmalarında kendine özgü bir yer edinen “Faşizm ve Diktatörlük: Üçüncü Enternasyonal ve Faşizm Sorunu ” kitabı, 1930’lu yıllardaki faşizm tartışmalarının üzerine serpilen küllerin savrulmasına da olanak sağlamıştır.

Kitabın adından da anlaşılacağı üzere Poulantzas’ın temel meselesi, Komintern’in faşizmi ele alış biçiminin yanlışlığını tespit etmek ve Almanya ve İtalya örneklerinden hareketle faşizmin yükselişine ilişkin temel belirlenimler ortaya koymaktır. Ona göre Komintern’e egemen olan ve üretim süreci ile sınıf mücadelesi arasındaki bağı doğru tespit edemeyen “ekonomist çizgi”, faşizm analizinin de ekonomist bir indergemecilikle ele alınmasına neden olmuştur. Lenin’in Emperyalizm teorisinin kaba bir yorumuna yaslanan bu ekonomik indirgemeci yaklaşım karşısında Poulantzas, Faşizmin üretim süreçleri, sınıf ilişkileri, siyasal mücadele ve ideolojik hegemonya gibi oldukça farklı düzeylerde karmaşık bir doğaya sahip olduğunun altına çizer.

Poulantzas’a göre Sosyalist Devrimin emperyalist zincirin en zayıf halkası olan Rusya’da olması kadar, faşizmin sonraki iki zayıf halkada (Almanya, İtalya) ortaya çıkması da önemli bir noktadır. Dolayısıyla emperyalist dönemin ürünü olan faşizmi, politik ve ideolojik bağlamlarından kopartarak tek başına üretici güçlerin gelişmişliğiyle açıklamak mümkün değildir. Zaten Poulantzas’a göre zincirin zayıf halkasında olmak ekonomik az gelişmişlikle değil, toplumsal çelişkilerin birikimiyle ilgilidir. Almanya ve İtalya’nın toplumsal formasyonunun kendine özgü karakterlerini anlamaksızın faşizmin buralardaki gelişimini anlamak da mümkün değildir.

Poulantzas’ın analizine göre faşizmin yükselmesi ve iktidara gelmesi iki farklı düzeyde krizi öngerektirir. İlk kriz egemen sınıflar ve sınıf bölümleri arasındaki iç çelişkilerin derinleşmesiyle ortaya çıkan krizdir. Faşizm konjonktürünü belirleyen şey, bir sınıf veya fraksiyo­nun kendi hegemonyasını empoze edemeyişi, daha doğrusu, ikti­dardaki ittifaktan keskinleşen kendi öz çelişkilerini “kendi ken­dine” aşamayışıdır. Faşizmi yükselten bir diğer kriz ise devrimci örgütlerin ve işçi sınıfı ideolojisinin krizidir. İşçi sınıfının örgütsel ve politik yenilgisi, iktisadi olarak bunalım içinde olan burjuva ve küçük burjuva ideolojilerinin politik etkinliğini artmasına neden olur. Hem ideolojik hem de politik olarak güç kazanan küçük burjuvazinin büyük tekelci sermaye ile ittifakı faşizmin temel niteliklerinden biridir.

Poulantzas’ın, olağanüstü devlet biçimlerinin özel bir rejimi olan tanımladığı Faşizm yorumu, hem iktisadi, hem politik hem de ideolojik düzeylerde birbirini tamamlayan çok boyutlu bir analize dayanmaktadır. Poulantzas, Almanya ve İtalya örneklerinden yola çıkarak, toplumun farklı sınıflarının (büyük sermaye, küçük burjuvazi, işçi sınıfı, kırsal kesim) her üç düzeyde karşı karşıya olduğu durumu detaylı biçimde incelemiştir. Zaten Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük” kitabını değerli ve istisnai kılan temel unsur, kitapta yer alan teorik çıkarımlar bir yana, faşizm sorunun ele alış biçimidir. Toplumda yer alan tüm sınıf ilişkilerini ve bunların çelişkilerini merkeze alarak yapılan bu analiz biçimi, sonraki dönemde hem devlet teorisi tartışmalarına hem de ideoloji tartışmalarına önemli bir referans oluşturmuştur.

Faşizm ve Diktatörlük, Nikos Poulantzas, İletişim Yayınları, 2012


Muktedir Kadınlar Baladı (Mutlu ARSLAN)

Sanırım yol romanları en çok kadınlara yakışıyor… Yerleşik hayatın düzeni içerisinde asabiyyetini yitirerek erkeklere teslim olmuş kadınlar, yola koyuldukları andan itibaren, göçerliğin kendine has dürtüleriyle, tekinsiz bir maceranın kahramanı haline dönüşebiliyor.

Yersiz yurtsuzluğun kadınlar üzerindeki bu “yaratıcı” etkisi romanlara has bir olgu olmasa gerek. İlk romanı Muz Sesleri’ni yazmak için dokuz ay Beyrut’ta kalan Ece Temelkuran, bir yılı aşkın süren Tunus yolculuğundan da Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanıyla döndü.

Muz Sesleri nasıl ki Beyrut’ta başlayıp Oxford ve Paris’e taşıyorsa, Düğümlere Üfleyen Kadınlar da Tunus’ta başlayıp tüm Ortadoğu’yu kat eden bir yolculuk hikâyesini anlatıyor: İşinden kovulmuş Türkiyeli bir gazetecinin Tunuslu dansçı Amira, Mısırlı akademisyen Maryam ve her defasında birbirinden farklı hayatlara bürünen Madam Lilla ile çıktığı sınır aşırı bir yolculuğun hikâyesini…

KADIN KORKUSU

Temelkuran’ın romanı hakkında yazmaya başlamanın en doğru yeri ismi: Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Bu şiirsel tamlama, büyük çoğunluğumuzun çocukluktan itibaren bir biçimde ezberlediği fakat anlamlarını hiç bilmediği surelerden biri olan Felak Suresi’nin 4. Ayetinde geçiyor. “İki koruyucu”(muavvizeteyn) olarak adlandırılan Felak ve Nas Sureleri, Kuran’ın sonunda yer alıyor ve insanların ya da cinlerin tüm kötülüklerinden Allah’a sığınılmasını emrediyor. Felak Suresi’nde sayılan kötülüklerin kaynaklarından birisi de işte bu düğümlere üfleyen kadınlar…

Romanın en baskın karakteri olan Madam Lilla, “düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının” ayetini, kadınların -iyi ya da kötü- yapabileceklerine ilişkin tanrısal bir delil olarak kabul ediyor. Nefes, kadınların gücünün kaynağı olarak roman boyunca sürekli tekrarlanıyor. Nefesin yaşamın temel kaynağı olduğuna dair inanç hem paganik hem de semavi dinlerde sıklıkla karşılaşılan bir olgu. Tanrının, insanı kendi ruhundan üfleyerek yarattığına ilişkin betimleme tüm kutsal kitapların ortak noktalarından biri ve nefes, nefs, ruh, soluk, üflemek kelimeleri de pek çok dilde eş kökenli.

Yaşadığı engin hayat deneyimleri boyunca kadınların nefeslerindeki bu tanrısal/yaratıcı gücün farkına varan Madam Lilla, tesadüfen karşılaşıp hızla kaynaştığı üç kadının da bu sırra ermesi için gayret gösteriyor. Kadınlara has bu güç, kendileri farkında olsun ya da olmasın, romanda karşımıza çıkan gencinden yaşlısına neredeyse tüm kadınlarda bir biçimiyle hissediliyor.

