Soykırımın Planlanması ve Uygulanışı (Yeraz Der GARABEDYAN*)

Berdjouhi [Bercuhi], 1889-1940 yılları arasında yaşamış, literatürde çok rastlanmayan 1915 İstanbul’una dair tanıklığını kaleme almış bir Ermeni yazardır. Kitap 1930’lu yıllarda yazılmış, Boston ve Paris’de iki ayrı Ermenice edisyondan sonra Fransızca tercümesi yazarın oğlu Armen Barseghian yapılmış ve Jours de cendres à Istanbul adı altında yayınlanmıştır.

Vartkes Hovannes Serengülyan (1871-1915), Osmanlı parlamentosunda Erzurum mebusudur, 1915 Haziran’ında tehcire tabi tutuldu. Agop Babikyan ise Edirne mebusudur. Krikor Zohrab (1861-1915), yazar ve politikacı; Osmanlı parlamentosunda İstanbul mebusudur; dostu Vartkes ile birlikte tehcir yolunda öldürülmüştür.

Aşağıdaki bölümü seçmemizin nedeni, 1915’in araçsallaştırılarak bir “savaş günleri” konjonktürü argümanı haline getirilmesine karşılık, Ermeni halkına yönelik şiddetin, yabancılaştırmanın ve katliamın aslında çok erken tarihlerde planlandığını göstermek istememizdir.

***

Ona, Vartkes’e gitmeyi teklif ettim. O bize herkesten daha fazla yardım edebilirdi. Vartkes, Osmanlı parlamentosu üyesi ve Ara’nın eski bir yoldaşıydı. Bu büyük yurtsever, kızıl Sultan’ın saltanatı boyunca uzun yıllarını, Van zindanlarında geçirmiş, sağlığı bozulmuştu. O zamandan beri topallardı. Jön Türklerin iktidara gelmesiyle birlikte özgür kalmıştı.

Ermeni halkının daha sonra yaşayacağı dram, hükümetin tüm bu dostane tavırlarının, politik toplulukların güveninin kazanmak, gizli amaçlarını öğrenmek, liderlerini tanımak ve nihayetinde uygun zaman geldiğinde ölümcül darbeyi indirmek için bir yem olduğunu düşünenleri haklı çıkaracaktı.

Aynı gece tutuklanan kocalarının ardından Vartkes’e gelen birçok kadın vardı. Üç yüz kadar tutuklama olduğunu öğrendik, tamamı aydınlardı: avukatlar, bilimadamları, yazarlar, gazeteciler, öğretmenler... Vartkes’e kalırsa, bir yanlış anlaşılma söz konusuydu; endişelenmemiz yersizdi, çok yakında serbest bırakılırlardı. Soğukkanlılığımızı korumalı, ayrıca şüphe uyandırmamak için birbirimize ziyarete gitmeyi de kesmeliydik.

Heyhat, bunları söylerken gözlerimden nasıl bir ıstırap vardı!

[...]

Birkaç gün sonra Osmanlı mebusu olmasına, yani dokunulmazlığına rağmen Vartkes tutuklandı. Ara gibi Vartkes de Türk hükümetinin tutumu konusunda yanılmıştı. Ermenilerin olduğu kadar Türklerin gözünde de İstanbul en büyük yayıncısı ve avukatı olan Krikor Zohrab’ı da tutukladılar. Zohrab da bir parlamento üyesiydi ve esasen tutuklanamazdı.

Bu olaylar bizlere birkaç yıl evvel Ermenilere karşı işlenen cinayetleri hatırlattı. Ermeni ve Türk liderlerin duygu dolu kucaklaşmalarıyla, Ermeni-Türk ittifakı parlak söylemlerle kutlanıyorken, Adana’da katliamlar olmuştu. Halen kardeşlik ve dostluk gösterilerinin etkisinde olan Ermeniler, olayların yeni hükümetle ilgisi olmadığına ve münferit vakalar olduğuna inanma saflığına düşmüşlerdi. Jön Türk hükümetinin olayları durdurmak ve suçluları cezalandırmak amacıyla, Adana’da parlamento üyelerinden oluşan bir komisyon kurmasıyla, bu kanı daha fazla kabul görür oldu. Komisyonda, parlamentoda mebus olan bir Ermeni de vardı. Ermenilerin problemleri  ve özgürlük istemleri onu hiç ilgilendirmediğinden son derece tarafsızdı. Aslında Türklere, Ermenilere olduğundan daha yakındı. Ermeni temsilci olarak komisyona bu yüzden mi seçilmişti?

