Tuhaflık (Melike UZUN)


Bergen benim için yüzünün yarısını saçıyla kapatan ve alnını kurdeleyle bandajlayan tuhaf bir kadındı. Yüzüne atılan kezzabın izlerini kakülüyle ve alnından uzanan sarı kurdeleyle kapatmaya çalışan bu kadın beni ne ilgilendirirdi ki? “Ben acılar kadınıyım” diye bağıran Bergen’le nasıl bir duygudaşlığım olabilirdi? Şimdi sözünü edeceğim kitabın adını duyduğumda bunlar geldi aklıma. Sonra belleğimde bir sahne belirdi.  Battaniyelere sararak yok etmeye çalıştığımız ama kötü kokuyu engelleyemediğimiz cesetler gibi donmuş bir sahne.

Mustafa Hakkında Her Şey’deki Mustafa’nın geçmişini inkarındaki o korkutucu takıntıdan mustarip olduğumu fark ettim. İlkokul günlerimin yaz tatillerinden birinde kuzenimin çok güzel söylüyor diyerek, bir kaset getirişi ve benden yedi yaş büyük kardeşimle teybe yerleştirdikleri bu kasedi defalarca çevirerek, mutsuz fısıldaşmalarla, annemin söylenmeleri arasında dinlemeleri. Bergen’in sesi babam eve gelince susardı ancak. Evlerin çoğu gibi mutsuzluk hakimdi ortama ve mutsuzluğun nedeni bu kadındı sanki. Sanırım bu yüzdendi Bergen ve arabeskten uzak durmam, takıntılı bir inkar çabası. Ta ki “Ben, Kendim ve Bergen”i okuyana dek sürdü bu çaba. Çünkü, öykünün Bergen’le oturup sabahtan akşama televizyon izleyen kahramanı ben olabilirdim. Bu iki kadın birbirinden çok farklı olsalar da, kurdukları cümlelere görünüşte aşina olmasalar da,  tatlı tatlı atışsalar da aynı dili konuşuyorlar.  Bu dil, “Havva’nın lanetli mirasını taşıyan”ların dili, bu mirasla yüzünün yarısını kaybetmiş, buna karşın iki gözüyle görmeyi sürdürebilenlerin dili. Durmadan Bergen’in cümlelerindeki yanlışları düzelten, Furuğ’dan dizeler okuyan, çokbilmiş kitaplardan edindiği cümlelerle konuşan sıkıcı “uzman” ben olabilirdim elbette. Bu öyküyü okuyunca anladım: Ne kadar benziyormuş birbirimize.  “Acıların kadınıyım” diye bağırmasam da  ne kadar benziyormuş yaralarımız. O akşam, öykünün kahramanlarından biri olup onunla televizyon izlerken anladım bunu.  “Üstün”lüklerim onun yaşadıklarına benzer şeyler yaşamamı engelleyememişti. Onu tanıdıktan sonra anladım ki tüm kadınlar, ben de dahil, bu erkek dünyanın tuhaflarıydık.

Bergen yirmi sekiz yaşındaydı öykü zamanında. Kocasının onu hala sevdiğine inanıyordu. “Aşk işte böyle bir şey, sihirli bir perde ile kapatıyor aklın gözlerini, hep sahte bir umut yeşertiyor yürekte, kolayca kanabilesin diye.” dese de aşka inanıyordu hala. Bir yıl sonra tekrar çalışmaya, şarkı söylemeye başladı. Yirmi dokuz yaşındaydı. Eski kocası kurşunlayarak öldürdü onu. İşte bunu öğrendiğim zaman şundan daha da emin oldum: Başka bir dünya hayali kurmalı. Bu hayal için okumalı,  bu hayalle bakmalı dünyaya, daha çok üzülüp ağlasak da daha çok sevebiliriz o zaman, çelişkili görünse de daha çok mutlu olabiliriz.

