Dosya: Tiyatro ve İktidar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya: Tiyatro ve İktidar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Başka Yolu Yok, Direneceğiz! (Şâmil YILMAZ)

Tiyatro, daha ortaya çıktığı ilk yıllarda bile, iktidarın çocuğuydu. Tragedyanın doğuş serüveni, biraz da, kontrolsüz kır şenliklerinin site devletinin bünyesine dâhil edilip ehlileştirilmesi serüveniydi. Tragedyalardaki toplumsal enerjinin ve çatışmaların en çok tanrıların yasasıyla site devletinin yasaları arasındaki yarılmadan beslendiğini hatırlayalım. Dünya değişmekte, tarihin ufkunda beliren yeni iktidar biçimi eskisini medeniyet sahnesinin gerilerine itmektedir. Modern devlet biçimlerinin ilk nüvelerinin atıldığı bu dönem, aynı zamanda, bir sanatsal disiplinin de doğuş hikâyesini anlatır. İktidarın çocuğu tiyatro, neredeyse tüm çağlarında, ebeveyniyle her çocuğun kuracağı gerilimli bir ilişki kurmuştur; hem ona yaslanır hem de ondan kopmaya çalışır, hem onun temsil ettiği yığınlarla arasına bir mesafe sokmaya çalışır hem de o yığınların bilinç düzeyiyle kendi bilinç düzeyi arasında bir ortaklık kurmaya çalışır. Bu gerilim, bugün bile, kitlelerle ilişki kurmaya çalışan tiyatro yapma biçimlerinin temel gerilimlerinden biri, belki de en önemlisidir. Soru şudur; bilinci bana öncel ve tehlikeli bir güç merkezi tarafından belirlenmiş kitlelere hikâyemi nasıl anlatacağım? İletişimin temel düzeyde işlemesi için nelerle uzlaşmalı nelerden yüzümü çevirmeliyim? Ateşe atmak zorunda kalacağım değerlerle iktidar tarafından ateşe atılmış değerleri kurtarmak arasındaki o çelişki nasıl aşılır, ya da gerçekten aşılabilir mi?

Bu sorular sadece tiyatro için değil bütün bir sanat için kadim sorular. Aşağı yukarı tiyatro içinden üretim yapan her önemli yazar ve yönetmen tarafından da farklı biçimlerde cevaplanmışlar. Burada bu cevapların dökümünü yapmak mümkün değil. İktidarı aklımda tutarak tiyatroya başka bir soru sormak istiyorum ben, tam da şunu:

İktidarla hep netameli bir ilişkisi olduğunu bildiğimiz tiyatro, yine kendi ontolojisinde, iktidara direnebileceğimiz çatlaklar barındırır mı?    

Shakespeare “Dünya bir sahnedir,” dediğinde kast ettiği yukarıda hepimizi izleyen bir tanrı olduğu düşüncesiydi. Bizler, o Büyük Yönetmen’in izlediği geçici oyunculardık. Bugün ise bu cümle kendi tarihsel bağlamı dışında çok daha ürkütücü bir anlama geliyor; “Dünya bir sahnedir,” fakat insan dışında hiçbir metafizik odak tarafından izlenmez. Biz oyuncular, bu sahnede, var oluşumuzun çıplak ürkütücülüğüyle baş etmeye çalışırız. Ve dünyanın zeminini bir sahne olarak tasavvur ettiğimizde, tüm değerlerin, kimliklerin, anlatıların kısmileştiği, hadi adını koyalım “tarihselleştiği” bir gerçekliğin diliyle düşünmeye başladığımız o kopuş mekânına gireriz. Dünyanın gerçeği de, tıpkı sahnenin gerçeği gibi, yapılan, inşa edilen, tasarlanan bir gerçekliktir. Biz dünyada yaşayanlar dünyayı yapanlarızdır da. Oynamayı öğrendiğimiz bir yerdir dünya; vatandaş olmayı, evlat olmayı, arkadaş ya da öğrenci, sevgili veya eş olmayı oynamayı öğreniriz burada. Tekrar ve ikrar arasındaki ilişki de, oynadığımız rollerin rol değil de kendilik gibi göründüğü o ideolojik boşluğu açar.
Tiyatro gerek gündelik hayatla kurduğu konvansiyon ortaklıkları, gerek gerçek zaman ve mekâna bağlı bir sanat oluşu, gerekse insan varlığıyla Kısacası ciddi oyunların  özneleriyiz, öyle değilmişiz gibi davranmanın bir anlamı yok.    

Sahnede anlam üreten araçları çıplaklaştırıp bakışa açan, bunu yaparken gündelik hayatı da gizeminden arındıran Brecht kuşkusuz bunu biliyordu. Asıl teatralliği dilinin şiirselliğinde, meselelerinin görkeminde değil de kurduğu oyun içinde oyunlarda gizli olan, birçok oyununda oyuncuların oynadıkları karakterlere birer rol daha oynatarak teatral baş dönmeleri yaratan Shakespeare de öyle. Varoluşun koşullarıyla sahnenin fiziksel koşullarını eşitleyen Beckett, ya da maskeler, yani roller dışında bir gerçeklik olmadığını iddia eden Genet de öyle.             

