Sadece Feministler Değil, Özgürlükler Savunmaya Çekiliyor (Pınar SELEK)

Avrupa’nın pek çok kentinde diğer adı faşizm olan “aşırı sağcı” ahtapot, kollarını her yere vuruyor: kadınlara, eşcinsellere, yabancılara, işçilere, çocuklara...

İslamofobi, dikkati hep Müslüman ülkelere çekerek, Avrupa’da, aslında hep var olan, şimdilerde atağa geçen gericiliğin zamanında fark edilmesini engelledi. Oysa on yıllardır neo-liberalizmin diğer yüzü olan yeni-muhafazakarlık, farklı kültürel ve dinsel bağlamlara uyum sağlayarak, büyük mücadelelerle elde edilmiş hak ve özgürlükleri tek tek kaldırmakla meşguldü. On yıldır Avrupa Birliği üyesi olan Polonya’da kürtajın yasak olması, feminist gruplar dışında hemen hemen gündeme bile gelmiyordu.

Fakat İspanya ve Fransa’da son aylarda, aşırı sağcılar atağa geçip özgürlükleri hedef alınca, herkes gözünü Avrupa’da uyanan faşizme çevirdi.

Önce İspanya’da sağcı hükümet, kürtaj yasasına müdahale etmeye kalktı. Mevcut yasa, 2010 yılında sosyalist hükümet döneminde daha da özgürlükçü bir hal almış, kadınların kürtaj olmasının önündeki pek çok engeli kaldırılmıştı. Yeni hükümet, sadece bu değişiklikleri değil, yasanın tamamını hedef aldı ve 1985’deki kürtajın suç olmaktan çıkarıldığı dönemin bile gerisine taşıdı: Eğer yasa geçseydi, İspanya’da, sadece tecavüz sonrası ya da anne ve bebek sağlığını tehdit eden durumlarda kürtaj mümkün olacaktı.

Ama yasa geçmedi. Dünyanın her yerinde kadın örgütleri sokağa döküldü: İspanya’da kürtaj hakkı için. Daha neler… Avrupa ülkeleri de dâhil olmak üzere, henüz kazanılmamış bunca hak varken, feminist hareket ve onu destekleyen tüm özgürlükçüler daha önce kazandıkları hakları korumak için mücadele eder oldular.

Yeni faşist dalga ise savunmada değil, saldırı konumunu terk etmeden, ikinci atağını Fransa’da yaptı. Bu sefer, hedeflerini çoğaltarak… Ahtapot misali, eşcinsellerin, kadınların, Yahudilerin, Müslümanların, işçilerin boğazına, aynı anda sarılarak... Fransa’daki sosyalist hükümet, sosyal hareketlerin baskısıyla eşcinsellere evlilik hakkı tanıyan yasayı gündeme getirince, Katolik kilisesinin ve sağcı partilerin öncülük ettiği binlerce kişi sokağa döküldü. Ellerindeki homofobik, gerici sloganlarla dolu pankartlar gökyüzünden düşmemişti, tabii ki. Ailenin kutsallığını, kadın ve erkek rollerinin farklılığını dinsel söylemlerle süsleyerek bağıran bu insanlar, yasa çıktıktan sonra önce solcu gençleri hedef aldılar, ardından Yahudileri ve Müslüman göçmenleri, sonra da kadınları. Arka arkaya solcu gençler bıçak darbeleriyle yaralandı ya da öldürüldü. Yahudi okullarına yapılan kanlı saldırılara rağmen, komedyenlerin Nazi propagandası popülerleşti. Ardından, lise ve ortaokullarda, uzun yıllar süren mücadeleler sonucu müfredata giren, toplumsal cinsiyet (gender) eğitimlerine karşı kampanya başlatıldı. “Çocuklarımızı eşcinsel yapacaklar!”, “Toplumsal cinsiyet kavramını ortaya atan, Judith Buttler denilen Amerikalı bir kadın… Hem homo hem Yahudi!”, “Kutsal ailemizi savunmak için çocukları okula göndermeyeceğiz!”.  Bu söylemle, Ocak ayının son haftasında, binlerce aile çocuklarını okula göndermedi. Neyse ki bu boykot bir günden fazla süremedi. Ama söz konusu eylem, Fransa’nın pek çok kentinde kitlesel gösterilerle sürüyor. Hollanda hükümeti ise, Mart ortasındaki seçimler dolayısıyla, dikkatli bir söylem tutturuyor. Tabii bu dikkatli söylemin seçimden daha önemli bir nedeni var: Üstelik neo-faşist hareketin hedefindeki eşcinseller, feministler, azınlıklar ve göçmenler çoğunlukta olsalar da, üstelik toplumsal muhalefetin içinde örgütlü olsalar da, karşı bir ses yükseltemediler henüz. Zaman zaman eşcinsel gruplardan, feministlerden, mevcut haklarını korumaya yönelik tek tek sesler yükseliyor ama yetmişli yıllardan beri süren bölünmüşlük nedeniyle, Fransa’da anti-faşist bir blok yok.

Şimdi herkes seçimleri bekliyor. Neo-faşistler sokakta, feministler, eşcinseller ve hedefteki tüm ezilenler ise, kendi grupları içinde…

Bakalım her zaman yeni sürprizler yaratabilme potansiyeline sahip olan toplumsal mücadeleler alanında yeni bir eşik ateşlenecek mi?

Feminist Süreli Yayınlar Üzerine Kısa Bir Sohbet (Özlem Çelik ve Demet Gülçiçek ile Söyleşi: Yasemin AKİS)

Yasemin Akis, Feminist Politika Dergisinden, Sosyalist Feminist Kolektif üyesi Özlem Çelik ve Amargi Dergisinin "Mutfak"ından Demet Gülçiçek ile feminist süreli yayınlar üzerine röportaj yaptı.

Hem Amargi, hem Feminist Politika dergisi feminist hareketin farklı kollarından beslenerek doğdular, bu nedenle ve de yılların birikimiyle süreli yayın dünyasında çok ayrı bir yerde duruyorlar. Kısaca süreli yayın serüveninizin nasıl başladığını anlatabilir misiniz?

Özlem Çelik: Bizimki 2009 yılında çıkmaya başlamış bir dergi; yılda dört sayı çıkartıyoruz ve üç ayda bir çıkıyor. Feminist Politika dergisi Sosyalist Feminist Kolektif’in(SFK) kurulmasıyla beraber ilk yayın organı olarak, kendi gündemini ortaya çıkartmak ve feminist hareketin de sesi olmak hedefiyle çıktı. Mevcut feminist yayınları göz önüne alarak, bir tamamlayıcı olarak; onlardan bir anlamda farklı ama dayanışarak…

Demet Gülçiçek: Amargi’yse 2007 yılında politik bir bilgi üretilebilecek bir mecra olarak ortaya çıkıyor. Ama şu son dönemde, kendini evriltmeye çalıştığı bir yer var: gündeliğimizi dergiyle politize etmeye çalışıyoruz. Tabii ki büyük meseleler üzerine de laf etmek önemli ama bir yandan çok da basit gündelik pratikler olarak görünen şeyin aslında ne kadar da bu büyük meselelerle ilişkili olduğunu görmek önceliğimiz.

Kuruluş aşamasında belirlediğiniz feminist ilkeleriniz var mıydı, derginizde yayın süreci nasıl işliyor?


Özlem Çelik: En temel ilkemiz kolektif, hiyerarşilerden azade iş yapmak ve örgütlenmek. Onun için de belli mekanizmalarımız var. Derginin her sayısı için süreç şöyle işliyor; bir sonraki dergiye iki ay kala tüm SFK’ye açık bir yayın toplantısı yapıyor ve dosya konumuza karar veriyoruz. Daha sonra daha küçük bir kurul kuruluyor ve bu kurul her sayıda yeniden oluşturuluyor. Her sayıda yeni bir editör oluyor, pratik işleri toparlaması, takip etmesi için. Bunun dışında değişmeye açık bir yayın yönergemiz var, ortak oluşturulmuş, bu da deneyim aktarımını sağlayan araçlardan bir tanesi. En temel şey; herkesin her işi yapması, öğrenmesi ve aramızdaki rotasyonla tüm dergiye ait işleri kafa emeği, kol emeği ayrımı yapmadan sürdürmek. Yayın kurulumuzsa kararları tek başına herkesten bağımsız veren bir kurul değil, gerektiğinde tüm SFK’ye danışarak çalışan bir kurul. Bir de dizgiyi bir kadın arkadaşımız dayanışmayla yapıyor.

Demet Gülçiçek: Biz yayın kurulu yerine “mutfak” usulüne geçtik. Derginin mutfağına katkı sunanlar değişiyor, tabi bir de sabit grup var. İstanbul ya da Ankara’da bir toplantı alınıyor, mutfaktaki kadınların toplanması kolaylaşıyor. Biz, dergi yazılarında farklılığa gitmeye çalışıyoruz. Amargi’ye “akademik bir dergi olmaya doğru gidiyorsunuz” eleştirisi vardı. Bu bir ölçüde hak verdiğimiz bir şey oldu çünkü bir sürü insan Amargi’ye tezinin makalesini yazabileceği bir yer gibi bakmaya başlamıştı artık. O yüzden son dönemde akademik anlamda bir yerde yazabilecek insanlardan ziyade, tanınmayan ve daha genç kadınların yazmasına önem veriyoruz. Feminist tartışmalar kısmı bizim için daha kıymetli bir yerde duruyor. Farklı görüşlerde aynı dergi içinde çatışan yazılar çok sık oluyor,  bunları yayınlamakta önemsediğimiz bir şey.

Feminist süreli yayın çıkartırken şimdiye kadar karşılaştığınız en ciddi sorunlar neler oldu?

Demet Gülçiçek: Bizde maddi sıkıntı sorunu var. Bir sürü kadın dergiyi okumak istiyor,  ama her seferinde matbaa parası vakti deldiğinde “bu sefer kesin çıkmayacak” diye yüreğimize inerek dergi dönüyor. O yüzden fiyatı arttırmak zorunda kalıyoruz, o tekrar satışı düşüren bir şey. İlk olan şey gönül bağı iken bir anda fiyat gibi şeyleri göz önünde bulundurmak zorunda kalıyoruz. En büyük sıkıntı bu bence, onun dışında olan, kendi içimizdeki ve dışımızdaki tartışmalar istenen şeyler zaten.

Özlem Çelik: Kolektif olmanın getirdiği bir avantajı kullanıyoruz yani kendi katkılarımızla dergiyi destekliyoruz ve aynı zamanda dergi satışından gelen parayla oradan gelen masrafı da çıkartıyoruz. Dağıtım en büyük zorluklardan biri çünkü kendimiz yapıyoruz ve bu zaman, güç ve emek demek. O da aynı şekilde bu yatay yapının bir parçası, o dergide yazı yazarken aynı zamanda o dergiyi gidip yayın evlerinde dağıtan, kargo için paketleyen kişi de olabiliyorsun. Bunların hepsinde herkes bir şekilde görev alıyor. Bir de abonelik sistemimiz var, derginin abone adreslerine gönderilmesi şeklinde.

