Ankara'nın Kayıp Kahramanları (Duygu TANIŞ ZAFEROĞLU)

Yıl: 1916. Mekân: Ankara...

Herkesçe bilinen ama kimsenin dile getir(e)mediği, Ermeni ve Rumların yaşadığı mahalleleri hedef alan Büyük Ankara Yangını’yla başlıyor Levent Cantek, belki de hikayelerinden en vurucusuna. 1916 Yangını kapalı bir kutu, dile getirilmeyen, çoğu zaman görmezden gelinen çünkü/ve kabul edilmek istenmeyen ortak günahlarımızdan biri. Berat Pekmezci'nin çizgileriyle hayat bulan bu hikayeyle açılışı yapan dumAnkara: Hayat Bir Yangındı, bize -Ankaralı değil belki ama- Ankara'ya, yoksunlara/yoksullara, suçlulara, kaybolmuşlara, dışlanmışlara dair hikayeler anlatmak yerine onların konuştukları/seslerini duyurdukları bir mecra vadediyor.

“dumAnkara: Hayat Bir Yangındı”, Levent Cantek'in 21 hikayesinin 19 çizer tarafından çizgileştirilmesiyle oluşmuş kolektif bir “Uzak Şehir” eseri. Uzak Şehir, “grafik roman üretimini arttırmak için” bir araya gelerek hayat verilen -umarız ki uzun soluklu olacak- bir oluşum. İlk eserleri de çoğu zaman görmezden/duymazdan gelinen, gayrı resmi başkent İstanbul tarafından hakir görülen, küçümsenen; ikliminden, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına kadar birçok yönüyle kendini “ağabeyine” beğendiremeyen bir kente; Ankara'ya çeviriyor yüzünü. Bu açıdan, proje belki de tam zamanında hayata geçirilmiş. Malum Emrah Serbes'in kendini aşan bir popülariteyle diziye uyarlanan romanı Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi’nin son 3 sezondur sadece Anadolu'nun çorak topraklarını değil tüm Türkiye'yi kavurduğu; bir başka deyişle Ankara'yı diğer kentlerdeki insanlara tanıdık kıldığı bir dönemde hayata geçirilen bir proje karşımızdaki. Böylece bize televizyondaki görsellikten kitaptaki görselliğe doğru geçişken bir seyre dalmak kalıyor...

Bir şehrin kaybedenleri...

Levent Cantek, kitabın girizgâhında onu böyle bir projeyi örgütlemeye yönelten nedenleri ve aslında okuyucunun beklentilerini neler etrafında şekillendirmesi gerektiğiyle ilgili ipuçlarını veriyor. Edebi dilinden sual olunmayan Cantek'in bu kısa girişi de aslında en az öyküler kadar ilgi çekici ve heyecan verici. İlk olarak amacının bir Ankara profili çizmek, tabir-i caizse Ankara'nın iyi bir reklamını yapmak olmadığını belirtiyor. Zaten hikayeleri okudukça bu uyarının ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Zira anlatılan hikayelerin bir kente ait olmadıklarını ve fakat belirli bir kentte geçtiklerini görüyoruz. Bu kent Ankara…

Burada belki de oldukça samimi bir şekilde Cantek, Ankaralı olmaktan kaynaklı bir refleksle, belki de en iyi tanıdığı bu kente vefa borcunu bir nev'i yarattığı karakterler üzerinden ödeyerek anlatmayı tercih ediyor öykülerini. Ancak, bürokrat/memur kenti olarak belletilen genel kanının aksine, Ankara'da yaşayan karakterlerini hayatın figüranlarından seçiyor. Otobiyografik öğeler taşıyan hikayelerdeki bu karakterlerin büyük bir kısmı çoğu zaman toplumun geri kalanı tarafından görülmeyen, kamusal hayatta tedirginlik yaratan, genel geçer kurallara uyum sağlayamayan “kaybedenler”...

Her şey bir yangınla başladı... 

Yukarıda da bahsettiğim gibi 1916 Ankara Yangını'nı konu alan Berat Pekmezci'nin çizgileriyle hayat bulan ilk öykü- Ankara 1916- böyle bir proje için oldukça kıymetli bir başlangıç. İttihatçıların ortasında hümanist bir romantik olan kahramanımız Fehmi'nin üç gün süren yangınla, masumiyetini, hayallerini doğru bildiği gerçekleri kaybedişine tanık oluyor okuyucu. Refik Halid Karay'ın piyanolarla ilgili alıntılarından ilham alan öykü, Fehmi'nin yaşanan katı gerçeklere inat bir piyano başında yaşadığı gerçekleri sorgulayışını ve belki de en nihayetinde Ankara'yı kabullenişiyle son buluyor. Mert Yavaşça'nın çizgilerinden çıkan öykü Hacıbey'de yine “vatan”, mücadele, direniş kavramlarının zemininin kayganlaştığı bir dönemde, öldürmeye tövbeli Hacıbey'in aşkı, istemediği halde mecbur bırakıldığı zorunluluklar anlatılıyor. Karşımızdaki, tarih kitaplarında anlatılan alışık olduğumuz türde değil; zaafları, korkuları, düş kırıklıkları olan, yorgun düşürülmüş bir kahraman ve fakat yine de bir kahraman.

Murat Başol tarafından çizgileştirilen Pantolonlu Kadın'da ise artık (siyasi) savaş ortamından uzaklaşıyor okuyucu, ancak bu sefer bir başka mücadele alanında; Ulus'un arka sokaklarında, “iyi” vatandaşların sokakları boş bıraktığı saatlerde iki anti-kahramanın dünyasında alıyor soluğu. Bir taksi şoförü ile bir şarkıcının ezberbozan ilişkilerini “film noir” atmosferinde grafiğe döküyor Başol ve yarattığı gölge oyunları ve keskin çizgilerle etkileyici bir dil yaratıyor. Macar isimli öyküde Gökhan Güneş'in çizgileriyle 1920'lerde Türkiye'de bir yabancı olmanın tezahürlerine iki farklı dil/bakıştan tanık oluyoruz: Hem “Macar” kahramanımızın gözünden Anadolu'yu ve insanlarını; hem de Anadolu insanının algı dünyasından bir “yabancı”yı anlatıyor Cantek. Güneş'in etkileyici çizgilerinin bu iki bakışı aynı karede eritmesi okuyucunun ilgisini ayakta tutuyor. Ayhan Hayrula tarafından çizgileştirilen Çinli Recai ise genç yaşta “alemin defterini dürmeye” odaklanmış Recai'nin şiddet ve hüzün dolu hikayesini öğrenmemiz için bu karanlık dünyayı betimliyor bize; en azından Ankara'nın arka sokaklarında görmezden gelinen bu adamı tanımamızı istiyor.

Diğerleri… 

Emre Yüce'nin kaleminde hayat bulan Tatlıcı Nazmi ise, bir kenar mahallede ezilen/hor görülen bir dışlanmışın- Nazmi'nin- hayatının, belki de kendi geçmişini gördüğü bir grup genç tarafından nasıl elinden alındığını, okuyucunun midesine bir yumruk indirerek anlatıyor. Bu öyküyle beraber, belki de hayatın iki kutuptan/iki renkten oluşmadığını göstermek istiyor Cantek; kötü ve iyi kavramlarının, dışarıdan yekpare görünen gerçeklerin içeriden nasıl parçalandığını gösteriyor. Emre Yüce'nin Tatlıcı Nazmi'den sonra hayat verdiği bir başka öykü/kahraman da Ömer Ayna. Bir çocuğun çocukluğunu zehir eden çocuk bir zorbayla hesaplaşmak için Ankara'ya dönüşü anlatılıyor. Her ne kadar çocukluk bitmiş, herkes kendine farklı bir hayat da kurmuş olsa, hayata devam etmek için gerekli olduğunu hissediyorsunuz bu hesaplaşmanın. Orhan Kemal ile birlikte bir komiserin futbol diliyle harmanlanmış bir aşk cinayetini çözüşüne yine Emre Yüce'nin çizgileriyle tanık oluyoruz. Futbolun kendine has teknik dilinin aşk ve cinayetin ilgi çekici diline başarıyla uyarlanmış olması hikayenin okuyucu gözünde okunabilirliğini yükselterek, vahşet hikayelerinin arasında kimi zaman gülümsememize vesile oluyor. Bir kez daha görüyoruz ki, hayatımızda keskin çizgiler yok; iyi ve kötü, aşk ve şiddet, vahşet ve şefkat çoğu zaman birbirini kesiyor, birbirlerinden rol çalıyor.

Utku Yavaşça'nın çizgileriyle nefes verdiği ilk öykü bir hamalın “görünür” olmak için, hayatta kendine bir sahne kapabilmek için yaşadığı sonu hüsranla, kaybedişle biten öyküsü Nam. İkinci öykü ise bizi eski bir Ankara evine götürüyor ve teatral bir atmosferde geçmişte kalan bir aşk üçgeninin yeniden hayat bulmasını eski bir Koltuk çevresinde “yeniden canlandırıyor”. Boksör'ün Ömrü'nde eski bir boksör olan Hamit'in yol arkadaşı Necip'i bilinmemesine, hatırlanmamasına inat ölümsüzleştirmesini Taner Duran'ın çizgileriyle okurken; Zeynep Özatalay'ın çizgilerinde hayat bulan Güzel Cemile kitabın ilk kadın başkahramanı Cemile'nin yoksullukla kısıtlanmış, sömürülmüş, çalınmış hayatını bize Ankara'nın kenar mahallerinden anlatıyor. O zaman daha iyi anlıyoruz ki yoksulluk en çok kadınları vuruyor.

Sefa Sofuoğlu'nun kaleminden hayat bulan Mazhar ile Galip, iki ırgatın aykırı dostluğunu, “inanmayı istemek” üzerinden anlatırken; Aşıklar Unutmaz'da Murat Gürdal Akkoç, hayal kırıklıklarıyla dolu umutsuz bir aşk hikayesini baş kahraman İzzet'in gözünden çiziyor. Uğur B. Sertçelik'in çizdiği Bu Dünya Yalan Polis Efendi, 1950'lerin Ankara'sında bir garip polisiye hikayeye konuk ederken bizi; kitabın belki de en ilginç hikayesi Nohut iki alışılmadık kahramanla, “bir kedi” ve “bir futbolcu” ile Taner Duran'ın çizgilerinde hayat buluyor. Giriş bölümünde bir futbol hikayesiyle, bir Ankara kedisi hikayesini harmanlama isteğinden kaynaklandığını belirttiği bu senaryosunda, Levent Cantek bir kedi ile kaybetmiş bir futbolcunun Ankara'da tutunma hikayesini anlatırken, Ankara kedisi ile “Ankara”lı kedi olma arasındaki farkı, insanlığa özgü sınıfsal konumlara gönderme yaparak bitiriyor öyküsünü.

Ankara'dan uzaylılara karşı mücadele eden bir “süper” kahraman- Neşet Coşar diğer öykülerden farklı tarzıyla bizi şaşırtırken, Sümeyye Kesgin kitabın en güçlü grafik işlerinden birini çıkarıyor. Ferdi'de ise ikili bir hayat yaşamaya mecbur bırakılan bir yazarın hikayesinden yola çıkarak cinsel kimliklerinden ötürü belki de arzu ettiklerinden farklı bir yön çizdikleri bir dünyaya “maruz kalan” dışlanmışların yaşamlarına Berat Pekmezci'nin gerçekçi çizgileriyle konuk oluyoruz. Efkar'da 1980'lerin Ankarasına gidiyoruz ve hikayenin gerçek ismini bilmediğimiz kahramanı Efkar'ın, arka planına dünyanın ve Türkiye'nin yaşadığı dönüşümü alarak ölümle biten hikayesini Ömürden Bakaçhan'ın çizgileri eşliğinde okuyoruz. Cantek bu öyküde yine, belki de her gün sokakta defalarca karşılaştığımız ama görmediğimiz bu kahramanı hayatımıza sokuyor, iyi de yapıyor! Karikatür dünyasında tanınmış bir isim olan Ender Özkahraman tanıdık çizgileriyle Bilmiyorum Fatma'ya hayat veriyor. Levent Cantek'in gerçek bir davadan esinlendiğini belirttiği öyküde toplumsal linçin absürt bir tezahürüne tanık oluyoruz. Politiğin, politikliğin kimi zaman maruz kalınan gerçeklikler olduğu etkileyici ve bir o kadar da gerçekçi bir dille anlatılıyor.

Kitabın son öyküsü Skor'u Deleuze ve Guattari'nin, “arzu”nun insanda kendini yenileyerek sürekli üretimine yaptıkları vurgudan hareketle okumak gerekiyor belki de. Çağrı Coşkun tarafından çizgiye dökülen hikayeyle birlikte artık günümüze geliyoruz ve yaşam şeklinin, sosyal, mekansal, kültürel hayatın geçirdiği keskin dönüşümlere tanık oluyoruz. Hayatımızın akışını belirleyen başarı ve arzunun sınırlarının kimi zaman araç olmaktan çıkıp hayatımızın amacı haline geldiğine ve nihayetinde anlamının bulanıklaştığına dair bir hikaye karşımızdaki. Levent Cantek'in bu kitabın ortaya çıkmasında etkili olduğunu itiraf ettiği İstanbul/Ankara karşılaşmasını en açık bu hikayede görüyoruz. Kahramanımız hikayenin sonlarına doğru: “…sadece İstanbul var gibi bir şey bu. İstanbul ve diğerleri var ama diğerleri de İstanbul olmak istiyor. Sadece İstanbul yok diyorsun ama herkes onu taklit ediyorsa sadece İstanbul var demektir.” diyerek kitap için etkileyici bir kapanış yapıyor.

UnutulAnkara 

“dumAnkara: Hayat Bir Yangındı” her şeyden önce iyi niyetli bir proje. Türkiye'de çizgi romanın bile sanat çevreleri tarafından kıymeti anlaşılmamışken, grafik roman kavramını insanlara tanıtmayı, sevdirmeyi hiç olmazsa böyle bir terimi hayatımıza dahil etmeyi istiyor. Hikayelerin çoğunun dili oldukça akıcı olmakla beraber, kısalıkları belki de daha fazla keyif alacağınız, kendinizi daha fazla kaptıracağınız bir seçki olmanın önüne geçiyor. Genelde sanat ürünleri, özeldeyse edebiyat ürünleri için dikkat çekici olmayan/küçük görülen bir kenti, Ankara'yı merkezine alması ise oldukça cesur bir tercih. Daha da cesuru hikayelerin alt sınıfları, yoksunları-yoksulları, suçluları, alkolikleri, dışlanmışları yine Ankara'nın yok sayılan, görülmeyen, gidilmeyen mekanlarında Kale'de, Altındağ'da, Eskitepe'de buluyor olması. Bu açıdan belki de projeyi kıymetli kılan madunları konuşmak yerine, onları konuşturmayı tercih ediyor oluşu; yalnız yine aynı nedenden okuyucunun kitaba edebi kaygılarla yaklaşmaması gerekiyor. Madunlar kendilerini temsil edecek araçlardan yoksunken Levent Cantek onlara ses veriyor, bu projeyle Ankara'nın kültürel iklimini altsınıflar bazında tartışıyor.

