Direnişin Kürtçesi (Murat ÖZBEK)

Cengiz Güneş’in Essex Üniversitesindeki doktora tezi olan ve İngiltere’de Routledge yayınları tarafından kitaplaştırılan çalışması Eflâ-Barış Yıldırım tarafından Türkçeye Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi adıyla çevrildi. Kitap 1960’tan günümüze Kürtlerin siyasal hareketliliğine yoğunlaşıyor; ancak Güneş, alanyazındaki çalışmalardan farklı olarak bu konuyu tarihsel bilgi aktarımının dışına taşırarak felsefi kavramlarla tartışmaya açıyor. Ernesto Laclau’un “Radikal demokrasi” “tortulaşma” “söylem teorisi” “mit” kullanımlarının ve Antonio Gramsci’nin “organik entelektüel” “hegemonya” gibi kullanımlarının genelde Kürt siyasal aktivizminde, özelde ise PKK hareketinde nereye tekabül ettiğini özgün bir çalışmayla aktarıyor. Özgün bir çalışma dememin nedeni ise müzik, Newroz, kültür etkinlikleri, televizyon ve diğer iletişim kanallarının siyasal hareketlerde sahip olduğu önemin akademik çalışmayla belirlenmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi sekiz bölüm ve bir de sonuç bölümünden oluşuyor; ancak tüm bu bölümler 1960’tan 1980’lerin başlarına kadar olan birden çok Kürt oluşumunun mücadelesine ve 1980’lerden günümüze PKK hareketinin mücadelesine odaklanıyor. Güneş’e göre çağdaş Kürt aydınlarının çok partili hayata geçişinin ardından, önce Kürtlerin kültürel taleplerini ardından siyasal taleplerini dillendirmeye başlamaları ve kendilerine yeni alanlar yaratma çabaları Türk soluyla birlikte hareket ederek gerçekleşmiştir. Güneş şöyle devam ediyor: Ancak Türk solunun Kürtlerin talep ettiği bu hakları dillendirmede kararsız kalmaları Kürtleri kendi siyasi oluşumlarını ve söylemlerini üretmeye zorlamıştır. Örneğin, Musa Anter gibi Türkiye İşçi Partisi içinde yer alan Kürt entelektüellerin amacı Kürt sorununun Türkiye’nin temel sorunu olduğunu parti içinde dillendirmekti. Türk sosyalistler Kürt sorununun sosyalizmle çözüme kavuşacağını öne sürüyorlardı ama Kürt sorunu devrimden sonra çözülmeliydi. (s. 129) Kürt aktivistlerin kendi siyasal arayışları büyük oranda Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ile başladı ve bunu Kürdistan İşçi Partisi ile Devrimci Demokrat Kültür Dernekleri gibi oluşumlar takip etti. Bu oluşumlar ve sonralarındaki oluşumlar Kürt sorunu çerçevesinde hegemonya kuramadılar ve PKK hareketinin ortaya çıkışına kadar bu bir döngü halinde devam etti. Cengiz Güneş bu durumun nedenini oluşan siyasal oluşumların söylemlerinde arıyor. Kürt entelektüellerin ve DDKO üyelerinin söylemleri Kürtlerin Türk olmadığına yönelikti ve Kürtlerin kökenlerini Ortadoğu’daki antik gruplarla ( Gütiler ile Kardukiler gibi) ilişkilendirmeye çalışıyorlardı. (s. 126) 1970’lerin ortalarından başlayarak söylem şeklini değiştirdi ve “direnişin söylemi” olarak kendine siyasal mecrada yer aradı.

Cengiz Güneş, tezinde PKK hareketinin direniş biçimi olarak sembolleşen Kawa Efsanesinin ve onun bir kutlaması olan Newroz “mit”inin Kürt halkı arasında önemli bir yer edindiğini vurguluyor. 1970’lerin ortalarından itibaren başlayan “ulusal kurtuluş” söylemi, sosyalizm, devrim, sömürge, baskı gibi terimlerle Kürdistan’da işçi sınıfını mücadeleye çağırıyordu. Bu nedenle “ulusal kurtuluş” söylemi Kürtlerin Ortadoğu’da dört devletin sömürgesi altında marjinalleşmesini dile getirerek Kürtlerin varlığını daha belirgin kıldı. PKK bu söylemi halka yayma biçimi olarak özellikle müzik ve yazın alanında yoğun bir şekilde kullandı. İstanbul’da kurulan “Mezopotamya Kültür Merkezi’nin bünyesinde gelişen müzik gruplarının besteleri direnişin sembollerini ezgileştiriyorlardı.” (s. 210) PKK tutsaklarının maruz kaldıkları ve tahayyüllün sınırlarını zorlayan işkenceler, tutsakların bu işkencelere rağmen devlete teslim olmayışı şarkılarla halka iletiliyordu. Bunun yanında bir diğer direniş söylemi ise kendini yakma eylemi olarak belirdi. “Bu, Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesinde bir tıp öğrencisi olan Zekiye Alkan’ın 21 Mart 1990’da kent duvarlarının üzerinde bedenini ateşe vermesiyle birlikte başladı.” (s. 218) 2012 yılı itibariyle de devam eden bu kendini yakma eylemi ve eylemcinin çocuk olması ulusal kurtuluş söyleminin haklılığını halka ispatlıyordu. (01.08.2012 tarihinde Mehmet Yalçın’ın (16) eylemi) Tüm bunlar “ulusal kurtuluş” söylemi çerçevesinde değerlendirildiği zaman devletin Kürt sorunu hakkında söylenecek söz bırakmadığını ve mücadele gerekliliğini vurguluyordu.

Kitaba göre Bir yandan şehirlerde halk hareketi devam ederken diğer yandan gerilla da savaşı devam ettiriyordu. PKK bu iki direnişi birleştirerek ulusal halk ayaklanmasını hedefliyordu. Ne var ki; 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında PKK askeri kayıplar yaşadı ve PKK’nin bu hedefi zora girdi ardından “ulusal kurtuluş” söyleminin yerini demokrasi söylemi aldı. PKK’nin tek taraflı ateşkesler başlatmasıyla demokrasi söylemi güçlenmeye başladı. Belki de PKK’nin başarılı bir hareket olmasının ana nedeni söylemlerini sadece dile getirmekle yetinmemesinden kaynaklanıyordur. PKK’nin tarihsel süreci içerisinde oluşturduğu söylemler hep inşa edilir ve altı iyice doldurulur. PKK demokrasi söylemine geçince Newroz alanını dolduran milyonlarca insan bu söylemi talep etmeye başladı, dolayısıyla gerillanın başlattığı söylemler kısa sürede halkın söylemi oluyordu. Demokrasi söylemi beraberinde yeni dönüşümler getirdi ve cinsiyet eşitliği, çevresel faktörler gibi yeni talepler devreye girdi. Örneğin, PKK’nin kadınları siyaset içinde rol almaya teşvik etmesi, Kürt halkının özgürleşmesinin kadının özgürleşmesiyle mümkün olacağını vurgulaması, barışı anaların getireceğini söylemesi, Kürdistan’da baraj yapımlarına engel olarak demokrasi söylemini genişletmesi kitapta dikkat çeken bir diğer konuyu oluşturuyor.

“Ulusal kurtuluş”un demokrasi söylemine dönüşmesiyle Kürtler tekrar Türk soluyla uzlaşma yoluna giderek meclise parlamenter sokmayı hedefledi. Bu süreç SHP ile uzlaşmayla başlayıp çok uzun sürmedi. SHP Kürt kimlik taleplerini dile getiren vekilleri partiden ihraç edince yeni bir partilileşme ile “legal” mecrada Kürt muhalefeti sesini duyurup giderek güçlenmeye başladı; ancak devletin ve medyanın Kürt vekillere karşı tavrı dışlayıcı oldu. Nihayetinde 1994’te Kürt vekiller hapse atılarak PKK’nin demokrasi söylemi devlet tarafından karşılıksız bırakıldı. Kürtler siyasi arenayı bu şartlar altında olsa bile yine de boşaltmadılar ve yüzde on seçim barajı engelini aşarak bağımsız vekillerle meclise girmeyi hâlâ başarıyorlar. Laclau’nun “radikal demokrasi” kullanımına tekabül eden PKK’nin demokrasi söylemi, başlangıç noktası olan Marksist-Leninist çizgi ile demokrasiyi bir araya getirme çabası olarak açıklanabilir. Yukarıda da söz ettiğim, Cengiz Güneş’in Kürt kadınlarını politik bir güç olarak belirlemesine ek olarak Kürt çocuklarını da ekleyebiliriz. Savaşın ortasında büyüyen Kürt çocukları giderek daha sert politik duruşlar sergilemeye başlıyor. Özellikle duruşlarını güvenlik güçlerine taş atarak ve gerillaya katılma şekliyle sergileyen çocuklar bu duruma yeni bir boyut katarak kendini yakma eylemleriyle de politik arenaya çıkıyorlar. Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi akademik bir çalışma olarak spekülasyonlara yer bırakmadan kavramlar çerçevesinde Kürtlerin mücadelesini okuyucuya aktarıyor. Bu bağlamda Güneş’in kitabı; kimlik mücadelesinin Türkiye sınırlarını aşıp Avrupa’da ve Kürdistan’ın dört parçasında, silahlı ve “legal” olarak sürdürülmesinin orta-yakın tarihini merak eden araştırmacıların başvuracağı kaynakların başında geliyor.