İktidar kendi tarihselliğini kabul etmez; neredeyse her çeşidi metafizik bir tarih üstülük iddiasıyla çıkar tarih sahnesine. Kendi meşruiyetini kabul ettirebilmesinin, gücünü ve hakimiyetini daim kılabilmesinin en büyük koşulu budur. Bu yüzden de insanı hep belli bir merkezden tarif etmesi gerekir. Tiyatro iktidarın bu biçimi için araçsallaştırıldığında sahnede mutlaklaştırılmış bir temsil döngüsü başlar. İktidar için ideal insan modelleri üreten bu aygıt, teatral ontolojinin boşluklarını sürekli olarak doldurarak gündelik hayatı mümkün kılan o boşluğu da doldurur. “İnsan tam olarak şudur,” der bu aygıt bize— tebaadır, köledir, uysal vatandaştır, onurludur, emeğidir, şudur budur. Oysa kendi ontolojik boşluğu üzerinde sürekli olarak yeniden tanımlanan insan, bunların hepsidir ve hiçbiridir. En fazla kısmî bağlanmalardan, tarihsel yakınlaşmalardan, geçici adanmalardan bahsedebiliriz. 

Sahnenin sahne olduğu, ‘haliyle’ başka türlü de olabileceği bilincini bir biçimde yapısal olarak îma etmeyen her türlü teatral teşebbüs, sırtını bu gerçeğe döner işte. Sahnenin tanımlanıp sabitlenmeye doymuş kimlikleriyle gündelik hayatın doygun kimlikleri arasındaki bu geçişlilik, tiyatrosunun doğasını inkâr ederken, eş zamanlı olarak insanın varoluş koşuluna da ihanet eder.  Burası tam da tiyatronun iktidara yenildiği yerdir. Hayatın sözde gerçekliğine karşı tek kalemiz olan sanatı bu anda kaybederiz. Tiyatronun iyisi iktidarın arka bahçesinde oynarken şımarıklıklarına göz yumulan arsız çocuk rolüne gönül indirmez. İster faşist ya da muhafazakâr, isterse liberal ya da sosyalist olsun fark etmez, iktidarın her türlüsü sanat için ancak eleştirel bir parantez içinde var olabilir.  
Direneceğiz; hem sanat, hem hayat, hem de kendimiz için, başka yolu yok!  


    

“Reklam Arası”ndan Sonra Tiyatro (Leyla Burcu DÜNDAR)

Augusto Boal, bir klasik hâlini almış olan yapıtı Ezilenlerin Tiyatrosu’nda, insanların bütün eylemlerinin politik olduğunu ve tiyatronun da bu eylemlerden biri olduğunu söyler. Aksi takdirde ne Namık Kemal’in Mağusa sürgünü ne de iktidarın TÜSAK Kanun Tasarısı gerçek olurdu sanırım. Sanatın muhalif tavrı üzerine bugüne dek çok söz söylenmiştir. Tabii bunun aksi bir denklemi kurma çabaları da görülmemiş değildir. Buna yakın tarihli bir örnek olarak, “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” verilebilir. İktidar eliyle girişilen bu hamle, İngiliz romancı Mary Shelley’nin yarattığı meşhur Dr. Frankenstein karakterini akla getirir. Malum, romanda bir tıp öğrencisi olan Victor, ölümsüzlük hayaliyle giriştiği deneylerin sonucunda bir ucube yaratır. Romanın alt başlığı ise

“Modern Prometheus”tur ve tanrılık hayaline kapılanların uğrayacağı hezimeti imler.
Türk edebiyatına gelince, konuya ilginç bir örnek üzerinden yaklaşılabilir. Daha çok romancı kimliğiyle tanınan Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944), Tanzimat dönemindeki muazzam değişimlerin âdeta içine doğmuştur. Henüz 20’li yaşlarında, devrin en önemli isimlerinden Ahmet Mithat Efendi’yle tanışmış, hatta onun tarafından “evlad-ı manevi” addedilmiştir. Üstadının izinden giden Hüseyin Rahmi, halk için yazmış ve bu uğurda edebiyatı araçsallaştırmaktan çekinmemiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak, yazmaya başladığı dönemde etkin olan Servet-i Fünun akımına hiç yanaşmamış ve “mutavassıtin” diye adlandırılan bir ara dönemin temsilcisi olmuştur. Bu durumu bir dönemsizlik veya dönemine uyumsuzluk olarak düşünmek mümkündür. Nitekim Hüseyin Rahmi, 1908 gibi önemli bir tarihte tüm memuriyetlerinden ayrılarak kendini bütünüyle yazmaya vermiştir. 2.Meşrutiyet’in ilan edildiği bu tarihi takip eden dönemde Balkan Savaşı, 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi büyük hadiselerin yaşandığı düşünülürse, romancının hakikaten “bağımsız” bir çizgi izlediği anlaşılır. Eli kalem tutan hemen herkesin Millî Mücadele’ye destek vermek amacıyla yazdığı yıllarda, Hüseyin Rahmi’nin Toraman (1919), Son Arzu (1922), Tebessüm-i Elem (1923), Meyhanede Hanımlar (1924), Ben Deli miyim? (1925) gibi romanlar yazmayı tercih etmesi dikkat çekicidir. Zira o dönemde edebiyatçılar dört bir koldan yeni kurulan Cumhuriyet’in inşasında çalışmaktadırlar. Üstelik bu vazife, yazı masasından harp cephesine dek birçok mevkide ifa edilmektedir. Sulhün ardındansa dönemin pek çok aydınının görev yeri Meclis olurken, Hüseyin Rahmi’nin yolu buraya ancak 1936’da düşecektir.