Hikayelerin belki Ankaralı olmak gibi bir kaygıları yok ama Ankara'da yaşayan/yaşamış herhangi birine, gerek kullandığı dil gerekse çizerler tarafından başarılı bir şekilde hayata geçirilen görselleriyle Ankara'ya dair olduğunu hissettiriyor. Ve kitabı bitirdiğinizde İstanbul'a karşı Edip Cansever'in şu dizelerini haykırmak istiyorsunuz: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka, Ne çıkar siz bizi anlamasanız da...

Dumankara: Hayat Bir Yangındı, Levent Cantek, İletişim Yayınları

Ümitvar Şehrinin Sakinleri (Levent CANTEK)

Asaf Hanuka yakın dönemin başarılı ilüstratörlerinden biri. Çalışmalarına global dünyanın önemli dergilerinde sıkça rastlayabiliyorsunuz. Tomer isimli aynı işi yapan bir ikiz kardeşi var. Bilirsiniz, ikizlerin ismi karıştırılır, hangi hangisiydi esprisi yapılır. Asaf ve Tomer'in çizgileri de birbirine benziyor. Ne çizdiklerini merak ettiğim için en azından ben bu karışıklıktan şikâyetçi değilim. Yumuşak renkler seçiyor, foto realistik bir detaycılıkla üretiyorlar.

Asaf Hanuka, vatandaşı Etgar Keret'in 'Kneller'in Mutlu Kampı' isimli hikâyesinden bir çizgi roman uyarlaması yaptı. Keret'in sevilen bir hikâyesidir, hatırlayanlar olacaktır, Goran Dukiç imzasıyla 2006 yılında filme de uyarlanmıştı. Hanuka'nın yaptığı uyarlama Türkçede 'Bilek Kesenler' adıyla yayınlandı. Nasıl bir uyarlama olmuş, hikâyenin hakkı verilmiş mi diye sorarsanız bence başarılı olmuş, epeyce sadakat gösterilmiş diyebilirim. Hanuka, gri tonlu bir görsellik kurmuş. Hikâye, intihar edenlerin ölümden sonra yaşadığı bir ara-yer ve an'ın süregeldiği bir zamanda geçtiği için bu grilik hikâyenin aurasına yakışmış.

Keret'in hikâyesi de bu arada kalmışlığı hissettiren bir dille ilerler çünkü. Anlatılan hikâye şimdiki zamanda geçmiyor gibi soyutlaşabiliyor ya da başka bir zamana (genellikle gelecekte bir tarihe) ve yere gidecek gibiyken bugüne toslayabiliyor. Keret, Bilek Kesenler'i bir arkadaşının intiharından sonra yazmış. İntihar her dini öğretide ve modern eğitimde yasaklanır ya da baş edilmesi gereken bir hastalık olarak görülür. İsrail'de büyümüş, ailesi Holokost'u yaşamış sofu ve endişeli Yahudi toplumundan çıkmış Keret, intihar edenlerle ilgili bir dünya tahayyül etmiş. Bu bile başlı başına ilginç bir cesaret. Keret'i okumadıysanız, insanın aklına bir din tartışması yapılacakmış gibi gelebilir. Keret, Arapları, ırkçılığı işin içine katıyor ama her zaman olduğu gibi büyük iddialarla uğraşmamayı tercih ediyor. Öyle bir yer-şehir tasarlamış ki, yaşıyorlar işte dedirtiyor, hayat devam ediyor, intihar edenler, kendilerini intihara sevkeden ve harala güreleyi yeniden ve yeniden yaşıyor gibiler. Tel Aviv gibi diyor İsrailli, Frankfurt gibi diyor bir Alman aynı şehre bakarken. Yabancı gibi değiller bu şehirde, alışkanlıklarının kozasında gidip geliyorlar. Tedirginler, konuşmasalar da intihar travmasının farkındalar. An'ı yaşıyorlar. Bütün Keret karakterleri gibi olağanüstü bir durum karşısında 'cool' kalıyorlar. Ya da alelade bir meseleye saplantı ölçüsünde takılıp oradan çıkamadıkları da olabiliyor. Keret bir mizahçı değil, mizahı belirginleştirme adına araçsallaştırıyor. İyimser biri, hayatın monotonluğu ya da yıkıcılığını anlatırken bile iyi kalmaya çalışan birini veya sadece insani bir duyguyu işin içine katmak istiyor. Büyük laflar etmiyor, öğretmen tavrıyla yazmıyor. Sıcak ve dostça, elini okurun omzuna atıyor.

Bilek Kesenler, karamsar başlangıç noktasına ve koyulaşan yeknesaklığına karşın bir aşk hikâyesi. Keret'in iyicilliği burada devreye giriyor. Kız arkadaşını bir türlü unutamayan (en güçlü duygu aşk mı?) hikâye anlatıcısı, arkasından intihar ettiğini öğrenince onu aramaya başlıyor. Her intihar eden oraya gelmiyor mu? Geliyor. Ütopya ya da distopya olsun, dünya tahayyülleri birer yolculuk hikâyeleridir ve tıpkı dini hikâyelerde olduğu, kutsal kitaplarda yazıldığı gibi dünyanın katmanlarını okurlarına anlatırlar. Metinlerarası göndermeler ve ironi, bu bölümleri pekiştirir. Keret de yapıyor bunu, seyahate çıkarıyor bizi. Hikâyenin kahramanı, kız arkadaşını ararken başka bir kızla karşılaşıyor ve ona aşık oluyor. Yola birlikte çıktığı kankası başka takıntılarla hayata bakarken farklı bir kadınla daha mutlu ve yeni bir yola evriliyor. Keret'in yolculuk ve iyileşme hikâyesi, new age dinlere de dokunuyor. İnsanların tatminsizliğini, kesin cevaplara teslim olmasını hicvediyor. Bana kalırsa, bir 'son yok' veya bir 'cevap yok' demeye getiriyor. Hiç bir cevabın ve hiç bir sonucun insana yetmeyeceğini düşünüyor. Yere çakılmanın ya da yenilginin o kadar kötü bir şey olmadığına bize inandırıyor. İnsan özüne, iyi şeyler yapabilme yeteneğine olan inancı öylesine güçlü ki intiharı seçmiş mağlupların iyimserliğini ve kendini yenileme arzusunu severek anlatıyor. Karşımızda bu dünyaya direnememiş kadınlar ve erkekler var halbuki.

Hanuka'nın reklamcı aktüelliği ve yeni çizgileri bu bakımdan da endüstriyel bir estetik katmış hikâyeye. İntihardan sonra geleceğiniz yer yaşadığınız yerden farklı değil işte. Bütün şehirler birbirine dönüşüyor ve bütün insanlar aynı kalıptan çıkarcasına birbirine benziyor. Markalar, barlar, kesişmeler, otobanlar, uzun ve gevşek diyaloglar, çabuk unutulan yaşanmışlıklar, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, iyi zaman geçirme telaşı vs milim oynamadan yaşamaya devam ediyor. Zevahiri kurtarmak böyle bir şey işte. Hanuka'nın çizgileriyle herkes reklamlardaki gibi güzeller. Son söz: Keret için Kafka'nın ironisine sahip çıkıyor deniyor, buna Tom Waits'in müziğini ve Coen Kardeşlerin neşesini eklemek lazım. Üçü bir arada.

Bilek Kesenler, Asaf Hanuka & Etgar Keret, Siren Yayınları

Okurluğun Dikenli Yolları (Onur KOÇYİĞİT)

Modern toplumlarda, okur-yazar olmak önemli bir ölçüttür. En azından sistem ve bileşenlerinin bize “ol” dediği durumlardan birisidir. Mesele, okuma ve yazma pratiğinin “nasıl” şekilleneceği yönünde fikir yürütülen bir tartışma konusu haline geldiğinde, başka birçok problemi de beraberinde getirir. Okuma-yazma pratiği nasıl yapılacaktır? Yöntemleri nelerdir? Yöntem aramak/yaratmak gerekli midir? Okunması gerekenler skalası nasıl yaratılmıştır? Klasikler neden klasiktir?

Türdeş soruları çoğaltmak mümkün. Daniel Pennac, Roman Gibi’de bu sorulara cevap arıyor ve şöyle diyor;

“Okuma zevki kaybolmuşsa bile (devamlı söylendiği gibi, ‘oğlum, kızım, gençler’ okumayı sevmiyorsa), bizden çok uzaklarda kaybolmuş değildir. Olsa olsa yolunu şaşırmıştır. Yine de, hangi yolda aranacağını bilmek gerek, bunun için de modernliğin gençlik üzerindeki etkileriyle alakası olmayan birkaç gerçeği sıralamak gerek. Sadece bizleri ilgilendiren birkaç gerçek. ‘Okumayı sevdiğimizi’ iddia eden ve bu sevgiyi çevremizle paylaştığımızı savunan bizleri.”

Artık Okuyamama Durumu 

Günümüz okur yazarının sık sık dile getirdiği ve hayıflandığı “artık oku(ya)mama” durumunun halinden dem vurarak girişiyor bu işe, Pennac. Okumanın bir iletişim yöntemi olmasa da en nihayetinde bir paylaşma konusu olabileceğini söylüyor. Peki, neyin paylaşımını yapıyoruz? Açıkçası bu soru da yukardaki sorular gibi “kesin” cevaplar ile savuşturulacak bir soru değil. Türdeş ya da değil, çok çeşitli cevaplar bulunabilir, verilebilir. Pennac bu soruya çocuklar üzerinden yaklaşıyor.

Bir çocuğun okuma alışkanlığı kazanması, birçok modern toplumda olduğu gibi ülkemizde de “çok önemli” olarak görülür. “İyi bir okur olan çocuk, iyi bir birey olacaktır.” algısı ile hareket ederiz, etmeye zorlanırız. Toplumun “ol” dediklerinden birisidir bu. Yetişkinler olarak çocuğun ne istediği ise hiç umurumuzda değildir. Pennac da kitabın ilk bölümünü bu konuya ayırmış: çocuk bilincinin gereksiz okumalarla ve okuma biçimleriyle şekillendirilmesine.

Çocuk burada metafor olarak da görülebilecek bir anlatım yöntemi. Saf ve temiz olanın kirletilmesi sürecinin okuma üzerinden ilerlemesi bir bakıma “Pennac Yöntemi” olmuş durumda. Gerek otobiyografik romanı Okul Sıkıntısı’nda gerek Teşekkür Ederim kitabında olmak üzere bu yöntemi hep kullandı zaten Pennac ve bütün çabasını buraya yoğunlaştırdı.

Okur Hakları Beyannamesi 

Roman Gibi’nin ikinci bölümüyse o meşhur on maddelik “Kitap Okurunun Hakları”ndan oluşuyor:

1)Okumama hakkı.

2) Sayfa atlama hakkı.

3) Bir kitabı bitirmeme hakkı.

4) Tekrar okuma hakkı.

5)Canının istediğini okuma hakkı.

6) “Bovarizm” hakkı.

7) Canının istediğini okuma hakkı.

8) Canının istediği yerde okuma hakkı.

9) Yüksek sesle okuma hakkı.

10) Susma hakkı.

Bu yazıda hepsini işleyemeyeceğim için -kahrolsun karakter sınırlaması, yazılara özgürlük!- birkaçına değinmek istiyorum. Bir kitabı bitirmeme hakkı, benim en yabancı kaldığım “hak” oldu. Pennac’a göre belirli bir yaşa gelmeden okunmaya çalışılan kitaplar oldukça -metninden anlıyoruz ki, Borges, Stendhal, Mann ile anlaşamamış Pennac da- zor okumalar oluyor ve okurun burada kendisini zorlamasına gerek yok, zira okur kitabı yarım bırakınca ona küsmüş sayılmaz. İyi kitaplar yaşlanmaz, diyor Pennac ayrıca; sadece anlamak için biraz daha “olgun” olmak gerekir. Bu konuda kendisine hak veriyorum ancak peki ya okundukça da daha berbatlaşan kitaplar? Sanırım burada “sayfa atlama hakkı” ya da “okumama hakkı” devreye giriyor, yani meselenin bir alt kümesine denk geliyorum.

Bovarizm hakkı da Pennac’ın ilginç açıklamalarını içeriyor. Bilindiği üzere Bovarizm, Gustave Flaubert’in Madam Bovary kitabı ile özdeşleşmiş bir terimdir. Kişinin kendisini okuduğu/izlediği kurgunun ve/veya gerçeğin içinde ya da yerinde olma isteği olarak basitçe tariflenebilen Bovarizm, yine bir hak olarak görülüyor. Okuyucunun okuduklarıyla kendini özdeşleştirmesinin kaçınılmaz olarak tarifliyor ve bu durumun “metinlerden bulaşan bir hastalık” olduğunu söylüyor. Bu türden bir hastalığa nasıl karşı çıkabilir insanevladı? Pennac bu soruyu cevaplamaya odaklanmamış olsa da en azından bunun çok insani olduğunu ve okunan metnin derinliğini önemsemeden, yalnızca okuyucunun buna karar vermesi gerektiğini söylüyor. Buradan yapılacak çıkarım da ancak Pennac ile paralel ilerleyebilir çünkü okurun okuduğu metni yazarından bağımsız değerlendirmesi, özellikle günümüz şartlarında çok zor.

Roman Gibi için, okur olma yolunda iyi bir yol gösterici ve okuma pratiğinin geliştirilmesi açısından da mühim ipuçları veriyor. Belki size ne okuyacağınızı söyleyemez ama en azından nasıl okuyacağınızı anlatabilir. Bugün, nasıl bir okuma yapılacağını bilmemek, yeni çağın beraberinde getirdiği en büyük hastalıklardan birisi. Pennac sizi iyileştiremeyebilir ama daha uzun yaşamanızı sağlayacaktır, lütfen bana güvenin.

ROMAN GİBİ, Daniel Pennac, Çev. Mustafa Kandemir, Metis Yayınları.

Kapital’i Sahnelemek (Kansu YILDIRIM)

Fredric Jameson’ın Kapital’i Sahnelemek kitabını, Kapital’i inceleyen, betimleyen, Kapital’e ilişkin birincil ve ikincil tartışmaları yürüten diğer kitaplardan ayıran en önemli iki özelliği şöyle izah edebiliriz: Birincisi, Jameson’ın ekonomik düzeye gömülü kalmadan, Marx’ın siyasal iktisada dair kavramsallaştırmalarını felsefi düzeyde ele alması; ikincisi, Jameson’ın nevi şahsına münhasır dili ve yorumları. İlaveten belirtmek gerekir ki, Jameson, Kapital’in ilk cildi üzerinden kavramları ve kategorileri haritalandırırken, yani Kapital’i sahnelerken, kışkırtıcı ve spekülatif çeşitli yorumlamalarda ve çıkarsamalarda da bulunmayı ihmal etmiyor. Jameson, Kapital’i bütüncül bir sistem olarak okumayı yeğliyor.