TÜRKİYE’DE KÜRT ULUSAL HAREKET: DİRENİŞİN SÖYLEMİ, Cengiz Güneş, dipnot Yayınları, 2013.

Cevapsız Ağrıları Kontrol Etmek (Onur AKYIL)

Doksanların ortaları; ‘magic box’ sayesinde Taş Devri, Körfez Savaşı, Amerikan Güreşi ve şimdi televizyonlarda görmenizin nerdeyse imkânsız olduğu birçok şeyle tanışıyorum. Grup Yorum ’un Cemo’su bile dönüyor ekranda; Hilmi Yarayıcı, Elif Sumru Gürel gencecikler… Sonra bir sabah, magic box’ın karışık video listesinde bir şey başlıyor. Banyo; adamın biri banyo kapısının camını yumrukluyor; kâğıttan gemiler ve kısa saçlı bir kadın. ‘Çağıran bir şeyler var beni uzak şehirlerde’. Şarkı beni seksenlerin ortalarına fırlatıyor, annemin ve babamın sabaha karşı gelen telefonlarıyla ‘kötü hissettiğim’ günlere. O telefonlara cevap veremeyişime; ‘alo’ diyemeyişime. Şarkı ne anlatıyor, ben ne anlıyorum; bilmiyorum. Bildiğim tek şey, büyürken karşılaştığım bu ‘şey’ beni gerçekten duvardan duvara çarpıyor. Ve o kadının adı kazınıyor o sabaha, sonrasına, çok sonrasına: Umay: Çocukların ve hayvanların koruyucusu. Çok şey kırılıyor bir şarkıyla birlikte… Çok şey yerini buluyor…

Bir şekilde büyüyoruz sonra; dinleyerek, okuyarak, merak ederek, hep uzakta, uzağında ama. Olsun, böylesi daha acı.

Ve tabi, güzel ve şüpheli çocukların arasında yerimizi alıyoruz; sevgililerimizin evlerinde, duvarlara ‘orospu kırmızı’ yazıyoruz, sabah olunca çıkıyoruz. Sokaklar uyuduğunda, ayakta kalıp öpüşüyoruz; veda buseleri.. Şimdi de ‘Cevapsız Ağrı’ları kontrol ediyoruz gün boyu…

Şubat 2013, 6.45, Umay Umay, Cevapsız Ağrı. Mayıs 2013, ikinci baskı.

‘ Haydarpaşa garında yakalayabildiğim bir tek tren bile olmadı”

Şiirin ne olduğu üzerine de, ne olmadığı üzerine de tonlarca şey yazılıp çizildi. Onlarca zaman konuşuldu şiir üzerine ve herkes hep bildiğini okudu. Başka türlüsü mümkün değil zaten; biri çıkıp ‘evet bu doğru yazılmış bir şiir’ mi diyecek? Gülünç. Bu noktadan hareketle Umay Umay’ın Cevapsız Ağrısı’nın alışkanlıkları kırma konusunda bizi yeniden kendimize getirdiğini söyleyerek başlayabilirim. Kesilmemiş, akan bir metin/şiir Cevapsız Ağrı. Sonlu şeylerin dünyasında, uzayıp gitmenin insanca olma biçimi. Araya başlıklar, bölümler vesaireler girmeden yazılmış bir uzunluk. Bu uzunluk içinde yine o koruduğumuz sırlarımızın üzerinde dolaşan bir dil kullanıyor Umay Umay. Anlam denen tehlikeyi sezen ama çaresiz kalan sözcüklerle örülü kitap. Hayatımıza, yaşadıklarımıza, biz oluşumuza değiyor, dokunuyor bu yüzden rahatlıkla.

“dışarıdayım aşkım, insanlar çok aç, çok yalnız / ne küstah bir hayat kurmuşuz / ne kadar büyükmüşüz yanılırken bile / bu sokaklarda lanet de işe yaramıyor artık”

Sokağın açık, çıplak ama aynı oradan örtük, içe dönük ilişkilerinin toplumsal olanı pişmanlıklar üzerinden görmesi de ayrıyeten ilginç aslında Umay Umay’ın yazdıklarında. Çünkü yer değiştiren bir suçlama algısı karışıyor araya. Umay Umay’ın içinden geçen sokaklarla, Umay Umay’ın içinden geçtiği sokakların insanları aynı şeyi aynı yerde kaybetmiş gibiler ve bu durum politik olanı aslında indirgeyen bir şey değil, aksine politik olanı yayan, dağıtan bir perspektif. Aslında çok yinelendiği için, gerekli gereksiz parladığı için anlam çoğulluğu tehlikeye giren hüznün kendine yeniden bir ev kurması gibi; güvensiz tuğlalardan fakat sıkıca örülmüş.

“sevişemiyorum / kaybedemiyorum / senin için kurtarılacak bir hayat mı var dışarıda; / çok üşümüş, çok hasta olmuş, kalbi paramparça bir hayat.”

Umay Umay’ın daha önce yazdıklarını okuyanlar anımsayacaklardır; bu algı aşağı yukarı bütün yazdıklarında vardır Umay Umay’ın. Çünkü onun gözünde, görünen o ki, insan parçalandıkça yok olmaktan ziyade, kendi parçaları üzerinden bir başka bütüne varmaya meyillidir. Her şeyin tek anlamı, her anlam için tek bir şeye dönüşür. Böyle yazabilmenin, dışarıyı böyle okumayabilmenin ortak ve altın kuralı da insanı biçimlenebilir olmanın dışına taşımaktır. Tam da burada, örneğin: “çözülerek dolaşıyordum İstanbul sokaklarında / yarım kalan şiiri tamamla / öp beni” der. Bağlamdaki bu oynamalar her zaman ön plandadır Umay Umay’ın yazdıklarında.

“biliyorum şiirin ayakları yok kalkıp gelsin / yeterince uzun kolları da yok sevip okşasın “

İnsan yazdığı şeyin, kendisine aslında ne denli uzak olduğunu ancak böyle anlatabilir herhalde. İnsan yazdığı şeyi ancak bu kadar iyi tanıyabilir; yazılana bahşettiğiniz ayaklar, kollar vesaire dahi sizi yalnız bırakır; uğramaz çoğu zaman size yazdıklarınız; kalkıp gelmezler, arayıp sormazlar. Evden kaçmışlardır bir kere… Hal böyle olduğunda, neden halin böyle olduğu da, bir tanımlama olarak belirir; bu anladığımız andır, ayrımına vardığımız an:

“ sadece “kayıp bir dakikanın dedikodusudur” şiir”

Bu anlar başka türlüde olabilir elbette; yine bir anlama, ayrımına varma anıdır ancak bu defa işin içinde şeylerin muğlaklığı yoktur, insan vardır; bir varış olarak insan:

“ orada / kırmızı kadifenin üzerinde oturuyorsun / elini tutmak için sağır bir kol buldum / anlaşılmaz tabii / kuşlar da anlaşılmazdır / mucize bir ağıt gibi hep yanımda / gözlerine yakıştırdığım”

Bunların dışında Umay Umay’ın yazdıklarına eşlik eden ve gerçekten çok dikkatli dinlediğinizde duyabileceğiniz kadar kısık ama yazılanın kontrolünü sağlayabilecek kadar güçlü olan müzik, gerçekten ilgi çekicidir. Sözcüklerin sağladığı bir müzikal uyum değildir bu; okurun farkında olmadan Umay Umay’ın sesiyle kendine sunduğu garip bir okuma sürecidir. Sesini bildiğiniz, yıllarca dinlediğiniz birinin yazdıklarını okuduğunuzda o ses sizi yazılanın daha da derinine yerleştirir. O kırgın tonu kitabın başından sonuna değin duymak olasıdır.

“oyun oynamayı sevmeyen çocuklarla gökkuşağını arıyorum / sesimin aşkını bırakıyorum dar sokaklarda / dar elbiselerde, daracık çatı katlarında ve kuşlu yatak örtülerinde / hep cam bataklığı / hangi tuzağı böyle / yine ölürcesine sevebileceğim”

Sonuç olarak; kuşku yok ki Umay Umay her hâlükârda zihin açıcı bir isim. Sesi, sözcükleri ve her köşesini çok iyi bildiği hayatla hep ‘aranılan’ biri olacak. Onun ürettikleriyle nefes almak, tutunmak, acıyı, yalnızlığı bastırmak hep önem taşıyacak.