Mizahla ördüğü yapıtlarında geleneksel anlatı biçimlerinden yararlanan Gürpınar, toplumsal eleştiriden de geri durmamıştır. Yazar, bu uğraşta mizahın kullanımına atfettiği önemi şöyle açıklar: “Ben her eserimde kari’lerimi, avamî şathiyyat arasında yüksek bir felsefeye doğru çekmeğe uğraştım!” Bu ifadeden anlaşıldığı üzere, mizah aslında okunurluğu sağlamak üzere işlev gösteren bir araç olarak algılanmıştır. Amaç ise gelenek görenekler ve batıl inançlara meyilli zihniyetin yerilip yerine Batı menşeli bir akılcılığın ikame edilmesi olarak belirmiştir. Berna Moran’ın vurguladığı üzere, Hüseyin Rahmi’nin “yüksek felsefe”si özellikle şu üç alanda kendini gösterir: Toplumsal adalet, kadın-erkek ilişkisi ve din. Bu yazıda ise, odağında kadın-erkek ilişkisi bulunan ve yapıtları içinde ayrıksı bir yerde duran bir metne değinilecektir.

Gürpınar, onlarca romanın yanısıra birkaç da oyun yazmış, ancak bunlardan yalnızca biri sahneye konmuştur. Muhsin Ertuğrul’un teşvikiyle yazıldığı söylenen Kadın Erkekleşince, 1932’de Darülbedayi’de oynanmış ve bu eserin “halk tiyatrosunun temelini attığı” yönünde yorumlar yapılmıştır. Ertesi yıl Milliyet gazetesinde tefrika edilecek olan oyun, İzmir’deki gösteriminde büyük bir infiale yol açmış ve bir daha da sahneye konmamıştır. Bunun altında yatansa, Cumhuriyet modernleşmesinin tasavvur ettiği kadın modelini açıkça eleştirdiği izlenimini doğurmuş olmasıdır.
Oyun, Mebrure Hanım ile Ali Tevfik Bey’in oğullarını merkezine alır. Geleneksel bir hayat tarzının savunucusu olan Mebrure Hanım, görücü usulü evlenen bir kuşağın temsilcisidir. Oğlu Ali Süreyya’nın zengin bir “kız” olan Memduha ile evlenmesinde ısrarcıdır. Ancak o, kendisiyle “yumruk yumruğa fikir çarpışmalarına girecek güçlü bir kadın” ile evlenmek arzusundadır. Nitekim Ali Süreyya, “zamane” neslinin temsilcisi olan Nebahat ile gizlice evlenir. Oyunda Mebrure Hanım’la gelini arasındaki çatışma şöyle açıklanır: “Geçen yüz yılın istibdat düşkünü kadın[ıy]la bu yüz yılın cumhuriyet düşüncesinden doğan yeni kadınlık çarpışıyor” (287). Bu çatışmaya rağmen Ali Süreyya ile Nebahat, aralarında eşitlik ilkesine dayanan bir evlilik anlaşması yapar ve tüm işleri bölüşürler. Ancak bu durum, yeni doğmuş bebeklerinin bakımını aksatarak ölümüne sebep olmalarıyla sonuçlanır. Aslına bakılırsa, bebeğin ölümü aynı zamanda yeni düzenin de vakitsiz ölümünü ilan eder. Kısacası, oyunda kadınların erkeklerle büsbütün eşit olma sevdasına kapılmalarının yanlışlığı ve bunun yol açacağı sorunlar işlenir. Hüseyin Rahmi, eserlerine sinmiş olan o “yüksek felsefe”yi nedense bu yapıtından esirgemiş gibidir. Gerçi oyunun sonunda Nebahat, içinde yaşadığı yüzyıl kadını erkekleştirirken, erkeğin de kadınlaşması gerektiğini söyler ve şöyle devam eder: “Artık erkeğin ev içindeki şahane sahipliğine son verilecek. Yumruğunuzu kadının burnuna dayayarak siz bu üstünlüğe gelenekçe malik olmuştunuz. Bugünkü kadın da yumruğunuza karşılık yumruk sallayabiliyor” (301). Bu görüşü dillendiren kadın karakter, cesur olmasına cesurdur; ancak bu cesaretin sonuçları vahim olur. Erken Cumhuriyet döneminde inşa edilen kadın yurttaş tasarımının “analık” vasfıyla çelişen bu son yüzünden, ne Kadın Erkekleşince bir daha sahnelerle buluşur ne de yazarı oyun türünde sebatkâr olur.

Söz konusu oyun bugün, “reklam arası”ndan sonra, sahnelense nasıl alımlanacağı sorusuna gelince... “Yeni Türkiye”de, toplumsal cinsiyet rollerini sorgularken netice itibariyle eşitliğin “fazlası”nın varacağı kötü sonu resmeden Hüseyin Rahmi’nin bu oyununun itibar görmesi kuvvetle muhtemeldir. Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre her yıl biraz daha gerileyen memlekette, eşitliğin zaten esamesinin okunmadığı yadsınamaz bir gerçektir. Bugün kadınların, yaşaması da doğurması da ölmesi de erkek/devlet eliyle ve şiddetiyle belirlenmektedir. Dolayısıyla, oyuna 1930’larda İzmir’de gösterilen tepkiden kaç fersah uzakta olunduğu, yanıtı “uçurum”da kaybolan bir diğer sorudur.