Soruyu sizin hayatınıza yöneltecek olursak, bu dergiler sizlerin hayatında neler değiştirdi? Kadın yazınının dönüştürücülüğüyle ilgili ne düşünüyorsunuz?


Demet Gülçiçek: Benim aklıma bir olay geldi. Birkaç ay oldu, 15 yaşında iki liseli genç kadın bizim dergiye e-posta atmışlar: “biz yazmak istiyoruz, kadınlıkla ilgili yazacaklarımız olduğunu düşünüyoruz ama başladığımızda yazı gitmiyor ne yapalım?”. Bu hepimizi çok etkilemişti. Şöyle dedik “olayı yazmaya başlayın, gerisi daha kolay gelir”. Benim hayatımda da böyle oldu. Amargi okumaya başladığım zamanlar, yeni politize olmaya başlamıştım. Yazmaya inanılmaz bir teşvik gördüm ve sonrasında içinde buldum zaten kendimi. Ufaktan bir yazma hali gördükleri anda “bak şöyle desene, şunu da yapsana” dediler ve röportaja başladım, iki buçuk senedir de öyle gidiyor. Yazmanın bir kadının hayatını ne kadar değiştirdiğini görebileceğim bir ortam oldu. Direk olarak hayatına başka türlü bakmana neden oluyor, gündeliğin içinde yaşadığın şeylere bir de başka gözle bakmaya başlıyorsun.
Burada yazarken kendimi sürekli açıklamak ve meşrulaştırmak zorunda değilim. “Hissettiğim hemen hemen her şeyi yazabilirim ve bu yargılanmayacak” fikriyle yazmaya başlamak bence insanın kafasını çok açan ve onu rahat hissettiren bir durum. Yani yargılamak dediğim şey işte o erkek dili, sürekli uygulanan bir tür şiddet dili. Yeterince akademik değil, yeterince politik değil, şu değil, bu değil… Bunları hissetmediğin bir şekilde yazmaya başlamak insanı kesinlikle çok rahat hissettiriyor.

Özlem Çelik: Evet, kesinlikle katılıyorum Demet’in söylediklerine… Aslında şöyle bir kıymeti de var bence bizim gibi dergilerin; kadınlarla beraber iş yapıyor olmak! Çünkü kadınlar karma yapılarda kendi sözlerini söylemekte güçlüklerle karşılaşıyorlar ama kendi sözlerini söyleyebilecekleri, kadın oldukları için yargılanmayacakları bir derginin varlığı rahatlatıcı.
Ama bence kadınların örgütlediği dergilerin kıymetini en çok Gezi sürecinde gördük. Biz orada kısa bir araştırma yaptık; Gezi direnişi üzerine süreli yayınlarda yayımlanan tüm sol ve sosyalist yazılara baktık. Yaklaşık yüz otuz altı tane yazı vardı ve bunlardan sadece on sekizini kadınlar yazmıştı. Bu kadar çok bildiğimiz, her yerde okunan dergilerde düşe düşe on sekiz tane yazı düşmüş kadınlara. Bu kadınlar yazmadığı, yazamadığı için mi, tabi ki hayır! Bu dergilerin çoğu erkekler tarafından yönetilen, hiyerarşik yayın süreçlerinin hâkim olduğu yerler. Kadınların aslında yazacak yeri yok, bu yapısal da bir sıkıntı. O nedenle 1920’lerde Virginia Woolf’un her yazı yazacak kadının kendine ait bir odaya ihtiyacı vardır sözü, bugün her yazan kadının bu yazıklarını yayınlayacak bir yayınevine, dergiye de ihtiyacı vardır diye yinelenebilir... Bence Amargi ve Feminist Politika bu yere işaret ediyor.

Hemen direniş üzerinden bağlantılı şu soruyu sorayım; kadınların yazıyla kurduğu ilişkinin ve kadın yazınının daha fazla artmasının sizce feminist bir mücadeleye doğrudan bir etkisi var mı?

Özlem Çelik: Aslında senin bıraktığın yerden, tam da öyle bir yerden etkisi olduğunu düşünüyorum. Yazmak demek özgüvenin güçlenmesi anlamına geliyor, bu da feminist mücadelenin temelinde duran bir şey.

Demet Gülçiçek: Aynen feminist mücadelenin temelinde ve yazmak aslında hem deneyim aktarma, hem de düşünme pratiği. Tam da mesele o deneyimin ortaklaşmasıysa veya bir şeyi sorgulamaksa, yazmak onun yolunu epey açan şey gibi geliyor bana, yani mücadeleyle çok iç içe.

Özlem Çelik: Dediğin gibi gerçekten… Feminist yazın “özel olan politiktir”den başlayan bir yazınsa oradaki deneyim aktarımı, birçok kadına ulaşabilir. Her kadın bir yapıya ulaşamayabilir, kişilere ulaşamayabilir, bir sürü yerde, bir sürü kadın var bunlara ulaşamayan. Mesela cezaevlerindeki kadınlar var, o nedenle ceza evlerine de gönderiyoruz dergiyi. Dergiyi okuduklarında kadınların en azından yalnız olmadığını hissetmesi ve kendi özel alanında yaşadığını şeyin, birçok kadın tarafından yaşandığını bilmesi önemli bir feminist dayanışma.
Dergiye dair dönüşler oluyor mu, kadınlar size nasıl ulaşıyor?

Özlem Çelik: E-posta daha çok işleyen bir sistem ya da sosyal medya demek lazım kısaca, Facebook ve Twitter gibi. Oradan daha çok yazı geliyor: “Bunu web’e koyar mısınız, dergiye koyar mısınız?” O çok iyi geliyor hepimize. Dışarıdan birine o cesareti vermiş olmak, bir kadının mesafeyi kırıp yazısını gönderebilmiş olması çok kıymetli bir şey. O yazıları bizim benimsediğimiz yayıncılık ilkeleri ile kolektif bir değerlendirmeden geçiriyoruz. Dergiye uygunsa dergide, değilse web’de… Bir de her dergi basımından sonra okur toplantısı yapıyoruz, bu da okuyucudan geri dönüş almak için önemli. 

Demet Gülçiçek: Bizde bir önceki sayıydı yanılmıyorsam, yazarların yaklaşık yarısı bizimle Twitter’dan ilişkilendi. Ve insanlar yazıyor ve bunlar çoğunlukla akademi dışı, genç kadınlar oluyor. Muazzam güzel bir şey, çok istediğimiz bir şeydi bizim de.

Süremiz ve yerimiz biraz sınırlı olduğu için son soruya geçiyorum. Bildiğiniz gibi bu röportajı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bağlamında gerçekleştiriyoruz. Bu bağlamdan harekete ederek, eğer zamanınız olsa, imkân ve paranız el verse, kadınlar için ne tür dergiler, yayınlar çıkarmak istersiniz? Sizin kadınlar için kurduğunuz hayaller neler?

Demet Gülçiçek: Benimkisi kişisel bir cevap. Bir sene kadar önce birkaç arkadaş giriştik bu işe kadın öykü dergisi, adını da koymuştuk Kanaviçe. Kurgudan oluşan, kendi deneyimlerimizi öyküleştirdiğimiz... Öykü derken de yazılanlar edebiyatın dibine vurmak zorunda değil, gerçekte yaşadığın şeyi kendi düşüncenle değiştirebilmek, ona politik müdahalede bulunabilmek. Sevdiğimiz kadın yazarlar veya hayatımızdaki kadınları birleştirmek; Simon de Bouvoir’la annemi birleştiriyorum mesela. İkisinin konuştuğunu düşünüyorum. ; kadınların üzerine kadınların yaptığı ve bir sürü kadını bir araya getirebildiğin zengin, geniş bir alan. Çok çok istemiştik, ama hayat meşgalesi… Dört tane parasını pulu olmayan kadının bunu gerçekleştirmesi daha zor.

Özlem Çelik: Benim ilk elden aklıma hızla birkaç şey geliyor. Birincisi mizah dergisi! “Bayan Yanı” gibi kadrosu sadece kadınlardan ama feministlerden oluşan bir ya da birkaç mizah dergisinin çıkmasını çok isterim. İkincisi de feminist bir bakış açısıyla bir dizi çocuk kitabı çıkartmak. Bunun için henüz enerjimiz yok, ama SFK’nin de kısmen gündeminde böyle bir şey var diyelim. Çünkü şuna inanıyoruz, çok erken yaşta feminist bir dille çocuk kitapları okumuş olarak büyüseydik, o prenslerin gelip bizleri alacağına önceden inandırılmasaydık, biraz daha rahat olurdu hayat. Ama tabii paramız daha fazla olsa öncelikle yapacağımız, farklı yayınları daha fazla kadına ve yere ulaştırmak olurdu herhalde. Hep beraber ortak atölyeler düzenlemek yazmak ve hatta çizmek üzerine.

Çok güzel bir söyleşi oldu, çok teşekkürler!

Kadının Beyanı Neye Esastır, Neden Esastır? (Candan DUMRUL)

 “Kadının Beyanı Esastır” bir usul ilkesi mi yoksa esasa dair bir karine mi? sorusu son günlerin önemli tartışma başlıklarından birisi. Bu yazı, söz konusu tartışmaya, erkek egemen hukuk sistemi içindeki yargılama pratiklerinden yol çıkarak ufak bir katkıda bulunma çabasından ibarettir.

Pek çok feminist için, ilke hem usul hem esas bakımından belirleyicidir. Çünkü taciz/tecavüz suçları, erkek egemen sistem içinde, sıradan adi suçlar olmayıp, bu sistemin kurucu öğeleridir. Kadın bedenini ve emeğini denetlemenin esaslı bir aracı olan bu suçları, patriyarkal sistem içinde yargılamak ve sistemin kendi mimarını cezalandırmasını beklemek bu açıdan ciddi bir paradokstur. Zira bu suçlarda, “tarafsız yargı” önünde; eşit yurttaşlar değil, “erkek adalet” nezdinde yok hükmündeki kadınlar ve muktedir erkekler yer alır.  Dolayısıyla, kadına yönelik cinsel şiddet suçlarının soruşturma ve kovuşturma süreçleri diğer suçlardan epeyce farklı işler. Patriyarkal sistemi var eden yapısal eşitsizlik, erkek yargının suça, suçluluğa ve mağduriyete yaklaşımını da daha en başından belirler.