Ve öyleyse son bir dize;

“Kelimelerle sevişenler mahcup çocuklar doğururlar”

Umay Umay, Cevapsız Ağrı, Altı Kırk Beş Şiir

Çocuklar İçin Üç Büyük Ustadan Dört Klasik (Hayati Berke ARAL)

Türkiye'de çocuk yayıncılığı, umut ve umutsuzluk ikileminde salınıp duruyor. Baskı ve içerik olarak iyi hazırlanmamış kitapların yanı sıra, çocuklara yönelik pedagojik unsurları ve baskı kalitesi kılı kırk yararak hazırlanan kitaplar da var. Gergedan Yayınları, Shakespeare'den bir aşk efsanesine dönüşen Romeo ve Juliet ile sevimli Bir Yaz Gecesi Rüyası'nı, Schiller'den adalet ve adaletsizlik ikileminin başucu kitabı Haydutlar'ı ve Goethe'den de unutulmaz iyilik-kötülük sarmalını işleyen Faust'u yayımladı.

Kitaplar, çocuklar düşünülerek özenle hazırlanmış. Yedi yaş ve üstü çocuklar için adeta çocuklaştırılan kitaplar içeriğe sadık kalınarak ve görsel işlemelerle birer estetik şölene dönüştürülmüş.

Bir Yaz Gecesi Rüyası, aslında bilinen aşk temalarındaki "seven-sevilen-rakip aşkı"na bir dördüncü unsuru ekleyerek mutlu sonla bitirirken, bunun paralelinde bir başka aşkı kendi çekişmesi içinde yeniden alevlendirmeyi konu ediniyor. Üç sorunlu aşkın, ilmeklerinin tek tek çözülerek mutlu sona ulaştırıldığı bir Yaz Gecesi Rüyası, bu haliyle masal tadında, masal esinli bir kitap olarak soluksuz bir okumayı hak ediyor.

Shakespeare'in gençlik dönemi eseri Romeo ve Juliet, çağlar boyunca aşka ve aşıklara hüzünle kılavuzluk etmiş bir başucu kitabıdır. Konusu İtalya'nın Verona şehrinde geçen gerçek bir olaydan alınmadır. Romeo ve Juliet, aşkın büyük ve büyülü gücünü işleyen, doruğunu yanlış anlamaların ışığında sonsuzlukla taçlandıran bir eserdir. Bu dev eserin çocuklar için ayıklanmış ve inceltilmiş hali de her halükarda okunmayı hak ediyor.

Haydutlar, bir dönem Fransız Devrimi'ni desteklemiş, sonrasında onun kanlı yüzünün ruhların iyi eğitilmemiş olmasından kaynaklandığını gören Schiller'in en önemli eserlerinden birisidir ve ilginçtir, bir adalet arayışı kitabı olan Haydutlar, Fransız Devrimi'nden önce yazılmıştır.

Haydutlar, bildik temaları işliyor görünmesine rağmen, kesin bir biçimde adalet ve özgürlük savunusuna girişir. Sinsilik ile doğruluk, açık yüreklilik ile yalancılık, cesaret ile korkaklık bir tür hesaplaşmaya girişir. Kitap, bir yerde insan doğasına uyan değerlerin üstünlüğü ve zaferini ilan eder, hem de zevkle ve büyük bir edebi lezzetle.

VE FAUST...

Faust, yüzyıllar boyu Avrupa mit, mesel evreninin baş köşesinde oturmuştur. Goethe'den önce bu konuyu çeşitli yönleri kısaltıp veya uzatarak kaleme almış sayısız yazar mevcuttur. Ama Faust'a son ve nihai başkalaşımı geçirten Goethe olmuştur.

Goethe'nin bu bildik kitabı, terütaze Gergedan Yayınları sayesinde şimdi çocuklar için dizayn edilen bir halde ve resimlenmiş, dili şirinleştirilmiş tarzda Türkçenin halis dil bahçesine buyur etmiş bulunuyor.

Tanrı ile Şeytan arasındaki söz düellosu ve rekabet eskilerden de eskidir. Tanrı doğru yolun yolcusu, şeytan ise yanlış yolların haydudur. Onların atışma, birbirini alt etmeye dayalı figürasyon halleri sayısız dini kitaba ve edebi esere can ve dirlik katmıştır. Çocukların kitabı Faust, bunu başlangıç cümlelerinde olanca açıklığıyla şöyle dile getirir: "Tanrı ile şeytan, iyi ile kötü arasındaki çelişki çok eskidir. Bu hikaye de bundan söz etmektedir."

Faust, insanın dışsal bir güdüleyici dolayımında kötülüğü ne derece işleyeceği ve bundan kendi iradesiyle kurtulup kurtulamayacağı üzerinedir. İnsana inanışın kutlu başarısı, kitabın nihai sonucudur: Kötülük yenilmiş, aşk kazanmıştır.

Alman edebi devi Goethe'nin bu kitabı çocukların dimağına, kalp gezegenine uygun bir atmosferle hazırlanmış ve güzelliklerle güzelleştirilmiştir.

Gergedan Yayınları, konu ve öğretici ve iz bırakıcı ana öğeleri sağlam dört kitabı Türkçeye, çocuklara sunulmuş bir vaziyette kazandırdığı için bir teşekkürü, daha sonraki çalışmaları için de cesaretlendirici övgüleri hak etmektedir.

Karanlık Yazın Kitapları (Pınar CİVAN)

Fransa’da ekonomik kriz ve işsizlik -her ne kadar François Hollande ekonomik durgunluktan çıkışımız yakındır dese de- sokaklarda hissediliyor, meşhur uzun yaz tatilleri kısalıyor ve erteleniyor, Fransa kitap piyasası da -söylenenlere göre- bundan etkileniyorken, yaz için okuma listeleri hazırlanmaya ve tatil dönüşü kitap ödülleri için finalistler belirlenmeye devam ediyor. Fnac roman ödüllerinin 12.si için 4 finalist açıklandı bile. Geçen yıl Patrick Deville’in “Peste et Choléra” ile aldığı ödülü -ki bir kaç ay sonra prix femina’yı da almıştı- bu yılın 4 finalisti Bergsveinn Birgisson "La lettre à Helga"; Hugo Boris "Trois grands fauves"; Julie Bonne "Chambre 2" ve Thomas B. Reverdy "Les évaporés".

***
Bu yazın havası biraz karanlık dedim ya, Fransız edebiyatı bir de kayıp verdi temmuz ayında. Jack-Alain Léger 17 Temmuzda Paris’te avukatına bıraktığı mektupta “bir daha yazamayacağım umutsuzluğundan kurtulamıyorum” yazarak hayatına son verdi. “Edebiyat benim için ölüm kalım meselesidir” diyen yazar bir bakıma edebiyat çevrelerini şaşırtmamış oldu. Değişik isimlerle romanlar yazan ve hatta biri Fransız rock müziğin kült albümleri arasına girmiş (Obsolète) 2 rock albümü de yapmış olan Léger (gerçek adı Daniel Théron idi) büyük çıkışını Türkçe’ye de “Şarlatan” ismiyle çevrilen “Monsignore” (1976) romanıyla yapmıştı. En üretken zamanlarında yılda 3 roman yazabilen Léger kitapları ve müziği dışında şampanyalı partiler ve edebi skandallarıyla da kendinden söz ettirirdi.

***
Bu yaz güzel sürprizler de yapmadan geçmedi. Ağustos ayında Fransız edebiyat haberlerinde en çok konuşulan konulardan biri de elbette ki Albert Camus’nün, Jean-Paul Sartre’a yazdığı ve varlığından şimdiye kadar kimsenin haberdar olmayıp, Orléans’lı 2 kütüphanecinin bir koleksiyonerden aldıkları kitabın içinden çıkan tarihsiz mektuptu. Nasıl konuşulmasın ki, Camus ve Sartre arkadaşlığı edebiyat çevrelerinin üzerinde spekülasyon yapmayı sevdiği bir konuydu. Simone de Beauvoir, Olgunluk Çağı kitabında 2 filozofun tanışmalarını ve arkadaşlıklarının başlamasını anlatsa da bazı yazarlar Camus ve Sartre’ın birbirlerinden fazla hoşlanmadıklarını iddia ederler. Bu iddiaların temelinde 2 filozofun yazışmalarından imha edilmeden kalan nadir örneklerin iğneleyici kritiklerle dolu olması yatıyor denebilir. Camus ve Sartre’ın arkadaşlıklarının bitmesinin nedenleri üzerinde kafa yormaktan vazgeçmeyen araştırmacılar ve meraklılar için beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan mektup, üzerinde çok tartışılan arkadaşlığın varlığını kanıtlar nitelikte. Mektupta Camus hem Sartre’a hem de sadece arkadaşlarının hitap ettiği şekilde “Castor” diyerek Simone de Beauvoir’a yazıyor ve “size çok çalışmak dilerim. Zira ben ve arkadaşlarım kötü bir iş çıkardık. O kadar kötü ki geceleri zor uyuyorum. Döndüğünüzde beni haberdar edin, bir araya gelip sakin bir akşam geçirelim” diyor. Mektubun tarihi, ve Camus’nün bahsettiği “kötü işin” ne olduğu tam bilinmese de tanıştıkları yıl olan 1943 ile, aralarının açılmaya başladığı 1948 yılları arasında yazıldığı tahmin ediliyor. Mektup, Camus’nün doğumunun 100.yılı nedeniyle 3-8 Eylül arası Lourmarin’de düzenlenecek sergide görülebilecek.