Bu dürüst ve vicdanlı kişi Agop Babikyan’dı. Dönüşünde, Türk meslektaşlarının tuttuğu tutanağın aksine, tarafsız ve doğru bir rapor hazırladı. Raporunda, Ermenilerin herhangi bir provakasyon veya haklılık bulunmadan belirli bir plan doğrultusunda katledildikleri konusunda kesin bir kanıya vardığını belirtmişti. Zavallı Babikyan, Türkler için bu denli rahatsız edici bir gerçeği, hükümet değiştiği için cezalandırılmadan ifşa edebileceğini mi düşünmüştü yoksa tehlikeye rağmen bu namuslu adam gerçeği gizleyememiş miydi?

Raporunu kibarca, hatta minnettarlıkla kabul ettiler. Dikkatle inceleyeceklerine ve gerekli önlemleri alacaklarına söz verdiler. Ama birkaç gün sonra, Babikyan, bir Türk’ün evindeki yemekten döndükten sonra ansızın öldü. Bakımını üstlenen yabancı ve Ermeni doktorlar, ölümünün ardındaki sırrın, yemekten sonra içtiği kahvede olduğu kanaatine vardılar. “Ermeni-Türk dostluğu”nu sıkıntıya sokmamak için Ermeni gazeteleri, politik partiler ve hekimlerin bizzat kendileri, gerçeği söylemekten kaçındılar. Doğal bir ölümle hayata gözlerinin yumduğuna herkesi inandırdılar ve bu görev adamının trajik ölümü neredeyse fark edilmedi.

Tüm bu titizlik boşunaydı. Ermeni meselesi kökten çözmek amacıyla, olaysız ve kolayca halkı yok etmek için liderlerle başlayan amansız ve kesin bir plan söz konusuydu: Ermenistan mı? Ermenilerin özerkliği mi? İyi de ülkede hiç Ermeni yok ki!



 JOURS DE CENDRES A ISTANBUL,Berdjouhi, Editions Paranthèses, Marseille, 2004, s. 29-30-31.

* yerazdergarabedyan@gmail.com

Paramaz ve Osmanlı-Ermeni Sosyalist Hareketi (Umut BİLMEZ)

“Bizim için bir vatan yoktur. Biz sosyal demokratız. biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz. bizim vatanımız bütün dünyadır. (…) Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için ne fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi.” (Paramaz)