Savcılık önüne gelen bir cinsel saldırı suçunda, neredeyse istisnasız biçimde; bu suçun “işlenmiş” olabileceğini değil “işlenmemiş” olabileceğini, yani kadının iftira attığını ya da rıza gösterdiğini varsayar ve buradan hareketle suç isnadının aksini, failin suçsuzluğunu ispata uğraşır. Savcılığın suçun olmayabileceği üzerinden yürüttüğü akıl da bütün delilleri bu eksende yorumlar. Örneğin, suçsuzluğu veri kabul eden bir savcı mağdurun “geç” şikâyetini suçun işlenmediğine dair bir bulgu olarak değerlendirir ve bunu mağdur aleyhine yorumlayıp karar verir. Oysa şu bilinen bir gerçektir ki, cinsel saldırıya maruz kalan bir kadının yaşadığı travmanın etkisinden kurtulması ve karar verip saldırgan hakkında şikâyette bulunması genelde epey zaman alır. Dolayısıyla “geç” başvuru, aslında cinsel saldırının olmadığına değil, olduğuna dair bir karine oluşturur. İşte beyanın “usul açısından esas olması” burada devreye girer, zira savcılık kadının taciz/tecavüz beyanını esas aldığı takdirde delil değerlendirmesini de buna göre yapar. "Kadının beyanı esastır ilkesi, usule dairdir” dediğimizde, ispat külfeti teknik olarak yer değiştirmez; yine suç ispatlanır, suçsuzluk değil. Ama delillerin değerlendirilmesinde bir yaklaşım farkı doğar ve bu da sonucu büyük ölçüde etkiler.

Bu kapsamda, kadının beyanını esas alan bir savcı, ruh sağlığının bozulmasına dair raporu, soruşturmanın başında itibar ettiği beyanı (suç isnadını) ispatlar bir delil olarak değerlendirir. Suçsuzluğu baştan kabul eden bir savcı ise, ruh sağlığı raporunun aksini ispata uğraşır, mağdur yargılar, sorgular, yıldırır. İşte mevcut hukuki yapıda durum tam da budur. Öyle ki, “kadının beyanı yalandır” şeklindeki bu ön kabulü benimseyen ve suçun işlenmediği kanaati taşıyan bir savcıyı aksine inandırmak olanaksızdır. Tüm deliller tecavüze işaret etse bile, kadının “rızası” ve failin “aksi ispatlanamayan savunmaları” böyle bir akıl yürütme dâhilinde her daim olasıdır ve ceza gerektirmez.

Gelelim “esas” meselesine. Beyanın esasa dair olması, “hayatın olağan akışı” kavramının, kadınlar ve erkekler arasındaki patriyarkal eşitsizlik çerçevesinde yorumlanmasıdır, failin delilsiz cezalandırılması talebi değildir. Hukukta “hayatın olağan akışı”, bireylerin norm olarak ele alınan (normal) davranışlarını ölçü sayan ve birey davranışlarını yorumlamada buna başvuran bir takdir standardıdır. Bunu cinsel saldırı suçlarına uyarlarsak; hayatın olağan akışı içinde bir kadının tacize/tecavüze uğraması her daim mümkün ve yaygındır. Bir kadının tacize ve tecavüze uğradığı yönünde iftira atması ise istisnadır, yani bu davranış hayatın olağan akışına aykırıdır. O halde, cinsel saldırı suçlarında mağdur beyanı buna göre değerlendirilmeli, failin cezadan kurtulmaya yönelik savunması karşısında ise takdir yetkisi buradan hareketle kullanılmalıdır. Taraf beyanlarının ve delillerin yargı makamlarınca takdir edilme prensibine ilişkin bu yaklaşım, suçsuzluk karinesinin ihlali değildir. Şöyle ki; genellikle kapalı kapılar ardında işlenen taciz/tecavüz suçlarında, tek tanığın, çoğunlukla mağdurun kendisi olduğunu düşünürsek, taciz/tecavüz beyanının aynı zamanda bir "delil" olduğunu da görmek gerekir. Yani, bu suçta mağdur aynı zamanda tanıksa ve tanık beyanı da bir delilse, fail bu delilin aksini ispatlayarak masumiyetini/suçsuzluğunu ortaya koyabilir. Çünkü biz biliyoruz ki iftirayı ispat, tacizi ispattan genelde çok daha kolaydır.

Mağdurun tanık beyanı mahiyetindeki anlatımlarının delil sayılması ise, bu delilin mutlak şekilde suçluluğu ispatlayacağı sonucuna götürmez. Her takdiri delilde olduğu gibi, tanıklığın bunu destekleyecek başkaca unsurlarla ele alınması gerekir. Örneğin mağdurun faile iftira atmasını gerektirir açık ve anlaşılır bir husumeti olmaması, tanık anlatımını destekleyen bir husustur. Zira taciz/tecavüzde, failden çok mağdurun yargılandığını bir toplumsal yapıda, kadınların iftira atmaları ya bir husumete ya da ruh sağlığı bozukluğuna işaret eder. İşte beyanın esasa ilişkin olması, bu toplumsal eşitsizliği gören bir yerden, mağdurun tanıklığına gerektiği şekilde itibar edilmesi anlamını taşır. Buna, suçun ispat araçlarının erkek egemen sistemde “hayatın olağan akışı” içinde değerlendirilmesi de denebilir.

Sonuç itibariyle, hukuki ilkeler, toplumsal koşullar gözetilerek kişilere hukuki güvence sağlamak için yaratılmış karinelerdir. Cinsel saldırı suçlarında kadın mağdurların patriyarkal sistemdeki eşitsizlikleri ve bedenlerine/kimliklerine yönelik saldırı karşısında hukuksal güvenceye kavuşma hakları gözetilerek, “kadının beyanı esastır” şeklinde hukuki bir karine yaratılması elzemdir. Zira suçu işleme, delileri saklama, ortadan kaldırma konusunda mutlak yetki ve imkâna sahip fail karşısında, mağdurun genellikle salt tanıklığından ibaret delili, hak ettiği kıymeti görmelidir ki; bu yolla bir başka hukuki karine olan “silahların eşitliği” sağlanabilsin.

Uyuyan Kadınlar (Janet BARIŞ)

Öteki olmanın kadın hali toplumsal normların dayattığından daha öteye geçmeye çalıştığında çarptığın duvarlara denk düşer. Sıklıkla kullanmaktan tersyüz olmuş, gitgide gerçek anlamını kaybetmeye yüz tutan ‘öteki’ kelimesi de bu yüzden artık sadece toplum içerisinde kadın ya da ‘farklı’ olmayı karşılamıyor. Öteki kelimesinin de aşan şeyler var. Kadın olmayı, azınlık olmayı, sosyalist olmayı, entelektüel olmayı, ateist olmayı kapsamaya çalıştığında ‘öteki’ kelimesinin de karşılayamadığı bir yükün gelip sırtınıza oturması tam da bu yüzden boşuna değil.

Bazen sadece kadın ya da azınlık olmakla da ilgili değil, politik olarak bir yolu seçmek, oradan ilerlemek de sizin kimliğinizin bir parçası oluyor. Yine de iki uçlu olduğu kadar her iki taraftan da olamamanın sıkıntısı var bunun içinde. Çünkü içinde bulunduğunuz cemaat ait olmanızı, kaybolmamanızı, itaat etmenizi, çoğalmanızı bekliyor. Çünkü cemaatin de kendi içerisinde dinamikleri var ve bir biçimde ilerlemesi gerekiyor. Bilinçlendikçe cemaatin köklü bir parçası olmadan da kimliğini, kökünü yanında taşıyabileceğini görüyorsun. Bu ait olamama bir varoluş sıkıntısı doğuracak kadar ağır travmalar yaşatmasa da her iki tarafa da gerçekten ait olamamanın, her iki taraf için de gerçekten istendiği, beklendiği gibi olamayacak olmanın sıkıntısını yaratıyor. Bu sıkıntı gündelik bir sıkıntıdan öte çok daha genel, çok daha genel-geçere yayılan bir sıkıntı olarak beliriyor.

Georges Perec Uyuyan Adam’ında sürekli hiçbir yere ait olamayan bir adamı betimler, ona uzaktan seslenir, sanki elini, kolunu nereye koymasını özenle öğütler. Bazen de durur acımasızca hayatında neyin olacağını, neyin olamayacağını keskin çizgilerle çizer, yüzüne vurur. Bu kitabı hayatımdaki başucu kitaplarımdan biri yapmamın, dönüp dönüp bakmamın kendimi çizgileri birçok anlamda belirlenmiş bir toplum içerisinde ‘uyuyan bir kadın’ olarak görmemden kaynaklandığını düşünürüm zaman zaman. Birilerinin dışarıdan sesini duyarak ama o seslere çok da aldırmadan yürüdüğüm adımların sesini duyarım.

Perec’in kısacık kitabında bu halet-i ruhiyeyi özetleyen onlarca paragraf vardır, bebeklikten yaşlılığa kadar ne yaparsan yap sana çizilmiş çemberlerin içerisinde çıkmaya çalışırken ne kadar zorlanacağını sürekli gösterir, bunun için kitabı açıp herhangi paragrafı seçmek bile yeterli olur. “Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş, sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını çıkarıp başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak.”

Perec bu işe yaramazlıktan bahsederken asıl üzerinde durduğu şey toplum yararına olmak değildir. Romanın başından beri öğütler verdiği adama bir boşlukta asılı kaldığını hatırlatır. Ne cemaatinin içinde ne de kendisinden beklendiği gibi davranmasını bekleyen toplumun genel yapısı içerisinde bir yer bulamayan kadın da Perec’in ‘Uyuyan Adam’ı gibi boşlukta sallanır.

Bireyselliğin çöküşü

Georg Simmel özgürlüğü ve bireyselliği toplumsal olanın içinde aramanın zorluğuna işaret ederken en çok toplumsal engellerden bahseder, bunun bir de azınlık olanını yanına koyduğunuzda bireyselleşme hepten bir kendine gömülmeye dönüşür ve özgürlüğü ya da bireyselliği aramak bir lüks haline gelir. Yine Simmel’e gören insanın varlığı ve davranışları hep iki sınır arasında bulunur. Bu sınır önce zaman kavramında ve daha sonra, düşüncede daha akıllıca ve daha aptalca, sahip olunan şeyde ise daha kapsamlı ve daha sınırlı arasındadır. Dolayısıyla aslında davranışlarımız ve hayat içerisindeki tahayyülümüz içerisinde sürekli bir yön bulmaya çalışırız. Bunu da çoğu zaman etrafımızda birtakım sınırlar olduğunun farkına varmadan yaparız.  Etrafımızda çemberlerin olduğunu görebilmek için kendimizi dışarıdan bir bakışla görmemiz gerekir. Zira ancak sınırlarının dışında duran kişi bilir onların içinde olduğunu, onların birer sınır olduğunu anlayabilir. Kaspar Hauser der Simmel açık havaya çıkıp da duvarları dışarıdan görene dek hapishanede olduğunu bilmiyordu. Bazen insanın ne tür bir hapishane, ne tür bir sınırlılık içerisinde olduğunu anlaması için dışarıdan bakması gerekir. Azınlık olmanın ya da artık öteki kelimesinin de karşılayamayacağı bir biçimde dışarıda tutulmanın, dışarıda bırakılmanın yegâne iyi yanı sınırlarını görebilmektir fakat bunun farkında olmak da yaşarken ‘gördüklerini’ değiştirmez.