***
Mevsim değişir ve sonbahar okuma listeleri hazırlanırken; Le Monde gazetesi Türkiye sorumlusu Guillaume Perrier ile Le Figaro gazetesi Türkiye sorumlusu Laure Marchand’ın beraber kaleme aldığı “La Turquie et Le Fantome Arménien” kitabı piyasaya çıktı. İki gazetecinin detaylı saha araştırmaları ve röportajları bir araya getirerek yazdıkları kitap aynı zamanda soykırımla ilgili Fransa’daki yasa tasarısı tartışmalarına da yer veriyor. Kitap L’express 2013 okuyucu ödülünü aldı.

***
2014 Paris kitap fuarıyla ilgili haberler gözümüze çarpmaya başlayınca “Mart gelse de kitap fuarı başlasa” diyerek geri sayma zamanı geldi demektir. Bu yıl kitap fuarını merakla beklememiz için fuarın onur konuğu açıklandı bile; Arjantin. 21-24 Mart arasında yapılacak fuara modern Arjantin edebiyatını temsil edecek 30 yazar katılacakmış. Arjantinli ama sonradan Fransa vatandaşlığını da almış ünlü yazar Julio Cortazar da doğumunun 100.yılında fuarda anılacakmış. Cortazar’ın Türkçeye çevrilen kitapları arasında Seksek, Bir Sarı Çiçek, Büyüdükçe, Lucas Diye Biri, Güney Otoyolu, Mırıldandığım Öyküler, Açıklayıcı Bilgiler Elkitabı sayılabilir.

Tribüne Bakarken Golü Kaçırmak (Ümit ALAN)

İki yıl önce Onur Gökşen’in editörlüğüyle çıkardığımız “Asla Yalnız Yürümeyeceksin-Tribün Hikâyeleri” (Okuyanus Yayınları-2011) kitabını, BirGün Kitap’ın taraftar kitapları dosyası için tekrar elime aldığımda çok eskimiş olduğunu düşündüm. Yazarların pek çoğunun çocukluklarına yahut ilk gençliklerine dair hikâyelerle oluşturduğu kitabın iki yıl önce değil de neden şimdi eski gibi göründüğünü herhalde yazmaya bile gerek yok. Tıpkı Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu’nun başındaki “Avrupa’da bir heyula dolaşıyor. Komünizm heyulası…” tespiti gibi, bu yıl tribünlerde de muktedirlerin öcü gibi korktuğu bir heyula dolaşıyor: Gezi heyulası. İşte bu heyula yüzünden, yazarları arasında olduğum “Tribün Hikâyeleri” kitabı için, bugün yazılsa hiç de eskisi gibi olmaz diyorum her şeyden önce. En azından kendi adıma.

EEE GOL TEKRARI YOK MU? 

Beşiktaş, Bursa, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon (alfabetik diziliş) haricinde sekiz farklı takımın tribününden hikâyeler anlatan kitaba, doğduğum ve büyüdüğüm Eskişehir’in takımı Eskişehirspor tribününde geçirdiğim bir sezonu anlatarak katkıda bulunmuştum. Kitapta Erdem Aksakal Karşıyaka, Emre Atasoy Galatasaray, Fatoş Bentli Karabükspor, Derya Erkenci Maltepespor, Onur Gökşen Fenerbahçe, Özkan Güven Bucaspor, Nur Kahraman Beşiktaş, Hakan Köksal Bursaspor, Cem Mumcu Trabzonspor, Aziz Saltık Karşıyaka, Erkan Şimşek Kızılyıldız, Alper Turgut Adana Demirspor tribünlerini anlatarak dâhil olmuştu. Bu kitabı yazılmış pek çok değerli futbol kitabından ayıran şey, sadece tribünden anlatılmış olması ve saha içiyle neredeyse hiç alâkadar olmamasıydı. Bence bu kitabı yazanların ortak özelliği, tribünde olanlarla ilgilenirken golü kaçıran insanlardan olmalarıydı. Bu insanlar, çocukken babamla gittiğim ilk maçta yaşadığım “eee gol tekrarı yok mu?” duygusunu en azından bir kez yaşamış olmalıydı. Kitabın benim için tek cümleyle özetlenecek ruhu buydu. Peki hikâyeleri ayıran bir şey var mıydı? Bunu fark etmek için kitabı ikinci kez okumam gerekecekti.

ŞEHİR TAKIMI TUTMAK

“İstanbul şehir değil mi?” diyeceksiniz ama ülke çapında taraftar toplama gücü olan Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray gibi “Üç Büyüklerle” sadece kendi şehirlerinden taraftar toplayabilen takımları ayıran bir hat var. Bu “Tribün Hikâyeleri” kitabında da belirgin olarak görünüyor. Kitaptaki en hazin hikâyeler, şehir takımları taraftarlarına ait; çileli Karşıyaka taraftarının hikâyesi, küme düşen Eskişehirspor’un hikâyesi, ta 3. Lige düşmüş Adanademirspor’un hikâyesi derken, şehir takımlarının hikâyelerinde bir “her şeye rağmen” duygusu hemen seziliyor. Böyle olunca şehir takımı tutma kavramı hemen diğerlerinden ayrılıyor. Buca’da oturan bir Galatasaray taraftarının hiç tribün hikâyesi olmayabiliyorken, bir Bucaspor taraftarının illa ki olabiliyor. Başarısızlığa ve görece başarı kavramlarına rağmen sürdürülen taraftarlık, hem edebiyata hem de sinemaya daha fazla malzeme verebiliyor. Bu yüzden İstanbul medyasınca “Üç Büyükler” diye tabir edilmelerine rağmen, kimi Anadolu kulübü taraftarlarınca “Bizans” diye anılan Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray gibi takımların başarı hikâyeleri -yazının ilerleyen kısmında değineceğim bir örnek hariç- çok da farklı gelmiyor kulağa.

ANADOLU YILDIZI ESKİŞEHİRSPOR

Özgür Topyıldız’ın şehir takımı kitaplarının ilki sayılabilecek “Anadolu Yıldızı Eskişehirspor” kitabı (İletişim Yayınları–2003), bir roman formunda yazılmamasına rağmen, arka kapağında “Eses’in romanı, kısacası” cümlesini işte bu şehir takımı dramatizminden ötürü hak ediyor olabilir. Türlü imkânsızlık ve yokluklara rağmen futbolda “Anadolu Devrimi” diye adlandırılacak bir harekete Trabzonspor’dan bile önce kalkışan Eskişehirspor’un zaten hayli dramatik olan hikâyesi, Özgür Topyıldız’ın büyük emeği ve anlatı disiplini de işin içine girince, neredeyse bir romana dönüştü. Çünkü Eskişehirspor o zamana kadar İstanbul takımlarının tekelinde olan üst sıralara ağırlığını koymuş ve statükoyu sarsmıştı. Onun sarstığı statükoyu devirmek önce Trabzonspor’a, çok sonraları Bursaspor’a nasip oldu. Eskişehirspor’un yarım kalan devrimi, bir şehir takımı tutmanın anlatabilecek en güzel kesitiydi ki, Özgür Topyıldız bundan 10 yıl önce bu işi kusursuzca yaptı. Şimdi önümüzdeki maçlara bakma zamanı.

ÇARŞI NİYE ÇARŞI?

Yazıya girerken bu yıl tribünlerde dolaşan heyulaya, yani Gezi Ruhu’na ayrı bir parantez açmıştık. Gezi Ruhu ve tribün deyince insanın aklına ilk gelen şey hiç kuşkusuz, Çarşı. Peki, “Üç Büyük” takımın kazanmaya alışmış taraftarları arasında neden Çarşı öne çıktı? Bunun bir yazıya değil, kitaplara sığacak pek çok nedeni var. Kulübün kuruluş hikâyesinden tutun, kuranların sosyo-ekonomik durumlarına, semt takımı olmasına, o semtin Gezi Parkı’na yakın olmasına kadar pek çok şey. Ancak bir şey var ki, hemen dikkat çekiyor. Bugün direnişte ağırlıklı olanların kendini bildiği -en erken 1995 ve sonrasında diyelim- son 19 sezonun sadece üçünde Beşiktaş şampiyon olabilmiş. Galatasaray bu süreçte 9 kez, Fenerbahçe 6 kez şampiyonluk yaşamış. Yani Çarşı ruhu, biraz da Edip Cansever’in, aşk için yazdığı “En bitirim acılarda / En dayanıklı büyüyen” dizelerindeki gibi filizlenmiş. Pek çok köklü Anadolu takımının hikâyesi de bununla benzeşiyor. Bu kesinlikle Fenerbahçe, Galatasaray taraftarlarının direnişte olmadığı gibi bir sonuç doğurmuyor ama “İstanbul United” denilen FB-GS-BJK ittifakında niye Çarşı bir adım öndeydi, onu anlatmak için küçücük bir ipucu olarak gülümsüyor.

BU DA MI GOL DEĞİL?