100 yıl önce Anadolu’da yaşanmış büyük bir katliamın ve trajedinin yıldönümüne yaklaşırken bir dizi inceleme-araştırma ve anı kitabının yayımlandığına tanık oluyoruz. Ermeni soykırımı olarak kabul edilen bu insanlık dramının açığa çıkmamış yanlarını, nedenlerini, niçinlerini ve yüzbinlerce Ermeni’nin katledilmesinden öte yarattığı sonuçları ve etkilerini henüz tam anlamıyla bildiğimiz söylenemez.
Kadir Akın’ın Dipnot Yayınları’ndan çıkan; Ermeni Devrimci Paramaz adlı kitabı işte bu bilinmeyenlere ışık tutan ve bu alanda yapılacak çalışmalara kaynak olacak nitelikte bir çalışma olarak öne çıkacak gibi görünüyor. Ermenilerin kök saldıkları topraklardan sürülerek katliama uğratılmasıyla ilgili oldukça detaylı ve belgelere dayalı birçok kitabın mevcut olduğunu biliyoruz. Ama bu katliamın aynı zamanda bu topraklardaki kültürel ve entelektüel mirasın da yok edilmesi anlamına geldiğini, 1890’lı yıllardan başlayarak bu topraklarda sürdürülen sosyalizm mücadelesinin köklerine zarar verildiğini, ne yazık ki yeterince bilmiyoruz. Belki de bu durum, sosyalizm düşüncesinin serpilip gelişemeden zarar görmesine, sosyalizm anlayışının yer yer “milliyetçilik”le malûl olmasına ve bunun yanı sıra tecrübesiz, dolayısıyla belleksiz kalmasına da neden olacaktı.
1915 yılının 15 Haziran’ında 19 arkadaşıyla birlikte İttihat Terakki önderlerinden Talat ve Enver’e suikast hazırlığı içinde olduğu iddiasıyla tutuklanarak Beyazıt Meydanı’nda idam edilen Madteos Sarkisyan (Paramaz) ve arkadaşlarının serüvenlerini, devrimciliklerini, sosyalizm mücadelesini sürdürürlerken enternasyonalist bir duygu ve bilinçle Türk ve Müslüman kökenli sosyalistleri aramalarını, onlarla birlikte mücadele etme çabası içinde olmalarını ve idam sehpasında ölümü “Yaşasın sosyalizm!” sloganlarıyla kucaklamalarını yakın zamana kadar bilmiyorduk.
Yıllar sonra darağaçlarında, işkencehanelerde can veren, kuytuluklarda kurşunlanan sosyalistler-devrimciler, 100 yıl önce, 1915 yılının 15 Haziran gecesinde, Beyazıt Meydanı’nda kurulan 20 darağacında yankılanan bu sloganlardan habersizce Paramazların, 20’lerin geleneğini yaşattılar. Deniz, Mahir ve İbrahim ve onlardan sonra gelenler, farkında olmasalar da Paramaz ve arkadaşlarının yolundan yürümüşlerdi. İşte Kadir Akın’ın, Paramaz’ın izini sürerken ortaya çıkardığı gerçeklikler, bilinmeyen “bu topraklardaki sosyalizm” mücadelesinin kahramanlarını görünür kılmayı, onları “ötekilerinin” değil, bu toprakların sosyalistleri olarak görmemizi sağlıyor.
Kadir Akın, resmi ideolojinin anlattıklarının tersine, o dönemin siyasi koşullarını, Ermenilere uygulanan soykırımı detaylı araştırmaların ürünü olan eserlerden yararlanarak yeniden yorumlarken, Türkçe olan çalışmaların yanı sıra, sadece bu çalışma için Ermenice asıllarının ilgili bölümlerinden yapılmış çevirilerden de faydalanması kitabın kaynak değerini yükseltiyor.
Okur, kitapta Paramaz ve arkadaşlarının serüvenini izlerken, milliyetçi diye anlatılan Ermeni devrimcilerinin aslında diğer uluslardan devrimcilerle birlikte mücadele etme çabasında olan enternasyonalistler olduğunu; Anadolu’da Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, Kıpti ve Arap halklarıyla ortak bir çatı altında yaşamı savunduklarını görecek.
Kitapta, Paramaz’ın 1897 yılında Van’daki ilk yargılanması ve İstanbul’da onu idam sehpasına götüren 1915 yargılaması sırasında yaptığı savunmaya da yer verilmektedir. Paramaz’ın söyledikleri, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde enternasyonalist tutuma örnektir:

“Bizim istediğimiz eşitlik. Biz katı milliyetçi değiliz. Bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Yezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama Osmanlı Devleti’nin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu topraklara geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz... Biz ‘kışkırtıcılar, serseriler’ değiliz. Bu halkın bağrından doğan ve zamanın taleplerini ifade eden halkın öz çocukları olan bizler, sadece ihtilalcileriz. Evet, biz ihtilalciyiz, ileri dünya tarafından tanınan ihtilalcileriz, örnek ihtilalcileriz ve tarih sahnesine çıkışımızın bütün hikâyesi de, Osmanlı Devleti tarafından gayet iyi bilinmektedir.”

Paramaz’ın 1915’te kendisini yargılayan İstanbul Mahkemesi’ne karşı söyledikleri de temelde farklı değildir. Mahkeme heyetinin, “Bağımsız bir Ermenistan mı kurmak istiyorsunuz?” sorusuna yanıtı şöyledir:
“Bizim için bir vatan yoktur. Biz sosyal demokratız. Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz. Bizim vatanımız bütün dünyadır. […] Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için ne fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığımız nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Şunu unuttunuz ki, Ermenilerin imha edilmesi bütün Türkiye’nin yıkımı demektir. [...] Ben Diyarbakır’da faaliyet gösterirken, düşüncelerimi Ermeniler arasında olduğu kadar, Kürtler, Türkler, Süryaniler ve Araplar arasında da aynı şevk ve heyecanla yaydım.”

Yazar kitabında, Hüseyin Hilmi’nin 1910’da kurduğu ve 1913’de kapatılan Osmanlı Sosyalist Fırkası’na ve Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’na da değinmektedir. Kitapta, Osmanlı topraklarında ilk sosyalist örgütlenmeler olan Sosyal Demokrat Hınçak (1987) ve Taşnaksutyun (1890) Partilerinin savunduğu görüşlere yer verilirken, bu örgütlerin birbirleriyle ve İttihatçılar ile kurduğu ilişkiler, kongre kararlarına dayanarak incelenmektedir.