Hikâyelerin ortak noktaları değerlendirildiğinde boylu boyunca bir aşk güzellemesi ve intikam serüveni gibi duran roman boyunca kaçınılmaz olarak çok sayıda erkek ismi geçse de, romanda gerçek anlamda bir erkek karakter olduğunu söylemek mümkün değil. Romandaki erkekler, kadınlar onları ne kadar tanıtıyorsa o kadar tanınıyor. Kadınların onlara verdikleri değer kadar değerli, kadınların onları sevdiği kadar sevilesi birer figür(an) olarak görünüp kayboluyorlar. Romandaki hiçbir erkek karakterin sonu bilinmiyor dahası okuyucu bu konuyu çok da merak etmiyor.

Temelkuran, erkeklerin suretlerini belirsizleştirmekle yetinmiyor, mağribin hafızasına kazınmış Kartaca’nın kurucusu Dido (Ellisa) ve Müslüman yayılmacılığına karşı direnen El Kahina’nın erkekler tarafından yazılan tarihlerini kadınların ağzından yeniden yorumluyor. Maryam ve Madam Lilla’nın ağzından dinlediğimiz bu yeniden yorum, romanı hem zamansal hem de ideolojik olarak çok katmanlı hale getiriyor. Bu katmanları eşeledikçe, yaşadığımız dünyanın erkeklerin dünyası haline gelmeden önce, yani toplumsal bölünmenin, özel mülkiyetin ve sömürünün olmadığı, antropologların “anahanlık” olarak adlandırdığı eşitlikçi toplumların izlerine rastlıyoruz. Ne var ki roman bu yönde fazla mesafe kaydetmemize fırsat vermeksizin daha “cazibeli” konulara yönelerek, kadınların gasp edilen asli kurucu güçlerine değil, kurulu düzen içindeki tali gizil güçlerine odaklanıyor.

İÇE SİNMEYEN DEVRİM

Devrim, en kısa ifadesiyle, kitlelerin toplumu var eden kurucu güçlerini yeniden ele geçirmeye yönelik kolektif eylemidir. Sanılanın aksine devrimin başarısı “devirme” değil, “kurma” gücüyle ölçülebilir. Toplumsal yaşamın tüm unsurlarını eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik değerler ışığında yeniden üretilmesini sağlamayan devrimci süreçlerin gerçek bir başarı yakaladığını söylemek mümkün değildir.

Bu noktadan baktığımızda, başlangıçta tüm dünyada büyük bir merak ve heyecan uyandıran ve belki de Ece Temelkuran’ı o topraklara sürükleyen Arap Baharı’nı da başarılamamış bir devrim olarak nitelendirmek çok da yanlış sayılmaz. Arap Baharı, hem konu akışı, hem de coğrafi olarak Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanının temel izleklerinden birisi. Anlatıcı dışında, romanda yer alan tüm karakterler, bir biçimde sürecin aktif öznesi olmuş kişiler. Her birisi bu devrimci sürecin etkisini hayatlarında derinden hissetmişler. Fakat gelinen noktada ortaya çıkan devrimin ana karakterlerden hiçbirisinin içine tam olarak sindiğini söylemek mümkün değil.

“Dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret” olarak nitelediği Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabında büyük bir heves ve iştahla aktaran Temelkuran’ın, Arap Baharı konusunda aynı coşkuyu yaşamadığını kesin… Bir yandan orada devrimi yapan ve yaşayan insanların mücadelesine olan saygısı öte yandan mevcut durumun hiç de iç açıcı olmaması yazarı adeta iki arada bir derede bırakmış görünüyor.

Romanın başlangıç kısımlarında yer alan Tunus tasvirlerinde, devrime rağmen Hükümet Konağı’nı çevreleyen dikenli tellerin kaldırılmamış olası, o dikenli tellerin anne ve çocuğuna yaşattığı zorluk, kadınların erkek kahvesinden kovulmaya çalışılması ve tabi ki Amira’nın hala özgürce dans edememesi Tunus’ta yaşanan hayal kırıklığının romana yansıyan izleri. Mısır ve Libya söz konusu olduğunda eleştiriler çok daha ileri giderek, Mısır’da devrimin askerlere teslim edilmesi, Libya’da ise emperyalistlerle işbirliği içinde “taşeron” bir devrim yapılması gibi radikal noktalara kadar varıyor.

Ama zaten insanların kaçmak zorunda kalmadıkları bir devrim olsaydı, bu roman da olmazdı.

SAKLI NEFES

Ece Temelkuran’ın ilk romanı olan Muz Sesleri hakkındaki en yaygın eleştiri, abartılı betimlemeler ve aforizmalarla bezeli olmasıydı. Muz Sesleri’ndeki kadar yoğun olamasa da benzer bir anlatım dilinin Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da da kullanıldığını görüyoruz. Fakat bu sefer, hikâye örgüsünün de güçlü olmasının avantajıyla, bu süslemeler daha az göze çarpıyor. İçerdiği duygu ve anlam yoğunluğu nedeniyle şiir ve öykü gibi edebi türlerde esere çok boyutlu bir derinlik kazandıran bu süslü dil, romanlarda kullanıldığında okuyucu için yorucu bir fazlalık haline dönüşebiliyor. Roman okuyucusu, yazarın hünerlerini, konsantre hale getirilmiş sözcük ve cümlelerle değil, bir bütün olarak roman kurgusu ile ortaya koymasını bekliyor. İyi bir romanın kalpten önce, aklı fethetmesi gerekiyor.

Romanın bana göre en zayıf yanı, Ece Temelkuran’ın gerçek kimliğiyle kitaba dâhil olması. Roman içinde adı hiç geçmese de gerek son birkaç yıldır hepimizin bir biçimde tanık olduğu gelişmeler, gerekse romanın sonunda kitabın yazımının romanla bütünleşmesi adı geçmeyen anlatıcının Ece Temelkuran olduğunu gösteriyor. Romanın matematiğini kurmak ve çatısını oturtmak açısından işlevsel gibi duran bu tercih, yapıyı ayakta tutan sütunlardan birinin cılız kalmasına yol açmış.

Yazar, roman boyunca kendisi hakkında konuşmaktan, düşünmekten ve nihayetinde yazmaktan kaçındıkça, karakteri de bulanıklaşmış. Diğer ana karakterlerin tüm yaşantıları ve düşünceleri didik didik edilirken, konu anlatıcıya her geldiğinde üzerinden atlanması, okurun en kolay özdeşleşebileceği kişiyle mesafesini bir hayli açıyor. Romanda anlatıcının ne elle tutulur bir hikâyesi, ne anlatabileceği bir film sekansı ne de bir “aşkı” var. Bir roman karakteri olarak Ece Temelkuran silikleştikçe, gerçek yaşamdaki Ece Temelkuran okurun zihninde daha fazla öne çıkıyor. Hal böyle olunca okur kendisini roman karakteriyle empati kurmaya çalışmak yerine, yazarıyla rekabet ederken buluyor. İnsan ister istemez içinden “keşke Temelkuran, en güçlü silahı içtenliği olan bu romanda kendini saklamak yerine, apaçık ortaya dökebileceği bir kurgu karakter yaratmayı tercih etseymiş” diye geçiriyor.

YOLA ÇIKMALI

Her yol romanı bir kaçış romanı olduğu kadar bir arayış romanıdır da. Yol, insanın kendisine yabancı olanla yüzleştiği, yüklerinden ve yüklemlerinden arınarak kendi bilincine vardığı bir katharsis sürecidir. Ve her yol romanının son durağı, insanın kendisidir. Madam Lilla yolculuğun hemen başında “sizi kendinize götürüyorum hanımlar” dediğinde sonuna kadar haklıdır. Nitekim bir gönül kırgınlığının ve intikam hırsının peşine düşen dört kadının çıktığı macera dolu yolculuk, her birinin kendisiyle yüzleşmesiyle sona ermiştir.