Bu yazıya vesile olan “Asla Yalnız Yürümeyeceksin-Tribün Hikayeleri” kitabında, Çarşı’yı anlatan bir hikâye yok. Evet Beşiktaş tribününe ve taraftarlığına dair kişisel ve güzel bir hikâye var ama bu pek Çarşı’yı kapsamıyor. Oysa tek başına bir şiir, bir kitap, bir roman oldu Çarşı Gezi Direnişi’nde. İki yıl önce bugünleri öngörmek imkânsız olduğu için, Çarşı o kitapta hak ettiği ölçüde yer alamadı. O yüzden BirGün’ün Kitap eki için bir futbol kitapları yazısı istendiğinde, yazdığımız kitabı tanıtmaktan çok, keşke “Tribün Hikâyeleri 2” çıksa da Gezi’den sonraki tribünleri anlatsa, diye düşündüm. Belki bu sezonun sonunda onu da görürüz. Zira Gezi’den sonra yazılacak tribün hikâyeleri kulağa çok heyecan verici geliyor. Gezi’den sonra yazı boyunca sözünü ettiğimiz şehir takımı tutma ruh hali tüm tribünlere yayılacak mı göreceğiz? Bana sorarsanız, bu sezon tribünlere bakıyoruz derken, çok gol kaçıracağız. Futbol kitabı yerine de tribünleri okumaya çalışacağız. Belki de sezon sonunda, Sadri Alışık’ın Ofsayt Osman’ı gibi: “Bu da mı gol değil ha, söyleyin bunu da mı atamadık?” diye soracağız.

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN, ed. Onur Gökşen, Okuyanus Yayınları, 2011.


Karadeniz Fırtınası Bizans’a Karşı (Uğur DEMİRHANLI)

Futbol, sadece oynanan ve izlenen bir spor olarak değil, üzerine bol bol konuşulan ve dahası hakkında gittikçe daha çok okunan/yazılan bir sosyal olgu olarak hayatlarımızdaki yerini gittikçe genişletiyor. En az maçlar kadar popüler olan birçok futbol tartışma programı ve futbolcular kadar takip edilen yorumcular var. Neticede bu bir sektör ve “iş”. Para esas belirleyici unsur. Bu paranın başlıca kaynağı da takımlarını heyecanla destekleyen taraftarlar. Kombine bilet alan, “yayıncı kuruluşun” abonesi alan, kulüplerinin perakende satış mağazalarından çeşitli “ürünler” alan taraftarlar. Günümüz futbolunda birer “tüketici” olarak ele alınan ve “piyasanın kurallarına” tabi olan taraftarlar.

Halbuki taraftarlık ne “tüketici” olma haliyle ne de “piyasa” ile ilişkilidir. Taraftar, gönülden seven ve tek taraflı veren insandır; formaya, armaya, maziye ve geleneklerine bağlıdır. Gelecekten her daim umutludur. “Büyük Takım” taraftarı her sene “iki kupa almayı” ve Avrupa’da da “gidilebildiği yere kadar gitmeyi” hayal eder. “Orta Sıra Takım” taraftarı en azından “Avrupa’ya gitme” hesabı yapar ve eski adı “Federasyon Kupası” iken günümüzdeki adı sponsora bağlı olarak değişen “Türkiye Kupası’nın” kulpuna uzanmak ister. “Asansör Takım” taraftarı ise doğal olarak ligde kalıcı olmak ya da “bir üst lige terfi etme” derdindedir. Yani bir umuda yolculuktur taraftarlık.

Bununla birlikte, hakkında daha az konuşulan, yazılan ve okunan kişidir taraftar. Tezahürat yapması ve parayı bastırması beklenendir. Bir tribün dolusu bir araya gelseler, muhtemelen izledikleri oyuncuların bir yılda kazandığı parayı hep beraber belki kazanırlar. “Fanatiklik”, “Holiganlık” ve “Serserilik” ile anılırlar; potansiyel suçludurlar. Doğrudur, kafaları bozulduğunda küfür de ederler, sahaya “yabancı madde” de atarlar, sahaya da girerler icabında, yalan yok. Ama taraftarlık bu aksiyonlardan mı ibarettir? Yani taraftarlık denince akla sadece kriminal hadiselerin gelmesi/getirilmesi hak mıdır?

Trabzonspor (TS) taraftarı, bence, etki bakımından tuttukları takımın önüne geçmiş bir gruptur. Bunda kuşkusuz TS’nin 1975-84 arasında Türk futbolunun tozunu atıp 6 kere lig, 3 kere de kupa şampiyonluğu yaşadığı dönemin oldukça geride kalması; sportif başarının gerilemesiyle beraber tribün olaylarının daha çok yaşanması etkendir. 1970’lerin başında Eskişehirspor’un açtığı yoldan ilerleyerek “İstanbul Dükalığı’na” karşı Anadolu’nun itirazını seslendiren Bordo-Mavililer, dönemin ekonomi politik koşullarının da yardımıyla 80’lerin ortasına kadar son derece belirleyici bir rol oynamışlardır. 12 Eylül Darbesi’nden birkaç ay önce tamamlanan 1979-80 sezonunu, Fenerbahçe’nin 4 puan önünde (galibiyetlere 2 puan verildiğini unutmayalım) şampiyon tamamlayan TS’nin İstanbullu iki büyük rakibinden Galatasaray ligi 9., Beşiktaş ise 11. sırada tamamlamıştı. Yani memleket sathına yayılan büyük kriz futbolun büyüklerini de derinden etkiliyordu. Özalizm’in iktidarının başlamasıyla TS’nin sadece 1980-81 ve 1983-84 sezonlarını şampiyon olarak tamamladığını ve diğer otuz sezonun da sadece yedisinde 2. olduklarını ekleyelim. Yani Neo-liberal düzen “Karadeniz Fırtınası’na” iyi gelmedi. Unutulmaması gereken bir başka husus da şampiyonluk gören TS taraftarının neredeyse torun torba sahibi olması, en gencinin artık kırklı yaşlara intikal etmesidir.

Bu taraftar grubunun karakterini, ruh halini, beklenti ve umutlarını öğrenmek isteyen herkes için bir kitap var. “Bize Her Yer Trabzon”, Harun Çelik tarafından derlense de doğrudan taraftarın bir eseri aslında. Birçok anı, duygu ve görüşün bir araya getirilmesiyle hazırlanmış. İlk beş baskısı Anekdot Yayınları tarafından yayınlanan kitabın, Ocak 2013’de 6. baskısı Kent Kitap’tan çıktı. Heyamola Yayınları’ndan çıkan “Bize Her Yer Trabzonspor 2” isimli bir devam kitabının da olduğunu geçerken belirtelim.

Kitabın geneli, tutulan takıma duyulan ateşli bağlılık ve TS taraftarı olmanın erdemleri (“Ezilenden”, “Haksıza karşı haklıdan”, “Burjuvaya karşı Anadolu’dan” yana olma) hakkında heyecanlı bir söyleme sahip. Bu taraftarlığın “Üç Büyük” karşıtlığı üzerinden tanımlanmış bir kimlik olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Neredeyse tüm yazarlar “Bizans” antipatilerini göstermişler. Kitapta geçen “İstanbullu Mahalle Takımları” ve “Üç Ezikler” ifadeleri, aşağılama amacının yanında, “Şehir takımı” olmaya bir gönderme olarak da okunabilir; çünkü bu da yazarların sık sık vurguladıkları bir öğe. Kitabın önsözünde İstanbul hakkında kullanılan “Fatih’in milletimize en büyük hediyesi” ifadesi ise, Trabzon denince son yıllarda sıklıkla akla gelen milliyetçi-muhafazakâr ruh halinin de bir dışavurumu olarak görülebilir. Bununla birlikte, bazı yazılar bir yana, kitabın geneline yayılmış sağcı ve milliyetçi bir söylem olduğunu söyleyemeyiz. Hatta bazen “başka türlü bir taraftarlığın” olabilirliği hakkında düşünebiliyoruz. Bu ihtimalin varlığı/yokluğu meselesi zaten tüm kitap boyunca size eşlik ediyor açıkçası.

Tüm yazılarda, beklenen başarıların gelmemesinin yarattığı hayal kırıklıklarının beslediği bir ruh halini fark etmemek imkânsız. Yazarların bir kısmı bunu son derece çelebice biçimde taraftar kimliğinin önemli bir parçası haline getirmiş. Ama sanki o başarılar gelse, TS taraftarlarının da en azından bir bölümünün, aynen o çok eleştirdikleri İstanbullular gibi bir “hava” içine gireceklerini de hissedebiliyorsunuz. Bol bol “isyan” ve hatta “futbol devrimi” ifadesi kullanan bir taraftar grubunun aslında o çok eleştirdikleri “Dükalık” ile benzer zihniyeti paylaştığını görmek, döne dolaşa düşmanına dönüşmenin bir kader olup olmadığını da düşündürtüyor. Meselenin, “Üç Büyüklere” karşı olmakla genel olarak “Büyüğe” karşı olmak arasındaki farkta yattığını belirtelim.