SEVDA PEŞİNDE-KADIN ERKEKLEŞİNCE, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Özgür Yayınları, 2006. 

Doğar Ölür, Yeniden Doğar… (Derya KARAHAN)

Tiyatro nedir tartışmalarının üzerinden çok geçti. “İnsanı insana insanla” geyikleri, kendi düzeni içerisinde dokunulmaz olanın tartışılmaz zemininde ele alındı çoğu zaman. Mesele ‘toplumun çok ötesinde’ ile ‘toplumun aynası’ arasında bir ikilemde sıkışan tartışmalarda da boğuluyor arada. Zaman zaman da para mevzuu olduğunda, Devlet ve tiyatro ilişkisi devreye girerek var olan kutuplaşmada herkesin kendi mezhebince argümanlarını sıraladığı süreçler yaşanıyor. Ama tartışmalar hemen sönümleniyor. Bu gibi kör kuyularda merdivensiz kalma hallerinde, konuya biraz mesafeli yaklaşmak, biraz başa dönmek, belki de yeniden başlamak her zaman daha keyifli ve ufuk açıcı olabilir.

Yıllarca kullandığımız argümanların gökten inmediğini ya da onların zamanla değişmiş olabileceği ihtimalini, kuramların birbirleriyle ilişkisinin her zaman tahayyül ettiğimiz kadar keskin olmadığı ve birbirlerinin içerisinde belli ihtiyaçlardan belli alanlara evrildiği fikrini, her zaman için insanın merkezde olduğu bir vurguyla aklımızın bir köşesinde taşımalıyız.

Son yıllarda tiyatro kitaplarıyla da hayatımıza giren yeni bir yayınevi olarak Habitus Kitap’ın, ‘yeni başlayanlar için’ dizisinden çıkardığı Tiyatro Tarihi işte bu ufku genişletecek bir merdiven niyetine kronolojik, ama aynı zamanda gerek oyunları, yönetmenleri, gerekse grupları, akımları ‘zoom’layarak derinleştirdiği bir kitap yayınladı: Yeni Başlayanlar İçin Tiyatro Tarihi (aynı dizinin Brecht için ve Beckett için olanları da var –tavsiye edilir). Kitap raflarında onca kitabın arasından gözden kaçmış olabilir, ancak hem resimli hem de açıklayıcı bilgileriyle göründüğünün ötesinde ‘yeni başlayanları’ aşan bir kurgu söz konusu. Özellikle de bir tarih kitabı olarak bir izlek önermesi, kuramların birbirleriyle ve zamanla geçişliliğini göstermesi açısından önemli.

Burada dikkat çekmek isteğimiz konu tiyatronun tarihini aktarırken köşeli anlatımların ötesinde etki tepki, akımların ortaya çıkışı gibi, aslında tiyatronun gündelik hayatın, toplumun, bireyin ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, gelişmesi, evrilmesi, dönüşmesinin yanı sıra; oyunculuk yöntemleri, laboratuvar tiyatrosu, savaşlar, sokak hareketleri, ajitasyon, propaganda, deneysellik vs derken, tiyatronun bütünsel olarak tarihsel süreçteki karşılıklarını da görmemiz. İşte o zaman mesenle sponsor, tanrı ile kral arasındaki bağı kurar, devletle vatandaş arasındaki tartışmada bir yön tayin edebiliriz. Bu anlamıyla Antik Yunan’daki Zincire Vurulmuş Prometeus’tan Jarry’nin Zincire Vurulmuş Übü’süne görünmez bir bağ vardır. Tıpkı Euripides’ten günümüz performans tiyatrolarına, Shakespeare’den Brook’a, Brecht’ten Boal’e olduğu gibi… Shakespeare’in krallarının birbiri ardına ölümüyle birlikte yankılanan “Kral Öldü, Yaşasın Yeni Kral” sloganı, bu sürekliliğin ve güncel hayatın bir replikası değilse nedir? Kim kişisel hırsların toplumsal olandan azade olduğunu söyleyebilir? Tek başına bir kötülük mümkün müdür acaba? Hamlet’in boyun eğmekle isyanı arasındaki ikilemi bugünün modern insanının ikilemlerinden ne kadar farklı acaba. Ölümle yaşam arasındaki mücadele bugün kadının kendi kimliğinin bir parçasıysa eğer Medea’nın çığlığı kime çarpar? Ya da hala Godot bekleyen yok mu acaba?

İktidarın her daim sorgulanması ve aynı sertlikteki kahkahalarla alaya alınması iktidar sahibinin korkusunu oluşturuyorsa, tiyatro hâlâ bir aura dışında toplumsal olana temas ediyor demektir. Ne kadar form ve üslup değiştirirse değiştirsin, krala övgü bile bir kahkaha nesnesi olarak doğar bir yerlerde… Hareketin hiç de saf olmadığının bilincinde olarak; bir sanat olmanın ötesinde ‘tiyatro’ yaşar.