Düğümlere Üfleyen Kadınlar, kendi gücünün farkında olmayan kadınları, yola çıkmaya, yoldan çıkmaya çağırıyor. Bahçesiz evlerin munis hanımlarını, nefeslerinde taşıdıkları yaratıcı yıkımlarıyla göz göze getirerek, kendi romanlarının kahramanları olmaya zorluyor. “Bedenim bana aittir, kimsenin şerefinin kaynağı değil” diyen Tunuslu Amina’nın öfkesini, hemşerisi Amira’nın dansıyla buluşturarak…

DÜĞÜMLERE ÜFLEYEN KADINLAR, Ece TEMELKURAN, Everest Yayınları, 2013

“Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (Masis Kürkçügil'le Röportaj: Mutlu ARSLAN)

Hrant DİNK’in katledilişinin altıncı yılında onun yakın arkadaşlarından yazar Masis KÜRKÇÜGİL ile hem Ermeni Sorununu hem de Hrant DİNK’i konuştuk. 

Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’deki resmi görüş “tarihi, tarihçilere bırakmak gerekir” şeklinde ifade ediliyor. Ermeni Soykırımı’nı siyasetten dışlanmak istenmesinin ardında yatan sebep nedir?

Marx, tarihin kendi amaçları peşinde koşan insanın bir faaliyeti olduğunu söyler. Tarih geçmişle ilgili olmayıp insanın geleceğiyle ilgili olduğu için önemli. Ne tarihçiye ne de siyasetçiye terk edilmeyecek basit insanın, sokaktaki insanın faaliyetinden söz ediyoruz. Egemenler insanları tarihten olduğu gibi siyasetten de uzak tutmaya çalışıyorlarsa bu yalnızca baskı aygıtlarıyla olmuyor. Bir tür insanilikten uzaklaştırma, “insanisizleştirmedir” tarihi ona buna emanet etmek. Emanete hıyanet edilen en önemli alan tarihtir. Orwellyen bir tekrar olacak ama egemenler her şeyi denetimleri altına almak, yönetmek istediklerine göre geçmişi öncelikle zapturapt altına alma ihtiyacındadırlar. Ermeni meselesi bu toplumla sınırlı olmayan insanlığın yaşadığı “barbarlık” örneklerinden biri olarak bir kara kutudur. Açılması egemenler açısından düzenin istinat duvarlarını bir domino etkisiyle sarsabilecek güçte olduğundan patlayıcı bir tehlikeli madde hüviyetindedir.

Dünya üzerinde çok az sayıda ülke gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebiliyor. Bu cesareti gösterenler de -Almanya’yı dışarıda tutacak olursak- aradan oldukça uzun zaman geçmesini bekliyor. Ülkelerin kendi günahlarını kabullenmesi neden bu kadar zor?
Aslında Almanya da böyle bir cesaret göstermedi. Yani toplum köklü bir bilinç dönüşümüne uğrayarak kendi tarihini yeniden kurmaya yönelmedi. Savaşta yenilince kendisine kabul ettirilen çerçevede Yahudi ve Çingene soykırımını kabullenmek zorunda kaldı. Devlet özü itibarıyla egemenlik ilişkilerinin fosseptik kuyusu olarak, her daim aşağıdakilere, ezilenlere kendilerine reva görülenlere müstahak olduklarını sürekli olarak telkin eder. Fransa, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yapılanlardan ötürü özür dilemedi, ama Cezayir Devleti de bağımsızlık savaşı sırasında Kurtuluş Cephesi’nin diğer milliyetçi kanada uyguladığı (“işbirlikçileri” kast etmiyorum) terörle yüzleşmedi.

Bir başka insanlık tasarımı söz konusu olmadığı sürece gerçek bir yüzleşme olamaz. Zaten tarihin kendisi de sanıldığının aksine olmuş bitmiş bir şey olmayıp en büyük savaş alanlarından biridir. Aşağıdakilerin tarihi inşa edilirken yukarıdakilerin tarihinden uzlaşmaz bir biçimde ayrışılmalıdır. Tatil-i Eşgal Kanunu’nun hüküm sürdüğü bir dönemi ilerici olarak görecek birinin sosyalist olmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Ermeni katliamını da bir şekilde mazur gösteren birinin, sosyalistlik bir yana insanlığından bile şüphe etmek gerekir. Hele bu topraklarda solu yeşertmeye çalışmış siyasal hareketleri ajan diye görmek, buna karşılık bir katiller sürüsünü de devrimci diye selamlamanın bedeli ağır olmuştur ve olmaya devam edecektir.

Başta soykırım olmak üzere, ülkemizde Ermeni Sorunu yıllar boyunca görmezden gelindi. Son 10-15 yılda ise özellikle Hrant DİNK’in kişisel çabalarıyla konu biraz daha görünür hale geldi. Konunun salt tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan kurtarılarak halklaşması, çözüm için ne gibi olanaklar sağlıyor?

“Çözüm” ibaresinin içini “her sınıf ve tabaka” kendine göre doldurur. Bu meselede ve diğer aslında “etnik”, “mezhepsel” ve “dinsel” olmaktan öte gayet sınıfsal, dolayısıyla insani, yani insanlığın geleceği ile ilgili meselelerde çözüm, öncelikle emekçilerin, ezilenlerin, sömürü ve baskıdan maddi-manevi çıkarı olmayan geniş insan kitlelerinin bu meselenin bilincine varmasıdır. Hrant “idrak” diyordu. Bu ve benzeri olayların “idrak” edilmesi, kendiliğinden demesek de, insanlığın bir daha bu tür olaylarla karşı karşıya gelmeyeceği bir dünyanın bilincine ışık tutacaktır.

Mesele üç beş kilisenin veya çeşmenin restorasyonu olmadığı gibi el konulan, gasp edilen malların iadesi de değildir. Türkiye Cumhuriyeti çok rahatlıkla bu tazminat meselesini halledecek güçtedir. Nihayetinde ahalinin ödediği vergilerdir bunlar. Tehlikeli olan, her kapitalist sistem gibi bizim yaşadığımız toplumun da üzerine oturduğu sistemin nasıl bir insanlık faciasının üzerine oturduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan, Raymond Kevorkian’ın “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabı bize yitirilenlerin insani boyutunu gösterdiği için bir dizi makale veya kitaptan daha farklı bir önem arz etmekte. Hrant’ın, yazılı metinlerden öte bir önemi olduysa söylemindeki bu insani boyutundan ötürüdür. İnsanlar kendilerini yargılamadan yitirilen insanlıklarını “idrak” etmeye başlamışlardı.

Tek partili dönemde uygulanan Türkleştirme politikaları ve “Varlık Vergisi” gibi uygulamalar başta Ermeniler olmak üzere Türkiye’deki azınlıkların merkez sağ siyasete daha yakın olmasına neden oldu. Merkez Sağın milliyetçi-muhafazakâr pratiğini ve söylemini göz önünde bulundurduğumuzda apaçık bir çelişki taşıyan bu duygu durumunu ve siyasal tavrı aşmanın yolu yok mu?

Taşnaklar İttihatçıların müttefikiydi. Hınçaklarsa Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği içindeydiler. Bu tarihi iyi bilmek gerekir; hem her ikisinin kendilerini sosyalist görmesi (Taşnaklar daha önce toplantılarına gözlemci olarak katıldıkları İkinci Enternasyonal’e 1907’de üye olurlar, yani Jaurès, Rosa, Kautsky, Lenin, Troçki vb. gibi ile aynı çatı altında bulunurlar) hem de Jön Türklerin iki kanadı hakkında farklı bir kaynaktan bilgi edinmek bakımından önemlidir. Kimin kime ihanet ettiğini ise bir milliyetçi olarak değil sosyalist olarak tartışmak gerekir.