“Ben, Kendim ve Bergen” Ayşe Başak Kaban’ın yazdığı Ayizi tarafından basılan öykü kitabı.  İlk öykü “Ben Kendim ve Bergen”de olduğu gibi öteki öykülerin çoğunda başka dünyanın hayalini kuran, çok üzülen, çok mutlu olan kadınların; o kadınların babalarının, annelerinin, dedelerinin, anneannelerinin öyküsü anlatılıyor.
İkinci öykü “Kırmızısaçlıperi” öldürülen travesti kadın Peri’nin ardından yapılan tanıklıklardan oluşuyor. Tanıkların her biri kendi algısından anlatıyor onu. Peri’nin ev arkadaşının sözleri “kadını tanıyordum” diye başlarken anne “travestiyi tanıyordum” der. Anne bile evladını anlatırken toplumun dilini benimsemişse gerisini varın siz düşünün, demek ister gibidir yazar. “Bizim buralarda eşek sikenin değil, kızı kaçanın namusu yoktur.”diyen Peri’yi yalancı çıkarmamıştır toplum. Annesi, öldürülen evladının ardından şunları söyler: “Hep şükrettim Allah’a; iyi ki sapasağlam iki erkek doğurmuşum Sabri’den (Peri, anne için Sabri’dir) önce. Yoksa onun öyle olması benim kabahatim sayılacaktı, ya Allah büyük işte…”

2012 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülünde birinciliği alan “Garnik ile Şaşik” öyküsünün ekseni, ölümle karşılaşma gibi görünse de gurbeti anlatır yazar.  Annenin durmadan ağlamasının, Şaşik dedenin ağzında on tane altın diş ile Ermenistan’dan Türkiye’ye göçmesinin ve öldüğünde torunu Garnik’e bunlardan üçünü miras bırakabilmesinin anlatısı. Garnik o üç altın dişle ne yapar dersiniz? Asıl öykü  burdadır işte!
Dayımın Kemikleri’nde “Galatasaray’ın önünde taş kesilen” anneannenin sabrı anlatılır. “Kemiklere tutunması gereken” anneannenin hüznü “taş” metaforunun yaydığı katılıkta yok olur.

Karşıdaki insanda “aşk”ı başlatan küçücük bir mimik sonradan yıkıcı bir etkiye dönüşebilir. Farkında olmadan yıkıma aşık olmuş, yıkımı yüceltmişizdir aslında. “Kıvrım” da böyledir işte. Bir dudak kıvrımı…
“Kırmızı Pabuçlar” da ödüllü bir öykü, Gila Kohen öykü yarışmasında ikincilik almış. Bayram belki de bazıları için çağrıştırdığının tam tersi bir anlam ifade eder. Hatta çoğu insan için öyledir, ama bunu ya durup düşünmezler, ya da düşündüklerini belli etmezler. Zaten “ne çok konuşup ne az düşünüyoruz” öyle değil mi?
Biz kadınlar, kezzapla ya da hizaya getirmek için atılan her adımla yüzü yok edilenler, Ermeniler, kaybolan kocasının  yaşadığına inanlar, kocasını öldürenler, babanın reddettiği zihinsel engelli çocuğunu çok sevenler, oğlunu kaybedip kemiklerini özlemle bekleyenler, babasız büyüyüp evlatsız yaşayan  erkekler, tüm bunlara inat düş görenler, dünyanın tuhaflarıyız. Kimbilir belki bir gün herkes tuhaf olacaktır ya da hiç tuhaf kalmayacaktır. Değil mi ki böyle öyküler yazılıyor, okunuyor, umut hep olacaktır, yanı başımızda.

BEN, KENDİM VE BERGEN, Ayşe Başak Kaban, Ayizi Kitap, 2012.