Boal’in toplumun göbeğindeki bir politik özne yaratma arzusu bir tiyatronun ötesinde bir tartışma forumu gibidir. Ne katılımcı katıldığını bilir ne de sahne bilinir; ne başrol ne de replik vardır. Tiyatro artık görünmez olur, toplumun içinde çözüm üreten, katılımcı bir sürece dönüşür.
Hayat dönüşür, tiyatro da; hayat direnir tiyatro da, insanlar varsa tiyatro da…  Yeni başlamak, yeniden başlamak her zaman iyidir; yeniler, kendisi yenilenir. Absürd kadar gerçekçi, Brecht kadar masalsı bazen…

Biz de bize yeniden başlamamız için fırsat imkânı sunan kitabın finaliyle kapayalım, Eugenio Barba’nın dediği gibi: “Buz dağının kütlesini oluşturan münzevi bireyler, henüz bilinmeyen tiyatrolar ve anonim gruplar, kaçınılmaz olanı çizmek için ellerindeki küçük aletlerini –mesleklerini- aralıksız bilerler.”

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TİYATRO TARİHİ, Nerio Tello , Alejandro Ravassi, Çeviri: Deniz Eyüce, Habitus Kitap, 2012.

“Teatral” Bir İnadın Serüveni (Duygu ÇELİK)

• Siz ne iş yapıyorsunuz?
• Tiyatrocuyum.
• Burda Kürtçe Hamlet oynuyor biliyor musunuz?

Tabii ki biliyordum. Aralık 2012. Yolum Amed’e düşmüş. Havaalanından Dağkapı’ya giderken minibüs şoförünün “Kürtçe Hamlet” gururuna şahit oluyorum. Oyunu seyretmemiş daha; ama önemli buluyor Hamlet’in Kürtçe oynanmasını. Biliyorum ki; şoförün umrunda değil Hamlet’in eylemsiz eylemsiz tiyatro sahasında salınması. O, oyun boyunca bir türlü harekete geçemeyen Hamlet’in Kürtçe konuşmasından pay çıkarıyor bölgede yıllarca süren eylem hallerine. Sahnede Kürtçe konuşmak bir eylemdir Hamlet’in eylemsiz bedeninde, önemsiyoruz minibüs şoförüyle. Önemseme konusunda yalnız değiliz diye düşünüyorum. Şimdi isim verip rencide etmek istemiyorum. Geçmiş ama izi kalmış bir zamanda, “İsmi lazım değiller” toplanmışlar ve Kürtçe’yi o kadar çok önemsemişler ki yok saydıkları bu dili yasaklamışlar. Bunlar hep çok önemsemekten işte (!). Aragon abimiz boşuna dememiş,  “...ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi”. Çok kırmışlar, kızdırmışlar,...öldürmüşler. Ve ölenlerin hiçbirinin hayaleti görünmemiş ortalıkta, derseniz Hamlet’te hayalet var, o bir oyun sonuçta.  Ama “Kürtçe Hamlet” sadece bir oyun değil aslında. Varolma biçiminin “teatral” inadı. Bu inadın serüvenini ben anlatmayayım, anlatan çok önemli bir çalışmayı tanıtayım izninizle, dilim döndüğünce;

“Şanoya li Jêrzemînê“ (Yeraltındaki Tiyatro): 1991-2013 yılları arasında Türkiye’de oynanan Kürt Tiyatrosu afişlerinin derlendiği bu önemli çalışma, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları tarafından 2014 yılında basıldı. Bu önemli çalışmanın başındaki isim, Destar Tiyatro’nun kurucularından olan Mîrza Metîn. 2012’de 1. Amed Tiyatro Festivali kapsamında tiyatro afişleri sergisinin açılmasından sonra bu projenin kitaplaştırılması gündeme geliyor. Mîrza Metîn, MKM (Mezopotamya Kültür Merkezi) bünyesinde çıkarılan Jiyana Rewşen dergisinin arşivinin 50 liraya kağıtçıya satılmasının kendisine hissettirdiği kızgınlıktan, acıdan güç alıyor ve Kürt tiyatrosu tarihinin Türkiye’deki belleğinin tozunu bu önemli derlemesiyle bir nebze almış oluyor. İçeriğinde 29 tiyatro grubu, 1 dans grubu, 104 oyun, 111 afiş ve 1 afiş eskizi bulunan çalışmada dikkat çeken bir nokta oyun künyelerinde bazı insanların soyisimlerinin olmaması. Metîn, bunun sebebini “Kürtçe” tiyatro yapmaktan kaynaklı olarak kod isim kullanılması ya da hiç soyisim kullanılmamasına, diğer yandan sadece hafızaya dayanarak yazılan künyelerde soyisimlerinin hatırlanmamasına bağlıyor. Çalışmanın bir dikkat çekici yönü de; oyun özetlerinden anlaşılacağı üzere; Kürt tiyatrosunun, Kürtlerin yaşadıkları sorunlardan kopuk olmadığını kanıtlar nitelikte olması. Bir anlamda; tiyatro yapma motivasyonunu Kürt olmaktan alan bir anlayışın serüvenine tanıklık ediyoruz. Gruplar hakkında bilgiler, grupların oynadığı oyunlar ve oyun özetleri, oyun künyesi gibi bilgilerin toplandığı kitabın içindeki afişler de serüvenin karanlık seyrine eşlik edecek şekilde sergileniyor. İktidarın tahakkümcü sesini duyduğumuz dönemden birileri sesleniyor bu kitabın içinden. 1991’den 2013’e,... Evdirrehîm Rehmî  Hekarî’ye, Celadet Ali Bedirhan’a, Musa Anter’e, 1990’dan sonra gerilla saflarına katılan tiyatroculara ve nicelerine selam gönderiyor, bu kitap. Kürt tiyatrosu deneyiminin 20 yılına şahitlik etmeye çağırıyor. Metîn, bu kitabı, yıllarca yok sayılmış, yasaklanmış bir dilin yurdunu tiyatro mekanında arayanlara ithaf ediyor;

Ji bo bîranîna,
kesên xwe ji xweliya xwe xuliquandine...
kesên li jêrzemîn û li jozermînê ne…
kesên xeyalên xwe kirine şirîkên azadiyê…
û  kesên ku bi laş û  deng û bêjen xwe agirê şanoya li jêrzemînê gur kirine…
*
Kendini kendinden doğuranlara…
Yeraltındakilere ve yeryüzündekilere…
Hayallerini özgürlükle birleştirenlere…
Bedenleri, sesleri ve sözleriyle yeraltındaki tiyatroyu büyütenlere...