Kapital’in Teorik Mimarisi

Jameson, Kapital’in mimarisini tasvir ederken işe kavram ve kategorilerle başlıyor; Kapital boyunca, özellikle meta ve para olmak üzere, ilk üç bölümünde göze çarpan kullanım-değişim değeri, soyut-somut emek, nicel-nitel, vb. kavramsal ikilikleri, diyalektik temelde ele alıyor. Kapital’in giriş kısmı dâhil olmak, Kapital’in belli kısımlarında göze çarpan Hegel felsefesi ile Marx’ın gerilimli ilişkisini takip ediyor. Marx’ın düşünsel yolculuğuna soyutlama düzeyinde girizgâh yaptıktan hemen sonra Jameson, Kapital’de sıkça geçen analojilere ve olay örüntülerine tarihsel bir bağlamda, tarihsel yöntem tartışmaları eşliğinde değiniyor. Jameson, sadece Marx ile değil, Korsch, Gramsci, Althusser, Dobb, Sweezy, MacPearson, Lévi-Strauss, Lebowitz, Mandel gibi pek çok düşünürle birlikte yeniden bir okumaya soyunuyor. Bu esnada klasik kulvar içerisinde konumlanmış okurlar için alışagelmedik savlarını ortaya atıyor. Örneğin, Jameson daha giriş kısmına Kapital’in esasında işsizlik hakkında bir kitap olduğunu söylüyor ya da Heidegger felsefesi ve akabinde Freud’un psikanalizi çerçevesinde bir temsil sorunundan bahsediyor. Jameson, Kapital’i tek bir noktadan okumak veya “piyesi sahnelemek” yerine, ideoloji, ideoloji eleştirisi (Ideologiekritik) ve siyaset tartışmalarını da sürece katıyor.

Kapital’in Zamanı ve Mekânı

Keza Jameson’ın tespit ettiği iki asli parametre daha mimarinin haritalandırılmasında okurun karşısına cezp edici şekilde çıkar: Kapital’in zamanı ve mekânı. Jameson için Kapital’deki zamansallığın sırrı, “auslöschen” yani sönümlendirmek fiili içerisinde sıkıştırılmış vaziyettedir. Bu fiil, dünü, bugünü ve yarını muhteva eder; bugüne dair olan kısım, olumlu bir anlamdan ziyade bugünün üretimine işaret eder. Jameson, bir kez daha kışkırtıcı bir dil ile -zamansallık bağlamında- Marx’ın “üretkenlik yanlısı” olarak kabul edilen kavranış biçimine itiraz eder. Jameson’a göre Kapital’in genel olarak kapitalizmin zamansallığına yönelik kapsayıcı olup olmadığı net değildir. Bu noktada Althusser’in uyarılarını hatırlayan Jameson, “her üretim tarzının kendisine uygun bir zamansallık ürettiğini”, onu kendi bünyesinde barındığını belirtir. Böylelikle, belirli bir üretim tarzı özelinde dahi, zamansallığı tarif ederken yapısal değil konjonktürel, antropolojik değil tarihsel bir minvalden yaklaşmanın gerekliliği ortaya çıkar. Öte yandan Kapital’in ilk cildi, aslında zamansallığa ilişkin bir taslak sayılabilir: Kapital’in planı dâhilinde (Marx’ın eşzamanlı “Darstellung’unun üstündeki örtünün açıldığı”) kapitalizmin zamansal ritminin ikinci ciltte dolaşım bağlamında, üçüncü ciltte çok sayıda sermayenin “sersemletici eşzamanlılıkları” bağlamında incelendiği yer, ilk cildin sayfalarıdır.

Kapitalist mekânsallık ise Marx için, bir “ayrışma” haline işaret eder: “Sermayenin mekânsallığının sırrı aynı zamanda mekânsallığın kendisinin, yani ayrışmanın sırrıdır”. Jameson burada mekânsal ayrışmayı 1844 Elyazmalarında sıkça geçen yabancılaşma kavramına ilintileyerek, mekânsal ayrışmayı tanımlar. Köylüler ve toprağın çitlenmesi ve Çitleme Hareketi sonrası köyden kentlere göç. Bu durum, mekânsallık tarifinin bir kısmıdır; geriye kalan kısımda Jameson’a göre Marx, kritik bir sermaye analizi gerçekleştirir: “Makinelerin ortaya çıkışı”, “makinelerin üretimin yoğunlaştığı yeni fabrikanın bizzat içindeki mekânı sömürgeleştirmesi”, “emekçiyi ayrıştırması”. Jameson, mekânsallığa dair kronolojik temeldeki okumanın dışında yeni bir okuma daha önerir. Niteliğin niceliğe göre daha olumlu kabul edilmesi önyargısına karşı çıkan Jameson, mekân ile zaman arasında bir bağ kurar: “Kapital’de zaman nicelik ile mekân ise nitelik ile özdeşleştirilmiştir”. Jameson’ın bu savına dayanağı, “İşgünü” üzerine bölümdür. İşgünü üzerine yapılan mücadeleler bir nicelik şeklinde, saatler üzerinde döner, niteliksel sorunlar ise bakımsızlık, ışıklandırma, hava kirliliği gibi iş eylemine zemin teşkil eden hususlarda karşımıza çıkar. Jameson, Umut Mekânları’nda Harvey’in gösterdiği gibi, bedeni de mekân olarak kabul eder; Marx’ın materyalizminin felsefi bir pozisyon olmaktan çok yaşayan ve çalışan bedene dair olduğunu, “tüketimin bedensel, niteliksel ve somut iken, mübadele tinsel, yani fetişistik ve parasaldır” der. Jameson, kapitalist mekânsallıktan söz edildiğinde, bilgi sağlayıcı günün hem her yerde hem de hiçbir yerde olduğu Spinozacı panteizme işaret etmenin mümkün olduğunu da ekler.

Siyasal Çıkarımlar

Malumunuz, Kapital’in ilk cildi Manifesto misali siyasal strateji çizen, kitlelere çağrıda bulunan bir eser değildir. Jameson bu durumu hatırlatarak, bir paradoksa dikkat çeker. Bilimsel ve teknik niteliği dolayısıyla siyasal metin görünümünden uzak Kapital, aynı zamanda dünyanın her yerinde işçi sınıfı mücadelesinin “kutsal kitabı” olarak kabul edilmektedir. Bu paradoksu aşmak için Jameson, siyaset teorisi ile siyaset arasındaki ayrımı belirginleştirmenin altını çizer: Siyaset, Machiavelli’den Lenin’e siyasi eylemcilik, pratik, strateji işi iken, siyaset teorisi, anayasa teorisine denk düşecek şekilde kullanılmaktadır. Anayasa teorisi ise Jameson’a göre ister tiranlık formunda ister kitle şiddeti formunda değişimin önünü kapatmak için tasarlanmış “karşı-devrimci” bir yapıdır. Burada kritik nokta, anayasa teorisinin sınırlarını çizmede açığa çıkar: Paranın ortaya çıkış anıyla birlikte özerk bir anayasa teorisinin işlemeyeceği, özel mülkiyet olgusuna bağlı anlamlandırılabileceği ile karşılaşırız - MacPherson’ın gösterdiği üzere. Dikkat edilirse, teorik açıdan postmodernist kavrayışa bir eleştiridir.

Başka bir siyasal çıkarım, giriş kısmında belirttiği Kapital’in işsizlik hakkında bir kitap olduğu görüşü etrafında gelişir. Jameson, Marksizmi bir bilim olduğu kadar bir ideoloji (“bir Wissenchaft ve hatta bir teori”) olarak kavrayarak, işsizliğe ilişkin bir panorama oluşturur. Jameson’a göre işsizlik “tam istihdam” çağrısına dayalı bütüncül bir siyasal programın ideolojik olarak tam karşısındaymış gibi görülse de, Marx, işsizlik olgusunu, tam istihdam uygulamalarıyla düzenlemeye yönelmemiştir. Kapitalizmin doğasını oluşturan birikim ve genişlemeden ayrı bir işsizlik düşünülemez. Bu nedenle, işsizliğe ilişkin küresel çapta bir düşünüş ivedilikle gerekli ve işsizlik kategorisinin yeniden tanımlanmasıyla “küresel ölçekte dönüştürücü bir siyasetin keşfi” mümkün olabilir.

Fredric Jameson, “Kapital’i Sahnelemek”, Çev. Cenk Saraçoğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2012

İlaç Değil Zehir (Yalçın HAFÇI)

Lise yıllarımda gecenin geç saatlerine kadar kitap okurdum. Toy bir çocuktum ve benim için okumadığım her kitap yaşanmamış bir hayat demekti. Annem, tehlikeli şeyler okuduğumu düşünerek, bazen odamın kapısından başını uzatarak kaygılı bakışlarla uyumamı söylerdi. Tamam, derdim ama kitabı da elimden bırakamazdım. Yine öyle bir anda, Malroux’nun şöyle bir cümlesini okumuş ve nefesim kesilmişti: “Yaşamak istemediğim bir hayat için ölüyorum”. İyi kitaplar uykumu kaçırırdı. O kitabın ismi ise Umut’tu. Yani geçtiğimiz yüzyılı tanımlayan bir kelime...

Alex Preston’ın Bu Kanayan Şehir’ini okurken, o kapitalist dünyanın boş hayeller kurdurtan, borsa haberlerine endekslenmiş umutlarından her bahsedişinde, aklıma Malroux’unun Umut’undaki o cümle geldi sürekli. Sözcüklerin ve kavramların ne denli aşınıp kirlendiğini düşündüm. Zaten roman da bir biçimde bunu konu ediniyor. Preston, İngiliz finans piyasasında geçirdiği yıllardan esinlenerek yazmış bu romanı. Birçok yazarda olduğu gibi, ilk romanında kendi yaşamını odak noktasına almış. Hem kapitalizmi hem de ona inanmış genç bir insanın sorgulanması, temel izleklerden biri olarak öne çıkıyor. Bu, yaşamda yalnızca kendimizi imha ederek yeniden doğmamızın mümkün olacağı gerçeğini bir kez daha hatırlattı bana. O yüzden böylesi terapi türü metinlerde tedavi ilaç değil de ancak zehirle olabilir. Bir anlamda Antik Yunan eserlerindeki trajedilerden sonra gelen Katarsis, yani arınmaya benzer bir durum bu ve aşmadan yazılamayacak veya yazılmadan aşılamayacak bir mesele. Ama romanın baş kişisi ne kadar arzulasa da bu zehri bir türlü içmeye cesaret edemez.

İlk eser olması nedeniyle kimi zaafları bünyesinde barındırmasına rağmen çarpıcı metaforları, güçlü gözlemleri ve yalın anlatımıyla kolay okunan bir roman Bu Kanayan Şehir. Ama üzerinde düşünülmesi gereken bir metin. Çünkü yazarın derdi, hayatta nasıl bir yol seçeceğini kara kara düşünmeye başlayan pek çok gencin yaşadıklarını anlatabilmek. Herkes yaşam diye kendisine dayatılan bu yolu yürümenin rahatsızlığını şu veya bu derecede hissediyor. Ezberlenmiş bir ana yol var; lise, üniversite, iyi bir iş, evlilik, çocuk diye uzayan. Çoğu kendini bile keşfedemeden omuzlarına yüklenen bu yükün altında kalabiliyor. Yolun sonunda mutluluk vaat ediliyor. Oysa güçleri bu yolun sonuna varmaya yetenler için bile sonunda miskin bir huzur ve can sıkıntısından başka bir şey yok... Sonuçta gençlik ne zaman başlayıp ne zaman bittiği belli olmayan tuhaf bir çağdır. Yakalananlardan çok kaçırılan fırsatlar belirler yaşam çizgisini, farkındalıklardan çok yanılsamalar etkili olabilir... İşte bu roman bunlar üzerine düşünme imkanı sunuyor okuruna. Pek çok insanın sahip olduklarıyla yetinmeyerek kariyerine ve kredi kartına odaklanararak yaşadığını, bunun topluca bir göç olduğunu çağrıştırıyor bize. Tıpkı tarihteki kavimler göçünün birçok uygarlık kurması gibi, modern kapitalizm de kendi içinde habis duygulardan yeni dünyalar yaratıyor. Ama aslında bu göç, insanların eski yurtlarını çok özleyeceği bir sürgün gibi geliyor bana.



Kötü Bir Tanrı

Romanın başkahramanı Charlie; üniversiteden yeni mezun olmuş, gözü yukarılarda olan kapitalizmin kulağına fısıldadığı zenginlik masallarına kanmış, hırslı bir gençtir. Yazarlık hayallerine ihanet ederek büyük bir finans şirketinde çalışmaya başlar. Onun bu yolu seçmesinde, bir buluşup bir ayrıldıkları hayatının aşkı Vero’ya arzuladığı ihtişamlı hayatı sunma isteği de etkili olmuştur. Hesap çizelgelerinde, fon piyasasında canı çıkasıya kadar çalışmaya kaptırır kendini. Bu piyasada yazısız bir sözleşme vardır aslında. Sen yirmili yaşlarını, yani bir daha bulamayacağın hayatının en güzel yıllarını onlara verirken, onlar da sonraki yaşlarında sana rahat ve zengin bir hayat taahhüdünde bulunmaktadır. Böylece dört duvar arasında uzayıp giden stresli çalışma saatlerinin, dinmek bilmeyen bir açlığın ve bir anda milyonların kazanılıp kaybedildiği gözü dönmüş bir hırsın dünyasında bulur kendini Charlie. Gergin ve tansiyonu yüksek bir yaşamdır bu. Bunlarda baş edebilmek için haplara, alkole, uyuşturucuya batar zamanla. Gitgide yalnızlaşmıştır ve üniversitedeki sıkı dostluklar bile rastlantılara kalmıştır. Yine de tek umudu uyuşturucu gibi bağlandığı işidir, hayalleri ise daima maaşından daha hızlı büyür ve birden kapitalizm 1930 buhranından sonraki en büyük krizini yaşama başlar. Bir koyundan kırk post çıkarmaya çalışan finans dünyasının parıltısı sönmeye başlar gözünde. Sistemin peygamberleri her şey güzel olacak masallarına devam etse de kriz büyük iflaslarla derinleşir. Borsacılar arasında başlayan ihtihar vakaları şehrin tümüne yayılmaya başlar. Charlie, bataklık gibi içine gömüldüğü bu dünyadan kendini kurtarmaya çalışır. Bir ara bunu başarır gibi görünse de, iyi bir köle sandığı para, kötü bir tanrı gibi onu yönetmeye devam eder.