Trabzonspor taraftarının alttan alta tüm Anadolu’nun ve hatta Türkiye’nin gerçek futbol temsilcisi olma iddiası çok belirgin. Bu, en çok da diğer Anadolu takımlarıyla yapılan çeşitli karşılaştırma anlarında ortaya çıkıyor. Küme düşen bazı Karadeniz takımlarıyla yapılan maçların sonuçları da, bu takımların düşme sorumluluğunun TS’de olmadığını göstermek adına paylaşılmış.

Bütününe bakacak olursak, kitap birçok samimi ve sıcak hikâye, maç anısı ve duygu paylaşımı içeriyor. Futboldan zevk alan herkesin bir şekilde frekansına gireceği yazılar bunlar. Ölüm döşeğinde TS’nin son maçını soran dede, ilk 11’i ezberden sayan nineler, maç olduğunda yediden yetmişe buna yoğunlaşan bir şehir kuşkusuz her futbolsever için ilgi çekici ve saygıdeğerdir. Özellikle sevgili Kazım Koyuncu hakkındaki birkaç yazıdan etkilenmemek olanaksız. Bu en güzel Trabzonsporlu’yu biz de buradan sevgiyle analım.

Bitirirken değinelim; Göze çarpan çeşitli imla hatalarının 6. baskısına ulaşmış bir esere yakışmadığı açık. Bu kadar tutkulu bir taraftarlık daha titiz bir redaksiyonu hak ediyor.

BİZE HER YER TRABZON, Harun Çelik, Kent Kitap, 6. Basım; 2013.

Başka Bir Taraftarlık Mümkün (Özgür ALTINTAŞ)

Takım tutmak nedir bilmeyen Orta Anadolulu bir ailenin kızı olarak İstanbul’a ilk geldiğimde Beşiktaş’a yerleşmiştim. On yıla yakın bu süre içinde semtte şahit olduğum her detay, futbolu basit bir zevk, takım tutmayı ise ahmaklık olarak gören ön yargılı beni bile Beşiktaşlı olmaya biraz daha yaklaştırdı. Bu semtin ve bu takımın böyle bir büyüsü var. Tam olarak ne zaman Beşiktaşlı olduğumu hatırlayamıyorum, ancak bu geçiş yavaş yavaş ve sindire sindire gerçekleşti. Beşiktaş’ın 30 yılı aşkın biracısı Kazan’da siyah beyaz giysileriyle bira içip Dolmabahçe’ye çoşkuyla yürüyen mutlu taraftarları gördükçe, Çarşı’nın sembolü ve adres tariflerinin başat elemanı olan Büyük Kartal Heykeli’ne bakan mekânlarda heyecanla toplu olarak seyredilen Beşiktaş maçlarını izledikçe; “Takım tutmuyorum” çizgisinden yavaş yavaş gurur duyarak ‘Beşiktaşlıyım!’ deme noktasına gelişime kendim de şaşkınlıkla şahit oldum. Bu coşku, Beşiktaş’ın 13. kez Süper Lig şampiyonu olduğu gün mahallemdeki kutlamaya balkonumdan mutlulukla eşlik etmemle tam anlamıyla tescillenmiş oldu. Anladım ki ‘Semt bizim! Aşk bizim!’

Çarşı taraftar grubunun algı alanıma girmesi de bu dönemlere denk gelir. Plüton’un gezengenlikten çıkarılması üzerine açtıkları “Hepimiz Plütonuz!” pankartına sesli güldüğüm ve cinliklerine şapka çıkarttığım günlerden başlayarak, Dolmabahçe’nin gaz altında boğulduğu Gezi Direnişi’ndeki eylemlerinde gösterdikleri cesaret, duyarlılık ve yaratıcılığa dek bu acar ve zeki taraftar kitlesini hayranlıkla izledim. Öyle ki gaza gelmiş ve bilinçsiz bir kitle olarak gördüğüm taraftar algımı tamamen ters yüz edip bende bir saygı uyandıran Çarşı taraftar grubunun Beşiktaşlı olmayan insanlarda da çoğunlukla aynı saygıyı uyandırdığını fark ettim.

Sema Tuğçe Dikici’nin “Türkiye’de Taraftarın Siyasal ve Sosyal Profili: Beşiktaş JK ve Çarşı Grubu Örneği” adlı yüksek lisans tezinden yola çıkarak hazırladığı “Çarşı (Bir Başka Taraftarlık)” isimli kitabına da bu ilginin bir uzantısı olarak ulaştım. İlk baskısı Ocak 2009 yılında yapılmış bu kitap, Çarşı taraftar grubu hakkında yazılmış alanındaki tek çalışmaydı uzun bir süre.

“Futbol Oyununun Doğuşu, Tarihsel Gelişimi ve Değişim Dinamikleri”, “Türk ve Dünya Futbolunda Taraftarlık Olgusu”, “Beşiktaş Jimnastik Kulübü” ve “Çarşı” başlıklı dört ana bölümden oluşan kitap, futbolun doğuşu ve özellikle Türkiye’deki gelişimi üzerine kısa bir özet ile başlıyor. “Türk ve Dünya Futbolunda Taraftarlık Olgusu” başlığı altında derli toplu bir taraftar tanımı verdikten sonra, Türk futbolundaki taraftar profilini tanımlamaya geçiyor. Yaklaşık 50 sayfayı bulan bu taraftar, fanatik ve holigan ayrımları ve saptamaları Çarşı taraftar grubunu anlatmaya soyunan 180 sayfalık bir kitap için biraz uzun bile sayılabilir. Burada dikkat çeken bir unsur ise bazı genel geçer saptamalara dipnot ile referans verilirken; asıl referans verilmesi gereken istatistiki ve benzeri somut bilgilerin ise referanssız yer alması.

Kuşkusuz ki, Beşiktaş semtinin çok renkli tarihi bilinmeden Beşiktaş Jimnastik Kulübü ve Çarşı taraftar grubu anlaşılamaz. Beşiktaş Klübü’nde görev almış Dikici de, kitabında okuyucuyla birkaç sayfada Beşiktaş semtinin Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini kapsayan kısa bir özetini paylaşıyor. Beşiktaş Jimnastik Kulübü bölümünü okurken yazarın da içten bir Beşiktaş taraftarı olduğuna kani oluyorsunuz.

Kitabı elime almama neden olan ve anlatım amacını oluşturan “Çarşı” bölümü ise biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Girişte yaratılan tez çalışması havasından tamamen ayrılan bu bölümde, Çarşı sloganları ve şarkıları çalakalem ve gelişigüzel bir biçimde sıralanmış duygusu alıyorsunuz. Çarşı taraftar grubuyla ilgili daha derin ve kronolojik bir analiz bekleyenlere kitap belki birkaç bölümde göz kırpıyor ancak bunu genele yayamıyor. Yine de, Çarşı’nın bir sivil toplum örgütüne yaklaştığı tespitini yapan bölüm ve dünyadaki taraftar oluşumlarını da içerecek şekilde taraftar gruplarının toplumsal olaylara bakışları ile Çarşı’nın bakışını slogan ve pankartlarla açıklayan bölümler zevkli, öğretici ve akıcı bir içerik taşıyor. Burada tribünlerdeki Che izlerini anlatan bir kısım bile var. Keza, “Çarşı ve Sol”, “Çarşı ve Anarşizm” bölümleri Çarşı’nın politik duruşunu okuyucuya aktarmaya çalışıyor. Sonuç bölümünde ise Çarşı’nın 28 Mayıs 2008 tarihinde kendini feshetmesi ve geri dönüşü nedenleriyle anlatılıyor.

Tez çalışmasının aktarımı olan bir referans kitabı mı, Beşiktaş ve Çarşı hakkında bir taraftarın yazdığı duygusal bir derleme mi olacağı konusunda tam kararını verememiş bu kitabın metin düzenlemesi ise özenli değil; redaksiyon hataları ve tekrarlar okuma zevkini bölüyor. Yüzeysel fikir ve analizler bir internet sitesi derlemesi hissini yaratıyor zaman zaman.

Umalım ki, Gezi direnişi ve “İstanbul United” gibi heyecan ve umut verici birleşmelerden; tribünlerde pankartların toplanması, özel televizyon kanallarının tribünde atılan sloganların duyulmaması için yayının sesini kısması gibi kepazeliklere, çok geniş bir yelpazede şaşırtıcı anlara şahit olduğumuz bugünlerin de arşiv kaydı tutulsun ve “Çarşı (Bir Başka Taraftarlık)” benzeri kitapların sayısı ve niteliği çoğalsın.

ÇARŞI (BİR BAŞKA TARAFTARLIK), Sema Tuğçe Dikici, Dipnot Yayınları, 2009.

“Bir Erkek Hakkında” Tribünlerdeki Peter Pan (Ebru SORGUN)

On bir yaşında gidilen bir futbol maçı, bir yaşamın hikâyesi haline nasıl geliyor? Nick Hornby tutkulu, saplantılı bir Arsenal taraftarı. “Futbol Ateşi”nde, bir yandan Arsenal tarihini anlatırken, aslında tüm bir çocukluğunu, ergenliğini ve yetişkinliğe geçiş sancılarını, ara ara da politik tespitlerini aktarıyor. Bu, bir oğlan çocuğunun "erkek" olma yolundaki haz ve acı dolu hikayesi de. Tribündeki Peter Pan'ın hikayesi.