Kürt tiyatrosunun perdesini iktidar kapatmış yıllarca. “Oyun bitti, dağılın!” demiş, gözaltına almış oyuncuları; ama oyun hiç bitmemiş. Kürt inadı! En sevdiğim. Bizim de selamımız inadına Kürtçe tiyatro yapmışlara, yapanlara olsun. İnadınız daim olsun, umarım ki; yeraltından gelen sesleri bir gün herkes duysun.

ŞANOYA Lİ JÊRZEMÎNÊ (YERALTINDAKİ TİYATRO), Mîrza Metîn, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 2014.

Yaşasın Halkların Hiciv Kardeşliği (Selcan ÖZGÜR)

Komedya, Atina'nın Altın Çağı’nın (MÖ 480-430) ürünüdür. MÖ VI. yüzyılda tarıma bağlı küçük bir toplum, Peisistratös'un ve Solon'un Atinası; MÖ V. yüzyılda Perslere karşı kazanılan muharebenin ardından büyük bir ticari güce ulaşmış, aristokrasi yerini demokrasiye bırakmıştı. MÖ V. yüzyılın Atinası büyük bir sanat ve tarım merkezi olmuştu. Toplumu ilgilendiren hemen her konuya ilgi duyan, yaşamın içindeki her gündeme dair duyarlılığı gelişmiş bir toplumdu bu. Sanattan siyasete, spordan dine, cinsellikten felsefeye ve bilime her konuda sürekli teati ortamı vardı. Ama bu yüzyılları okurken aklımızda tutmamız gereken belki de en önemli şey  “birey” olmaktan çok “yurttaş” olma fikriydi. İşte tam da bu dönemde,  tarihsel olarak “yüce” tragedyanın üzerine bir söz söylendi: Komedya. Bu dönem, evreleri bakımından Eski Komedya olarak anılır. (Ardından, “Orta” ve “Yeni” Komedyayla günümüze uzanıyor komedyanın serüveni.)

Zaman ilerlemeye devam ederken yıllar ve yüzyıllar da geçmeye devam eder. Peloponez Savaşı gelip çatmış, “barış pazarlığı” çoktan başlamıştı. Zor günler yaşanıyordu. Atina demokrasisinin gerilemeye başladığı ve çürümenin yayıldığı bu dönemi yalnızca içinde yaşamış ve aktarma fırsatı bulmuş büyük ozan Aristophanes'in günümüze ulaşabilen komedyaları, yani Lysistrata (Kadınlar Savaşı), Barış, Sipahiler, Kömürcüler, Bulutlar, Eşek Arıları, Kuşlar, Kadınlar Şenliğinde, Kurbağalar, Kadınlar Meclisi ve Servet Tanrısı Plutos aracılığıyla biliyoruz.

Pek çoğunun hikâyesini bilmeseniz de yabancılık çekmeyeceğinize emin olabilirsiniz, çünkü tiyatrolarda oynanmaktan yorulan, filmlere konu olmaktan bıkan ve hâlâ toplum için belki de “aynı” şeyleri ihtiva eden komedyaların, bu kadar alıntılanmakta şüphesiz ki ne bir suçu, ne de sorumluluğu var. Tarihte egemenlerin sığ algı ve gestus tekerrürü karşısında komedyanın bile çaresiz kaldığı zamanlar olageldi maalesef. (Bkz. cihanda Charlie Hebdo katliamı, Misak-ı Milli’de işini yaptığı için dava açılan onca karikatürist.)

İşte aşağı yukarı yüzyıllardır devam eden tüm bu sıkıcı tekrar içerisinde yıl 1981’i vurduğunda aradan yüzyıllar geçmiş, dünya fırfır olup dönmüş, yasalar ve şehirler yapılıp yıkılmış, devletler filan kurulup dağıtılmış, yeni savaşlar mavaşlar olmuştu. Bunları gören iki Yunan kafadar Tasos ve Yorgos da, bahsi geçen Aristophanes Komedyaları’nı çizgiromana uyarlayarak yeniden üretmeye böyle karar vermiş olmalıydılar…

Yapısal çelişki, doğa ve meseleleri bugünün ayna aksi olan politikanın, binaltıyüzküsür yıl önceki hicvedilişini güncele uyarlama gibi zor bir işin altından –doğru ve ince bir zekâyla– o kadar iyi kalkmışlar ki, bugün Türkiye’de istos yayın sayesinde Türkçede de okuyabileceğimiz bu nadir ve incelikli çizgi roman serisi çıkmış.