Türkleştirme tek partiden önce başladı. Azınlıkların merkez sağ siyasete yakın olduğu söylenirken dikkat edilmesi gereken bir husus var, ekseriyet (Türkler ve Kürtler) de öyleydi. Yani ters bir anlam çıkmasın Türkler alabildiğine eşitlikçi özgürlükçü ve de sosyalist iken azınlıklar da “eh biz de merkez sağ olalım” demedi.

Sosyalist hareket ile azınlıklar ilişkisi üzerine ciddiye alınabilir bir çalışma yok. Ama şöyle de sorabiliriz: Sosyalistler azınlıklara nasıl yaklaştı? Talat Paşa’nın Ermeni meselesi hakkında ne dediği biliniyor ve bir ittihatçının hezeyanları Mehmet Ali Aybar tarafından kaynak olarak gösterilebiliyor ama Rosa Luxemburg’un ne dediği bilinmiyordu. Sosyalist inşa çok yönlü ve tarih bilinci bu inşanın vazgeçilmez unsurlarından biri; egemen ideolojiden kurtulmak ha deyince olabilecek bir şey değil. Maalesef genel olarak tarih konusunda, özel olarak da bu ezilen kesimlere ilişkin çok devletli bir tutumu olmuştur sosyalist hareketin. Somutta azınlıklar, İttihatçılık ve onun mütebakisi Halk Fırkasına karşı Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yi desteklemek zorunda kaldılar -bu arada işçi sınıfı da. 6-7 Eylül’e rağmen bu devam etti. İlginçtir, Kürt aydınlarının da demokrasi arayışında benzer bir yörüngeyi Tarık Ziya’nın anılarından izlemek mümkün. TİP’e bir teveccüh olmuştur, ünlü edebiyatçı Zaven Biberyan malum TİP listesinden seçilerek İstanbul Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1973’de ise oylar Ecevit’e yöneldi.

Sosyalist tarihimiz açısından 1999 seçimlerinin anlamlı olduğu kanısındayım. O seçimlerde Hrant’a da kontenjan adaylığı önermiştik. Kendisi açıkça “ÖDP üyesi olmadığını, gazeteci olarak bağımsız (partisiz diyelim yoksa Agos’un seçim haftasındaki sayısında arka sayfa, başyazı, birkaç köşe yazısı ÖDP’den söz ediyordu) kalması gerektiğini, ama eğer bir gün böyle bir şey düşünürse kontenjandan değil partiye üye olup önseçimle aday olmayı tercih edeceğini” yazmıştır. Hrant’ın sandıklara bakarak yaptığı tahmine göre o seçimlerde Ermeniler arasında ÖDP yüzde on barajını aştı. Ama genelde yüzde biri bile bulamadık. Dolayısıyla soruyu belki de tersinden sormak daha anlamlı olacak!

Başlangıçta Patrikhane de içinde olmak üzere Ermeni Cemaati’nin ortak bir sahiplenmesiyle çıkan AGOS Gazetesi zamanla büyük kırılmalar yaşayarak nihayetinde Hrant DİNK’in tek başına üstlenmek zorunda kaldığı bir çabaya dönüştü. Hrant DİNK’i bu süreçte yalnızlaştıran ne oldu?

Cemaat meselelerinden neredeyse bihaber olduğum söylenebilir. Ama Agos kurulurken Hrant’ın anlattıklarından az çok süreç hakkında bilgim var. Patrikhane ile özellikle son zamanlarda ciddi bir gerilim vardı. Agos’un cemaatin sivil temsilcisi karakterine bürünmesi ve beklenmedik bir rol üstlenmesi elbette ruhani ve cemaatin geleneksel çevrelerini tedirgin etti. Her türlü azınlık cemaatleri -göçmen Türkiyeliler de- yönetimle sürtüşmek istemez. Hrant cemaatin sorunlarını ahaliye açarken, ahalinin sorunlarına da dikkat çektiği için pek alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Bütün sorunlarıyla birlikte Agos çok başarılı bir iş gördü. İtiraf edeyim ki kuruluşta bana anlattığı zaman böyle bir şeyin olabileceğine inanmamıştım ve bu konuda yalnız değildim.

“Türkiye’de Ermeni olmak” ile “Türkiye’de sosyalist bir Ermeni olmak” arasında bir ayrım var mı?

Azınlıksanız egemenler için komplo teorilerine hayli yatkın bir malzeme oluşturursunuz. Tutuklamalarda, sorgulamalarda ve içerde olduğu gibi günlük hayatta da bir takım ilave sorunlarla karşı karşıya kalırsınız. 12 Eylül’de etliye sütlüye karışmayan Ermenilerin de sırf okul veya başka türden cemaat kurumlarında yer aldıkları için tezgâhtan geçirildiği hatırlanırsa (ASALA arıyorlardı!) her iki kategoridekilere de allah kolaylık versin.

1969’da bir grev çadırında ben de “Ermeniyim” dediğimde “Estağfurullah” çeken işçi arkadaşımı bu hesaba dâhil etmeyeyim ama malum biz sosyalistler bir türlü kapitalizme karşı mücadele vermenin meşruiyetini bulamadığımızdan mı ne, hep “gavura” karşı çıkmışızdır. Bakınız TİP’in örneğin 1965 seçim konuşmaları. Ben babama anlatır dururdum “Emperyalizm demek istiyorlar” diye. O da “Sen biliyorsun da bunun emperyalizm olduğunu, onlar bilmiyor mu” derdi. Antiemperyalizmle ulusalcılığın harmanlandığı bir ortamda bu işlerin biraz yokuşa sürülmesi kaçınılmazdı.

Türkiye’de sosyalistlerin Ermeni meselesiyle daha yakın duygusal bağ kurabilmesini sağlayan eşik ne yazık ki Hrant DİNK’in öldürülmesi oldu. Aradan geçen 6 yılın ardından DİNK’in cenazesinde ortaya çıkan kitleselliği ve bunun sola etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Cenazedeki kitleselliğin yanı sıra yürüyüşün vakurluğunu siyaseten yorumlamak için elde maalesef fazla bir veri yok. Çok değişik hassasiyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir kortejdi. İnsanlar Hrant’ın ardından kendi ezilmişliklerine, öfkelerine meydan okuyorlardı. Hassasiyet sözcüğünü özellikle kullandım, belki muğlâk bir tabir ama bir bilinçten söz etmek imkansızdı. İnsanlar kendi kendilerine bile tarif edemedikleri karmakarışık duygu ve düşüncelerle Agos’un önüne yığıldılar. Cinayet günü on bin kişi toplandı ki önceden düzenlenmiş mitinglerde bile bu sayıya ulaşmak zor. Cenaze hafta arası kalkacağı için iyimser tahminler ilk rakamın birkaç katı olacağı merkezindeydi. Sonuçta insanı bir nebze de olsa teselli eden muhteşem bir kalabalık, beklenmedik bir biçimde tarihe bir kayıt düştü.