Bölünmüş Ülke’nin Ses ve Öfke’si (Nurçin İLERİ)


Amerikalı yazar William Faulkner, roman ve öykülerinin gerçekleştiği bir ülke yaratır: Yoknopatawpha. Bölünmüş ülke anlamına gelen Yoknopatawpha iç savaşı anlatmak için kurgulanmış imgesel bir ülke değildir sadece, şiirsel bir haritasını da çizer Faulkner bu ülkenin. Temalar ve karakterler anlatıların sınırları arasında seyahat ederler. Ancak iç savaşın izlerinin ve kurgu bir ülkenin varlığı sizi yanıltmasın. Belli bir zaman ve mekândan bahsediyormuş gibi görünse de anlattığı hikâyeler zamansız ve mekânsız evrensel hikâyelerdir Faulkner’ın. Bu yüzden kendisinden sonra gelecek farklı coğrafyalardan iki önemli yazarı, Gabriel Garcia Marquez ve Yaşar Kemal’i, sıklıkla kullandığı yerel motiflerle, gerçeküstü öğeleri işleyişiyle, coğrafyayı tasvir edişiyle etkilemesi hiç şaşırtıcı değildir.

İç savaşın neden olduğu bir kaos ve toplumsal düzensizlik vardır Yoknopatawpha’da; karakterler modern hayat ile gelen bu kaos ve düzensizlik içinde ayakta durmaya çabalar. Bu düzensizlik sadece toplumsal düzeyde değil, Faulkner’ın anlatılarında kullandığı dilde ve zamanın kullanımında da ortaya çıkar. Bunun nedeni Faulkner’a göre insanın zihin karmaşasının dilini tutsaklaştırması ve psikolojik düzenin kronolojik düzenden çok daha önemli olmasıdır, çünkü deneyimlerin kendisi ve algısı, onların hangi sırayla gerçekleştiğinden çok daha fazla şey ifade eder.

Faulkner’ın Ses ve Öfke’si yirminci yüzyılın ilk yarısında hem içerik hem de dil açısından modernitenin yarattığı bu girdabı en iyi işleyen romanlardan bir tanesidir. Amerika’nın güneyinin dünya sanayi sistemine ve finans-kapitalizmine eklemlenmeye başladığı tarihsel bir çerçevede iç savaş sonrası dağılmaya başlayan aristokrat bir ailenin hikâyesini anlatır. Compson ailesi güneyin geleneksel değerlerini temsil etmektedir. Erkekler aile onurunu koruyacak olan cesaretin, ahlaki gücün timsali olurken; kadınlar saflığın ve namusun timsalidirler. Ancak bütün bu değerler iç savaş ve sonrasında toparlanma sürecinde güneyin aristokrat ailelerini toplumsal, ekonomik ve psikolojik olarak dönüştürmeye başlayacaktır. Compson ailesinde de bu kendilerini bir arada tutacak olan aşkın yitimi olacaktır. Ailenin sevebilen tek üyesi Caddy, aşkı bulduğu an yalnız kalacaktır. Ailenin erkek fertlerinin hiçbirisi ise hakiki aşkı deneyimleyemezler.

Compson ailesinin maddi ve manevi yok oluş hikâyesi, romanda dört ayrı anlatıcının farklı anlatım teknikleri ve bakış açılarıyla dile getirilir. Bunlardan birisi 33 yaşındaki otistik Benjy’dir. İkincisi ise Benjy’nin ağabeyi Quentin Compson’dır. Hem Benjy’nin anılarında hem de Quentin’inkilerde, Caddy’nin kendileri için ne ifade ettiği önemlidir. Caddy onların cinsel arzularını ilk harekete geçiren kişidir, aynı zamanda namus ve saflığıyla geleneksel Compson ailesini temsil etmektedir. Ne zaman ki Caddy evlenir. Benjy, Caddy ile yaşadıklarını sürekli hatırladığı başka bir zamansal evrenin parçası olur. Bu evlilik Quentin’in ise zihinsel dünyasını darmadağın edecek ve bu Quentin’in diline bitmeyen cümleler, gramer ve yazım hataları ile yansıyacaktır. Üçüncü anlatıcı ise küçük kardeş Jason’dır. Kardeşler arasında maddi zenginliğe pek düşkün olan Jason, modern dünyanın yarattığı her fırsatta hesapçı tipini simgeler. Son anlatıcısı ise olaylara biraz daha dışarıdan bakmayı başarabilen dolayısıyla da ailenin çözülüşünden sonra hala umutla bu geleneksel değerler için savaşacak olan ve geçmişe dair hikâyeyi daha nesnel bir şekilde duyabileceğimiz siyah uşak Dilsey’dir.