Romanın ana öyküsünü tetikleyen öbür damar ise aşktır. Charlie, onun yakın arkadaşı Henry, ikisinin de âşık olduğu Vero ve sokaklarda işsiz güçsüz bir gruba katılarak kurulu bir yaşam düzenin bir zamanlar için redden Jo arasında yaşanan sevdiğim başka sevenim başka halleri... Romanda söz konusu olan karakterlerin ve tiplerin hemen hepsi, çok şey vaad edip de hiçbir şey vermeyen sistemin sersemletici tokatlarını yiyerek tökezlemiş, hayatlarının bir döneminde dibe batmış marazlı bir yapıya sahipler. Herkesin marazı kendi öyküsü gibi görünse de birbirine karışan tek öykü var aslında. Sonunda dünyanın kaç bucak olduğunu anlayarak kendilerini avutacak bir şeylere sığınmışlar, hepsinin bir Aşil topuğu var neticede. Gerçekle mutsuz olmaktansa yalanla huzurlu olmayı seçmişler. Çünkü kapitalizme duyulan aşk gibi birbirlerine duydukları aşk da karşılıksız çıkar. Böylece en büyük trajedileri, trajedilerinin ne olduğunu bilememek olur.

Sahte bir iyimserliğe karşı sinist bir biçimde mutlu bir son yok romanda. Charlie’nin gözleri bir kriz korkusuyla borsa bantlarında takılı kalıyor... Malraux’nun bahsettiği umutla Charlie’nin gözlerindeki umut aynı umut değil. Kaybedilen sadece bir kelime değil elbette. Fakat umutsuz değilim. Hani şu olacağı söyleyen büyük Marmara depremi gibi, kapitalizm de kendi depremini bekliyor kanımca.

BU KANAYAN ŞEHİR, Alex Preston, Çev. Ilgın Yıldız, Final Kültür Sanat Yayınları, 2013.

Ekmeğin Şarkısı (Nurçin İLERİ)

Ekmekle ilgili deyimler, atasözleri, şiirler, hikâyeler birçok dilde olduğu gibi Türkçede de oldukça yaygındır. “Ekmek kapısı”, “ekmek kavgası”, “ekmeğinden olmak”, “ekmek aslanın ağzında”, “ekmeğin büyüğü, hamurun çoğundan olur” gibi ifadeler, gündelik yaşamımıza içkin ve insanın yaşam kalım savaşının ekmekle ilişkisini açıklıyor sanki.

Daha önce YKY’den Akdeniz’in Kitabı (1999) ve Öteki Venedik (2007) adlı kitapları yayımlanan Bosna-Hersek’li yazar ve aynı zamanda aktivist -Yugoslavya’da savaşa karşı çıktığından dolayı Avrupa’ya sığınmak zorunda kalmış, kendisi gibi düşünen birkaç yazarla birlikte dönemin iktidar sahiplerine açık mektuplar yazmıştır- Predrag Matvejević bu kez ekmeğin tarihini anlattığı Ekmeğimiz (2013) kitabıyla Türkiye okurlarının karşısında. Yazarı ekmeğin kültürel tarihini anlatmaya iten nedenler arasında en önemlisi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendi çocukluk deneyimleri ve o dönemde duyduğu ekmek ve açlık hikâyeleri.

Matvejević’in hikâyesi coğrafya ile başlar. İlk buğday başağının ne zaman filizlendiğinin bilinmediğini ancak ilk tahıl türlerinin Afrika Boynuzu’nda, Çin Denizi ile Kızıldeniz arasında, Aksum’dan, Asmara’dan, Addis Ababa’dan az bir mesafede ortaya çıktığını belirtir. Bunun yanı sıra başaktaki sıra düzeninin uyum ve ölçülerinin, tanelerin yerleşiminin insanların zihninde bir eşitlik örneği teşkil etmiş olabileceğini, buğdayın kalitesinde farklılığın ise erdem veya hiyerarşi hissini uyandırmış olabileceğini anlatır.

Buğdayın ekip biçilmesi, ekmeğin yapılması zamanı belli hayat ritimlerine bölmüş ve yeni bir işbölümü organize etmiş, hem buğdayın öğütülmesi sürecinde hem de ekmek hazırlığında yapılan jestler ve hareketler kadın ve erkek arasında yeni bir işbölümü pratiği oluşturmuştur. Ekmeğin şekli doğadaki görünümler ve imgelerle uzlaşmış, kimi zaman daire, kare, üçgen, küp, küre veya piramit şekillerini alırken kimi zaman balık, kayıt, yumurta, hilal, örgü, erkek veya kadın bedeni veya kadın/erkek cinsellik organı olarak karşımıza çıkmıştır.

Tüm dünyada açlık kol gezdiğinde ise (1420, 1693, 1816, 1819 yıllarında mesela) beden, doğa ve ekmek arasındaki denge bozulmuştur. Bu dönemlerde tahıllar yerle bir olmuş, birçok insan açlıktan ölmüştür. 1700’lerde öldürücü buz devri yaşanmış ve bu sadece kuzey bölgelerini değil, Sardinya ve Mallorca adalarını, ve Sicilya ve Kıbrıs’ın bir kısmını da etkilemiştir.

Ekmek tüm dinlerin ve coğrafyaların ritüellerinde - ritüellerin kontrollü olmasını sağlamayı amaçlamıştır- veya ayinlerinde yer almış, inançlarda, hikâyelerde ve dualarda geçmiştir. Bütün bu hikâyelerde fakire ekmek vermenin nasıl yüceltici bir davranış olduğu dile getirilmiş, aynı zamanda serseri ve dilenci alaylarının bir parça ekmek çalmak veya bulmak uğruna bir şehirden bir başkasına, bir pazardan bir diğerine nice yol kat ettikleri anlatılmıştır. Hapishanelerde mahkûmlara sadece ekmek ve su verildiği, cenaze yemeklerinde ise yine ekmek tüketildiği anlatılmaktadır. İyi günde kötü günde ekmek derde devadır.

Buğday ve ekmekle ilgili bilgiler veya resimler zamana, farklı coğrafyalara, gündelik hayata yayılmıştır. Bu bilgilere ve şekillere kâğıtta ve taşta, ahşap ve metalde, parşömende, papirüs ve dokumada, gravürde kabartmada ve heykelde, duvar fresklerinde, mozaiklerde, minyatür ve ikonalarda rastlanır. Matvejević’e göre on dokuzuncu yüzyıl öncesi anlatılarında ve görsel aktarımlarında genellikle dini çerçevelerle sunulan ekmek, Aydınlanma ve Fransız devrimi ile bu dini çerçeveden arınıp daha dünyevi bir bağlamda tartışılmaya başlanmıştır. Fransız devrimine giden sürecin tetikleyicilerden birinin ekonomik kriz olduğunu ve ekmek meselesinin başat meselelerinden biri olduğunu düşünürsek ekmeğin dünyevileşmesi daha da açıklık kazanacaktır. O dönemin Fransa’sında ekmek fiyatlarının halkın hararetini arttırdığını söyleyebiliriz. Sadece Fransa’da değil, dünyanın birçok yerinde ekmeksizliğin birçok isyanı tetiklediğini söylemek mümkün. On dokuzuncu yüzyılla birlikte birçok sanatçı ekmeğin sosyal anlamını vurgulayacak ve görsel olarak da ekmek anlatıları değişmeye başlayacaktır. Saban kullanan insanlar, ekinciler, başak demetleri, tarım gereçleri, köylü ve fırıncı figürleri resimlerde yoğun bir şekilde karşımıza çıkacaktır.

Matvejević kitabı boyunca ekmeğin sadece doğanın değil aynı zamanda kültürün ürünü olduğunu vurgular. Dinler onu kutsamış, ritüel ve ayinlerin bir parçası olmuş, halklar onun üzerine yeminler etmiştir. Savaşların nedeni barışların şartı olmuştur, umudun göstergesi, umutsuzluğun sebebidir. Matvejević’in dediği gibi “herkese yetecek kadar ekmeği olmayan ülkeler bahtsız, sadece ekmeği olan ülkeler ise mutsuzdur.”

Günümüzde Asya’nın ve buğdayın ilk filizlendiği Afrika’nın birçok yerinde halen insanların açlıktan ölmekte olduğunu düşünürsek, bu hikâyeler daha da fazla önem kazanıyor. Ekonomik kaynakların eşitsiz ve adil olmayan dağılımı, iklim değişikliği, kontrolsüz enerji tüketimi pek çok insanı açlıkla karşı karşıya bırakmakta. Son dönemde hızla önem kazanmaya başlayan çevre tarihi çalışmalarına göre yaklaşık 8 milyara ulaşan dünya nüfusunun dörtte birinin ekmeksiz kalma ihtimali var.

Matvejević de kitabında ekmeğin kültürel tüketiminin ve açlık dönemlerinin ne gibi sosyal krizlere neden olduğunun tarihsel olarak izini sürmeyi amaçlıyor. Ekmeğin kültürel hayatı nasıl dönüştürdüğü veya kültürel öğelerle nasıl sembolize edildiği kitapta oldukça iyi anlatılsa da, ne yazık ki ekmek ve toplumsal krizler arasındaki ilişki, Matvejević savaş alanlarından, Gulag kamplarından bir takım örnekler sunsa bile, eksik kalıyor.

Matvejević kitabın sonunda anlattığı hikâye ise oldukça etkileyici. Toplumsal içerikli şiirler yazan Ermeni şair Taniel Varujan 1915 katliamı sırasında Ağrı Dağı’nın ötesine sürgün kafileyle birlikte yürürken bıçaklanır ve cebinden “Ekmeğin Şarkısı” adlı bir el yazması bulunur. Bu buruş buruş kan lekeleriyle dolu kâğıtlarda şunlar yazılıdır: Rüzgarlar geçer- başakların altından, ayın testisinden sütlerin taştığı yerden; buğday taneleri titreşir/ Harman alanından köye, köyden değirmene- Deniz geçer … Ve gelinler güzel ekmeği yoğurduğunda, bu olsun aşkın ezgisi.

EKMEĞİMİZ, Predrag Matvejević, Çev. Meryem Mine, YKY, 2013.

Gecikmiş Bir Yaz (Onur AKYIL)

İncinme Halleri, Neslihan Yalman’ın ilk şiir kitabı olarak Kanguru Yayınları tarafından Şubat 2013’te yayımlandı. Gecikmiş bir yaz gibi duruyor aslında, yayımlanan onca şiir kitabı arasında İncinme Halleri. Aranmamış bir dil var kitapta, olumlu anlamda kaygısız bu dil. Rahat; yaşanmış, daha da önemlisi sonuna kadar anlaşılmış ‘haller’in dili. İnsan devrede; kadınlığın şeylerle olan ilişkisi dışarıdan bir okumayla kurulmuş çoğu zaman. Bu dışarıdan okumayı destekleyen ve boğmayan bir düşünsel birikim, kitaptaki şiirlerin hepsinde görülüyor. Neslihan’ın zihninde zorlanmayacak bir şey, bir yer yok. Güçlü. Hakim. Kırılırken ya da kitabın adından yola çıkarak söyleyecek olursak incinirken dahi “soran” bir yerde duruyor Neslihan.

Kitap iki bölümden oluşuyor, ilk bölümün adı Plastik Vazoda Yapma Çiçekler; ikinci bölümün adı ise Seramik Vazoda Kuruyan Çiçekler. Bölüm adlarındaki bu ayrım dahi, derin bir okuma alanının oluşmasını sağlıyor. Görünenin ardından ziyade içinin ele alındığı bir şeyler dünyasına şiir yoluyla yorum yapıldığı, o dünyanın bu perspektifle yorumlandığı anlaşılıyor. İşlev olarak her iki sabitleme de benzer bir işlevi yerine getirse de varlığın sürerliliğini okuma anlamında aralarındaki uçurum sanki daha çok “solan” sözcüğündeki çaresizlikle başka anlam alanlarına soyut bir kapı açıyor. Kısacası hangisinin daha acısız gerçekleşen, karşılaşılan bir hayat gerçekliği olduğu sorusu çıkıyor ortaya. Vazo ve çiçek imajlarının aynı olması ile birlikte, yapaylığın garip bir biçimde yapay olmayana üstün gelmesi; yapay olmayanın bir yandan ölümsüzlüğü temsil etmesi ve bunun bir değişmezliği imlemesi şair tarafından yakalanmış önemli bir ayrıntı. Aslında bölümlerin içinde yer alan şiirler de kendilerini böyle konumlamışlar. İlk bölümün şiirleri şeylerin yapaylaşması ama değişmezliği üzerinden okunabilirken, ikinci bölümdeki şiirler bir eksilişi, yok oluşu taşıyor sayfalara. Bu bir genelleme olarak okunmayabilir ama; çünkü nihai olarak şiir her durumda kendi bağımsız yapısını koruyabilen üretim.

İlk bölümün şiirleri içerisinde yer alan Malena’daki kadınlık okuması çarpıcı bir duyuşla açılıyor. Bir ayrılık anlatılırken, ayrılığı anlatmanın ayrıksı bir yanını keşfediyor Neslihan. Garip ama ucuz olmayan bir pişmanlık belirliyor bunu şairin zihninde: “fikirlerimi tutup saçlarından / sürükleyecekler kendi fikirlerine doğru / çarmıha gerecekler memelerimi de, çocuk emzirmeyip / senin o yıllanmış çıplak ellerine verdim diye.” Burada aslında toplum nezdinde tanışmanın, toplum nezdinde sevişmenin, toplum nezdinde ayrılmanın, toplum nezdinde ağlamanın ve dahasının, insanın üzerindeki soğuk ağırlığı seriliyor ortaya; bir kadından beklenen şeyler toplamının bir kadının iç dünyasında uyandırdığı ağır yabancılaşma,

başkaldırıyı doğuran ama bir yandan sindirilmiş öfke anlamın kuvvetini çok ötelere taşıyor.

Malena’nın hemen ardıdan gelen şiirde de, bu yaklaşımın başka bir açıdan aynı duyuşla ele alındığı okunuyor: ‘ şarkılar serum şeklinde uzar giderken kollarımda / kitapların altını çizerek orgazm olurken / ansızın et ete sevişmek isteyebilirim / seks de hayli ucuzladı, diyerek’. Lirik, erotik gerilimin sözcükleri çaresiz bıraktığı bir başka ses var aslında Neslihan Yalan şiirinde; şiirin / şiirlerinin içinde zaman zaman öznenin değiştiği bir gizli alan var. Her zaman kendisi değil bu değerlendirmeleri yapan, dile getiren; bir yandan bütün kadınlar konuşuyor şiirlerde, bütün öylece kalanlar her şey bittiğinde. Fakat bir dolaylama açılırsa, son kertede gözlenen kadınlar ağır basıyor sanki; gözlenen, okunmuş, belleğe kaydedilmiş kadınlar. Bir yerden şairin hayatındaki yarada silueti beliren kadınlar; bu bir anlamı çoğullamanın en başarılı yolu belki de.