Bu kitleselliğin sola bir etkisi olmadı diyebiliriz. Bunu “değerlendirmesi” demeyelim de, hem Hrant’la olan ilişkisi hem de kendi programatik duruşuyla en iyi “anması” gereken ÖDP, birkaç hafta sonra Hrant’ın dev bir portresinin sallandığı kongre salonunda bir yarılmaya uğradı. Hrant’ın siyasal bir manifestosu yoktu ve olması da gerekmiyordu ama bu olayın yarattığı hassasiyetleri diri kılacak bir takım faaliyetler gösterilebilirdi. Ne yazık ki kimi girişimler hayli faydacı bir zihniyetle yürütüldü. Mesele Hrant’ı bayrak yaparak veya onu öne çıkararak prim toplamak değil onun dile getirdiği meselelerden bazılarının -ille de hepsini de değil-gerçekten kendine dert edinmekti, yani kendi yürüyüşüne dâhil etmekti. 2006’da ÖDP’de Hrant’la birlikte bu konuya ilişkin bir toplantıda sunuş yapmıştık ve ilk kez bir sosyalist parti genel başkanı (Hayri Kozanoğlu) 24 Nisan’da açıkça Ermenilerin acılarını paylaştıklarını belirten bir bildiriyi okumuştu.

AKP Hükümeti’nin Hrant DİNK Cinayetinin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda istekli olmadığı artık herkesin malumu. Buna rağmen Hrant DİNK sonrasındaki AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri (Etyen Mahçupyan, Rober Koptaş) AKP’ye “hayırhah” bir tutum izledi. Bu tutum Hrant’ın mücadelesine ve mirasına karşı haksızlık yapıldığı duygusu uyandırmıyor mu?

Etyen ile Rober arasında önemli bir fark var ve hatta Agos sayfalarında aralarında sola ilişkin ciddi bir polemik olmuştu. Rober’in Agos’un başına geçmesi en makul çözümdü. Hrant’ın mirası ve mücadelesine kendi üslubunca sadık kalacaktır. Günlük politikanın içinden bakmamak gerekir Agos’a. Nihayetinde siyasal bir parti değil bir gazete ve özel bir konumu var. Bazı konularda ondaki hassasiyeti anlamak gerekir. Ergenekon Davası sanıklarından bazılarının Hrant konusundaki tavrı düşünülürse hak vermek gerekir. Onlar da bazı arkadaşların her ne sebeple olursa olsun Ergenekoncularla veya genel olarak ulusalcılarla aynı karede bulunmasını hazmedemiyorlar.

Agos’ta yazan ve gerçekten AKP’ye “hayırhah” bir tutum izleyenler oldu ama bunun tersini yapanlar da oldu. Hrant’ın mirası diye formüle edebilir miyiz bilmiyorum ama unutmamak gerekir ki o farklı bir dönemde yetişmiş, meselelere daha bütünsel bakabilen bir insandı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diyelim ve Agos’un genel demokratik talepler çerçevesinde yürüyüşünü sürdüreceğine dair umudumuzu koruyalım. İçinde herkesin kendine göre beğenmediği yazarlar olacaktır, yeter ki temel değerler zedelenmesin.

DİNK’in hem Ermeni hem de Kürt Sorunu konusundaki temel tavrı “bir arada yaşamı savunma” olarak özetlenebilir. Sizce biz bu ülkenin insanları olarak bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz?

ÖDP’nin “bir arada yaşam” kampanyası için Hakan’la (Tahmaz) kendisini ziyarete gidip usulen derdimizi anlattığımızda gülümseyerek “Biz burada yıllardır ne yapıyoruz ki” dedi. Sosyalistseniz nihayetinde yalnızca yönetenin yönetilenin, sömürenin sömürülenin değil aynı zamanda sınırların da olmadığı bir dünyayı amaçlıyorsunuz demektir. “Bir arada yaşam” sınırlarla sınırlı bir mesele değil. Mevcut sınırlar dâhilinde yaşayanlar hallerinden memnunsalar sorun çıkmaz. Ama “bir arada yaşam” için gerekli koşullar yoksa ihtimaller açık uçludur. Bir arada yaşamayı becermek tarihteki haksızlıklar da dâhil olmak üzere ezilenlerin taleplerinin karşılanmasına bağlı olacaktır. Hrant kendi açısından hayatına mal olan bir tavır benimsedi. Biraz da bunun için on binler onun ardından yürüdü. Ama milliyetçi muhafazakâr milyonların da, eşitlik ve özgürlük taleplerini ihanet addederek veya insani değerleri pek de önemsemeyerek cinayetin etrafında dolananların ödüllendirmesini olağan karşıladığı anlaşılıyor. Neredeyse bu işte adı geçen herkes ödüllendirildi.

Öncelikle ezilenlerin, emekçilerin şu veya bu egemen kesimin değil kendi tarih bilincine sahip olmaları veya bir başka dünyanın bilincini oluşturmaları gerekiyor. Tarihin verdiği lütufla kendini merkez, başkasını hain görerek, bir arada yaşam yani eşit yurttaşlık hakları değil, bildiğin tabiyet dayatılmakta. Enternasyonalizm bütün bu bağımlılık ilişkilerinden arınmanın, “onların” tarihinin verdiği parçalanmışlıkları aşmanın yoludur. Hrant’ın yürüyüşünü ölümsüz kılan, onun biraz da bu parçalanmışlıkları aşma konusundaki hassasiyetiydi. Unutulmamasının bir nedeni de bu.

Yiğit Ölür Şan Kalır… (Mutlu ARSLAN)

Hrant Abi, sen şimdi derin bir sessizliğin içinde yatıyorsun ama merak etmeyesin, çocukluk nasihatleri gibi içimize işlemiş kardeşlik tembihin, dilimiz başka hakikat söylemiyor. (BirGün Kitap)

Daha ilkokul çağımdayken bile, arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden “ulan benim babam var ya, benim babam” diye düşünür ama ağzıma getiremez, sıramı savardım. Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep. Biliyorum ki sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin benim için. Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler… Katillerin aldıkları bir şey de çocukların babalarını yenme hakkıdır. (Arat DİNK)

Biliyorsun, kalabalıkların tanrısına inanmıyorum. Bu yüzden tanrıyı yapan kalabalıkların kendisine inanmak zorundayım. Bu kalabalıkların bir yerde gizledikleri bir vicdanları olduğuna, uzundur uyuttukları bir isyanları olduğunu, ne olursa olsun bir gün bir yerde herkesin birbirini anlayacağına, herkesin af dileyebileceğine, hepimizin affedilmek isteyeceğine… İyi kalpli tek bir tanrı olsaydı belki de mecbur kalmazdım insanlığa. Ama sen de biliyorsun işte tanrıların tabiatını ve en kederli, en kanlı mecburiyetimizin insanlık olduğunu. İnsanlık… Bizi çoğu kez bir ahtapotmuşuz gibi öldüren, uzun uzun öldüren, yere çala çala… (Ece TEMELKURAN)

Bizde, okumuş yazmış insanlar “aydın” sayılıyor; doğru değil bu. Muhalif yanları olan insanlar “aydın” sayılıyor, bana kalırsa bu da doğru değil: iktidarlardan birine diklenenlerin, sırtlarını ötekine dayadıklarını pek sık görüyoruz. Hrant Dink tam bir aydındı, çünkü kimseyle iyi geçinmeye çalışmadı. Doğrularını en ağır bedeli göze alarak ifade ederken slalom yapmadı, dikine gitti. Susmayacağını, pısmayacağını, alttan almayacağını anladılar. (Enis BATUR)

Onun ardından yüz binlerce insan İstanbul sokaklarına dökülürken yalnızca bir cinayete tepkilerini dile getirmekle kalmıyordu; tanıdıkları, bildikleri, kendilerinden saydıkları ve korumayı başaramadıkları için içlerinin yandığı bir dostlarına hakkı olan sevgi ve saygıyı sunuyorlardı. (Ertuğrul KÜRKÇÜ)