Yazının başlığında yine aynı yazarın başka bir kitabının adından esinlenildi. Hornby o çalışmasında da küçük bir oğlan çocuğuyla yetişkin görünümlü büyük bir oğlan çocuğunun hikayelerini anlatıyordu. Kimin kimi büyüttüğü biraz şaibeli elbet. Eh küçükler de anne babaları büyütür biraz, büyükler çocukları az büyütemezken.

Nick'in daha gittiği ilk maçta keşfettiği ilk şey, o kadar çok adamın maçta bulunmaktan nasıl nefret ettiği, çılgınca destekledikleri takıma ve oyuncularına bağıra bağıra nasıl da küfür ettikleri. Futbolda yaşanan doğal halin küskün bir düş kırıklığı olduğunu fark ettiği an da, aslında acı çekerek eğlenmenin yıllardır beklediği şey olduğu.

Ergenliğin kapısında babası evden ayrılan, hayata anne ve kız kardeşiyle devam eden Nick, başka travmalarla da baş etmek zorunda kalır. Daha küçük bir ev, hatta bir dönem evsizlik, sarılık derken tüm bunların karşısında direnmesini kolaylaştıran şey Arsenal ve futboldur. Anne ve kız kardeşle "sınırları" belirleyecek baba artık evde yoktur ama tamamen de yok olmamış; oğluyla ortak bir yaşam yaratmanın, O’nu evdeki kadınsal alandan kendince ayrıştırmanın yolunu bulmuştur: Erkeklerin kapsadığı, dayanıştığı, yarıştığı, kavga ettiği, eğlenceli, şiddetli ve tehlikeli bir alandır. Kuzey Londra'daki maç günleri, aralarındaki ilişki için bir zemin vermiştir. Futbol onlara konuşulacak bir konu sağlamakta, sessizliklerle baş etmek kolaylaşmaktadır. Ne yazık ki kız kardeşiyle babası arasında ortak mekan yaratılamamış, bağlar güçlendirilememiş; aslında toplumsal cinsiyet rollerine uygun biçimde kız kardeş anne ve oyuncak bebekleriyle evde oturmak zorunda kalmıştır.

Başlangıçta babası oğlunu başka takımların, çok daha güçlü, çok daha fazla gol atan, maç kazanan takımların maçlarına da götürmüştür ama O, Arsenal'e vurulmuştur. "Taraftar tuttuğu takıma mı benzer?" diye sorar kitabın bir yerinde. Zaman zaman da kendi sıkıntılarını, Arsenal'inkilere benzetir. Kitap aslında bir günlüktür ama Arsenal takvimi esas alınmış, lig fikstüründen faydalanılmıştır. Bir yıl 9 ay, bir hafta 90 dakikadır. İlişkiler ve yaşam kronolojisi maç tarihlerine göre kodlanmıştır. Örneğin “31.3.73 Arsenal- Derby maçı ve Carol Blackburn”. Derby ile oynanacak maç kazanılırsa Arsenal şampiyon olacaktır fakat kazanılamaz. Tam da aynı gün sevgilisi Carol başka bir oğlan için Nick'i terk etmiştir. O bu kadar mutsuzken Arsenal maç kazanabilir mi? Hangisi daha acıdır?

"Kim olduğu biri gibi kalmak ister ki?" diye sorar ama Nick tıpkı bir çeşit Peter Pan gibi büyümek ve yerleşmekle ilgili dertlere sahiptir. Yerleşmek o kadar zordur ki, “Taylor Raporu” kapsamında stadyumların tamamen koltuklu hale gelmesinden bile hoşlanmaz. Ayakta olmak, Arsenal her gol attığında öne doğru kaymak ve maçı asla izlemeye başladığı yerde bitirememek gibi geleneğe sahiptir ve her gelenekçi gibi değişime dirençlidir.

İnsanlar yaşları ilerledikçe ölümü fark etmeye başlar. Nick için ölüm Arsenal’le ilgilidir. Herkesin öteki tarafa gözü açık gitmemek için dünyada yapmak ve tamamlamak istediği şeylerden bahseder. Halbuki saplantılı bir taraftar için bu çok anlamsızdır. Maçların nihai sonuçlarını asla öğrenemeyecektir. Yeni gollere tanıklık edemeyecektir. En kötüsü de büyük zaferlere ramak kala ölümün geliyor olmasıdır. O ödülünü asla alamayacaktır. Bir gün ölecekse Arsenal'e vurulduğu, aşkının başladığı yere, Highbury stadyumuna savrulmalıdır külleri. O zaman ölümsüzleşecek ve sonsuzluğu yaşayacaktır. Bir yerlerde Arsenal bahsi geçse, akıllara gelecek ilk tanıdık o olacaktır. Çünkü söz konusu futbol olduğunda, rastlantısal bir hatırlamanın hükmü sona ermektedir. Unutulmanın, terk edilmenin ve yok olmanın dayanılmaz ağırlığına karşı Arsenal aşkı imdadına yetişecektir.

O‘na göre bir baba için en büyük acı, reddedilişin en zalimi, bir çocuğun babasının takımından olmamasıdır. Bu ihtimal asla çocuk yapmama, hatta kısırlaştırma düşlemlerini de yanında getirir. Çünkü bir kez daha terk edilmeye tahammül gösteremeyeceğinden endişelidir. Tabi kendine özgü mizah anlayışıyla anlatır.

“Futbol taraftarlığı uygun kullanıldığında ‘new age’ bir terapidir” der Nick ve ona göre bu, “Asla sadece başkasının sevincini yaşamak değildir” diyerek futbolda meselenin empati olmadığını da söylemiş olur. Mesele sevincin kendisi olmaktır. Futbol seyretmenin kendisi aslında bir eylemdir. Kazanılan bir zafer, oyunculardan tribünlerin en üst sıralarına kadar ulaşır. O coşku kendi talihinin kutlanmasıdır ve yenilgi durumundaki kederse samimi bir kendine acıma duygusudur. Futbolcularsa yalnızca taraftarların sahadaki temsilcileridir. Bazen golü kaçıran, bazen topu taca atan, bazen röveşata yapan, kimi zaman da kırmızı kartı gören temsilcilerdir.

Nick'in takip ettiği 23 futbol sezonu boyunca Arsenal, 18 yıl arayla iki kez şampiyon olur. Onca yıl bu kadar arzuyla beklediği tek şey şampiyonluktur. Yeni yetme bir çocukla otuzlu yaşlarında bir adamın ortak arzusu. Önemli tarihtir 26.5.89. Ne de olsa Arsenal'le kader birlikleri vardır. Bu tarih sadece Arsenal için değil Nick için de farklılaşma dönemidir. Nick bira yerine daha başka içkiler içmeye başlamakta, partiler yerine akşam yemeklerini tercih etmekte, punk albümlerinden vazgeçmekte, beşli bıçak takımlarından almakta ve ev sahibi olmak için takside girmektedir. Ama esas sürpriz şudur ki o artık yıllarca açık tribünde dikildikten sonra kombine bileti almıştır. Stadyumda da bir ev sahibidir artık. Yerleşmeye, sisteme ve profesyonel futbola olan direnci belli ki kırılmıştır.

Çok istediği bir şeye kendini adamayı sorgular Nick Hornby. “Bir şeyi kendinizi adayarak arzuluyorsanız ancak, başarırsınız” diyen birinden bahseder. Kendini bu çerçevede değerlendirir, düşünür ve bildiği gibi yaşamaya devam eder. Evet, artık oturarak futbol izliyordur, ev taksiti ödüyordur, çocuklarım olsun diye düşünüyordur ama aslolan ve sürekliliği olan, eskiden beri gelen Arsenal ve futbol sevgisidir. Arsenal, futbolcular ve onların temsilleri. Bu kitabı yazmaya karar verene kadar çeşitli işlerde çalışmış ama bırakmıştır. Yazarlık yapmak ve futbol izlemeye devam etmek istediği bir yaşamın dışında bir kurguyu kabul edememiş; futbolu hayata, hayatı da futbola anlatmıştır. O stattan bu stada, o maçtan şu maça Hornby'le yaptığımız yaşam yolculuğu onun iç dünyasında da, nihai galibinin olmadığı, esasında da önemli olmadığı bir top koşturma yolculuğudur. Bu kadar adamın niye bir top peşinde koştuğunu merak ediyorsanız eğer.

Naçizane bu kitap aracılığıyla hayatı futbola değil, futbolu hayata fedA edenlere selam olsun.

FUTBOL ATEŞİ, Nick Hornby, Çev. Bağış Erten, Sel Yayıncılık, 2010.