Çünkü Neslihan Yalman şiir yazan bir kadın değil; kadın şiir yazan bir şair. Bu ayrım çok önemli. Bizim şiirimizde şiir yazan bir sürü kadın var ama yazdıkları kadın şiiri yazabilen bir şair olma meselesinden çok uzak. Bunun temel nedeni çoğunun Neslihan Yalman’ın yaptığı açık söylemi şiirlerine sokamamış olmaları; yani acı bir söyleyişle, bir şair olarak ifade edememeleri anlatmak istediklerini.Bakın bu noktada yine Yalman şiirinde çarpıcı belirlemeler var. İlk bölümde yer alan Kaz Ayaklarının ve Kız Kurularının Tarihi şiirinden bir bölüm: ‘içimdeki müşfik anne kabul edemedi bittiğini / hırkanı kokladı son kez, bir çöp toplayıcısına giydirdi / dantelli iç çamaşırlarını oydu zihni derin fahişe / hangi derinlik vajinanın öte yakasına / kibarlıkla geçebildi ki?’. Görüldüğü üzere Yalman’ın bu dizeleri şunu ispatlıyor: söyleyebilendir şair, süsleyebilen değil.

Aslında Yalman’da bunu biliyor; ilk bölümün kapanış şiiri olan ‘Zımba At Gözlerine, Görmeyiver’ tamamen bunun üzerine kurulmuş; ‘ şairin kadını olur mu? / olur /ufka dalıp sigarası tutuşursa / elinin eline değmişliği müphem bir erkeğe / şairin kadını baldan tatlı olur / hoş karşılanmazken / ah, erkeklerim, dizesiyle çoğulcu hitap / rakı masasında güzele bakmak / yalnız, bıyıklılara sevaptır da ondan / sözcükler pek münezzeh değildir / toplumdan, cinsiyetten, ilişkilerden’.

İkinci bölümde dizelerin kuvveti daha bir öne çıkıyor; bütünün içinde daha parlak, daha keskin duruyorlar. Örneğin Yüksek Gerilim Hattı’nda, ‘muktedir değiliz ki yazgıya / yıkılmadan kazanılmaz özgürlük’ diyor Yalman. Ama ironisi sürüyor; dışarıya da baksa, içine de dönse ‘ayıp’ın, ‘günah’ın sarmaladığı bir varlık olarak kadın yerini, eleştirisini koruyor: ‘yalnızlığın kaçıncı katından / kucağına düşersem ölürüm? / çeyizlik tül perdelere sarın beni / bari giderken gizlemeyelim / oramızı buramızı’.

Sonuç olarak Yalman şiiri kendini oldukça sağlam çelişkiler, gerçeklikler üzerinden inşa ettiği için gerilimini hayatın kendisinden alıyor. Saklanmayan ve sakınılmayan sözler bu yüzden ister dışa dönük bir eleştiri, ister içe dönük bir anlama çabası içinde kendilerine yer bulsunlar, koruyabiliyorlar kuvvetlerini. Böylelikle bir tür dokunulmazlık kazanıyor insan… Ve son bir dize: ‘yalnızlığımın yalnızlığına sıcakken ihtiyacı var’.

İNCİNME HALLERİ, Neslihan Yalman, Kanguru Yayınları, 2013. 

Özgürlüğe Kanat Çırpan Şiirler (Mehmet ÖZÇATALOĞLU)

Çocuklara yönelik şiir nasıl yazılır, çocuklara nasıl seslenilir, gösterircesine yazılmış bir kitap. Küçüklere şiir yazanlara yönelik bir ders kitabı adeta…

Nerede okuduğumu, kim tarafından söylendiğini hatırlayamadığım alıntılar yapmışım defterime. Fakat söylemi Dağlarca’ya yakıştırdığım için onun olduğunu varsayıyorum. Şöyle diyor üstad: “Çocuk şiirler aracılığı ile aktif eleştiri yapabilme, önyargısız olabilmeyi başarma, duygu denetimi sağlayabilme, düş kurarak yanıtlara farklı yollardan gitme, esnek düşünebilme, araştırma sırasında duygularını denetleyerek paylaşabilme gibi pek çok yetisini de geliştirebilme olanağı bulabilmeli. Bütün bunları yaparken de kendini tanıma sürecinden geçmeli.”

Bu alıntıdan yola çıkarak, çocukları tektipleştiren eğitim sisteminin karşısında bu şiirleri okumak içimdeki kasveti yok etti, umutsuzluğumu dağıttı. Ruhuma coşku kattı.

4+4+4 eğitim sistemi le daha da daraltılan bir kalıba sokulan çocukların böyle şiirlere gereksinimleri var çünkü.

“Bir Sabah” başlıklı şiirinde seslendiği gibi özgürlüğe çağıran şiirler var kitapta: “… Okula gitmekten bu sabah vazgeç/ Bak ağaçlar çiçek açmış/ Dolaş keyfince/ Tadını çıkar yaşamanın/ Herkese selam ver/ Hele kuşları sakın unutma/ Korkma söylemez Sabahattin Amca babana.”

“Ressam” şiirinde çocuklara dayatılan kalıpları yıkmış atmış, böyle de olur mu? sorusuna karşılık çok da güzel olur yanıtını vererek, belki de hep görmek istedikleri tabloyu yazmış değerli Hoca: “Ben hep ağaçlar çizdim/ Kırmızı yapraklı dalları olan/ Yeşil kanatlı kuşlar kondurdum üstüne/ Kimi uçan kimi cıvıldayan/ Ben hep bahçeler çizdim/ Rengarenk çiçeklerle bezeli/ Çocuklar çiçeklerden neşeli/ Ben hep çeşmeler çizdim/ Su akan, bal akan, süt akan/ Kuzular, kuşlar, çocuklar/ Her birinden mutluluk tadan.”

Yitirdiğimiz değerlere de dikkat çekilmiş kitapta. Özellikle, paylaşımsız yaşamamıza acı bir gönderme yapmış Necdet Hoca. İliklerimize kadar işleyen kapitalist sistemin acımasızlığını, çocuklar üzerindeki göze görünmeyen etkisini gözler önüne sermiş. Yalnızlığımızı hatırlatmış: “Kızma bana öğretmenim/ Yeniden bir deprem diliyorum ben/ Karşı çadırdaki çocuk gibi/ Televizyonlar benden söz etsin/ kızma bana öğretmenim/ Yeniden bir deprem diliyorum ben/ Yan çadırdaki çocuk gibi/ Mektup arkadaşlarım olsun/…/ Kızma bana öğretmenim/ Dileğim deprem değildi/ Dileğim/ Sen bilirsin ya/ Birazcık sevilmekti/ Dileğim varlığımın bilinmesiydi/ Dileğim azıcık sevinebilmekti/ Bedelinin bu kadar ağır olduğunu/ Nereden bilirdim ki.”

İnsan, hayal ettiği sürece yaşar. Hayallerinin büyüklüğü kadar umutla bağlanır hayata. Biz eğitimciler de hayallerini genişletmeye çalışırız öğrencilerimizin. Sınırları olmayan hayaller kurmalarını isteriz onların. “Pabuçlarım” şiiri de hayallerin sonsuzluğuna yelken açtıran bir şiir: “Bir beşiğe benzerdi/ Pabuçlarım/ Onları giyip/ Uykuya yelken açardım/ Bir kayığa benzerdi/ Pabuçlarım/ Onları giyip/ Uzaklara kaçardım/ Bir kızağa benzerdi/ Pabuçlarım/ Onları giyip/ Arkadaşlarıma koşardım.”

Prof. Dr. Sedat Sever’in “Çocuk ve Edebiyat” adlı eserinde belirttiği gibi “Çocuk edebiyatının temel amacı öğretmek değil çocuklara duyarlılık kazandırmaksa, onların güzele yönelik duygularını geliştirmekse, çocukların duygu ve düşünce evrenini genişletmekse, onlara dilin ve çizginin olanaklarıyla yaşam ve insan gerçeğini tanıtmaksa,” bu kitap tüm bunları fazlasıyla yerine getiriyor.

“İki Gözüm Üzümüm” sayesinde, daha önce bu sayfada sözettiğim çocuklara yönelik yazılmış şiirlerin de şiir olmadığını tescil etmiş oluyoruz.

Çizimlerden dolayı Suzan Aral’ı; renkli, kaliteli ve göz alıcı baskıdan dolayı da Günışığı Kitaplığı’nı kutlamak gerekir.

“İki Gözüm Üzümüm” gerçek şiirlerden oluşan müthiş bir kitap.

İKİ GÖZÜM ÜZÜMÜM, Necdet Neydim, Günışığı Kitaplığı, 2012.

Sahibini Arayan Keman

Öğretmenlerinin önerisi üzerine sınıftaki tüm öğrenciler koleksiyonculuğa merak sarmıştır. Pul, peçete, eski para derken iş gazoz kapağı toplamaya kadar uzanır. Oysa Erkan’ın çok daha parlak bir fikri vardır: Kelebek koleksiyonu yapmak. Peki ama nasıl? Parklarda, bahçelerde uçuşan o canım kelebekleri yakalayabilmek öyle kolay mı ki? Birileri Erkan’ı bu hevesinden vazgeçirmeli. İyisi mi Erkan anı koleksiyoncusu olsun. Siz hiç böyle bir koleksiyoncu ile tanıştınız mı? Sahi, anı koleksiyoncusu topladığı anıları nerede saklar?..

Yeni kitabında, yaşamın içinden yedi farklı öykü anlatan Koray Avcı Çakman, öykülerinin satır aralarında, biriktirdiğimiz tüm anıların hayatımıza kattığı zenginliği ve günümüz insanının maymun iştahlılığı üzerine mizahi öğelerle bezeli eleştirel bir resim çiziyor.

Sahibini Arayan Keman
Koray Avcı Çakman
Resimleyen: Oya Diker
Tudem Yayınları 

Altyazı Dergisi 127. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Altyazı Aylık Sinema Dergisi, her yıl olduğu gibi bu yıl da Nisan sayısında İstanbul Film Festivali’ni çok geniş bir dosyayla mercek altına alıyor. Ulusal Yarışma’daki bütün filmlerin yönetmenleri filmlerini Altyazı okurlarına anlatırken, derginin festival rehberinde, Altyazı yazarlarının programdan seçtiği 45 yapımla ilgili değerlendirme yazıları bulunuyor. Derginin festival dosyasında ayrıca Olivier Assayas, Carlos Reygadas ve György Palfi gibi yönetmenler, son filmleriyle ilgili Altyazı’nın sorularını yanıtlıyor.

İntikam Üçlemesi’yle hafızalara kazınan Koreli Park Chan-wook, kadrosunda Nicole Kidman ve Mia Wasikowska gibi yıldız oyuncuları barındıran Lanetli Kan’la (Stoker) ilk kez ülkesi dışında bir filme imza atarken sinemasının özgünlüğünü korumayı başarıyor. Altyazı’da filmle ilgili bir eleştiri yazısının yanı sıra yönetmenin Londra’daki basın toplantısında yapılmış söyleşisi de okunabilir.

Ot Dergisi 2. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Ot Dergisi için tanımlar bol. Metin Üstündağ “ustalık eserim” diyor, “organik kültür-sanat dergisi” iddiasıyla çıkıyor ve sloganını “maksat yeşillik olsun” diye belirliyor. Ot Dergisi sanki bütün bu çoklu tanımların hakkını vermek ister gibi yeşilin her tonuna bu sayısında yer veriyor. İkinci sayılarını kendileri şöyle bildiriyor:
“Orhan Pamuk'un kendi çizgileriyle, Emrah Serbes'in Şampiyon Otel hikâyesiyle, Taylan Biraderler sohbetiyle, Hakan Günday'ın Gasp hikâyesiyle, Peride Celal'le Ertuğrul Mavioğlu'nun Mercimek yazısıyla, Ece Güneş'in hazırladığı ölümünün 20. Yılında Turgut Özal dosyasıyla, Yekta Kopan'ın Şehrin Silueti Değişiyordu ve Üçümüz de Tülin Özen'i Seviyorduk hikâyesiyle, Gündüz Vassaf'ın Dallas'tan Huzur Sokağına yazısıyla, Romanından Parçalar ve Resimleriyle Engin Ergönültaş'la, Ayça Örer'in Bir Ailenin Dökülen Sırrı yazısıyla, Canavar Banavar'ın Herkesin Kantarı Belinde hikâyesiyle, Turgut Yüksel'in Kent Rehberi köşesiyle, Mevlâna İdris'in Hayâl Politik yazısıyla, Batuhan Dedde'nin Ne Yürüdün O Kadar Yolu hikâyesiyle, Berkun Oya sohbetiyle, Angutyus'un Apaçi İngilizcesi hikâyesiyle, Seray Şahiner'in Genç Kalanlar yazısıyla, Extramücadele'nin Türbangücü çizimiyle, Hakan Bıçakcı'nın İki Bahar hikâyesiyle, Vartak Estukyan'ın Ustamın Ölümü Milat Oldu yazısıyla, Levent Gönenç'in Göz Hakkı çizgisiyle, Cemil Cahit Yavuz'un Leke Oyunları'yla, Umay Umay'ın dizeleriyle, İçimizden Biri: Ahmet Erhan'la, Kadın gazetesi mucidi ve duayeni Erdoğan Sevgin sohbetiyle, Naim Dilmener ve Deniz Durukan'ın müzik yazılarıyla, Bakangör'ün köşesiyle, Seyit Ali Aral'ın Kaptanın Seyit Defteri köşesiyle, Sıddık Akbayır'ın Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir yazısıyla, Zafer Temoçin'in Cami Duvarındaki Karikatür çizimiyle, Süperpool'un yeni haritasıyla, Alev Karaduman'ın İyi Bilirdik ve Komşu Komşu Hu yazılarıyla, Alo Ot'tan Arıyoruz köşesiyle, Seçil Türkkan'ın Lale Müldür'le gerçekleştirdiği Balkon Sefası sohbetiyle, Ünlü isimlere sorduğumuz Bugün Ne Diysen? köşesiyle....” OT 2. Sayısı ile aramızda.

Redaksiyon Dergisi 1. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Refleks Dergisi ile başladıkları serüvenlerine Murathan Mungan’ın “çağ çöküyor, çığ düşüyor” sözleriyle virgül koyan, "Ve tarih yürümeye başladı" cümlesiyle ise kaldıklaı yerden devam eden REDAKSİYON ilk sayısı ile raflardaki yerini aldı.

Redaksiyon’un ilk sayısında bizleri önce James Petras’ın Hugo Chavez’i mercek altına aldığı yazısı karşılıyor. Feride Tekeli’nin çevrisini yaptığı yazı da Petras, Chavez’i neden “….çağımızın insancıl ve çok yönlü kahramanı: O 21. Yüzyılı aydınlatan devrimcidir.” diye nitelendirilmesi gerektiğini madde madde ispatlıyor bizlere.