Derken, Türkiyeli Kürt Ahmet’le, kardeşi olan Türkiyeli Ermeni Hrant’ın büyülü buluşması gerçekleşmiş. Ama meğerse onurlu bir keklikle onurlu bir güvercinin kırılan kanatları bir daha asla onarılamazmış… Ama görenler varmış, telgraf direklerindeki tellerde yüz binlerce üzgün serçe birlikte ötüşüyormuş yüz bin dilden… (Gülten KAYA)

Hrant Dink “görüldü”. Görülmek, görülebilir olmak önemlidir. Onu hedef tahtası haline getiren şey, en başta Ermeni olarak “görülebilir” olmasıydı. Bu ülkede Ermeniler genellikle görünmezler. Göze batmadan yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Adları, soyadları, kimlikleri bir biçimde silikleştirilmiş, karartılmış, kalabalığa karıştırılmıştır. Görülmek, var olmak, çağrıştırmak, hatırlatmak dolayısıyla da “izlenmek” demektir. 301. Maddeyle ya da namluyla. (Murathan MUNGAN)

Sen de çekip gitme/Dayan be umudum/Dön gel, dön gel/Meydan okur hayat/Pabuç bırakmaz ölüme/Dön gel, dön gel. … Bi’daha yazar mı kalem kanaya kanaya/Kâğıdı da kan tutar ağaç değil mi soyu/Ağla doyasıya ağla/Aynı denizde çoğalır yüreğin özsuyu. (Sezen AKSU)

Hrantçığım, babacığım, benim masal babam… Çocukluğun bir güvercin kanadından Saroyan hikâyelerinden bize misafir gelivermiş babacık… O güzelim yüreğin sızlamasın diye elim varmıyor kendi yüreğimin halini yazmaya şimdi. Sadece seninle zamanı yaşamış olabilmenin imtiyazlı sıcaklığı üzerimde… İçim titriyor seni üzecek, incitecek, o kimselere el değdirmediğin vakur kalbini kırarım bilemeden diye… (Şafak PAVEY)

Bir nesil için daha kederlisini düşünemiyorum… Bankta yayınızda oturuyordu, denize ve ufuk çizgisine bakarak… Hortum geldi, sadece onu çekti. Sizler, yani bizler, onunla denize bakıp “yarın hava daha güzel olur, poyraz çıkar ve rutubet düşer, buhar kalktı mı karşı yakanın silueti netleşir, görürsün, kendimizi daha az yapış yapış hissederiz, yarın belli ki hava çok daha insaflı olacak” diyen bizler, aynı meyhanelere, davetlere, sergilere giden bizler, insan isimlerine sahip o insanlık dışı hortumları püskürtemedik. Hrant’ı aramızda tutamadık. (Vivet KANETTİ)

Kardeşimi vurdular. Değerli bir hayata, uzaktan da olsa tanık olması insana heyecan veren bir hayat serüvenine hoyrat bir nokta koydular. Meğer “Türkiye’yi vurmuşlar”. “Türkiye’nin imgesini yaralamakmış” amaç. Ey imge demokratları, sinsi yardakçılar, Hrant’a haddini aşmış, çizgiyi geçmiş yabancı muamelesi çekip milletini kışkırtan basın tüccarları, çekilin aradan. Yasımızı tutacağız. Hrant’ın saçının bir teline Türkiye’nin imgesini toptan vermeye hazırdık. Onu koruyamadık. Bu cinayeti de yabancı güçlere havale etmeye çalışan soğukkanlı komplo uzmanları; TAYAD’lı gençleri Trabzon’da linçe kalkışan güruhu “Milletin hassasiyetlerine dokunursanız böyle olur” diye koruyan başbakanından başlayarak bütün hassas Türkler… Artık susun! Kardeşimin hayatını çaldınız. İz kalmasın diye ölümünü de çalmaya çalışıyorsunuz. O kurşunlar Türkiye’ye, Türkiye’nin imgesine sıkılmadı. Hrant’ın canım canına sıkıldı. Hrant’ın o kocaman sarılışı, o aydınlık gülüşü kâbusunuz olsun. (Yıldırım TÜRKER)

Bugün hala dayanabiliyorsak bunu birbirimize borçluyuz elbet. Tünelin ucundaki ışığa birlik olarak varabileceğimizi kim bilmez. Böyle bir kaynaşmayı kim önemsemez. Benim içerlediğim asla unutmayacak, vazgeçmeyecek ve aydınlatmaya devam edecek “Hrant Dinklerin” ardından, köşe başlarını tutan sözde aydınların onları yok eden zihniyet/lerle savaşmayışı, iz sürmeyişi, belgelerle kanıtlananları bile ele almayışıdır. Oysa unutmamak, yeni acılar yaşamamak için çok ama çok önemli. (Zeynep ALTIOK)

Ah sevgilim… Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgili? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir sevgilim? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.

Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisusa borçluyum sevgilim. Onun da hakkını verelim sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim.

Sevdiklerinden ayrıldın.

Çocuklarından, torunlarından ayrıldın.

Sizlerden ayrıldı.

Kucağımdan ayrıldın…

ÜLKENDEN AYRILMADIN SEVGİLİM. (Rakel DİNK)

Hrant’a… “Ali topu Agop’a at”, Editörler: Fahri ÖZDEMİR – Arat DİNK, Yayınevi: Kırmızı Yayınları, 2007

AKP İktidarını Adlandırmak (Mutlu ARSLAN)

Hiç kimsenin beklemediği bir seçim başarısıyla iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), fazlasıyla merak ve endişeyle karşılanan bu durumu yatıştırabilmek adına, il örgütlerinden genel merkezine kadar her düzeyde, kendisini anlatma çabasına girmek zorunda kaldı. Daha iktidarının ilk yılında Acil Eylem Planı, Irak Savaşı, Tezkere Krizi, Avrupa Birliği gibi gündemler arasında sistematik biçimde sürdürülen bu kendini anlatma çabası, 2004 yılının başında bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan “Muhafazakâr Demokrasi” tanımlamasıyla somut bir karakter kazanmış oldu.

AKP’nin kendisini anlatma ve adlandırma konusunda bu heves ve azmi, AKP’yi anlama ve adlandırma konusundaki akademik ve siyasal ilgiyi de fazlasıyla besledi. Bu ilgi, 10 yıllık süre zarfında yaşanan yoğun siyasal gündemle harlandıkça, kitapevlerinin raflarında AKP hakkındaki kitapların sayısı da her geçen gün arttı. Ne var ki AKP üzerine yazılan kitapların sayısının çokluğu, ortaya çıkan eserlerin niteliklerine yansımış görünmüyor. Henüz devam eden bir iktidar süreci üzerine dört başı mamur bir değerlendirme yapmanın güçlüğü hafifletici bir neden olsa da, ülkemizdeki yayınevlerinin özellikle güncel siyasal konulardaki özensiz tavrının bu niteliksizliğin ortaya çıkışındaki katkısını azımsamamak gerekiyor. Özellikle karşılıklı olarak belli “misyonlarla” piyasaya sürülen kitaplar bu alanda ciddi bir bilgi kirliliği yaratmış durumda.