Hiçbir tarafa ait olmak istememenin kızgınlığını taşımamak da bir süreç, kızgın değilsen kendi seçtiğin yoldan gitmenin özgüvenini taşıyorsan, açtığın yoldan gitmeye çalışıyorsan öfke de taşımıyorsun. Yine de bu da bir çeşit kendini kandırmadan öteye geçmiyor. Çünkü biliyorsun ki aslında çok da farkına varılmış değilsin. Azlığın azında kaldığın için de seni görebilenler parmakla saydığın kadar, elli kilometre öteye geçsen kaybolacaksın. Kimse adını anlamayacak, içtiğin kahvede adın hep yanlış yazacak, kahveni alıp köşeyi dönsen de kurtulamayacaksın. Marazların devletle, şimdininkiler ayrı, geçmiş ayrı hangi dönemi açsan acıya rastlıyorsun, sana iyi olan, sana güzel olan hiçbir şey yok, olmamış. Hal böyle olunca yaşadığın toplum içerisinde nasıl bir bireysellik taşıyacağın da senin sınırlarını belirleyen yegâne unsur oluyor.

UYUYAN ADAM, Georges Perec, Çev. Sosi Dolanoğlu,  Metis Yayınları, 2007.
BİREYSELLİK VE KÜLTÜR, Georg Simmel, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2009.


Bu mücadelenin Bir Parçası: Kadın Kadına Öykü Yarışması (Burcu ERSOY*)

Bu dünyada yaşamak, birey olma hakları gasp edilen, özgürlüğü elinden alınmaya çalışılan kadınlar için, doğumundan ölümüne kadar var olma mücadelesidir. Bu toplumda, Türk, Sünni olan egemenin belirlediği tanımıyla sağlıklı, zengin, heteroseksüel ve erkek olmayan herkes, var olma mücadelesinin ne demek olduğunu bilir. Toplumun normları karşısında yer alarak var olmaya çalışmak, hiç bitmeyen bir mücadeledir. Bazıları bu mücadelede sesini yükseltir ve politik bir tavır olarak yaşamını savunmaya başlar; işte o zaman örgütlenerek egemeni yerle bir edecek değişimin parçası olmak kaçınılmazdır.

Egemen normları birden fazla kimliğiyle karşısına alanlar ise bu değişimde çifte rol üstlenirler.  Kadınları seven kadınlar, hem feminist hem de LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) mücadelesinin kesiştiği yerde en çok “görünür olma” çabası verenlerdir. Yaşadıkları toplumda ve de bileşeni oldukları hareket içinde, sesleri cılız kalmasın diye hep daha yüksek sesle konuşmak, her zaman “bir dakika ben de varım” diye varlıklarını hatırlatmak ihtiyacındadırlar. Kadın Kadına Öykü Yarışması da, bu çabanın en güzel örneklerinden biri olarak 2006 yılından beri gerçekleşiyor. Kaos GL’nin mekânında cumartesileri yapılan eşcinsel/biseksüel kadın sohbetlerinde birçok kötücül yapıtı**  eleştirirken “biz neden yazmıyoruz” fikriyle temeli atılmış bir organizasyon bu.  Görünür olmak istiyoruz evet, ama kötü bir profile sıkıştırılmış bir görünürlük değil istediğimiz.

Kurgu ya da gerçek kendi hikâyelerimizi kendimiz kaleme alalım diye çıktık yola. Kendi tarihimize kendi duygularımızla sahip çıkalım istedik. Tarihi yazan erkek zihniyeti, kadınları istediği gibi gösterip, sığ kalıplar içine sokarak birbirlerine düşman etmenin peşindeyken, bununla mücadele etmenin en güzel yolu, yaşayanların kendi kaleminden anlatmasıydı. Duygularını, düşüncelerini kendine saklama nasihatlarıyla yetiştirilen ve hatta mümkünse duymasın-görmesin-bilmesin istenen kadınların, bu üç maymun oyununu bozup eline kalemi alması kolay değildi. Bizi lanetleyen topluma inat, kazanımızı kaynatıp cadılığımızı göstermeliydik. Nitekim kadınlar yazmazsa, tarih erkeklerin yalanı olmaya devam edecekti. İlk sene dokuz cadıyken, her geçen sene arttık ve gün geldi kırkları aştık. Yalanlanan aşklarını, yok sayılan cinselliğini, bilinmeyen ilklerini, unutturulmaya çalışılan ütopyalarını paylaştı kadınlar. Ekim 2009’da Sel Yayıncılık’tan, ilk üç yarışmada seçilen öykülerinden oluşan bir de kitap basıldı: ‘Aşkın L Hali’. Kadın Kadına Öyküler, aynı yıl Kasım ayında TÜYAP Kitap Fuarında yerini almakla kalmadı, yarışmada dereceye giren öykülerin yazarlarıyla beraber yarışmanın jüri üyelerinden akademisyen Güzin Yamaner’in katıldığı ve moderatörlüğünü feminist yazar ve eleştirmen Hande Öğüt’ün yaptığı bir de panel düzenlendi. Yayınlanmasından birkaç ay sonra savcılığın, lezbiyenliğin "doğal olmayan cinsel ilişki", ifadenin de "müstehcen" olması gerekçesiyle soruşturma başlattığı kitabın ikinci baskısı 2012’de çıktı. İçindeki öykülerden ilham alarak Hilal Demir’in elinden hayat bulan yeni kapağıyla yine raflarlaydı. Başarmıştık, öykülerimiz okunuyor sesimizi duyuruyorduk, sürekli artan bir paylaşımla kendi tarihimizi yazmaya devam ediyorduk ve bu bize durmamamız gerektiğini gösteriyordu.

Geçtiğimiz  sene düzenlenen  yarışmada kazanan öykü yazarı, yarışmaya katılma şevkini ikinci yarışmayı kazanan öyküden aldığını söyledi ve ödülünü elinden aldığı öykü yazarına bu gücü verdiği için teşekkür etti. Bu, kadınlar arası eşcinsel aşkı bilmeyenlere ya da yanlış bilenlere kaynak olmasının yanı sıra, kadın kadına aşkı yaşayıp dile dökemeyenlere de değmesi açısından yazmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Yazmak, bir yandan da içine hapsolduğunuz kabuğu kırmak demekti çünkü: Önce kendine görünür olmak, kendinle barışmak ve bunu herkesle paylaşarak çoğaltmak. Aynı ödül töreninde kazananlardan biri öyküsünü ve ödülünü tutuklu kadınlara; bir diğeriyse nefret cinayeti ile öldürülen trans kadınlara atfetmesi paylaşımın diğer güzel örnekleriydi. Kimisi yazma tutkusunu artık saklamamaya karar verdi; kimisi için ilk oldu ama son olmadı ve başka yarışmalara, başka yayınlara da yazmaya başladı; kimisi ailesine açılacak cesareti ve güveni buldu; kimisi komşusunun, öğrencisinin, öğretmeninin ya da aynı mahallede, sokakta yan yana yürüdüğü birinin de kadınları seven bir kadın olabileceğini fark etti…

Böyle organizasyonlar, kadınların kendilerini ifade etmeleri üzerindeki baskı ve engellemeyi aşması yönünde çok değerli bir fırsat sunuyor ve kadınlar aldıkları cesaretle karanlıkta bırakılmaya çalışılan yönlerini keşfedip, daha özgüvenle isteklerini gerçekleştirmek için adım atıyorlar. Kazandığı ödül sayesinde ne zamandır içinde olan fotoğraf tutkusunu açığa vurabileceği fotoğraf makinesine kavuşan; ödülünün motivasyonu ile başka bir yarışmaya da katılarak kitabı basılan kadınlar oldu ve bunun gibi belki bilmediğimiz birçok güzellik, yenilik kattı bu yarışma kadınların hayatına.

Her sene farklı bir tema ile yoluna devam eden Kadın Kadına Öykü Yarışması tamamen kadınların emeğinden ve yüreğinden çıkan bir organizasyon. Daha çok yazılacak öykü, basılacak kitap var. Kadınlar bu varoluşunu paylaşmaya ve tarihe not düşerek kalıcılaştırmaya kararlı olduğu sürece de, mücadelenin bir parçası olacak bu yarışma.

Yeri gelmişken de hatırlatalım “Bir kadının bir başka kadını sevmesi kendiliğinden mücadelecidir” düşüncesi ile 9.su düzenlenen bu seneki yarışmanın kazananları 8 Mart’ta kaosgl.org websitesinden duyurulacak.


* Kaos GL Kadın Kadına Öykü Yarışması Organizasyonu
**Bu sohbetler sırasında izlediğimiz, kadınları seven kadınları ‘canavar’laştıran Canavar (2003) filmi; bu duyguyu yaşayanları sorunlu, bunalımlı bir ergenliğe hapseden İki Genç Kızın Romanı (2002) kitabı ve kitaptan uyarlanan İki Genç Kız (2005) filmi; kadın kadına aşk ilişkisini kaybetmeye mahkûm olarak gösteren Kayıp ve Çılgın (2001) filmi  örneklerle daha da çeşitlendirilebilir. 



Anlatılan Senin Hikâyendir Ya Da Hikâyenin Bir Kısmı (Sanem YARDIMCI)

Biyografi okumak, tarih kitaplarının anlattıklarını bir kişinin ekseninde yeniden elle tutulur hale getirir, kocaman tarih anlatılarının birebir insanların yaşamlarında neye tekabül ettiğine dair bir fikir verir. Hele ki biyografinin konusu Ulrike Meinhof olduğunda; yetim olmanın, kadın olmanın, muhalif olmanın, anne olmanın, ünlü bir gazeteci, editör, film yapımcısı olmanın, tüm bunları elinin tersiyle itip gerilla olmanın, bir numaralı devlet düşmanı haline gelmenin, mahkûm olmanın, tecridin hikâyesi anlatılır.

Yazarı Jutta Ditfurth’un ifadesiyle altı yıllık araştırmanın ürünü olan biyografi, Ulrike Meinhof’a dair kendisinden önce kaleme alınan Alois Prinz’in Türkçeye de çevrilen Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim gibi diğer metinleri de eleştiriyor. Daha en başında Meinhof ailesinin sanıldığı gibi Nazi iktidarına karşı direnen Hıristiyanlardan olmadığını, aksine babasının bir Nazi destekçisi olduğunu bu anlamıyla Ulrike’nin tipik bir Alman ailesine doğduğunu aktarıyor. Meinhof biyografilerini eleştirdiği bir diğer nokta da, Ulrike Meinhof’u bir tür kaza sonucu silahlı mücadeleye geçmiş gibi gösterilmesi. 35 yaşında ünlü bir gazeteci, film yapımcısının neden gerilla olduğunu kavramakta güçlük çeken akılların Ulrike Meinhof’un seçimini önemsizleştirmelerine karşı çıkıyor. Ditfurth, Meinhof’un bilinçli bir şekilde bu kararı aldığı, dönemin Almanya’sında, silahlı mücadele seçeneğinin pek çok sol grup içerisinde tartışıldığını, dolayısıyla yaygın kanının aksine RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu)’ın tesadüfen kurulmuş, amacı belirsiz bir örgüt olmadığını vurguluyor. Her ne kadar kitabın bazı yerlerinde kaynağı belirsiz iddialara yer verse de, Ditfurth savaş sonrası Almanya’sına dair bir panorama da çıkarıyor: Adenauer döneminde faşizmle yüzleşmenin ne kadar eksik olduğunu ve neredeyse hiç gerçekleşmediğini, Nazilerin ekonomi ve siyasetteki kilit konumlarda istihdam edilmeye devam etmelerinin nasıl bir Almanya yarattığını,  Almanya’nın NATO üyeliği ve yeniden silahlanmaya başlamasını… Bunlara ek olarak Willy Brandt dönemini, nükleer silahlanma, üçüncü dünya ülkelerindeki bağımsızlık mücadelelerine karşı hükümetin tavrı, Doğu Almanya ile batıda parlamento dışı muhalefet arasındaki ilişkiler, basının tekelleşmesi ve buna karşı yürütülen mücadele, 1952’den itibaren çoğalan eylemler ve bu eylemler esnasında yaşamlarını kaybeden eylemciler, olağanüstü hal yasasını da görüyoruz. 