Ses ve Öfke’de aristokrat bir ailenin çözülüşünden ziyade geçmişin nasıl veya niye hatırlandığı ve şimdi ile kurduğu diyalektik ilişki önemlidir. Geçmiş kaçması ve yok etmesi zor bir gölge gibi çıkar karşımıza. Faulkner’a göre geçmiş ve şimdi arasındaki çizgi çok incedir ve birbirlerini hapsederler. Hatta Faulkner’a göre geçmiş diye bir şey olamaz, gelecek diye de! Sadece “şimdi, Şimdi, ŞİMDİ” vardır. Benjy ve Quentin’in şimdi’lerini geçmişi hatırlayabildikleriyle ve onunla yüzleşebildikleri kadarıyla yaşarlar. Kendi kimliklerini veya hakikati bulmak için geçmişle hesaplaşmayı arzularlar, daha doğrusu geçmişle yüzleşebildikleri takdirde, bugün de var olabileceklerdir.  Kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz ama her defasında kaçınılmaz, karakterlerin en çok gerçekleştirdiği eylem “hatırlamak” veya “hatırlamaya çalışmak”tır. En ufak olay onlara Caddy’i çağrıştıracaktır. Caddy evliliği dolayısıyla aileden dışlanan birisi olsa da, onun ölümü, ailenin yok olmasında önemli bir faktör değil insanlığa dair bir deneyimdir, kaçınılmaz bir son olan ölümü tanıştırır Benjy ve Quentin ile.

Savaş dönemlerinde ve sonrasında modernitenin yıkıcılığından payını almış bir dünyadır Faulkner’ın yarattığı. Cesaret ve onur, gurur ve tutku, şefkat ve özveri, kötülük ve trajedinin anlatısıdır Ses ve Öfke. Benjy’nin boğazında düğümlenen sadece sese dönüşen kelimeler, Quentin’in dizginleyemediği öfkesi, Jason’un küçük hesapları, Dilsey’in duaları. Karakterlerin kaybetmek ve yokluk, katlanmak ve var olmak arasında gidip geldikleri bir dünya.

Roman basit bir aile trajedisi olarak algılanabilir veya Faulkner’ın ahlakçı muhafazakâr bir yazar olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bu kadar basit değil. “Modernleşen” insanın çelişkilerini ve bunalımlarını, zamanın sabit ve nesnel bir biçimde algılanamayacak bir varlık olduğunu tarifsiz bir güzellikte anlatır Faulkner. Bu çelişkileri ve bunalımları savaşların yarattığı travmalar bağlamında düşünürsek, bugün bile bu hissiyata pek de yabancı olmadığımızı anlarız. Eric Hobsbawm geçtiğimiz yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak adlandırır. İnsanlık tarihinin en umut verici gelişmeleri bu yüzyılda yaşandığı gibi en büyük felaketleri de bu çağın çocukları olmuştur; hatırlayamadığımız veya yüzleşmek istemediğimiz savaşlar, katliamlar, soykırımlar. Son zamanlarda “hatırlama” ve “toplumsal ve bireysel hafıza”ya dair hem akademik hem de sanatsal anlamda birçok şey üretilse de, binlerce hikâye henüz uykudadır. Öyleyse uykuda olan bu hikâyeler için Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinden bir alıntı ile bitirelim: Sana tüm umutların ve arzuların anıtmezarını sunuyorum... Bunu, zamanı hatırlayasın diye değil, böylece arada bir zamanı unutup tüm nefesini onu zapt etmeye harcama diye yapıyorum. Çünkü dediği gibi, ona karşı yapılan hiçbir savaş kazanılmamıştır. Hatta bu savaşlar gerçekleşememiştir bile. Bu savaş meydanı, insana kendi ahmaklığını ve çaresizliğini göstermekten başka işe yaramaz ve zafer, yalnızca filozofların ve ahmakların sanrılarından ibarettir.