Kitap bize, görmezden gelinen bu tarihle yüzleşildiği ölçüde sosyalist hareketin tarihini yeniden ele almanın ve değerlendirmenin de kaçınılmaz olacağını hatırlatmaktadır.


ERMENİ DEVRİMCİ PARAMAZ: ABDÜLHAMİD’DEN İTTİHAT VE TERAKKİ’YE OSMANLI-ERMENİ SOSYALİST HAREKETİ VE SOYKIRIM, Kadir Akın, Dipnot Yayınları, 2015.

Düşleri Kırılan Bir Halkın Tarihi (Aysel SAĞIR)

“Ermenilerin rolü hiçbir yerde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadar önemli olmadı; Konstantinopolis sarayında yer aldılar. Mimarlar (‘Doğu’nun Mikelanjı’ Sinan), tabipler, müzisyenler, tercümanlar, ressamlar, terziler. Hampartursum Limonciyan’la, Osmanlı klasik müziğine uyarlanacak bir müzik nota sistemi yarattılar…”

Diğer halklar gibi Anadolu topraklarında kök salan Ermeniler’in –tıpkı yaşamları gibi- zengin bir tarihleri de bulunuyor. Varlıklarının üç bin yılının titiz çalışma, bulgu ve araştırmalarla kayıt altına alındığı Ermeni halkının yaşamı, aynı zamanda  -bugün- ‘Ermeni meselesi’ konusunun doğru bir perspektife oturması anlamına geliyor. Zira Ermeni halkının varlığı ve yaşamı, -yukarıda da belirtildiği gibi- çok uzun bir geçmişe dayanıyor.
Gerard Dedeyan’ın derlediği Ermeni Halkının Tarihi, Ermeniler’in yeryüzündeki varlıklarını, yaşama kök salışlarını, kültürlerini, duruşlarını, diğer halklarla iç içe olmuş geçmişlerini, bugünlerini… anlatan geniş boyutlu bir yapıt. Ama en çok da, tarihçiler, etnograflar, sosyologlar… için –çoklu verileriyle- bir baş kaynak eser olma işlevine sahip.

Derinlerde gizlenen yanıtlar

Toprak, Halk ve Dil, Ermenilerden Önce: Savaşçı ve Kurucu Urartular, İran ile Greko-Romen Dünyası Arasında Ermeniler, Hıristiyan Ermenistan İddiası, Arap Hakimiyeti ve Ermeni Özgürlükleri, Yeniden Bulunmuş Bağımsızlık: Kuzey Krallığı ve Güney Krallığı, İmparatorluk Yönelimi ya da Diyaspora Yazgısı: Bizans’ta Ermeniler, Haçlı Seferleri Zamanları, Türkmenlerin ve Osmanlı Türklerinin Boyunduruğu Altında, Ulusal Bağımsızlık Yıkıntıları ve Diyaspora, Ermeni Rönesansı ve Kurtuluş Hareketi, Ermenistan ve Uyrukların Uyanışı, 1915-1916 Ermeni Soykırımı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu başlıklı sekiz bölümden oluşan yapıt, aynı zamanda birbirine eklenen sorulara da yanıt anlamına geliyor.

‘Ermeni meselesi’,–bir çok insan için biraz da bilmemekten kaynaklı- bir düğüm oluşturuyor. Söz konusu düğümün, bilinçli çarpıtmalar, yok saymalar, politik yaklaşımlarla oluşturulduğunu ise söylemeye hiç gerek yok. Ancak, bir halkın varlığı ve yaşamıyla dünyaya bıraktığı zenginlik derinlemesine bir araştırma gerektiriyor. Dedeyan’ın derlediği yapıt ise bu zenginliği yakalamış diyebiliriz. Zira yapıttaki veriler sadece geniş bir coğrafyada gezinmiyor, insanlık kültürünün çağsal derinliklerine dek iniyor.

Çalışma kronolojik bir seyir izlerken; sosyal yaşam(lar), ayaklanmalar, edebiyat, sanat, sermaye ve sınıf yapıları … temel alınıyor. Dolayısıyla da tarih, halkın yaşamı ve olayları üzerinde yapılanırken, sınıfsal bir zeminden hareket ediyor. Çeşitli savaşların, imparatorlukların (Pers, Bizans, Konstantipolis…) Ermeni halkının üzerindeki etkisi ve ilişkisi de –egemenler, yönetilenler- aynı (sınıfsal) perspektif doğrultusunda inceleniyor. Tabii Ermeni Diyasporası bu tabloda önemli bir yerde duruyor. Zira Ermeni Diyasporası, Ermeni ulusal kimliğinin “farkına varılmasında” başat rolü oynuyor.