450 sayfalık 34 kısa bölümden oluşan biyografide, Jutta Ditfurth, Ulrike Meinhof’un hayatının ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Küçük yaşlarda otoriter eğitim sistemine karşı çıkan, ailesi öldükten sonra kendisinin ve kardeşinin sorumluluğunu üstlenen manevi annesi Renate Riemeck ile çatışan, Meinhof 1958/59 yıllarında nükleer karşıtı hareket içerisinde siyasallaşır. Yaygın kanının aksine 50’lerin sonunda sadece nükleer silahlara değil aynı zamanda nükleer enerjiye de karşı çıkıldığını ve bu hareketin önde gelen isimlerinden birinin Ulrike Meinhof olduğunu öğreniriz. 1956 yılında kapatılan ve yasaklanan Komünist Partiye üye olur, parlamento dışı muhalefet içerisindeki her geçen gün daha belirgin bir yer edinir. Vietnam savaşı ve tüm dünyaya yayılmış emperyalizm karşıtı eylemleri düzenler, onlara katılır. Muhalif Konkret dergisine yazılar yazar ve daha sonra derginin editörlüğü görevini üstlenir. Radyo yayıncılığı ile de ilgilenir. Radyo ve televizyon için o dönemde çok da ilgi çekmeyen göçmen işçilerin durumlarını, yetiştirme yurtlarında yaşayan kızları konu edinen haberler, belgeseller hazırlar. Üniversitede gazetecilik eğitimi verir. 1972 yılında Andreas Baader’in kaçırılmasına yardım ederek silahlı mücadeleye geçer. Tanıdığı RAF sempatizanı bir öğretmenin ihbarı üzerine yakalanır, beyaz işkence olarak adlandırılan sesten tamamen yalıtılmış bir hücrede aylarını geçirir.  Yargı süreci devam ederken hücresinde ölü bulunur.  

Tüm bunların yanı sıra biyografi, kişisel yaşamının mihenk taşlarını da konu ediniyor: 1974 yılında Ulrike Meinhof hakkında bir kitap yayınlayan Klaus Rainer Röhl ile evliliği, ikizlerin doğumu, boşanması, yalnız iki çocuklu bir anne olarak yaşam sürdürme çabası... Ancak Ditfurth kişisel yaşamına dair kurduğu cümlelerde klişelere sığınmayı seçmiş. Meinhof hakkında yaratılan dezenformasyonu eleştirirken, kişisel hayatına dair tahmine dayalı olduğu açıkça belli cümlelerin dökülüvermesi, biyografinin çizmeyi amaçladığı resme gölge düşürmüş. Sözgelimi ilk gençlik yıllarında Ulrike’nin aşık olduğu Maria ile olan ilişkilerini anlatırken, ya da annesi fırtınalı bir gecede öldüğü için Ulrike’nin her zaman fırtınadan korktuğunu iddia ederken. 

Ulrike Meinhof kimdi? Ulrike Meinhof kadındı, komünisti, silahlı mücadeleyi seçmişti, yakalandı, beyaz işkenceye maruz kaldı ve Stammheim’daki hücresinde ölü bulundu. Burjuva toplumunun idealize ettiği yaşam şeklini reddetti. Hücresinde ölü bulunduktan sonra Hessen eyaletinde yayınlanan gazeteye verilen “vergi mükellefleri” imzalı bir ilanda, aldığı ölüm kararı için kendisine teşekkür edilmesi ya da aradan yıllar geçtikten sonra 2001 yılında hâlâ onu bir yere konduramayan akılların beynini incelemeye yeltenmelerine şaşmamalı. Ne de olsa toplumlarımız bu ideale dayanıyor. 

Türkçe çeviriye dair not: Redaksiyon yapılırken parlamento dışı muhalefetin Almanca kısaltması olan APO, kitabın bazı yerlerinde açıklama yapılmaksızın bırakılmış, APO’nun Almancadaki karşılığını bilmeyen okuyucunun metni anlamasını imkânsızlaştıran bu hatayı yayınevlerimizin kabarık kabahat defterlerine ekleyelim. 

ULRIKE MEINHOF, Jutta Ditfurth, Çev. Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı, 2010.



Kalmakla Gitmek Arasında (Başak BAYSALLI)

Mekânların üzerimizde bıraktığı etki çoğu zaman anlaşılmazdır. Bir yandan bağlanırken, bir yandan da kaçarcasına uzaklaşmak isteriz bulunduğumuz şehirden, sokaktan, evden, sevdiğimiz insanlardan… Hissettiklerimizden izler bırakırken yaşadığımız yerlere ve yeni eşyalara yeni anlamlar yüklerken her şeyi bırakıp gitmek de isteriz aslında. Kalmak ve gitmek arasında kuruludur düzen. Ve bu “düzenli bir yaşam” adı verilen koşuşturmacanın ortasında sıradan işlerle uğraşırken gün gelir “düzenli bir yaşam”ın ortasında eriyip gittiğimizi fark ederiz. Bu farkındalıkla yaşamak daha zordur artık. Kurulan düzen içerisinde sahip olduğumuzu sandığımız olanaklardan vazgeçmek demektir gitmek. Her şeyi ve herkesi geride bırakıp gitmek… Düşlerin ve yeni bir yaşamın peşine düşmek… Yeni yerlere yeni anlamlar yüklemek için yollara koyulmak… Gitmek hep mümkün olabilir mi? Sürekli gitme hali ne kadar sürebilir? Ya kalmak… Gitmekten daha mı kolaydır? Kök salıp yerleşmek, dallanıp budaklanmak için verilen onca emek, zaman… Yüzyıllardır aynı topraklarda sürdürülen yaşama, süregelen bir hikâyeye dâhil olarak yaşayabilmek kolay mıdır? Onca anının, yavaş yavaş silinmeye yüz tutmuş insan yüzünün ve sesinin arasında nefes almak; acılara, ölümlere, kayıplara, katliamlara tanıklık ederek doğduğumuz topraklarda bir yaşam kurmaya çalışmak gitmekten daha mı kolaydır? Ya da gitmek, ne kadar uzaklaştırır insanı yaşadıklarından, anılarından, yaşamına girmiş tüm insanlardan? İnsan, yine de insan değil midir bulunduğu yerden ne kadar uzaklaşsa da?

Kalmakla gitmek arasında bir yerlerde öylece dolaşırken hissettiklerimizi dile getiren bir İsrail romanı Dört Ev Hep Hasret. 1971’de Kudüs’te doğan Eşkol Nevo’nun ilk romanı.

Toplumsal olayları, çatışmalarıyla İsrail’e; düşleri, umutları, tutkuları, aşkları ile İsrail’in insanlarına odaklanan bir roman Dört Ev Hep Hasret. Iraklı göçmen bir aile: Sakianlar, birbirlerine tutkuyla bağlı iki genç: Amir ve Noa, ağabeyini askerî bir saldırıda kaybeden küçük bir çocuk: Yotam, doğduğu toprakları çocukken terk etmek zorunda kalan bir Arap: Sadık’ın hikâyesi dört ayrı evde ele alınsa da aynı topraklarda birleşiyor. Eski bir Filistin köyüne başka yerlerden gelip yerleşen bu insanların gözünden tanık oluyoruz anlatılanlara. Sakian ailesinde din meselesiyle, Yotam’ın evinde savaş ve ölümle, Noa ve Amir’de aşkla, Sadık’ın dünyasında ise toprak hasretiyle karşılaşıyoruz.  
Kurgu, farklı anlatıcılarla ilerliyor. Yaşananlara kimi zaman Amir’in, kimi zaman Noa’nın, bazen Yotam’ın, Sadık’ın, zaman zaman da Sakian ailesinin bireylerinin penceresinden bakıyoruz. Yazarın kullandığı farklı anlatıcılarla kurgulama tekniği karakterleri daha yakından tanımamızı, onlarla bütünleşmemizi, hatta onlar gibi düşünüp hissetmemizi; birbirinden çok farklı düşünen/yaşayan karakterlerle empati kurmamızı sağlıyor. BirGün gazetesinden Bahar Fatma Çandır’ın yazarla yaptığı röportajda “Edebiyatın sınırları aşıp kültürlerarası köprü kuracağına her zaman inandım. Arap bir yazarı, Filistinli bir şairi okuduğumda bunu bir okur olarak tecrübe edebildim. Sınırların ötesindeki insanlığın yaşamını bu sayede görmek, empati kurabilmek edebiyatla mümkün.” diyen Eşkol Nevo bu düşüncesini romana sadece içerik/anlatım açısından değil, teknik açıdan da yansıtıyor.