Bağımsız bir yayınevi olan istos, yaklaşık elli yıllık bir kesintinin ardından İstanbul Rum Yayıncılığı’nın genç çocuğu olarak 2011’de dünyaya gelmiş yeni bir yayınevi. Rumların ve şehrin tarihi, kültürü ve hayatına dair çalışmalara bir katkı koymak, on yıllarca kesintiye uğramış bir yayın geleneğini canlandırmak ve 'nostalji'yle yetinmemek muratları.

istos yayın; “Aristophanes Komedyalarının modern bir biçimle yeniden sergilenişine imkân veren ve yazarın bin yılları aşan öngörüsünü ifade edecek biçimde çağdaş göndermelere alan açan çizgi roman versiyonları” olarak adlandırdığı bu dizinin yukarıda isimleri sıralı, tüm komedyalarını bizlerle buluşturmaya hazırlanıyor. Halihazırda ise, seriden çıkan ilk iki çizgiroman olan Lysistrata ve Barış’ı ilgili raflarda görmek ve edinmek mümkün. Metin-Uyarlama için Tasos Apostolidis, Çizimler için Yorgos Akokalidis, Türkçe Söyleyen Berivan Bazencir ve Yayıma hazırlayan Seçkin Erdi’ye teşekkürler…

Peloponez Savaşı devam ederken… ya da “Süreç Hewal…”


İstos’un anlatımıyla… Lysistrata, Aristophanes’in MÖ 411 yılında Atina sahnelerinde oynanan üçüncü oyunuydu; Peloponez Savaşı’nı hemen durdurup anlaşmaları için Yunanlara bir çağrı yapıyordu. Az sayıda sağduyulu insan durumu bütün yönleriyle görüp barıştan bahsediyordu. Fakat savaş yanlıları daha güçlüydü, dış tehdit lafzını ağızlarına sakız edip aslında savaşın tozu dumanı içinde iktidar ve para peşinde koşuyorlardı...

Aradan 11 yıl geçti. Savaş bitmedi, Barış mücadelesi de elbette: “MÖ 422 Sonbaharıydı ve Peloponez Savaşı 10 yıldır devam ediyordu! İki rakip artık dirençlerinin son demlerine gelmişlerdi. Savaş âşığı iki komutan, Kleon ve Brasidas’in öldürüldüğü Amphipolis Savaşı’ndan hemen sonra müzakereler için çalışmalara başlandı. Aristophanes’in “Barış” arzusu, Büyük Dionysos Şenliği’nde sahneye konacak olan aynı isimli eserinde ifadesini buluyordu. Aristophanes bu eserinde savaşın nedenleriyle ilgili derinlemesine bir analiz yapıyor ve tarihin her döneminde aynı olan suçluların maskelerini düşürüyor…”  

Acaba Aristophanes gelip geçen savaş dolu yıllar içinde kaç kez yeise düşmüş, toplumun yaşadığı sefalet, akamete uğrayan barış girişimleri karşısında kalemini bırakmayı, sahneyi kapatmayı düşünmüştür. Ama bırakmadı, komedyalar sergilenmeye devam etti. Eserleri bir yandan da daha önce tamamen sulu şakalar ve aşağılama üzerine kurulu komedyaya, yepyeni toplumsal bir boyut kazandırdı. Kendisine kulak verelim, Barış 35 ve 36. sayfalarda halka sesleniyor kendisi:





Elbette komedyanın orijinalinde böyle bir tirat yok. Ancak işte mevzubahis uyarlamanın gücü de burada. Aristophanes komedyasına döneminde konu olan gerçek siyasetçiler, felsefeciler, yargıçlar, toplumun önde gelenleri ve para babaları ve izleyen herkesin anlayabileceği gündelik hayattan göndermeleri bağlamına sadık kalarak günümüze taşıması. Metin ve oyun aktıkça, karşımıza çok tanıdık sloganlar, olaylar, sözler, haller, yalanlar ve şarkılar çıkıyor!

 


“Üşüyoruz Promete reyiz”

Bu kadar Antik Yunan konuşmuşken meşhur ateşi çalma faslıyla kapatalım oyunumuzu. Âlemimizin sevdiği bir mitolojik hikâyedir tanrılardan çalınan ateş meselesi. Lakin unutmamak gerekir ki ateşi çalan ve insana bahşeden de başka bir tanrı, Olympos’un iktidar mücadelesi içindeki Promete’dir. Aristophanes Komedyaları bize binyılların içinden insanı ve insan olmayı hatırlatıyor. Kendi ateşini kendisi yakacak, kurtarıcılardan medet ummayacak, kaderi ellerinde olan insanı!


LYSİSTRATA-Aristophanes Komedyaları-1, Metin Uyarlama: Tasos Apostolidis, Çizen: Yorgos Akokalidis, Çeviri: Berivan Bazencir, İstos Yayınevi, 2014.

BARIŞ-Aristophanes Komedyaları-2, Metin Uyarlama: Tasos Apostolidis, Çizen: Yorgos Akokalidis, Çeviri: Berivan Bazencir, İstos Yayınevi, 2014.