Misyon kitaplarını bir kenara bırakacak olursak eğer doğrudan AKP üzerine yazılmış kitapları iki kısma ayırmak mümkün görünüyor: ilk kısımda AKP iktidarının niteliği ve farklı alanlardaki iktidar pratiği üzerine akademisyenler tarafından kaleme alınan makalelerin derlendiği kitaplar yer alıyor. AKP iktidarının erken dönemlerinden itibaren yurt dışında (Amerika’da) yayınlanmaya başlayan bu kitaplar yavaş yavaş ülkemizde de yaygınlaşıyor. İkinci ve daha yaygın kısım ise köşe yazarlarının 10 yıllık AKP iktidarı boyunca fazlasıyla biriken yazılarının tematik olarak bir araya getirilmesinden oluşan kitaplardan oluşuyor. Bu kitaplar arasında seçim yapmak oldukça güç olsa da, bu yazıda, solun genişçe bir kısmına egemen olan AKP karşıtı eleştirilerin üzerinde yoğunlaştığı temel meseleleri en özlü biçimde ortaya serdiğini düşündüğüm iki kitabı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Nilgün Cerrahoğlu ile Yurt Gazetesi yazarı Fatih Yaşlı’nın kitaplarını değerlendirmeye çalışacağım.

BİLDİĞİMİZ TÜRKİYE’NİN SONU

90’lı yıllarda daha çok röportajlarıyla tanınan ve 2001 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde Sağnak adlı köşesinde gündem üzerine yazan Nilgün Cerrahoğlu’nun bu yazılarından derlenen “Demokrasi Tramvayı: AKP Türkiyesinin On Yılı” kitabı, Kasım ayı içerisinde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitaba adını veren tanımlama, Cerrahoğlu’nun 1996 yılında Milliyet Gazetesi’nde çalışırken dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı röportaja referans veriyor. Röportaj sırasında Erdoğan tarafından dile getirilen “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” cümlesinin, bir yıl sonra Ertuğrul Özkök tarafından ‘‘Demokrasi bizim için tramvaydır. Gideceğimiz yere kadar gider, sonra ineriz.’’ biçimine dönüştürülmesiyle yeniden dolaşıma sokulan bu kavram, kısa sürede jenerik bir tanım olarak Erdoğan’ın demokrasi anlayışını yansıtmak için kullanılır hale geldi. Kulaktan kulağa oyunundaki gibi röportaj yapan kişiye bambaşka biçimiyle ulaşan cümlenin, yanlış fakat popüler kullanımıyla kitaba isim olması, AKP algısının medyada yeniden üretilişi konusunda oldukça öğretici.

Cerrahoğlu’nun AKP eleştirisinin temelinde yatan neden, en yalın ifadesiyle, “Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesine” sahip çıkma kaygısı olarak özetlenebilir. Bu kaygının Türkiye’deki AKP hoşnutsuzluğunun en geniş ve kapsayıcı zeminini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Cerrahoğlu’nun kitabında yer edindiği biçimiyle, Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesini tehdit eden unsurları iki temel başlık altında sadeleştirmek mümkün: ilki, giyim-kuşamdan yeme-içme alışkanlıklarına, kadın erkek eşitliğinden özgürlükler meselesine kadar geniş bir yelpazeyi içeren ve AKP tartışmalarında “yaşam tarzına müdahale” olarak ifadesini bulan başlık. İkincisi başlık ise Türkiye’nin “demokratik, lâik, sosyal bir hukuk Devleti” olma niteliklerinin ortadan kaldırılasına yönelik kurumsal dönüşümler.

On yıllık AKP İktidarı, hem pratik hem de söylem düzeyinde, bu konularda zengin bir tartışmayı kışkırtan çok sayıda örnekle dolu. İlk elden sayılabilecek içki yasakları, heykel yıktırma, kadınlara yönelik ayrımcılık, kürtaj, üç çocuk, basın özgürlüğü, güçler ayrılığı gibi konulardaki AKP’nin kabarık sicili, Nilgün Cerrahoğlu’nun eleştirilerine güçlü bir dayanak yaratıyor. Cerrahoğlu, AKP iktidarıyla başlayan ve halkın gündelik yaşamıyla devletin kurumsal yapısında ortaya çıkan bu dönüşümü “mutasyon” olarak tanımlıyor. Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesi’nin göz göre göre bir “İslam Demokrasisine”, bir “Çöl Demokrasisine” dönüşmesinin Nilgün Cerrahoğlu’nda yarattığı hayal kırıklığı ve asabiyeyi anlamanın, ülkemizde hiç de azımsanmayacak geniş bir toplumsal kesimin ruh haliyle empati kurmayı kolaylaştırabileceği söylenebilir. “Kazanılmış olduğu düşünülen tüm değer ve kalelerin birer birer yok oluşu, bu yok oluşun ardında bıraktığı telafi edilemez boşluk ve parçalanma, yabancılaşma” duyguları, hiç de göz ardı edilmemesi gereken siyasal motivasyonlardır.

İşi nedeniyle ömrünün büyük bir kısmını yabancı ülkelerde geçiren Nilgün Cerrahoğlu, yazılarında “yabancı” imgesinden sıkça faydalanıyor. Cerrahoğlu, yabancılarla girdiği diyalogların aktarımı ve yabancıların Türkiye hakkındaki yorumlarına referans yoluyla kendi düşüncelerini güçlendirmeye çalışıyor. Cerrahoğlu’nun yazılarında üç ayrı yabancı kategorisinden bahsetmek mümkün: ilki ve en az yer verdiği yabancı kategorisi her şeyi kontrol edip yönlendiren ülke olarak ABD; ikinci kategorideki ülkeler AKP’nin bizi sürüklemeye çalıştığı bataklıkta yer alan İran, Suudi Arabistan, Ürdün gibi Müslüman devletler; üçüncü ve en sık kullanılan ülke kategorisi ise Fransa, İspanya, İtalya gibi ortak medeni ve demokratik değerleri paylaşan Avrupa devletleri. Bu kategorizasyonu ilginç kılan şey, 1990’lı yıllardan bu yana muhafazakâr kesimde de benzer bir sınıflandırmanın yapılıyor olması: Her şeyi kontrol eden Siyonist İsrail ve onun güdümündeki ABD, tüm değerleri çökmüş ve bataklığın içinde bulunan Avrupa ve liderini bekleyen masum ve mağrur İslam Coğrafyası. Birbirine adeta düşman iki dünya görüşünün bu kadar benzer düşünce kalıplarını kullanıyor olması başlı başına ilginç.

Nilgün Cerrahoğlu’nun AKP eleştirilerini okuyan herkes, haklılık payı verebileceği bir şeyler bulacaktır. Ne var ki bu durum, insanın kendisini ona yakın hissetmesine yeterli olmuyor. Çünkü Cerrahoğlu’nun bildiği ve kollamaya çalıştığı Cumhuriyet Türkiyesi ile bizim tanık olduğumuz Cumhuriyet Türkiyesi aynı değil. Bu ülkede ne kadın erkek eşitsizliğinin, ne devlet baskısının, ne hak kayıplarının, ne de özgürlük kısıtlamalarının tarihi AKP ile başladı. Cerrahoğlu’nun bildiği Cumhuriyet Türkiyesi Kürtlerin yok sayıldığı, Alevilerin görmezden gelindiği, sosyalistlerin ezildiği, işçilerin haklarının çalındığı, kadınların ikinci sınıf görüldüğü bir Türkiye’ydi. Ve en az AKP’nin Türkiyesi kadar bize yabancıydı.

YENİ REJİM

Geçtiğimiz yıllarda Emrah GÖKER’in kaleminden yine bu sayfalarda yer verdiğimiz Cihan TUĞAL’ın “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında temellendirmeye çalıştığı ve ülkemizde oldukça tartışma yaratan “Pasif Devrim” kavramsallaştırmasını bir kenara ayıracak olursak eğer, AKP Düzenini adlandırma konusundaki en ısrarcı çabalardan birisi Fatih Yaşlı’nın “Yeni Rejim” tanımlaması olduğunu söylemek mümkün.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Yurt Gazetesi yazarı Fatih Yaşlı, 2009 yılından itibaren sendika.org ve soL.org isimli internet sitelerinde yer alan yazılarını “AKP ve Yeni Rejim” adıyla kitaplaştırdı. Mart ayı içerisinde Tan Kitabevi Yayınları tarafından basılan bu kitap, yazarın daha önce Çağdaş Sümer’le birlikte derlediği “Hegemonyadan Diktatoryaya: AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak” adlı kitapla birlikte bu alanda yazılmış en sistematik kitaplardan birisi olarak göze çarpıyor.