Romanda 1990’ların ortasında, Yitshak Rabin’in öldürülmesinden sonraya denk gelen, terör saldırılarıyla sarsılan, barış sürecinin donup kaldığı bir dönemde, Yahudilerle Filistinlilerin arasında Kudüs’ün sokaklarında dolaşıyoruz. Eve dönme özlemiyle, aynı zamanda da yola çıkma arzusuyla yaşayan insanların arasında… Kimliğini bulmak için kendi toprağının hasretiyle yola çıkan insanların içinde… Bu yolculukta bize sevgi, aşk, korku, dostluk, umut, tutku ve hasret eşlik ediyor. Sınırları aşan bu duygularla hatırlıyoruz bir kez daha insan olduğumuzu. Ve tüm insanların dünyanın bir ucunda, uzak zamanlarda, farklı dillerde, bambaşka kültürlerde de ortak duygulara sahip olduğunu… Hikâyeler değişse de hissedilenlerin değişmediğini görüyoruz bir kez daha. Ayrı evlerde ayrı yaşamlar kuran insanların yollarının aynı hikâyede nasıl kesiştiğine tanık oluyoruz.
Kitaptaki karakterlerden birinin, Noa’nın sözleriyle kenardaki hikâyeleri aramaya başlıyoruz: “Hiçbir fotoğrafta sadece tek bir hikâye yoktur, her zaman kenarlardaki öyküleri de aramanız gerekir.” Kıyıda köşede unutulmuş hikâyelerle, acılarla karşılaştığımızda durup düşünüyoruz. Ve Noa’ya delicesine âşık olan ve kendisi için “köksüz, tutunacak bir yeri olmayan bir insanım” diyen Amir’in sözleri eşlik ediyor hissettiklerimize:  “Anlıyor musun, her insanın göğüs kafesinde acıdan ve üzüntüden oluşmuş bir güneş var ve bu güneş yanan ışınlarını dışarıya yansıtıyor. İyi korunduğun zaman onlar sana işlemiyorlar. Ama korumasız olduğunda sana yakın olan insanların acıları senin de içine işliyor ve seni içten içe kavuruyor.” Amir’in ve Noa’nın evinden yaşama; aşka, acıya, özleme dair birçok söz akıp gidiyor. Bu sözler, başka evlerde, başka insanların yaşamlarında yeni anlamlar kazanıyor. Ağabeyini kaybeden Yotam’ın Amir’le kurduğu dostluk, onun yeniden yaşama dönmesini sağlıyor. Yotam’ın içindeki kocaman boşluk, Amir’in sıcacık sevgisi ve dostluğu ile dolmaya başlıyor. Kendilerini bulmaya çalışan Amir ve Noa, toplumsal sancıların içinde, başka insanların hayatlarında yeni bir arayışa çıkıyor.

Ve 1948’de iç savaş nedeniyle kendi topraklarından, evinden ayrılmak zorunda kalan Sadık’ın hikâyesiyle farklı bir boyut daha kazanıyor roman. “Bu savaş, İsrail hükümetinin kazandığı bir savaştı; ama bir de kaybeden taraf vardı ve bizim komşumuzdu. Savaşı onların gözünden anlatmak istedim.” diyen Eşkol Nevo 1948’deki Arap-İsrail savaşını romanda Filistinli bir karakter üzerinden, Sadık’ın gözünden ele alıyor. Sadık; yıllar sonra evini bulma, anılarına kavuşma umuduyla İsrail’e gelen bir Arap. Annesinin “İnsanlar ölür, ağaçlar ölür ama toprak sonsuza dek kalır.” sözlerini hiç unutmayarak toprağına/evine dönme arzusuyla yollara düşen Sadık’ın şu sözleri onun tüm insanlığa haykırışıdır: “Üzerinde oturduğunuz toprak benim. (…) Yemekleriniz, kavgalarınız, sevgileriniz, tüm bunlar benim toprağımın üzerinde oluyor. (…) buradan nasıl alıp götürsünler, burası benim evimken. (…) Toprağını terk edenin bir hayatı olamaz.”

Dört Ev Hep Hasret sınırların sürekli değiştiği Ortadoğu’da sınırları aşan bir roman. Bireysel yaşamlardan toplumsal sancılara uzanan bu roman umuttan çöküşe/kayboluşa giden yolda kimlik/aidiyet/yalnızlık/arayış gibi evrensel temaları ele alıyor.  Ve bu temalar, Eşkol Nevo’nun şiirsel dili, roman tekniğindeki özgünlük ve içerikteki sürükleyicilikle birleşiyor.

DÖRT EV HEP HASRET, Eşkol Nevo, Çeviri: Özden Özberber, Can Yayınları, 2013.

Anlatıyı Yeniden Biçimlendirmek (Onur KOÇYİĞİT)

Bir yazarın ilk kitabı hakkında, hele ki bu kitap öykü kitabıysa, yazmak zordur. Ne dediğine her zamankinden daha çok dikkat etmek, bazı bazı biraz daha fazla düşünmek ve hep umutla devam ettirmek gerekir yazıyı. Memleketimizin matbuatla ilişkisini göz önünde bulundurursak eğer, bu söylediklerim pek geçerli olmayabilir, zira “Bir/kaç kitabım yayınlandı” cümlesi artık beni hiç heyecanlandırmıyor. Bir yazarı ise bu cümleyi kurma hayali dahi -en azından “Bunu ben yazdım” demezden evvel- heyecanlandırıyordur. Aksini düşünmek mümkün müdür, bilemem.

Hâl böyle olunca Melisa Kesmez’in öykülerini okurken ve notlar alırken, biraz daha ihtiyatlı davrandığım doğrudur. Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, [ABGBG] masama düştüğünde, heyecanlanmadım değil. Kesmez, çeşitli mecralarda bazı bazı denk düştüğümüz de birisi. Muhtelif yayınlarda, birkaç sayfa sonra kendi yazımı ya da kendisinin yazısını gördüğüm ve okuduğum da oldu. O yüzden sanki “evimin oturma odasına hiç girmemiş ama salonunu iyi tanıyan” birisini okuyor hissini kitabın sonuna dek taşıdım. Ne ki, pek iyi anlaşabildiğimizi söyleyemem.

Kitabın atfından başlayarak, neredeyse bütün öykülere hakim bir tematiğin, metinler boyunca takip edildiğini görüyoruz – çocukluk. İlk öykü “Balık Kraker”den son öykü “Sarı Elmalar”a kadar, çocukluğun o belki biraz bilindik, belki de bilinmez kayıtsızlığına ve yüzeyselliğine tanık oluyoruz. Buna ilkgençlik yılları da dahildir olduğundandır, -Kesmez’in “Girlfriend in a coma”da da söylediği üzere- “büyüme sancılarının” izinde ilerliyoruz.

Nedir peki çocukluk? Yazar/lar çocukluğu neden bir imgeler dünyasına büründürüp okuyucuyu bununla boğar? Anlatıcıyı yazardan uzaklaştırmak bir yana, handiyse bir tutmaya neden olan bu çağrışımlar, nasıl görülmelidir? Metnin düzleminde çocukluk yoksa dahi önceki anlatılar yok mu sayılmalıdır?

Bu soruları çoğaltabileceğimiz gibi tek soru haline de getirebiliriz ama bununla pek fazla ilgilenmek gerekmez. Ben, burada bir sıradanlaşma ve tektipleşme görüyorum. Kesmez’in anlatısında da sıkça rastladığımız üzere, anlatıcının kendisine karşı bir tahakkümü varolmaya başlıyor. Aynıyı, farklı okumalar üzerinden kurgulayan Kesmez, bunu atipik olma çabasına mağlup ediyor. Öyle ki, Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünyadan’da Michel Butor’u haklı çıkarak şöyle alıntılıyordu:

“Değişik gerçeklere, değişik anlatı biçimleri denk düşer.”

ABGBG, 25 öyküden oluşuyor. Aynı sayıda anlatıcıya (farklı ya da değil) ve karaktere tanıklık (her anlatıda en az bir karakter var) ediyoruz yani. Topyekûn bir çocukluk öznesini merkeze alamasak da kitabın anaakım yöntemini buna atfedilebilir. Tabii burada “şimdinin” pop(ülerleşen) figürleri üzerinden de bir şeyler söylemek lazım ancak artık alışılan öğeler oldukları için üzerinde durmaya gerek var mı, emin olmak zor - Ahmet Kaya, Şükrü Erbaş, Müslüm Gürses, bozkır, kadın(olmak)lık vd.  Elbette anlatıyı bundan kurtarmak gerekli gibi bir düşüncem yok ama üzerine çıkarmak elzem görünüyor.

Evler de büyük bir imge kaynağı olarak belirlenmiş Kesmez’in anlatısında. Ev, birçok konuda metafor olarak kullanılabilir elbette, bu konuda Kesmez’i başarılı saymalıyız. Detaylara boğulmayan, bir sürü şey söyleyebilecekken daha sade ancak nokta atışı gözlemler, öyküleri okumakta itici güç konumunda. “Balık Kraker”deki baba-ev-anne/düzen-düzensizlik ayrımı çok net hissedilebiliyor. Annenin evi terkedişi sonrası, sistematik disiplinin son buluşu ve babanın eve karşı hoyrat tavırları, aile içi kopuşun net göstergeleri. “Halam” öyküsündeki metaforu da eklemeli buna: “Ev dağınık sayılırdı. Yine de insanda dağınık hissi uyandırmıyordu. Pasaklı bir annenin merhameti vardı etrafta.”

Yıldız Ecevit’in Michel Butor alıntısını hatırlarsak tekrar, Kesmez’in bazı müsebbiplere bağlı kalmadan, anlatıyı yeniden biçimlendirmesi gerekiyor. Bu anlatı biçimlerinin ne olacağının tayini ise kendinden başka birisinin yapabileceğine pek benzemiyor, en azından ilk kitabın ertesinde ancak bu kadar söyleyebileceğimi sanıyorum. Yazının başında bahsettiğim üzere bir heyecan taşımak için, hem okurun hem yazarın hem de bu türden satırları yazanların ihtiyacı olan şey, -birazdan fazladır ki- bundan başkası değil.

ATLARI BAĞLAYIN GECEYİ BURADA GEÇİRECEĞİZ, Melisa Kesmez, Sel Yayıncılık, 2013.

Hikâyesini Yitiren Edebiyat (Aysun KARA)

Meksikalı devrimci yazar Carlos Fuentes bir denemesinde, “Latin Amerika’daki gerçek hayat edebiyattan ilginçtir, gerçek olaylar bütün kurgusal öykülerden daha edebidir,” der.  Yaşadığımız coğrafyadan Fuentes' in sözlerini doğrulayacak pek çok örnek verilebilir. Latin Amerikalı yazarların halk kültüründen yola çıkarak çok sesli bir yapı kurdukları öyküleri, romanları ilgiyle okuyoruz da kendi yazarlarımızın ana dilimizin olanca varsıllığıyla anlattıkları hikâyelerimizi neden görmezden geliyoruz?
Ülkemiz gibi siyasal eğilimlerin yaşantısını doğrudan yönlendirdiği toplumlarda,   bu yönlendirme kültürel alanda da karşılık bulur. Her dönem kimi isimler öne çıkarılır kimi isimler yok sayılır. Üretim toplumundan tüketim toplumuna geçmek yaşantımızın her alanında pek de farkına varamadığımız bir yoksullaşmaya, unutuşa neden oldu. Hazır sunulan imgeleri kolayca kabulleniyor, doğrudan deneyim ile birkaç saniye önce televizyonda gördüklerimizi ayırmakta güçlük çekiyoruz. Yalnızca nesneleri değil olayları, felaketleri, cinayetleri, tecavüzleri, de iştahla tüketiyoruz.  Fakir Baykurt' un 1967 yılında yayımlanmış kült romanı Kaplumbağalar'ı gösterişli reklamların, elbirliğiyle şişirilmiş çok satanların arasında Kasım 2007 tarihli  on  altıncı baskısından okudum.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Tunç Okan'ın, Fakir Baykurt'un "Kaplumbağalar" romanından esinlenerek çektiği "Umut Üzümleri" filmini izlemiştim. 