Gülen ve Ağlayandan Öteye Geçer “Maske” (Fatma ONAT)

İndirildiği vakit koca bir hakikati ortaya çıkaracak kadar güçlü bir örtü olarak da vardır maske. Gerçeğe hükmetmenin sembolüdür bir yanıyla. Gündelik takınılanla sahne üzerinde kullanılanın niyetleri ayrışsa da, vardıkları, hakikati gölgelemekle, gizlemekle ilişkili bir yerdir çoğu zaman. İktidarını sonsuz kılmak isteyen bu sembol, tiyatroda farklı türlü bir temsiliyete dönüşür. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü tarafından 2013 yılında gerçekleşen “Uluslararası Disiplinlerarası Tiyatro Buluşması: ‘Maske’ Sempozyumu” kavramın anlamını büyüten önemli bir akademik etkinlik olarak geçti kayıtlara. Birçok akademisyenin farklı başlıklarla katkı sağladığı etkinliğin ana konuşmacısı Heiner Goebbels’di. O sempozyumdaki bildirilerden oluşan içeriğe sahip bir kitap çıktı geçtiğimiz aylarda: “Maske Kitabı”

Beş bölümden oluşuyor kitap. Sunuşun ardından “Maskenin Etimolojisi” ile açılıyor. Oğuz Arıcı, bir varolma temsiliyeti olarak ele alıyor maskeyi. Batı düşünce geleneğinin bu sembolü “hakikati gizleyen bir metafor” olarak değerlendirmesinden, Platon’dan bu yana sanatın bilgiyle olan tartışmasına uzanıyor. “Oyuncunun sahneye çıkma eyleminin ya da genel anlamıyla maske takmasının hakikatle ilgisi nedir?” makalenin önemli sorusu. Beliz Güçbilmez ve Bedia Demiriş’in dahil olduğu bu ilk bölüm, sözcüğün günümüze dek geçirdiği süreçleri sözcüğü odağa alarak sorunsallaştırıyor.

Kitabın “Oyuncu ve Maske” başlığı taşıyan ikinci bölümü biraz daha türsel ve performansa dayalı bir yerden ele alıyor kavramı. Antik Yunan Tiyatrosu ve Commedia dell’Arte’de oyuncunun maske ile kurduğu ilişki üzerinde duruluyor. Duygu Çelik, Çin Pekin Operası’nda maskenin işlevini anlatıyor. Kerem Karaboğa, modern oyunculuk yöntemlerinde maskenin yeniden keşfi üzerinde duruyor. Bu keşfin, oyuncunun yaratıcılığına yapacağı katkıları da ele alarak bir değerlendirme yapıyor.
“Edebiyat ve Maske” adlı üçüncü başlıkta Samuel Beckett, Nikos Kazancakis, Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Muhip Dıranas’ın eserlerinde maskenin işlenişine dair sunumlar var. Bu bölümün dikkat çeken bir makalesi de Yavuz Pekman’ın Osmanlı’dan günümüze tiyatro edebiyatındaki kimlik sorununu maske üzerinden değerlendirmesi.

Dördüncü bölüm küresel sorunlarla ilişkili bir yerden kurulmuş bir başlık. “Kültürel Kimlik ve Maske”, göç olgusunun, mülteci sorunlarının, küreselleşme karşıtı protestoların da dahil edildiği, çoğu zaman zorunlu bir kimlik inşasının hangi “gerçek”i ya da “sahte”yi görünür kıldığına dair bir değerlendirme. Öyle ki, bir protesto eyleminde kullanılan maskenin hükmetmeye çalışana karşı bir “direniş”e, direnişi baltalamaya çalışana karşı bazen bir kalkana dönüşmesi de söz konusu. Bu bölümde Hasibe Kalkan Kocabay ve Erol İpekli “göç” teması olan oyunlardan hareketle “benliği gizleyen maskeler”e dair de bir değerlendirmeye giriyorlar.

Gündeliğin neredeyse hakikate dönüştürdüğü, ataerkil söylemin güçlendirdiği maskeleri indirmenin vaktinin geldiğini hatırlatan makaleler var son bölümde. “Toplumsal Cinsiyet ve Maske”, erkek egemen söylemin ürettiği cinsiyetçi önyargıları feminist kuramın gücüyle açığa çıkarıyor. Kadın ve erkeklerin cinselliklerini maskeler ardında saklamaları bu bölümün sorunsalı. Fakiye Özsoysal bu sonunsalı, İstanbul’da yerleşik feminist tiyatroların üretimleri üzerinden ele alıyor. Feminist bir bakış oluşturmaya çalışan bu toplulukların deneyimlerine eleştirel bir bakış atıyor. Çağımızın önemli tiyatro insanlarından biri olan, sempozyumun ana konuşmacısı Goebbels’in makalesi de çeviri metinlerden biri olarak kitabın son bölümünde okunmak için bekliyor.

Makaleler okundukça tiyatronun en önemli araçlarından birinin sanat içindeki anlamı kadar, sanat dışına taşan anlamının da çerçevesinin genişliğine ve yoğunluğuna hayret etmek mümkün. Sahne üzerinde özellikle gülen ve ağlayan ikizleriyle sembolize edilen maskenin, oyuncu bedenindeki ve toplumsalın içindeki kudretini görmek birbiriyle çatışan yorumlara götürüyor insanı. Bu kudret kimileyin gerçeği örten aldatıcı bir iktidara, bazı bazı da hakikati açığa çıkaran bir sembole dönüşüyor. Kullanıcısı, taktığı maskenin kılığına benliğini de bürüyebiliyor bazen. Marifet, hakikatle aldatma arasında sıkışırken yeni bir varoluş sergileyerek maskenin iki karşıt anlam arasına sıkıştırılmayacak güçte olduğunu gösterebilmekte. Sahnede de, hayatın içinde de.

MASKE KİTABI, Kerem Karaboğa, Oğuz Arıcı, Habitus Kitap, 2014.