Fatih Yaşlı, Nilgün Cerrahoğlu’na benzer biçimde, AKP iktidarıyla kurumsallaşan yeni bir rejimden bahsediyor olsa da, Cerrahoğlu’ndan farklı olarak, bu yeni rejimi, birdenbire karşımıza çıkan bir anomali olarak değil, tarihsel ve siyasal sürekliliği içerisinde ele alıyor.

Yeni bir rejimden bahsediliyorsa, eskiyeninden de bahsetmek gerekir. Yaşlı, Türkiye’nin Modernleşme sürecini ikiye ayırıyor. Eski Rejim ya da Birinci Cumhuriyet adı verilen ve 1923 ile başlayıp, 12 Eylül’de temelleri iyice oyulup nihayetinde AKP iktidarıyla ortadan kaldırılan rejim. Yaşlı’nın 1923 Paradigması olarak adlandırdığı ve her ne kadar liberal yanları olsa da, kalkınmacılık, kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık gibi unsurlar da barındıran bu eski rejim, Soğuk savaş sonrasında ABD ile kurulan işbirliği düzeni içerisinde deforme olmuştur. Yaşlı, 1923 paradigmasının “ilerici” değerlerini deforme eden bu süreci “birinci cumhuriyetin uzun intiharı” olarak adlandırıyor.

Temelleri 12 Eylül Darbesiyle atılan ve AKP İktidarı döneminde kurumsal bir nitelik kazanan İkinci Cumhuriyet ya da Yeni Rejim ise sanılanın aksine “birincinin anti-tezi olarak değil, onun en çürümüş, en yozlaşmış unsurları üzerinde yükseliyor.” Özal Hükümetleri döneminde yükselen “neo-liberal hegemonya”, 90’lardaki rejim krizinin ardından, AKP elinde yepyeni “liberal-muhafazakar hegemonyaya” dönüşmüş ve Yeni Rejim tüm güçleriyle ülkede egemen olmuştur.

Fatih Yaşlı, yeni rejimin güçlerinin eski rejimin unsurlarını ortadan kaldırma sürecini “iç savaş” olarak adlandırıyor. İç savaşın bir yanında “AKP/cemaat ile askerin kurmay kademesinden oluşan ve Amerikancılık/Atlantikçilik üst kimliğinde mutabakata varan, sermaye tarafından da desteklenen devlet güçleri”, diğer yanında ise “90’ların sonunda şekillenen neo-kemalist paradigmayı sahiplenen, Avrasyacılık ideali etrafından birleşmiş, devlet aygıtı içerisindeki mevzilerini kaybetmiş asker-sivil bürokratlar ile yargının bir bölümünden oluşan blok” vardır. AKP iktidarı boyunca gündemden düşmeyen Ergenekon ve Balyoz davaları bu iç savaşın en kanlı cepheleridir.

Yaşlı, yeni rejimin eski rejimi tasfiyesiyle sonuçlanan bu iç savaşta açık biçimde Avrasyacı Güçleri desteklemek gerektiğini dile getirmese de, sosyalistlerin “Birinci Cumhuriyetin kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık gibi değerleriyle” ilişkilenme şansının olduğunu söyleyerek, bu alanı, solun kendini yeniden üretebileceği bir siyasal zemin olarak sunmaktan çekinmez. Ona göre sol, Yeni Rejim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadan, “Cumhuriyetçiliği kendi söylemine dahil etmeli” ve “onun değerlerini ileri taşımalıdır”. Solun işçi sınıfıyla da, Kürtlerle de, Alevilerle de sağlıklı bir zeminde ilişki kurabilmesinin ön koşullarından birisi, cumhuriyet değerlerine bağlı yeni bir hegemonik projenin hayata geçirilmesidir.

Görüldüğü gibi, Fatih Yaşlı, yaşadığımız sürecin tarihsel kökenlerini ortaya koyabilmek bakımından AKP tartışmalarına önemli bir katkı sunuyor olsa da, bütün yaşanılanları kusursuz bir “taht oyunları” içerisinde konumlandırarak kendi çıkış iddialarının tam tersi bir noktaya savruluyor. Herhangi bir şaşkınlığa mahal vermeyen bu “ermiş” tutum, ilk bakışta büyük bir meziyet gibi görünse de, her ermişlik gibi biraz kerameti kendinden menkuldür.

Sürekli kendine referans veren ve kendini haklı çıkarmaya programlı bu dil, ne yazık ki zaman içerisinde kendi kalın duvarlarını oluşturarak güncel siyasal mücadeleleri talileştiren bir “yüksek siyaset” haline dönüşüyor. Nasıl ki yerden yükseldikçe, yeryüzünün kendine has şekilleri görünmez hale gelip sıradağlarla bölünmüş geniş düzlüklerden ibaret bir manzara ortaya çıkıyorsa, siyaset de “yüksek siyaset”e dönüştükçe, derin ağların bileşkesiyle oluşmuş büyük güçlerin mücadelesinden ibaret bir biçim kazanıyor. Hal böyle olunca da, Kürtlerin ulusal demokratik talepleri de, Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri de ve hiçbiri bir diğerine indirgenemeyecek pek çok özgül demokratik talep de ancak daha geniş bir hegemonya projesinin parçası olduğu sürece görünür ve talep edilebilir hale geliyor. Belki biraz aşırı yorum olabilir ama bu bakış açısı, Yaşlı’nın çok değer verdiği sınıf mücadelesini bile belli bir hegemonya projesinin parçası olmadığı sürece önemsizleştirecek bir siyasal kavrayış üretmektedir.

Böyle bir bakış açısıyla siyasete müdahale edebilmenin tek olanağı, daha geniş toplumsal tabana sahip “güçlerle” yakın ilişkiler kurmak ve o güçleri kendi mücadelenin bir parçası kılabilmek haline geliyor. Fatih Yaşlı’nın ve kitabı boyunca referans vermekten adeta keyif duyduğu Yalçın Küçük çizgisinin temel problemi de burada belirginleşiyor. Neyse ki Türkiye Solu’nun önemli bir damarı bu çizgiyle bağını 1970’li yılların başında koparmayı başarmıştır. Kitlesel bir seferberlik potansiyeli olduğu için Cumhuriyetçi değerlere ve kurumlara yakın olma gayreti gözetilerek yürütülen bir politik mücadele, sınırlılıkla maluldür.

İktidar ve hakikat arasındaki derin ilişki göz önünde bulundurulduğunda, gündelik siyasal yaşamımızın bir parçası olmaktan çıkıp, tarihe ait bir olgu haline gelmeden, AKP hakkında bütünlüklü ve sağlıklı bir değerlendirme imkânına kavuşamayacağımız görünen bir gerçek. Ne var ki bu gerçeklik, güncel siyasal ve toplumsal gelişmeleri kavramakta ve kavramsallaştırmaktaki üşengeçliğimizin mazereti olmamalı. Yaşanan değişimi, verili siyasal teorimizin ve dünya bakışımızın kompartımanlarına yerleştirerek hiç şaşırmadan ilerlemek yerine, daha fazla alan araştırması ve sosyal gözlemle katarımıza yeni vagonlar katmak bizleri hem zenginleştirecek hem de cesaretlendirecektir. Kitaplar bunun için vardır.