Saatçi, kalaycı, fırıncı…

Diğer bir yandan, Ermeniler’in “1512 yılında matbaanın kullanımıyla Ortadoğu ülkelerine göre ayrıcalıklı bir konumda bulunmaları” söz konusu çalışmanın olanağının da bir kanıtı niteliğinde. Böylelikle eserin -Ermeniler’in Anadolu’daki köklü varlığından hareketle- Ortadoğu’nun tarihini de görünür kıldığını vurgulamakta yarar var. 

“Ermeni zanaatkar ve tüccardan oluşan önemli kent nüfusu Anadolu, Kilikya ve İran köy ve kasabalarında kadim meslek ve ticaret geleneklerini sürdürür. En canlıları arasında Erzurum ve Van bulunan kentlerde, profesyonel hayatın bütün taraflarını düzenleyerek meslekler, bölgelere ve loncalara –Osmanlı İmparatorluğu’nda esnaf, Per İmparatorluğu’nda hamkar- göre gruplandırılır. Çok canlı olan Ermeni esnafı bütün meslek birliklerini temsil eder (terzi, ayakkabıcı, saatçi, kalaycı, değirmenci, fırıncı, vs) ve bütün sanayi üretim kollarına yakın durur: Erzurum, Tokat, Merzifon’da metal, bilhassa da bakır işleme, Van ve Erzurum’da silahçılık, deri, yün, ipek ve neredeyse her yerde pamuk işleme. Van’da kuyumculuk, halıcılık, nakış ve seramik sanatıyla birlikte, zanaat sanat seviyesine yükselir ve Ermeni halkının yaratıcı zihnini kanıtlar. Ticaret yüzyıllardır İsfahan, Tebriz, Tiflis, Trabzon, Erzurum, Van, İstanbul, İzmir ve İskenderiye’de uluslararası büyük ticaret kavşaklarında oluşan, az sayıda fakat zengin bir Ermeni burjuvasinin başında bulunduğu çerçi, seyyar satıcı, dükkan sahibi, çarşı esnafı gibi farklı toplumsal unsurları içinde barındırır…”
Kronolojik zamanı takip eden çalışmada yirminci yüzyıla gelindiğinde ise zaman duruyor. 1915-1916 tüm ağırlığıyla tarihin üstüne çökerek şimdinin gerçekliğini  ilan ediyor. Dünya savaşının ardından, umutlar düş kırıklığına uğruyor. Zira Ermeni halkının trajedisi de bu zaman aralığında, “geleceğin Türkiye’sinde” başlıyor.


ERMENİ HALKININ TARİHİ, Der: Gerard Dedeyan, Çev: Şule Çiltaş, Ayrıntı Yayınları, 2015.




Anlatmak, Aktarmak, Anlaşmak (Melike UZUN)

İnsan ömrü uzun. Çok şey unutuluveriyor. Ama bazı “an”lar bazı “durumlar” var ki, hem aklımızın hem yüreğimizin bir köşesine çakılıyor, içimizde “ukde” kalıyor.

Ermeni meselesi günlük yaşamımızda düşmanlık ve hamaset söylemlerinden öte yer bulmaz. Bu yüzden konu üzerinde uzun uzadıya düşünülüp konuşulmaz. Bunun yerine çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakküme, aşağılamaya, yaşam hakkını gasp etmeye varan fikirleri kesin doğrular kabul edilir halk arasında. İktidar heveslileri ve iktidarda olanlar da bu fikirleri perçinleyerek sürdürür, varlıkları için gereklidir bu.

Devlet politikaları, politikacılar işte, okulda, kahvede, sosyal medyada çok sık konuşulsa da bizim gibi faniler için aslolan günlük yaşamımızın sekteye uğramadan devam etmesidir. Aslolan eve ekmek götürmek, çocuğumuza iyi bir gelecek hazırlamak, onun mürüvvetini görmektir. Kötülüğün de iyiliğin de acının da kaynağı bu sıradanlıkta yatar. Dünya üzerinde yaşanan soykırımlara, savaşlara ve elbette Türkiye’deki Ermeni meselesine bu açıdan bakmak en doğrusudur bana kalırsa. Ağlak ve ucuz bir acı pornografisine girişmeden “acı”ya bakabilmekte, içimize “ukde” olanları anlayıp anlatabilmekte asıl marifet. Akif Kurtuluş’un romanında yaptığı gibi.