İlk sayının ilk söyleşisi ise Can Uğur’a ait. Uğur, “Sınıfın kolketif özgüveni onarılıyor” başlıklı söyleşiyi Gamze Yücesan Özdemir ile gerçekleştiriyor. Redaksiyon’da ki diğer söyleşiler ise:

2012’nin Ocak ayında işten çıkarılan 6 işçinin eylemi ile başlayan DEBA mücadele sürecini bize işçilerin ağzından dinlememizi sağlayan, Çağdaş Güneş’e ait “DEBA İşçileri: Şimdi her şey yeniden başlıyor”,

Ortadoğu uzmanı Fait Bulut ile Suriye’de ki son gelişmelerden başlayarak Tükiye’nin Suriye üzerindeki ısrarcılığının nedenleri, Özgür Suriye Ordusu ile PYD’nin (Partiya Yekîtiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi) yeni antlaşmasının nasıl okunması gerektiğine dair bir çok konu “ ‘Zafer’ Değil, Sorunlar Türkiye’nin” başlıklı söyleşi,

Ve son olarak TAKSAV’da gerçekleştirilen “ Emperyalizm ve Bağımlılık söyleşisinden delenen, Korkut Boratav’ın “Emperyalizm Nasıl İşler? Bağımlılık Nasıl Kurulur?” sorularını yanıtladığı söyleşisi.

Redaksiyon güncel politikanın yanı sıra bir de “Ankara Dosyası” hazırlamış. Dosyanın en önemli söyleşisi ise Mahir İpek ile yapılan “AST:Taş yerinde ağırdır!”. Ankaralılar şehirlerine, sokaklarına, mahallelerine ve dostluklarına sahip çıkmışlardır hep. Bu bir nevi Ankaralılık halidir. Kuvvetle muhtemel kapalılığından ve küçüklüğünden gelir. Ama sanırız ki sahip çıkmayı zaman zaman unuttuğu mekanlardan birisi Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) olmuştur. En az mahallemiz, sokağımız, dostumuz kadar her birimizin tarihinde bir yeri olan AST bu sene 50. Yaşını 2009 yılında arkadaşlarıyla devralan Mahir İpek ile kutluyor. İpek “bütün gücüyle direniyor” dediği AST’ı ve O’nu neden unutmamız gerektiğini tekrar hatırlatıyor.

En İyi Arkadaşım Bir Uzaylı

“Benim adım Defne. Kuzenim Burak ve ben çok heyecanlıyız. Çünkü uzaylılara mesaj gönderdik ve bizimle iletişim kurmalarını istedik.”

Defne ve Burak’ın uzaylılarla eğlence dolu maceraları sizi uzayın derinliklerine sürükleyecek…

Siz de Defne’yle Burak’ın uzay gemisiyle çıktıkları inanılmaz yolculuğa, uzaylılarla katıldıkları muhteşem dans partisine, heyecanın doruklarda olduğu yüzme yarışına ve uzayın derinliklerinde gerçekleştirdikleri kurtarma planlarına katılın!

En İyi Arkadaşım Bir Uzaylı
Yazan: E. Murat Yığcı
Caretta Yayıncılık
Resimleyen: Marina Puzyrenko






Mutlu Çocuklara Mutlu Masallar


Anne babalarımızın anlattığı masallar hiçbir zaman unutulmaz. Ne anlatılan, okunan masallar, ne de o masalların anlatıldığı o çok özel anlar… Hele de bu masalların her biri insanlığa, sevgiye ve paylaşmanın önemine dair mesajlar taşıyorsa. Nihan Taştekin, Mutlu Çocuklara Mutlu Masallar isimli ilk çocuk kitabında dünyanın çeşitli yerlerinden çeşitli masallar yeniden anlattı. Emine Bora birbirinden güzel resimlerle süsledi kitabı.

Mutlu Çocuklara Mutlu Masallar
Yazan: Nihan Taştekin
Resimleyen: Emine Bora
Mandolin Yayınları

Evren-92: Element Bunu Yapabilir mi?

Dünyayı meydana getiren tüm elementler hususunda uygulamalı örneklerle çocukları bilgilendiren kitap, birbirinden renkli tasarımlar ile ayrıca onları eğlendirecek. Araba, yıldız, roket ve hamburgerin ortak noktaları nedir? gibi çocukların merak ettiği tüm sorulara cevap veren kitap, elementlere ilişkin çarpıcı açıklamaları ile adeta onlara rehberlik edecek.

Elementlerin pek çok şeyi (aslında her şeyi) oluşturmak üzere nasıl bir araya geldiklerini gösteren kitap, dört bölümden oluşuyor. Uzay, Dünya ve Doğa, Günlük Yaşam, Malzemeler, Havalı Makineler gibi bölümlerinin yanı sıra kimya sözcükleri listesi açıklamalara gereksinim duyanlar için kitapta yer alıyor.

Evren – 92 Element Bunu Yapabilir mi?
Yazan: Adrian Dingle
İş Bankası Kültür Yayınları 

Evrim ve Yaratılışçılık (Semir BEYAZ)

Evrim üzerine söylenecek çok söz var. Ancak Michael Shermer’ın “Evrim ve Yaratılışçılık” kitabında dökülen cümlelerin sebebi, evrimin, karmaşıklığının iki yüz yıl öncesinin bilimsel birikimle algılanmaya çalışılan, öznel ve felsefi anlamlar yüklenip kişisel yorumlarla süslenerek tartışılan ve nihayetinde anlamsızlaştırılan bir “bilim” olmasıyla ilgili. Shermer aynı zamanda, bu bilimsel alana uzak ama pozitif bilimin penceresini kendi içsel perdeleriyle kapatmamış insanların bilgi kirliliğine maruz kalmadan evrimi anlayabilmelerini amaçlamaktadır.

Bir zamanlar yaratılış-”çı” olan Shermer, günümüz yaratılışçılarının argümanlarına karşı somut bilimsel deliller sunarak, evrimin yaklaşık iki yüz yıl önce ortaya atıldığı haliyle “sadece bir teori” diyerek küçümsenemeyeceğini ve canlılık biliminin merkezinde duran çok önemli bir bilim dalı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Üstelik evrim, salt kuramsal tartışmaların alanına ait olmayan, hepimizin hayatının bir parçası haline gelmiş bir bilim.

Bir Bilim Olarak Evrim

Son 50 yılda, yaşam biliminde moleküler biyolojinin devrimine tanıklık ettik. DNA’nın keşfinden, insan genom projesine uzanan süreçte, bilim insanlarının araladıkları yaşamın saklı kapıları, Darwin’in dünyaya getirdiği bu teoriyi besledi, paleontoloji ve jeoloji gibi diğer bilim dallarından aldığı destekle büyüttü ve kendi ayakları üzerinde duran bir bilim dalı haline getirdi. Bugün evrim bilimi sadece canlıların nasıl oluştuğu sorusuyla ilgilenmiyor, pek çok yaratılışçının da faydalandığı sağlık alanındaki birçok yeni tedavinin temelini oluşturacak araştırmalar bir bilim olarak evrimin algılanması sonucunda mümkün oluyor. En basitinden, her yıl milyonlarca insanın etkilendiği kanser ve enfeksiyon hastalıklarının tetkikinde ve tedavisinde evrim biliminin ışığında geliştirilen yöntemlerin kullanılıyor olması, bundan yararlandığı halde kör gözlerle “evrim” sözcüğünü bile yasaklamaya çalışan zihniyetin nasıl bir açmazda olduğunun göstergesidir.

Peki, bilimsel dayanaktan ve somut delillerden yoksun, hiç bir saygın bilimsel dergide kendisine yer bulamayan “yaratılışçılık” ve “akıllı tasarım” nasıl oluyor da evrim biliminin karşısına bir alternatif olarak sunulmaya çalışılıyor? Ortadaki en büyük yanlışlık, başlangıçta insanlığın ve doğanın döngüsünü anlamaya yönelik sorulara cevap vermek adına ortaya atıldığı için; pek çok düşünsel akımda kendine yer bulan evrimi, kendi başına araştırma alanları olan bir bilim dalı olarak algılanmamasıdır. Bunun yerine, ona, yarattığı ya da etkilediği düşünce akımları bağlamında, bir din ya da salt bir inanç sistemi olarak bakarak “kendini -çi ekiyle türeterek evrimi destekler ya da karşı durur konuma sokan” binlerce insan, evrim biliminin günümüz pozitif bilimlerine olan katkısını yadsımaktadır!

Evrim bilimi bugün kuantum fiziğinin, astronominin veya tıp, genetik gibi bilimlerin yaptığı şekilde kendi alanında bilinmeyenlere ışık tutmak için çalışmaktadır. Tıpkı diğer dallarda olduğu gibi, evrim konusunda çalışmalar yapan saygın bilim insanları vardır ve bu çalışmalar günümüz bilim dünyasının kabul gören en saygın dergilerinde yayınlanmaktadır. Evrim biliminin karşısına sunulmak istenen ve bu yolla aksini ispatlamaya çalışacakları düşünülen, “akıllı tasarım” ve “yaratılışçılık” gibi kavramlar, bir bilim olmaktan ziyade olayın felsefi ve bireysel inançlar sisteminde çatışmasından doğan boşlukları doldurmak için geliştirilen, bilimsel dayanaktan uzak “fikirler demeti”dir. Akıllı tasarımın ve yaratılışçılığın hiç bir bilimsel bulgusu yoktur ve hiç bir hakemli bilimsel dergide bu kavramların savlarına dair bir çalışma yayınlanmamıştır. Bunun sebebi, elbette -yakın zamanda ülkemizde evrimin başına geldiği gibi- bu bilimsel dergilerin akıllı tasarımı sansürlemesi değil, akıllı tasarımın her hangi bir bilimsel veriyle desteklenmemesidir.

Bilimin Tarafsızlığı

Shermer, “Evrim, inanç ve dinin yerini alamaz!” diyor kitabında ve ekliyor, “Bilimin bunu yapabiliyormuş gibi görünmekte hiç bir çıkarı yoktur. Bilim, sadece kanıtla ayakta durur veya çöker.” Bu bağlamda anlaşılması gereken en önemli şey şudur: Evrim mevcut dinlerin karşısında rakip olan bir din değildir, bir inanç sistemi de değildir. Ama her bilim dalının yaptığı gibi gelişimi, kabul gören genel geçer dini, toplumsal ve bireysel yargılarla çelişecek fikirler doğurmuştur. Bu noktada Shermer’a kulak verecek olursak: “Evrimle inanç arasındaki herhangi bir bağlantı, inanç veya inançsızlık evrim teorisine dokunamaz. Çünkü bilimsel teoriler tarafsızdır.”

Bugün modern fizik ve astronominin evrenin oluşumu ya da gelişimiyle ilgili olan çalışmaları da kutsal kitaplarla çelişmektedir. 1969'da insanoğlu aya ayak bastığında da bu kabullenilmesi zor bir şeytan oyunuydu! Bilimsel delillerin karşısına kutsal kitapların metaforlarıyla yaklaşmak komiklikten öteye gidemez ne yazık ki. Çünkü bu iki kavram bir birinden tamamen çok farklıdır. Din ve bireysel görüşler, nesnel bilimin yönlenmesinde etkili olabilir, ancak, nesnel bilimin ulaştığı veriler bu görüşlerin aksini ispat edebilir ve çoğu zaman etmiştir de! Bilim ile din arasındaki çizgiyi açıklamak gerekirse; aksi bir durumla karşılaştığı anda bilim adamı kendi yorumladığı verisinden bile şüphe etmek durumundadır. Bu yüzden laboratuvarda “bireysel dünyasının renkli gömleğini çıkarıp, bilim dünyasının beyaz önlüğünü giymek” zorundadır! Renkli gömleğinde, din, bireysel inanışlar, günümüzün toplumsal kabulleri gibi öğeler yer alırken, beyaz önlük tamamen o andaki veriyle anlam kazanacak düşüncelerini yansıtmaktadır. Beyaz, yani tarafsız! Dini inanç ise kanıt aramaz, tartışmaz, kendinden taraftır her zaman ve her şeyi koşulsuz kabul eder. İşte bu yüzden, Shermer’a göre “din ve bilim insanın doğasında farklı yerleri doldururlar.”

“Bunları göz önünde bulundurduğunuz zaman, sapla samanı karıştırmadan her iki kavramı da algılayabilmek mümkün” diyor Shermer. Evrimden bahsedeni “dinsiz”, dinini kendi içinde yaşayarak evrime bakabileni de “yobaz” olarak keskin çizgilerle nitelemektense, her iki kavramı birbirini gölgelemeyecek ölçüde yaşamayı bilmek en sağlıklısı olacak. Tekrar hatırlatmak gerekirse, evrim bir din değildir, din bir bilim değildir. Sonuç olarak evrim biliminin geçersizliği, ne akıllı tasarımla ne kutsal kitapla kanıtlanabilir. Bir geçersizlik varsa eğer, ancak bu bilim dalının ilerleyen zamanlarda elde edeceği verilerle şekillenebilir. Ancak şu an var olan bilimsel birikime bakarsak, evrimin önümüzdeki yüz binlerce yıllık bilimsel süreçte bile tümden geçersizliği pek mümkün görünmüyor.

Evrim ve Yaratılışçılık,  Michael Shermer, Altın Bilek Yayınları


İnsanın Yanlış Ölçümü (Ferhat KAYA)

Antropolog Michael Little bir söyleşisinde “Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim, çünkü çok mahcup olurdum ve utanırdım” der. Stephan Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man) başta antropolojinin ve daha sonra biyolojinin bu utanç verici yüzünü en çıplak hali ile gözler önüne serer. Kitap ilk olarak 1981 yılında Penguin Press, 1996 yılında bazı ekler ve düzeltiler ile Norton Press tarafından yayınlandı. Maalesef Türkçe’ye bugüne kadar kazandırılmamıştı, bu sorumluluğu üstlenen Versus Kitap’a, kitabı yayına hazırlayan sevgili dostum Murat Gülsaçan’a ve Gould’un zor yazım dili ile baş edip Türkçe’ye tercüme eden Ebru Kılıç’a değerli katkılarından dolayı teşekkürler. Kitap pek yakında raflarda yerini alacak.