“Kaplumbağalar” romanı Ankara yakınlarındaki Alevi köyü Tozak'ta geçer.  Kıraç topraklarında üzüm yetişmediğinden Tozaklılar yakınlardaki Sünni köylerden pekmez ve şarap yapmak için üzüm satın almak isterler. Sünni köylüler, günah olduğu gerekçesiyle onlara üzüm satmaz. Köy Enstitülerinin eğitimde etkin olduğu dönemdir. Yoksul Anadolu köylerinin pek çoğu ilk defa öğretmenle karşılaşmış, öğretmen sayısı yetersiz olduğunda da Köy Enstitülerince düzenlenen kurslarda eğitmenler yetiştirilerek köylere gönderilmiştir. Tozak Köyünün eğitmeni Rıza ve aykırı kişiliğiyle dikkat çeken Kır Abbas öncülüğünde köylüler kıraç toprağı büyük zorluklarla bağ için uygun duruma getirirler. Köylünün ikna edilme çabası, maddi olanaksızlıklar ve bilgisizlikle savaşım, devlet kurumlarından destek bulabilme umudu, yaşanılan hayal kırıklıkları romanın gerçekçi ve şenlikçi diliyle birleşerek okuru kolayca içine alır.

Devletin, Tozaklıların bağa dönüştürdükleri hazine arazisinden haberdar olmasıyla her şey tersine döner. Yoksul köylünün devlet denen asla sorgulanamayacak kuruma kanıyla canıyla kulluk etmesi beklenmektedir. Bu çarpık yapı, eleştirici kimi zaman trajikomik bir bakış açısıyla sunulur.
 Erasmus'un “Deliliğe Övgü” yapıtı, gülmeceyi felsefe ile birleştiren, Rönesans yergi türünün ilk örneğidir. Erasmus toplumsal düzene, geleneğe, kurumlara,  kiliseye, din adamlarına, laiklere, krallara, âlimlere, filozoflara, yazarlara, hukukçulara, doktorlara, öğretmenlere ağır eleştiriler yöneltir. On beşinci yüzyılda kimsenin kolay kolay cesaret edemediğini yapar, egemen sınıfların kuralları ile dalga geçer. Cervantes, Rönesans hümanizminin en önemli temsilcilerinden Erasmus’ tan etkilenmiş, edebiyat tarihinin unutulmaz karakteri Don Kişot'u yaratmıştır.

“Kaplumbağalar”  romanında Kır Abbas, Anadolu topraklarında yaşayan bir Don Kişot olarak çıkar karşımıza. Cervantes'in kahramanından farklı olarak, aile, toprak, toplumsal düzenle olan bağını tamamen koparabilecek konumda değildir. İçinde yaşadığı ve bir parçası olduğu düzeni, ilişkileri sorgulayıcı bir bakışla değiştirmek, dönüştürmek peşindedir. Kır Abbas'ın kılıcını savurduğu yel değirmenleri, bürokrasinin acımasız çarkı, elini halkının cebinden çekmeyen devlet ve sömürüye dayalı sistemdir. Toplumsal düzeni sorgulayan, farklı bakış açılarına sahip olan aykırı kişilere yakıştırılan "delilik" sıfatı Kır Abbas' a da uygun görülür.
Kır Abbas, sevgi, cinsellik, aşk, doğa sevgisi, gibi insana ait tüm duygu ve durumları coşkuyla yaşar. Bir kaplumbağayı yalnızca kafası bozuk olduğu için ters çevirerek kavurucu güneşin altında ölüme terk etmesi Kır Abbas'ın kişiliğinde insana ait olan iyi kötü çatışmasını görünür kılar. Kaplumbağalar da köy halkı gibi susuzluktan kavrulur.  Onlar da köylüler gibi “kölge” peşindedir. Kavurucu güneşin altında ters döndürülmüş kaplumbağanın yaşama tutunma çabası gibi onlarınki de sonuçsuz bir çabadır.

 Alper Akçam  "Türk Romanında Karnaval" adlı inceleme - eleştiri kitabında roman türünün edebiyatımıza girişinden günümüze gelinceye değin serüvenini inceler. "Köy Enstitüsü kökenli yazarların yazınsallıklarının ana damarında bulunan grotesk halk kültürüne ait özellikler ve özellikle gülmece eğilimi, ne yazıktır ki, yazın araştırmacılarımız ve eleştiri ortamımız tarafından hemen hiç algılanmamıştır. Seçkinci, derebeyci anlayışı yansıtan bir aydın kesimi, edebiyatımızda halk kültürü öğelerini taşıyan yapıtları "Köy Romanı" yaftası ile karalayıp dışlamış ve türün kanon diyebileceğimiz genel anlayış içinde gözden düşmesinde önemli rol oynamıştır.”(Alper Akçam, Türk Romanında Karnaval, s 296)   sözleriyle durumu açıkça ortaya koyar.

Fakir Baykurt annesinin evinde olduğu bir akşam, köylülerine yazmayı düşündüğü romandan söz eder. Komşularından biri, “Sivrelt halam kalemini, sivrelt de yaz!” diye bağırır. Fakir Baykurt, o akşamı anlatırken insana ilişkin duygularını dile getirir: “(…) oturup yazdım. Kaplumbağalar odur, onlarındır. Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okuryazarlar, yumrukçu ya da neme gerekçi aydınlar okuyacak. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanımı asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onların sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklamasını isterim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirir. Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur. Gün doğmadan neler, ne kızlar, ne oğlanlar doğar!

Yaşadığımız karanlık günlere inat, yaşamın olduğu her yerde umudun da tükenmeyeceğini  aklımızdan çıkarmadan “Kaplumbağalar”ı yeniden okumalıyız.

KAPLUMBAĞALAR, Fakir Baykurt, Literatür Yayınları, Kasım 2007.



İmge Yaratmak ve Bozmak (Murat ÖZBEK)

Resim, söz, yazı ve edimin hayatımızda işgal ettikleri yer binlerce yıldır sorgulanır. Bu kavramların hayatımızda yer işgal etmesine izin vermemizle talebimizi de dile getirmiş oluruz. Konumlarını belirledikten sonra muhayyilemizi tasvir etmelerini talep ederiz bu kavramlardan. Örneğin, Edip Cansever “Masa da masaymış ha” şiirinde sözün yazıya aktarılmasının ardından büyük resme ulaşmayı amaçlar. Sayıp dökme yoluyla farklı imajları bir araya getirerek hedeflediği asıl imgeye ulaşmaya çalışır: “Adam yaşama sevinci içinde/Masaya anahtarlarını koydu/Bakır kâseye çiçekleri koydu/Sütünü yumurtasını koydu/Pencereden gelen ışığı koydu/Bisiklet sesini çıkrık sesini.../Üç kere üç dokuz ederdi/Adam koydu masaya dokuzu/Pencere yanındaydı gökyüzü yanında/Uzandı masaya sonsuzu koydu/Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/Masaya biranın dökülüşünü koydu/...” Masaya konulanlar birer imaj gibi görünse de önlerindeki boşluk imgeye ulaşmadan önceki boşluğu temsil eder gibi doldurulmayı bekler. Cansever, imge yaratmadan önce imge yıkar. Masaya suyu, çiçekleri, yumurtayı, ışığı koyarken imge yaratıyormuş gibi görünse de bunlarla birlikte masaya dokuzu, sonsuzu, biranın dökülüşünü, uykusunu koyarak imge yıkmayı talep eder.

Özgür Taburoğlu’nun Doğu-Batı yayınlarından çıkan son kitabı Resim Söz ve Yazı, antik Yunandan başlayarak günümüze ulaşan bir yelpazeyle imge yaratmanın ve bozmanın türlü yollarını bir araya getiriyor. Yazar, imge yaratma ve bozma eyleminde resim, söz, yazı ve edimin her birinin kendine özgü koşullarla “punctum” etkisi yaratabileceğini vurgular. “Alfredo Jaar’ın Ruanda’daki soykırımla ilgili yapıtında, katliamı doğrudan sergileyen fotoğraflar yerine, yaşananları yalın bir şekilde betimleyen metinler sergilemesi, resmin, imajın bazen görünürlüğün karşısında olduğuna ikna eder bizi.” ya da “Aile fotoğraflarında çoğunlukla, aile dışından olanların yakalayamayacağı bir punctum etkisi bulunur.” (s.14). Biraz da film karesini anımsatan fotoğraf ve metnin birbirini tamamlaması ya da zaman zaman bir birlerinin yerini almaları Gilles Deleuze’nin kullandığı “photogram” kavramında daha da netleşiyor. Taburoğlu bu durumu şöyle özetliyor: “İmgesel olan bakanla bakılan arasında bir ortaklık, “ortakduyum” (consensus) yaratan duyum ve ifade biçimleridir. Bu ifade resimde olduğu gibi, konuşanla dinleyen, yazan ve okuyan, eylemde bulunan ve eylemin yöneldiği nesne arasında da olur.” (s.14). Film karesini temsil eden photogram “ortakduyum” yaratmada önemli bir görev üstlenir. Örneğin, Bir Zamanlar Anadolu’da filminin bir “photogram”ında bakılan nesne olan topuklu ayakkabı filmin tümüyle birlikte ele alındığında bakan öznelerle birlikte kadının verili durum içinde sahip olduğu konjonktürün “ortakduyum”unu yansıtır. Yazar “ortakduyum”a vurgu yapsa da Alfredo Jaar’ın Ruanda’daki soykırımla ilgili yapıtını ve aile fotğrafını örnek vermesi yaratılmak istenen imge ile yaratılan imge arasında farkı da açığa çıkarır.

Taburoğlu kitapta, resim, söz, yazı ve edimi ayrı ayrı bölümlerde ele alıyor: Yazı ile ilgili bölümde antik Yunanla eski Mısırdan günümüze yazı tarihini irdeleyen Taburoğlu, referans olarak Derrida, Saussure ve Hegel başta olmak üzere birçok düşünürün çalışmalarını ortaya koyar. Örneğin, Hegel’in fikrine göre ideogramlarla şekillenen yazı kötü bir yazıdır. Nitekim bir diğer düşünceye göre Mısırda düşün alanında yapıtların ortaya çıkmaması buna bağlanır ve antik Yunanda fonetik yazı biçimi kullanıldığından dolayı geniş felsefi tartışmalar yapılabilmiştir gibi savlar geliştirilir. Hegel’e göre ise fonetik biçime sahip olan yazı iyi yazıdır. Taburoğlu bu türden tartışmaları ve açıklamaları okuyucuya aktararak bir çerçeve çizip muhayyileyi canlandırıyor. Jacques Derrida’nın yazıya, harfe gösterdiği ilgiye değinen Taburoğlu, ardından Derrida’nın Türkiye ziyaretinden söz eder. Derrida harf devrimini bir katliam olarak değerlendirirken sebep olunan hafıza silimini ise canavarlık olarak niteler. Derrida’nın Türkiye ziyaretinde tuhaf olan ise Derrida konuşma yaparken arkasında Atatürk büstü olmasıydı. Harf devrimine katliam diyen adamın arkasına harf devrimini yapan adamın büstünü koymak Türkiye’deki Atatürk imgesinin sebep olduğu absürdlüğü açıklamada önemli bir örnekti.