"Aslan Yürekliler"in Hikayesi (Devrim YAKIN)

Bu toprakların “delikanlılarının” belli başlı üç sosyalleşme kanalı vardır: Okul, askerlik ve futbol taraftarlığı. Bu üçüncüsü üzerinden sosyalleşmesini yaşayan, kendisine ortam, çevre oluşturan bazı delikanlılara dair bir kitap yayınlandı geçen yıl. Spor sayfalarında yazılmayan, maçları tribünden izleyen, yüzleri kameralarda belki bir an için görünen ve bir daha hatırlanmayacak olan insanların hikâyesi; o insanların önde gelenlerinin 100 yıllık tribün yoldaşlığının hikâyesi. Üst başlığı “Galatasaray Tribün Tarihi” olan bu kitabın adı “Aslan Yürekliler”. Üst başlığa takılmayın, özünde bütün taraftarların okuyabileceği bir kitap.

Kitabın yazarı Orhan Ölçen, 10 yaşından itibaren maçlara gitmeye başlayan ve genç yaşında tezahüratlar besteleyen, nam-ı diğer “Bestekâr Orhan”. 1983 yılında, henüz 15 yaşındayken "Yenilsen de yensen de taraftarın senle/ Üzüntünde sevincinde seninle birlikte" tezahüratını “besteleyen” taraftar. Büyük emek verilerek hazırlandığı belli olan kitap bitince anlıyorsunuz ki, Orhan Ölçen bu kitabı yazmaya, farkında bile olmadan 35 yıl önce başlamış. Yoksa başka türlüsü mümkün değil; tribünde olmayan birinin altından kalkabileceği bir iş değil bu. Sanırım Türkiye'de başka bir benzeri de olmayan ve ilk baskısı Doğan Kitap tarafından 2012 Şubat ayında yapılan 412 sayfalık bu kitap yüzlerce anı, fotoğraf ve sonuna eklenmiş tezahüratlarla dolu.

Okul yıllığını andıran ve sanki karşınızda konuşuluyormuşçasına samimi bir dille yazılan kitabın bazı bölümleri doğal olarak yazarın kendi hikâyesini anlattığı bölümlere dönüşüyor. Kitabın hazırlanışı için yazar, eski ve yeni dönemlerde tribünlerde aktif olarak yer alan onlarca insana ulaşıp, fotoğraf ve anı derlemiş. Bu fotoğraflardan birinde GS lisesinde aynı sınıfta okuyan eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Mehmet Ali Birand ve oyuncu Şevket Altuğ'u aynı karede görmek de ilginç.

Zaman tünelinde yolculuk Ali Sami Yen, Çanakkale Savaşı'nda hayatını kaybeden Galatasaray Liseliler ve Robenson Kardeşlerle başlıyor. Tribünlerin ilk taraftarlarının ilk tezahüratının "Dayan Galatasaray" olduğunu okuyunca dudaklarımda ister istemez bir tebessüm beliriyor, #DirenGalatasaray demekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir diğer sürpriz, Galatasaray'ın 2013 yılında 90 yaşına basan "Re re re ra ra ra… " tezahüratının aslında İsviçre'nin Servette takımı oyuncularının maça çıkmadan önce bir araya gelip "Re re re ra ra ra Servette Servette ro ro ro" diye bağırmalarından esinlenilmiş olması. Buna vesile olanın ise o yıllarda İsviçre'ye üniversite okumaya giden Galatasaray Liseli (aynı zamanda kulüp oyuncusu) Sabit Cinol olduğu, torunu tarafından aktarılıyor. Sabit Bey, bir yandan okurken diğer yandan İsviçre’nin Servette takımında lisanslı olarak oynamış, ülkeye döndükten sonra da tekrar Galatasaray kulübünde futbol oynadığı 1922-23 yıllarında bu tezahüratı bugünkü versiyonuyla takım arkadaşlarına söyletip benimsetmiş. Tezahüratın tribünlere sıçraması da çok fazla zaman almamış zaten.

Tribünlerde yer alan ilk pankart ise, 1935 yılında GS ile “Ateş-Güneş” arasında oynanan maçta Galatasaray Liseliler tarafından büyük kartonlara yazılan GALATASARAY harflerinin birleştirilmesiyle yapılmış. “Ateş-Güneş”, 1933 yılında Galatasaray'ın yönetiliş tarzının daha profesyonelce olması gerektiğini düşünen ama yeteri kadar taraftar bulamadığı için kulüpten ayrılan Yusuf Ziya Öniş ve arkadaşlarınca kurulmuş ve 1939 yılında da kapanmış bir kulüp. Yusuf Ziya Öniş ilerleyen yıllarda tekrar GS'ya dönüp başkanlık yapmış.

Kitabın ilerleyen sayfalarında, bir yandan kulüp tarihi anlatılırken bir yandan da kulübün Coşkun Özarı, Turgay Şeren, Metin Oktay gibi sembol isimlerine dair ilginç bilgiler aktarılıyor. Bu isimlerin kulübün taraftar sayısının artmasında oynadıkları role de yakından tanık olabiliyorsunuz.

Birkaç örnek vermek gerekirse, Coşkun Özarı'nın takımla antrenman dahi yapmadan ve henüz lise öğrencisi için iken sürpriz bir biçimde A takımla çıktığı ilk maçta gol atması; takımın sembol ismi ve kaptanı Gündüz Kılıç'ın FB ile oynanacak bir maç öncesinde soyunma odasında kaptanlık pazubandını 19 yaşındaki kaleci Turgay Şeren'e devretmesi, 2-1 kazanılan bu maç sonrası FB'nin tecrübeli kalecisi Cihat'ın gelip Turgay'ı tebrik edip onu yetiştirmek için hafta arasında birlikte antrenman yapmayı teklif etmesi; Metin Oktay'ın Galatasaray'da futbol oynamaya devam etmek için İzmir'de yaşamak isteyen eşinden boşanması; Metin Oktay'ın oynadığı maçlarda izinli olduğu halde askerlik günleri kayıtlara düşülmediği için 8 gün eksik askerlik yapmış sayılarak 45 gün hapis cezası alması; Metin Oktay'ın 1969'daki FB-GS arasında oynanan jübile maçının ikinci devresinde FB forması giymesi, buna karşılık Can Bartu'nun da GS forması giymesi. Bunlara benzer çok sayıda ve bugünün koşullarında anlaşılması güç olay paylaşılıyor. Keşke bir gün, yine bir jübile maçında, bir turnuvada BJK-FB-GS'li futbolcular rakip takım formaları giyerek sahaya çıksalar. “İstanbul United Kupası” neden olmasın? Taraftar başardı, kulüpler neden başarmasın?

Sembol isimlerden sonra sıra, 60'ların sonu-70'lerin başından itibaren futbol izleyicisi tipolojisinin seyirciden taraftara dönüşmeye başlamasıyla ön plana çıkan amigolara geliyor. Tabi ki ilk sırada Karıncaezmez Şevki var ama o bir amigodan ziyade, giyim kuşamıyla, elinde bayrağı o meşhur duruşuyla bir sembol. Amigo Orhan, amigo Varol (tribünden düşme rekoru onda), amigo Hasan (kardeşi FB'li amigo Yaşar), amigo Mehmet ve benzeri onlarcası; kuşaktan kuşağa aktarılan bir kavuk gibi amigoluk. İlk zamanlarda saygınlıkla, sonraları ise biraz kabadayılıkla ön plana çıkan isimler; kimi zaman kendi tribünü içinde kimi zaman da rakip takım tribünlerine karşı mücadeleler. 1980'lerle birlikte amigoluğun tribün liderliğine dönüşmesi ve taraftarlar arasında organize kavgalar. Tribün hikayeleri, deplasman maceraları, gırgır ve şamatayla dolu unutulmaz otobüs ve tren yolculukları ve onlarca anı.

1980'lerin sonundan itibarense kulübün Avrupa'daki başarıları ve yurtdışı deplasman maceraları ve nihayetinde Kopenhag'daki UEFA Kupası Şampiyonluğu, maç öncesi ve sonrasında yaşananlar, kutlamalar. Hepsi ve daha fazlası bu kitapta var.

Kitap sadece Galatasaray'ın değil, FB ve BJK tribünlerinin de tarihini içeriyor örtük olarak; aynı deplasmanlara onlar da gittiler, stat kapılarında bilet kuyruğunda onlar da sabahladılar, karşılıklı kavga ettiler, karakola düştüler, ağladılar güldüler. Adları, formaları, tezahüratları, amigoları farklıydı (ama bazen aynı evin iki evladı iki ayrı takımın amigosuydu); birinin unutmak istediği maç diğerinin unutulmaz maçıydı. Bu yönleriyle, diğer takım taraftarları için de benzer kitaplar yazılmasını diliyor ve “Aslan Yürekliler”i alanında bir öncü olarak değerlendiriyorum.

Son söz niyetine: Eyy Simon Kuper! Futbolun asla sadece futbol olmadığını senden öğrenecek değiliz!

NOT: Eğer ki kitabın yeni baskıları yapılırsa, bu baskılarda Gezi Direnişinden de anılar ve fotoğraflar olmazsa olmaz. Çünkü İstanbul United!

ASLAN YÜREKLİLER, Orhan Ölçen, Doğan Kitap, 2012.