Gould, Harvard Üniversitesinde biyolojik belirlenimciliğe karşı uzun yıllar ‘Sosyal bir Silah Olarak Biyoloji’ dersini vermiş, bir akademisyen ve aynı zamanda politik bir aktivist olarak yaşamını sosyal eşitsizliği, bencilliği, saldırganlığı ve genel olarak kötülüğü biyolojik geçmişimize bağlayan indirgeyici anlayışa karşı mücadeleye adamıştır. Bu kitap, insanın düşünsel yetenekleri ve sosyal davranışlarındaki çeşitliliği ırksal farklılıklara dayalı matematiksel hesaplamalar ile açıklamaya çalışan bakış açısına karşı bir paleo-biyolog tarafından yazılmış en önemli çalışmalardan biridir ve Gould’un bu soruna karşı duruşunu karakterize eden en keskin hamlesidir. Özet olarak kitabın birinci bölümünde Gould, Darwin öncesi Amerika ve Fransa’da kafatasından alınan antropometrik ölçümlere dayalı ırk tasnifleri, bilimsel ırkçılık, poligenizm, rekapitülasyon ve genetik belirlenimcilik çalışmalarına, bu çalışmalarda bilim insanlarının taraflı duruşlarına ve metodolojik aksaklıklara odaklanır. İkinci bölümde ise daha çok sosyal Darwinizm, kalıtım, zeka testlerine, yine bu çalışmaların yöntem sorunlarına yoğunlaşır ve son olarak Darwin’in bir misyoner gezisi olan Beagle serüveninde köle ticaretine ve köleliğe karşı duruşunu belli ettiği ilk makalesini irdeler. Gould, Darwin’in bilimsel ırkçılığa ve köleliğe -bireysel olarak- karşı olmasına rağmen ileri sürdüğü evrim mekanizmasının bu tür sorunların giderilmesinde herhangi bir rol oynamadığını hatta tam aksine ırkçıların ve sosyal-Darwinistlerin kendi varsayımlarına daha bilimsel bir çerçeve oluşturulmasında kullanıldığını da vurgular.

Kafatasını Ölçmek

Gould, başlangıçta okuyucuyu 19. yüzyıl Anglo-Amerikasına, özellikle antropoloji alanında ölçme ve kaba sınıflandırmaya dayalı resmi ırkçılığın korkunç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarır. O günün Amerikası ırkçı çalışmaların yaşayan bir laboratuvarına dönüşmüştür. Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı ve geçen yılın sonunda gösterime giren Django Unchained (Zincirsiz) filminden bazı sahneler kitapta anlatılan dönemi anımsatır. Filmdeki karakterlerden Afrikalı Django (Jamie Foxx) ve Alman King Schultz (Christoph Waltz), Calvin Candie’nin (Leonardo DiCaprio) plantasyonunda köle olarak çalışan -Django’nun sevgilisi- Broomhilda’yı kurtarmak üzere yola çıkarlar. Calvin Candie siyah dövüşçü almak bahanesi ile kendisini kandırıp köle kızı satın alıp kaçırmak isteyen bu ikiliye -özellikle de Alman Schultz’a- büyük bir fiziksel antropoloji dersi verir. Evde sakladığı Afrika kökenli eski bir kölelerine ait kafatasındaki bazı morfolojik özellikleri göstererek siyahların beyazlardan farklı olarak aşağı ve köle ruhlu bir ırk olduğunu -o dönemin egemen antropolojik ve frenolojik algısından aldığı güç ile- kendinden emin bir biçimde anlatır. Filmdeki bu sahne ırkçılığın toplumda özellikle de plantasyon sahibi zengin sınıf arasında nasıl yayıldığını göstermesi açısından en can alıcı sahnelerden biridir. Bu dönemin Amerika’sında ırkçılığın bilimsel sorumlularından biri de Gould’un hakkını vererek eleştirdiği kişidir: Amerikan antropolojisinin kurucu figürlerinden Samuel George Morton’dur (1799-1851).

Avrupa’da 1700’lü yılların ortalarında başlayan ırk tasnifine yönelik çalışmalar ancak 1800’lü yılların ilk yarısında Amerika’ya ulaşmıştır. Bu arada Amerika aynı zamanda kendi tam bağımsızlığını ilan etmiş ve Avrupa’nın evlatlık çocuğu olmaktan kurtulmaya çalışmaktadır; kendi ayakları üzerinde yürüyecek, kendi elleri ile çalışacak ve kendi düşüncelerini konuşacaklardır. Ancak Amerika bilim alanında halen Avrupa’ya bağımlıdır. Morton siyah, beyaz, kızıl ve sarı ırklara ait Amerikan Golgotha adını verdiği yaklaşık 1000 örnekten oluşan büyük bir kafatası koleksiyonuna sahiptir. Morton’un bu kafatasları üzerinde yaptığı analiz sonuçları 19. yüzyıl genel ırkçı önyargılar ile uyuşur. Beyazlar en büyük beyine sahip iken Malezyalılar ve Amerikan yerlileri ikinci, Çinliler ise sonuncudur. Afrika ve Avustralya yerlilerinin beyin hacimleri ise sonun da aşağısında kalmıştır. Büyük beyin zeki, yaratıcı, yetenekli ve üstün, küçük beyin ise köle ruhlu ve taklitçi davranışların belirtecidir. Morton’un çalışmaları dönemin siyasal rüzgârına da paralel olarak ona en objektif ve güvenilir bilim insanı saygınlığını kazandırmıştır. 1851 yılında Morton’un vefatından sonra varisleri Josiah Nott ve George Gliddon onun yarım kalan çalışmalarını tamamlayarak poligenizmi savunan Types of Mankind (1854) adlı kitabı yayınlarlar.

Gould, Darwin öncesi özellikle bilimsel ırkçılığa odaklanmış bu tür antropologların gerçek bilimden ziyade bireysel bakış açıları ve politik duruşlarının etkisi altında kalarak spekülasyon yaptıklarını ileri sürer. Çünkü kullanılan bilimsel yöntem araştırmacıyı kendi bireysel manipülasyonundan koruyamayacak kadar spekülatiftir. Gould bu dönemde iki farklı düşünsel ayrışmaya dikkat çeker; farklı insan ırklarının farklı türler olarak yaratıldığını (poligenesis) savunanlar ve kutsal kitaplarda yazıldığı gibi insanın Tanrı tarafından tek bir tür olarak yaratıldığında (monogenesis) kararlı olanlar. Monogenistler, Avrupalı (beyaz) olmayan ırkların zaman içerisinde Avrupalı ırktan yozlaşmış aşağı ırklar olduğunu düşünmüşlerdir. Bu dönemde, insanın farklı ırklarının olduğunun düşünülmesi Tanrı tarafından tek bir ırkın yaratılmış olduğunu tartışılır hale getirmiştir. Morton’un Amerikan yerlileri (Crania Americana, 1839) ve Mısırlılara ait kafatasları üzerinde yaptığı çalışmalar (Crania Aegyptiaca, 1944) ile ırkların çok eski tarihlerde de birbirlerinden çok farklı olduğunu, monogenistlerin önerdiği biçimde bir karakter bozulması ile aşağı ırkların oluşamayacağını ileri sürmüştür. Tarihsel süreç içerisinde ırklar arasında melezleşmeler olduysa da Morton bu melezlerin çok ender olduğunu ve olanların da kısır olacaklarını önermiştir. Bununla birlikte Lewis Henry Morgan durumu biraz daha yumuşatmış, Amerikan yerlisi ve beyaz melezi olan canlı kanıtlardan yola çıkarak “beyazlaşma” adını verdiği ırksal melezleşmenin mümkün olabileceğinden ve fiziksel olarak daha etkileyici, güçlü bireylerin ortaya çıkabileceğinden bahseder.

Morton’un çalışmaları (poligenizm) Amerika’da dönemin ırkçı ve köle ticareti politikalarını beslerken yaklaşık olarak 80 yıl sonra bu “bilimsel ırkçı” ruh daha tehlikeli bir biçimde Eugen Fischer’in bilimsel danışmanlığında Almanya’da Nazi rejiminin akıl hocalığını da yapar. Fischer’in kontrolünde gelişen insan genetiği çalışmaları Nazi partisine bir emniyet kemeri oluşturmuş ve Alman fiziksel antropoloji ve genetik bilimi Nazilerin korkunç politikalarını uygulamaları için teorik ve pratik kaynak sağlamıştır. Bu dönemde Gestapo, Security Service ve Security Squad kurumlarının lideri olan Heinrich Himmler –aynı zamanda Hitler’in de korunmasından sorumluydu- üst düzey elitlerden oluşan bir Nazi araştırma enstitüsü kurar; Ahnenerbe. Alman ırkının kökeni ve fiziksel özelliklerinin araştırılması için kurulan bu enstitüde birçok antropolog, arkeolog, biyolog, sosyolog ve diğer alanlardan bilim insanları çalışıyorlardı.

Halis Avrupalı

Hannah Arendt’e göre antropoloji bazen “şeytan-lığ-ın sıradanlaştığı” zamanlardı. Antropoloji biliminin ünlü tarihçisi George W. Stocking fiziksel antropoloji biliminin gelişiminin farklı ülkelerin uluslaşmaları ve ulusal antropoloji geleneklerine önemli derecede bağlı bir biçimde çeşitlilik gösterdiğini yazar. Gould’un kitabında bizler yani Türkiye için de alınacak çok dersler vardır. Fiziksel antropoloji Cumhuriyet devriminin ardından ulus-devlet oluşturma sürecinde “Türk’ün” ırksal özelliklerini belirleyip, gelişmiş medeniyetler içerisinde bu ırkın hakettiği yeri alabilmesi için ithal edilir. Beyaz ırkın dışındaki ırkların aşağı görüldüğü bu dönemde Türk’ün Asyalı mongoloid (sarı) ırka sınıflandırılması kabul edilememiştir. Bu nedenle Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan, bir devlet projesi olan doktora çalışması için yaptığı antropometrik saha çalışmalarında binlerce (64.000) Anadolu insanını neredeyse çok kısa denebilecek bir sürede ölçmüş ve Türk ırkının ırksal özelliklerini belirlemeye çalışmıştır.

1939 yılında Cenevre Üniversitesi’nde tamamladığı ve 1947 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından Türkçe’ye kazandırılan çalışmasının sonuçlarını şu şekilde özetler: “Türkiye'de yaşayan halkın çoğunluğu orta boyludur. Kafa karineleri bakımından ekseriyet kısa (brakisefal) kafalıdır, gözler muntazamdır, mongoloit (Asyalı) tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler ekseriyetle açık ve orta renktir. Saçların da çoğunluğu orta, yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle "Homo alpinus” denilen Avrupa'nın büyük beyaz ırkına mensuptur... Netice olarak, evvelâ bugün Türkiye'de oturmakta olan halkın, maddî delillere dayanarak, ilmî metotlarla, antropoloji âleminde yeri tespit edilmiş ve milletlerarası antropometri listelerinde Türklerin hakikî yeri tayin edilmiş, Türkiye'de bir ırk birliğinin mevcut olduğu anlaşılmış bulunmaktadır” der. Kimi araştırmacılar Türkiye’de gerçekleşen bu ölçüm çalışmalarının etnik (ayrımcı-ırkçı) değil antropolojik (bilimsel) olduğunu iddia etseler de bir devlet siyaseti ve bilimi olarak fiziksel antropolojinin eski yöntemleri ile egemen bir “ırk” ve “ırkçılık” yaratılmış olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Böylece Türk ırkı “bilimsel” olarak kurgulanmış ve devletin resmi ideolojisi sosyolojinin ve kültürel antropolojinin dışlanması ile biyolojik belirlenimci bir içeriğe sahip olmuştur. Irksal ölçekte Avrupa’ya –beyaza- dahil olan Türk, toplumsal ölçekte de bu seviyeye ulaşabilmeliydi. Bunun üzerine devlet, özellikle sosyal ve biyolojik hijyen araçları olarak sosyal Darwinizm ve öjeniği toplumun yeniden (dil, cinsiyet, beden, sağlık, doğum, giyim-kuşam, ahlak v.b. alanlarda) tasarlanmasında kullanır.

Gould kitabın geri kalan bölümünde ırklar arası zekâ seviyesi farklılığı olduğunu biyolojik ve matematiksel hesaplamalar ile belirlemeye çalışan bakış açısına karşı savaşır. Özellikle Goddard’ın 1900’lü yılların başlarında yaptığı IQ (Intelligence quotient: zekâ oranı) testinde İtalyan, Yahudi ve Rus’ların büyük bir bölümünü “yüksek derecede özürlü” ya da “moron” olarak belirlemiştir. Bu bölümde Darwin’in kuzeni ve modern istatistiğin kurucularından Francis Galton’dan Amerikan IQ testlerinin başlatıcısı Lewis Terman’a, Robert B. Bean’a ve Fransız antropolojisinin kurucularından Paul Broca’ya varan bir tarihsel alt yapı ile IQ, kafatası anatomisi ve ölçümleri arasında ilişki kuran antropologları, psikologları ve doktorları tartışır. İnsanlar arasındaki sosyal ve anatomik eşitsizliğin bilimsel uydurmaları 1900’lü yılların başlarında Darwin’in evrim kuramının genel kabul görmesi ve Mendel genetiğinin yeniden keşfedilmesi ile antropometri ve kraniyometri çalışmalarından genetik çalışmalara doğru zemin değiştirir. Gould, özellikle zekanın kalıtımsal olduğunu iddia eden dönemin en ünlü çalışmalarını (psikolog Cyril Burt’ın, Spearman’ın, Thurstone’un, ve The Bell Curve (Çan Eğrisi) adlı çalışma ile bilinen Herrnstein ve Murray’in analizlerini mercek altına alır.

Gould son bölümde Darwin’in bilinmeyen bir tarafını bizlere gösterir. Bir misyoner faaliyeti olan Beagle serüveninde Darwin uğradıkları ülkelerde köleler ve kölecilik ile bir iç hesaplaşması yaşar. Bununla birlikte Darwin’in çok düşük düzeyde de olsa sosyal Darwinizme ortak olduğunu gösteren mektupları mevcut; Heinrich Fick’e yazdığı bir mektupta ılımlı ve tutumlu bir işçinin düşüncesiz, boş gezen, sarhoş alkoliklere oranla üremede ve hayatta kalmada daha başarılı olacağını belirtmiştir. Darwin ırk değil sınıf temelli bir sosyo-biyolojik yaklaşıma sahip olmuştur. Buna karşın sınıf temelli biyolojik belirlenimcilik -Malthus ve Adam Smith’in öğretileri ile- gelecekte sınıflar arası sosyo-ekonomik eşitsizlik üzerine kurulu daha büyük bir felakete yol açacaktır.

Amerika’da biyoloji ve fiziksel antropoloji tarafından desteklenen bilimsel ırkçılığa en büyük darbe biyolog Dobzhansky’nin arkadaşı antropolog Sherwood Washburn tarafından gelir; Washburn, biyolojiden Modern Evrimsel Sentezi fiziksel antropolojiye entegre ettiği (1951yılı) manifestosunda ırktan popülasyona, kategorizasyondan karakterlerin fonksiyonuna, tipolojiden plastisiteye, kaba sınıflandırmadan evrimsel dinamiklere, kalıtım spekülasyonlarından genetik çalışmalara ve insanlığa ırkçı bakış açısından ziyade türün ortak evrimsel geçmişine atıf yaparak fiziksel antropolojinin metodolojisini değiştirmiş ve inter-disipliner bir bilim olarak yeniden tanımlamıştır.