Söz kısmında ise Hasan Bülent Nalbantoğlu’nun fikirlerinin önemli yer kapladığını görüyoruz. Nalbantoğlu, antik Yunanda peripatetik okullardaki katılımcıların yaptığı gibi doğal bir şekilde konuşarak paylaştıkları “sözel bilginin” kıymetinden söz eder ve zamanımızın akademisini şöyle eleştirir: “Yavan yazılar yazmak, resimler çizmek, sözler sarf etmek sadece belli konularda uzmanlaşmanın, malumat sahibi olmanın sonuçlarıdır. Uzmanlaşma her tür bilmeye yavanlık katar.” Ancak “söz uçar yazı kalır” türünden belirlemelerle yazının genel geçer bir statüde sabitlenmesine olanak tanıyan ifadeler günlük hayatı daha sık işgal ediyor. Dolayısıyla bu durumun sadece uzmanlaşmayla sınırlandırılması eksik olur. Son olarak edimin konu alındığı bölüm, tragedyalarla başlayıp birçok oyun ustalarının yapıtları Nietzsche, Aristoteles, George Steiner gibi düşünürlerin yapıtları ışığında anlamlandırılmaya çalışılıyor. Edim, resim, söz ve yazının ayrı ayrı buluştuğu bir alan olarak da değerlendirilirse hareket edilen alanın önemi daha net kavranabilir. 


RESİM, SÖZ VE YAZI, Özgür Taburoğlu, Doğu-Batı Yayınları, 2013.

Yüzyıllık Barbarlık (Tevfik KALKAN)

Bir süredir tarih neden yazılır diye düşünüyorum.

1980’li yıllarda ortaokul öğrencisiydim ve o zamanlar dersimizin adı milli tarih idi. Bugün bana öyle geliyor ki dersin adı o günkü haliyle çok daha dürüsttü. MEB bu zamanla, dersin –içeriğine dokunmadan- adından milli ibaresini kaldırdı. Bertrand Russell’ın tarih üzerine çok bilinen sözlerini bir kez daha hatırlayalım: “Okullarda okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması" önerisi dinleyen kulakta ağrı yapabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş/masal olmaktan çıkar. İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını o'nun da bizim gibi aşamalardan geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.

İtalyan siyaset bilimcisi, tarihçi ve yazar Enzo Traverso 20. Yüzyıl zorbalıklarını yorumlamak üzere kaleme aldığı çalışmasına 1989’a mim koyarak başlıyor. Çünkü bu tarihten önce yazılacak bir 20. yüzyıl tarihi eksik kalacaktır. 9 Kasım’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı Doğu Bloku’nu parçalarken, 3 Aralık’ta gerçekleşen Bush-Gorbaçov görüşmesi Soğuk Savaş’ı resmen sona erdiriyordu. Bu kavşakta durup, araya yirmi yıllık bir mesafe koyarak geriye bakan Traverso, yüz yıl boyunca süregiden zorbalıkların çetelesini tutuyor.
Kitabın hemen başında Walter Benjamin’den alıntılayarak tarih anlayışını belirtiyor: “Tarihselcilik, yenenlerle bir empati ilişkisi kurarak XIX. Yüzyılın en güçlü uyuşturucusu olmuştur: Öyleyse, geçmişi yenilenlerin bakış açısından canlandırarak perspektifi tersine çevirmek gerekir.” Neden böyle olmalıdır bu? Reinhart Koselleck’e kulak verelim şimdi: “Kısa vadede ‘tarihin’ yenenler tarafından yapılması mümkün olsa da, tarihsel bilgi kazanımları uzun vadede yenilenlerden gelir. Yenenlerin safında yer alan tarihçiler yazgısal bir şematizme sürüklenirken; yenilenlerin safında yer alan tarihçiler geçmişi daha keskin ve eleştirel bir bakışla, daha ayrıntılı olarak gözden geçirirler.” 

Traverso, kitabının ilk bölümünü Eric Hobsbawm’a ve onun kısa XX. Yüzyıl tarihi, Aşırılıklar Çağı(1994) adlı eserine ayırmış. 1932’de Berlin’de on beş yaşında iken komünist olan Hobsbawm’ın görüşlerinde ölene değin bir değişme olmaz. XX. Yüzyıl Hobsbawm’ın yaşamı olmuştur ve tarihi otobiyografiden ayırmakta yaşadığı zorluğu bütün içtenliği ile itiraf eder.  Kendisi de Troçkist bir tarihçi olan Traverso, Hobsbawm’ın Marsist okuyuşunu yanlı bir tarih okuması olarak değerlendirir. Aşırılıklar Çağı’nın en güçlü sayfalarının 1914-1945 dönemini, bir kıyamet ortamını betimlercesine anlattığı giriş bölümü olduğunu belirtip, Hobsbawm’ı ciddi bir eleştiri yağmuruna tutuyor Traverso. Hobsbawm’ı ister sevin ister sevmeyin, isterseniz daha önce hiç duymamış olun bu satırları okumak zihinsel bir ziyafet.

İkinci bölümü François Furet ve Arno Mayer’in Stalinizmin korkunç suçları hakkındaki fikirlerine ayıran Traverso, Sovyet suçlarını büyük oranda kabullenir ama Bolşevikleri düşmanlarının betimlediği gibi kana susamış zorbalar olarak nitelemeye karşı çıkar. Ancak komünizm yalnızca Orwellci bir kabus olmamıştır; o aynı zamanda madun sınıflara bir haysiyet duygusu vermeyi ve çok sayıda neslin umutlarını ateşlemeyi başarmıştır, dedikten sonra Koestler’den alıntılar: “Haklı nedenlerden dolayı haksızdık. Rus Devrimi’ni baştan beri aşağılayanlar bunu, bizim hatamızdan daha az övgüye değer bir sebeple yaptılar: Hayal kırıklığına uğramış bir âşıkla sevmekten aciz olanlar arasında dünya kadar fark vardır.” 

Üçüncü bölümde XX. Yüzyılın faşizmleri George Mosse, Zeev Sternhell ve Emilio Gentile’nin görüşlerine yer verilerek irdelenir. Bu bölümde faşizmlerin soy kütüğünü  çıkaran Traverso, yukarıda andığımız düşünürlerin faşizmin çok önemli bir özelliğini, antikomünistliğini ıskaladıklarını yazar. Traverso’ya göre antikomünizm faşizmin güzergâhını başından sonuna kadar biçimlendirir. Öyle ki İtalyan faşizmi, Nazizm ve Frankoculuk İspanyol İç Savaşı sırasında birleşik bir cephede antikomünizm adına bir araya gelmişlerdir. Faşizmin, komünist devrimle kıyaslanmasına karşı çıkan Traverso, faşist devrim kuramının bizzat kendisi problemlidir der ve oradan devam eder: “Faşizmlerin hepsi yasal yollarla iktidara gelmişlerdir. Diğer bir deyişle, faşist rejimlerin doğumu her zaman faşizm ile muhafazakârlık arasında belli bir geçişme derecesi içerir.”
Dördüncü bölümde Martin Broszat ve Saul Friedlander arasındaki bir yazışmaya yer verilir. Bu iki tarihçiden ilki 1945’te 19 yaşında ve Hitler gençliği üyesidir, diğeri ise savaş sırasında Fransız Katolik bir ailenin kendisini saklaması sonucu hayatta kalmış Alman Yahudisidir. Bu yazışmalardan hareketle bir çıkmazı işaret eder Traverso. Nazizm artık kurbanlar tarafından geçmek bilmeyen bir geçmiş olarak algılanıyordu ve işte tam da bu nedenle Nazizm’in tarihselleştirilmesi hem zorunlu hem de imkânsızdır.

Beşinci bölüm ucu açık sorular soruyor: Şoah kıyaslanabilir mi? Mesela Ermeni soykırmı ile benzeştirebilmek mümkün müdür? İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman şehirlerinin İngiliz-Amerikan hava kuvvetlerince bombalanması, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, Stalin’in totaliter komünizmi… Sonuçta Şoah bazılarına göre biricik olay, bazılarına göre Batı’nın gerçekleştirdiği bilmem kaçıncı katliamdır.  Dan Diner’e göre Şoah bir çeşit anlayışın no man’s land’i (tarafsız bölgesi), yorumun kara kutusu haline gelmişti. 
Altıncı bölümde Foucault’nun ürettiği biyoiktidar kavramı üzerinde duruluyor. Foucault’ya göre biyoiktidar, öldürme gücüne sahip bir egemenden çok, hayatlarını düzenlediği ve koruduğu canlı bedenlerin bir fabrikasıdır. Yaygın, çok şekilli, kılcal, her yerde hazır ve nazır olmakla birlikte genellikle görünmez ve elle tutulmaz olan biyoiktidar, devlet aygıtını tahakkümün yegane aracı haline getirir.  Foucault buradan yola çıkarak modernitenin pastoral iktidar biçimi yarattığını savlar: “Pastoral iktidar düşmanlarına karşı çıkmakla birlikte ne düşman ne şiddet tanır, pastoral iktidarın başlıca işlevi düşmanlarına kötülük yapmak değil kolladıklarına iyilik yapmaktır. Kelimenin en somut anlamında iyilik yapmak: yani beslemek, bir geçim sağlamak, yem vermek, pınarlara götürmek, iyi otlaklar bulmak…” Foucault’nun bu açıklaması Nazi pastoral iktidarı hipotezini doğrular gibidir. 

Yedinci bölümde eleştirel düşünce tarihinin oluşumunda sürgünlerin rollerine yer veriliyor. Miyop ve unutkan bir dünyada diye dile getiriyor Traverso, sürgünlerin alarm çığlıkları olmasaydı Hiroşima, Gulag ve Auschwitz gerektiği gibi değerlendirilemeyecekti. Totaliter rejimlerin baskısından kaçarak başka ülkelere sığınan sürgünler, bir vatansız olarak dünya vatandaşlığına terfi ediyor ve sadece kendi ülkelerindeki değil başka ülkelerdeki kıyımlar konusunda da ilk harekete geçen insanlar oluyorlardı. 

Son bölüm yüzyılın genel bir değerlendirmesine ayrılmış. Sovyet rejiminin batarken aslında kendisiyle birlikte, yükselişine eşlik etmiş olan ütopyaları da suların dibine çekmişti diyen Traverso, geçmişten geleceğe bir umut arayışı içinde sürdürür yorumlarını. Yüzyılın panoramasını çıkaran Traverso bunu yaparken tarihin ne’liği üzerine kafa yoruyor ve okuru bu konuda da düşünmeye zorluyor.

Kendi tarihini popüler dizilerden takip edenlerin yaşadığı bir ülkede eleştirel tarih okumalarından da keyif alacak okurlar olduğunu hayal etmek istiyorum.



SAVAŞ ALANI OLARAK TARİH, Enzo Traverso, Çeviri: Osman S. Binatlı, Ayrıntı Yayınları, 2013.