Gould’un bu eseri birçok üniversitede -antropoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi bölümlerde- ilgili derslerde okuma listelerinde sürekli yer alır. Gould tarih, olaylar, kişiler, kanıtlar ve analizler ile bilgi dolu bir okuma sunmaktadır. Bazen matematiksel hesaplamalar okumayı güçleştirse de konunun çekiciliği ve önemi daha baskın gelmektedir. Gould’un –özellikle Morton hakkında- saptamalarına farklı çevrelerden eleştiriler ve düzeltiler de geldi. Ancak Gould’un bu kitap ile yapmak istediği uyarı, sosyal canlılar olarak düşüncelerimizin ve davranışlarımızın kültürel ve sosyal etmenlerden biçimlendiğini düşünmek yerine bunun bir eşitsizlik gerekçesi olarak biyolojik farklılıklarımızdan kaynaklandığını düşünmenin tarihteki korkunç örneklerine dikkat çekmektir. Bu anlamda İnsanın Yanlış Ölçümü okunmayı fazlasıyla hak eden bir eser. İyi okumalar!

The Mismeasure of Man, . Stephan Jay Gould, Penguin Book


O tempora! O mores! (Çağhan KIZIL)

Çiçero, Eski Roma’da bir duruşmanın açılışındaki konuşmasında, dönemin değer yargılarından ve yozlaşmadan bahsederken şu sözleri kullanır: “O tempora, o mores! (Ey zamanlar, ey gelenekler!)” ve ekler: “Ne kadar kural ve düzen varsa, o kadar az adalet vardır”. Bu konuşma, etkileyici hatibin Roma imparatoruyla yakın bağını nasıl etkilemiştir bilinmez ancak kurallar ve zamanın ilişkisini, hatta zamanı sabitleyen status quo’ya karşı değişimin gerekliliğini vurgulaması açısından tarihe not düşmüştür denebilir. Zaman ve değişim kavramları, üzerinde sıkça fikir yürütülen kavramlardandır. Aristoteles’e göre zaman, değişimin ve hareketin ölçüsüdür. Nerede önceki duruma göre bir değişim varsa, zaman bu değişimin nedensel yürütücüsüdür. Heidegger, bir yolda yürümeden o yolun doğru olup olmadığını anlayamayacağımız gibi, zaman da doğrusal değildir der; aslında zamanlar henüz başlamamış bile olabilir.

Zamanın gerçekten de döngüsel bir geçişi vardır. Antik Yunan’da Titan tanrısı Kronos’un, evrenin simgesi olan kozmik yumurtayı sarmalayıp onu belirli bir düzen içindeki dünyadan, denizden ve gökyüzünden ayırmasının nedeni, yaşanan zamanın yalnızca bir görüntü olduğu, bu zamanın ve gördüğümüz herşeyin değişeceğine inanması olarak bilinir. Kendi hükümdarlığının biteceğinden ve yeni bir düzen kurulacağından korktuğu için Kronos, her doğan oğlunu yemektedir. Fakat kurtulan bir tanesi, Zeus, Titan hanedanlığının yerine gücü Olimpos’a geçirip zamanı değiştirebilmiştir – ta ki Prometheus ölümsüzlük ateşini çalıp tüm insanlığa armağan edene kadar. Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, Jean Delumeau ile tarih, Stephen Jay Gould ile biyoloji, Umberto Eco ile edebiyat ve Jean-Claude Carrière ile sanat kuramı açısından, zaman ve değişim kavramları üzerine yapıcı anlamda sorunşallaştırmayı körükleyen bir söyleşi dizisinden oluşuyor. Ayrıca bu kitap değişim ve zaman tartışmalarına farklı bakış açıları sunarken okuyucuyu değişim-saplantı ikileminin insan aklındaki yolculuğu hakkında düşünmeye ve evrimi anlamaya sevk ediyor.

Seküler bir kıyamete karşı evrim

Özellikle dini öğretilerde zamanın bir an sonra ereceği ve kıyamet gününün geleceği üzerine savlar çokça bulunur. Ahir zamanlar fikri, dinin topluma etki etmesinde de şüphesiz önemli rol oynamıştır. Zamanın döngüsel bir anlayışla ele alındığı Antik Yunan ve Doğu felsefelerindekinin aksine, monoteist inançlarda zaman doğrusaldır. Başlangıcı ve bitişi, tanrının düzenlediği önemli olaylarla belirlenen bir süreç olarak algılanır. Bu nedenle mütemadiyen gezegenimizde kıyametin geldiği üzerine teoriler ortaya çıkar; örneğin, 1999’daki güneş tutulması, 2000 yılının başlangıcı, 2012’de Maya takviminin bitmesi gibi “matematiksel” olaylar tanrısallaştırılma eğilimi içindedir. Bu elbette bir yandan popüler bir gündem yaratmaya yatkın olan insanlığın magazinel doyumsuzluğunu besleme amaçlı olsa bile bir yandan da aklın özgürleşemediği çarpık bir sekülerizmin sefaletinden kaynaklanmaktadır.

Umberto Eco’ya göre bugün zamanın sonu teorileri dinsel bir algıdan çok seküler dünyanın sosyal kontrol aracı haline gelmiştir. Artık günümüzde dünyanın sonunun, Gülün Adı romanındaki William’ın baş rahip Abbonne ile tartışmasında betimlediği alametler ile gerçekleşeceğini düşünenlerin sayısı azalmış bile olsa, sekülerizm algısında zamanların sonu kavramı meditatif bir otantizmin dayanağı olarak kültleşmeye devam etmektedir. Bunun ötesinde, politik zeminde başat yönelim olan neoliberal devlet teorilerinin ve post-modern toplum tezlerinin, siyaset alanındaki zamanı çoktan bitirdiğine tanık oluyoruz. Huntington, Medeniyetler Çatışması kitabında zamanın bittiği, ideolojilerin bittiği, artık politik düzlemin bu şekliyle emek sermaye çelişkileri alanında değil de kimlik ve kültürlerin belirlenimleyiciliğinde devam edeceğini yazmaktadır. Yani onlara göre sınıflar ortadan kalkmıştır, sınıf mücadeleleri bitmiştir, ezen ezilen değil, artık kültürleri uyan ve uymayanlar vardır. Herkes olduğu yerde bulunduğu toplumsal statüde bulunmayı hak ettiği için oradadır. Bir başka deyişle, onlara göre mistik bir tanrıcılık sosuna bulanmış sosyal Darwinizm’dir artık yaşamlarımızı belirleyen güç.

İşte tam da bu dönemde insanların genetik profillerinin çıkartılmasının ve bunların kataloglanmasının tartışılması tesadüf değildir. Genom dizisinin belirlenebilmesiyle insanların suç, başarı, toplumsal ilişkileri gibi esasen genetik yapıyla değil ama çevre etkisiyle biçimlenen karakterlerinin belli DNA özellikleriyle ilişkilendirilmesi, en temelde modern Nazizm olarak adlandırılabilir. İnsanların genetik yapılarının belirlenmesi ve bunlara göre sınıflandırılması, George Orwell’in 1984 romanındaki gibi distopik ve “sınıflandırılmış” bir insanlık yaratır mı bilinmez ama liberal öjenik yönelimini başarıyla karikatürize eden Gattaca filmindeki genetik ayrımcılık pratiklerinin şimdiden yavaş yavaş yaşama geçirildiğini görebilmekteyiz. Zira işin ilginç yanı, bu uygulamaların daha çok liberal-muhafazakar ittifaktan gelmesi. Malumdur, bu ittifakın din ile kategorik olarak sorunları olmamakla birlikte, yaşamın her ne kadar seküler bir şekilde yürümesi gerektiğini düşünseler de siyasi ve kamusal alanda dinden alınan referanslarla politik bir çizgi çizmeyi de ihmal etmeyen bir duruş sergilerler. Evrim ya da herhangi bir anlamda düzenlenemez bir gelecek referansı hakkında bu politik duruşun katı bir reddetme pozisyonu vardır. Onlara göre örneğin evrim yoktur, çünkü insanlık ve tüm doğa, olması gereken ve mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Yani evrim yoktur, çünkü biyolojik anlamda yaratılıştan beri zaten zamanın sonu gelmiştir. Bu görüşün en temel toplumsal pratiği, tevekkülü öğütleyen, başımıza gelen herşeyin tanrıdan geldiğine ve şükredilmesi gerektiğine inanan “vatandaşları” yaratmaya çalışması ve bunda da başarılı olmasıdır. Bu anlayışa göre yaşadığımız an aslında baştan sona yaratılmış bir kesit anıdır ve onun yapısallığı, değişmeye imkan tanımaz. Ancak biliyoruz ki Herakleitos haklıdır: değişmeyen tek şey değişimdir!

Zamanların sonu üstüne söyleşiler

Evrim kavramı, sadece biyolojide sınırlı kalan bir kavram değildir. Yaşamın felsefi ve materyalist okuyuşu için, doğanın devinimi ve canlılığın yeryüzünde yarattığı gerçek cenneti için, kutsal olanın doğada olduğunu anlatması açısından ve yaşamın tüm alanlarında varoluşsal bir perspektif sunabildiği oranda geçerliliğini kanıtlamaktadır. Zira ne zamanın sonu gelmiştir ne de durağan bir evrenin kuklalarıdır yaşamlarımız. Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, bu anlamda soyut zaman kavramının somut ilişkilerimizdeki yansımasına farklı uzmanlık alanlarından bakan, okunması hem eğlenceli hem de zihin açıcı bir kitap. Editörünün İngilizce baskısına önsözünde belirttiği gibi bu kitap, akılcılık, berraklık, aklın özgürleşmesi, sorumluluk ve mizah ile ilgili bir metin bütünü.

Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler, Hint mitolojisindeki Kali Yuga’nın çembersel zaman algısının evrimsel niteliğinden bağışlanma üzerine kurulu öte-yaşam kavramına, matematikte sıfırın batıya geç gelmesinin milenyum kavramını nasıl etkilediğinden siberuzay tarikatlarına kadar çeşitli konularda ilginç bakış açıları sunuyor. Örneğin, Gould, tarihin sonu tezini savunan muhafazakarlığa karşı evrim kavramını sadece geleceğe referans vererek anlatmak yerine geçmişle ilişkilendiriyor. Aslında zamanın sonunun birçok kez gerçekleştiği fikrini ortaya atan Gould, bu bitişin dünya üzerinde yaşanan büyük felaketler sonucunda canlıların büyük çoğunluğunun yok olması koşulları olduğunu söylüyor. Dinozorların yok olması, küresel buzul çağlarında birçok canlının soyunun tükenmesi ve aslında iklim koşullarının etkisiyle insanın ortaya çıkması bir dönemin sonlanması ve diğerinin başlamasına işaret ettiği ölçüde zamanın sonunu haber veriyor. Fakat ekliyor: ancak yaşam hala devam ediyor! Dolayısıyla, evrim kavramını, doğrusal olmayan bir seyir izleyen aşamalı rastlantısallıkların bütünü olarak kavrayıp, tam da bu anlamıyla aslında muhafazakar bakış açıları gibi zamanı bitirmeye endekslenen negatif bir sosyal psikolojiye değil, onu bitirenlere inat yeniden başlatmayı amaçlayan pozitif bir algılayışa denk düşürmek gerekmektedir. Benzer bir şekilde, tarihçi Delumeau, tarihin sonu söylemlerinin yaratılışçı bir tarih anlayışından kaynaklandığını düşünmektedir. Bu anlayışa göre zamanın bitişi aslında tarihin bitişidir; ebedi bir başka alana açılan zaman dilimi olarak dünyevi yaşam sonladığında, yeryüzünün yaratılışı anlam kazanacak ve “sınav”ın nihai hedefi gerçekleşmeye başlayacaktır. Oyun yazarı Carrière’e göre muhafazakarlaşmayı ve zamanın sonu inancını besleyen belki de zamanın en temel üç halinin (geçmiş, şimdi ve gelecek) detaylandırılmasında kullanılan gramer çekimlerinin artık kullanılmıyor olmasıdır. Carrière özellikle gelecekteki geçmiş zaman kipinin kullanımına dair bir bakış açısı sergiliyor. Ona göre insanlar artık birşeylerin yapılmış olacağından bahsetmiyorlar. Çünkü artık insanlar gelecek zamanda referans verilen bir anda başka şeylerin gerçekleşmiş olacağını düşünmezken, çeşitli güdülerce belirlenen sabit bir gelecek tanımı yapıyorlar. Bu durum, düşünüldüğünde esasen post-modernizmin çarpık bir şekilde tanımladığı ve dikte ettiği zamanın sonu nosyonunun bir yansıması olarak gelişmektedir. Kişilerin yanılsadıkları şudur: kendi kafalarında yarattıkları zaman dilimlerinin ötesinde, o zaman diliminde gerçekleşen olaya göre biçim alacak başka olaylar olacaktır. Dolayısıyla da yaşam kaderci değil büyük oranda rastlantısal ya da Heisenberg’in belirsizlik kuralına uygun olarak kaosun getirdiği bir düzen içinde işlemektedir. Bu gereklilik, evrim kavramının yaşam felsefesi haline gelmesinin ne kadar önemli olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya çıkartmaktadır.

Evrim kavramı, baktığımız noktaya göre farklı parametreler barındırmaktadır. Örneğin doğanın evrimini düşündüğümüzde, evrim kuramı sınırları olmayan ve sürekli bir değişimden bahsederken, Gould’un kinaye ile betimlediği birden fazla zamanın sonu deneyiminin getirdiği diyalektik yenilenmeyi içinde barındırır. Toplumların sosyolojik evriminden bahsedersek bu sefer zaman dediğimiz kavram yine sonu olmayan ve devinimsel bir anlam içerir. Aynı konularda muhafazakar yaratılışçı görüş ise doğanın zamanının zaten bittiğini ve statik bir yaratılış olduğunu savunurken toplumların evrimini de tarihin sonu tezleriyle çoktan post-modern bir bilinemezciliğe hapsetmiş görünüyor. Bu yüzeysel karşılaştırma bile göstermektedir ki evrim bir yaşam tarzıdır.

Tek tanrılı dinlerin kötülük, acı, eşitlik konularındaki tutarsızlıkları; bilinemzci ve mistik toplum anlayışları, doğruyu ve iyiyi bencil bir ödül olarak zamanın ötesindeki bir duruma havale etmelerinin karşısında yaşadığımız evrenin sürekli değişmiş, değişiyor ve değişecek olduğunu savunan ve yaşamın doğrusal olmayan bir zaman aralığındaki deviniminin esas olduğuna inanıp sürekliliğe dayanan bakış açısını savunmak, tarihi ve doğayı yerli yerine koymak anlamına gelmektedir. Herşeyin ötesinde, hangimiz anılarımızda kalan ve bizi biz yapan o güzel zamanların sonunu isteriz ki? Şairin dediği gibi: ne geçmiş tükenmiştir ne de yarınlar; çünkü hayat bizi yeniler...

Zamanın Sonu Üstüne Söyleşiler, Jean Delumeau, Jean-Claude Carriere, Stephen Jay Gould, Umberto Eco. Yapı Kredi Yayınları