Akif Kurtuluş’un son romanı Ukde’de, Nuri’nin Londra’daki briç müsabakasında tanıştığı Benjamin’le gönül gözünün açılışına, yanı başındakinin acısını fark edip buna kayıtsız kalmasından duyduğu utanca tanıklık ederiz. Nuri, duyduklarını, fark etmeden yaşayıp gittiği için içine oturan bir meseleyi deftere kaydederek arındığını hisseder. Ama en önemlisi, ona anlatılanları yazarak elle tutulur bir hale getirip kendisinden sonraya bırakır. Yazdıklarını her ne kadar karısından saklamaya çalışsa da utancını geleceğe aktararak bir misyonu yerine getirir Nuri. Duyduklarının, hissettiği acının yok olup gitmesine engel olmak, acısını başkalarına yaymaktır bu misyon.

Utanca kaynaklık eden yaşantı, Sivrihisar’da başlayıp Eskişehir’de bindirildikleri trenle devam eden, bir yerde Bitlis’ten Muş’tan, Adapazarı’ndan Bursa’dan gelenlerle kesişen zorunlu göç yolculuğudur. Yolculuğun ayrıntıları uzun uzadıya, açıktan açığa anlatılmaz. Ama Nuri ne sezip hissettiyse okuyucu da sezip hisseder. Kocası Nuri’nin ölümünden sonra defteri okuyan Cavidan’ın, ikinci bölümde karşımıza çıkan Gurbet’in hissettikleri, zorunlu göçün yarattığı travmaları okuyucuya sezdirir.

Benjamin göç eden insanlara özgü “hiçbir yerde rahat edememe” halindedir. Nuri, Benjamin’i düşünürken bir yandan da kendi anne babasıyla yaşadıklarını da hatırlar. Acı acının aynasıdır ne de olsa.

Göç yoluna ilişkin anlatımların romanda uzun uzun yer bulmadığını söyledik. Ama romanın zaman düzlemlerinden birini Nuri öldükten sonra karısı Cavidan’ın bulduğu defteri okuduğu anlar oluşturur. Bu düzlemde Nuri’nin bıraktığı defterde romanda bize aktarılandan çok daha fazlasının yer aldığını öğreniriz. Cavidan’la birlikte okuyucunun da “ukde”ye tanık olduğu andır bu: “Benjamin Beyin köpeklere neden bakamadığı bölümü bir daha okumaya çalıştım. Yapamadım. İnsan ölülerini köpekler yerken gören on yaşındaki bir çocuğun gözlerine bakamadım.”

Sakin yaşamlarından koparılıp annesiz babasız bırakılmış çocukların hikâyesidir bu. Rahat bırakılsalar, ekmek derdinden başka bir şeyin peşine düşmeyecek insanların hikâyesi. Ama işte izin verilmemiştir, aile, sülale, topluluk olmalarına. Yaşadıklarını anlatan Benjamin’in de, onu dinleyen Nuri’nin de, Nuri’nin yazdıklarını okuyan Cavidan’ın da içten içe sezdikleri budur. Benjamin şöyle der: “Azınlık az olduğunu her dem bilir ama azınlık, az olmak değildir ki! ‘Biz’ olamamaktır. Azınlık bizsizliktir Nuru, bizsizliktir. Sevkiyat artığıyım ya Gardaşım, sırf bunun için, sırf hayatta kaldığım için kendime bile azınlığım ben. Yine de içine gireceğim bir biz arar dururum. […] Hayatta kaldım ya Gardaşım, hayatta kalmak bu sefer beni her gün biraz daha azınlık yaptı. Yaşıyorsun da içinden bir ses diyor ki, senin yerine ölen birisi var, onun yerine yaşıyorsun. O öldüğü için sen yaşıyorsun Benjamin, diyor. Bu sesi duyduğunda hevesin gidiyor, ışığın kararıyor, dünyayı dar ediyorsun kendi kendine. Yaşamak bir ukde gibi kalıyor öyle kendi içinde.”

Romanın ikinci bölümünde “Bizsizlik” duygusunun kökenini bilmese bile insanlara nasıl sirayet ettiğini anlarız. Gurbet, babasını ve ölüm döşeğinde halasının ona söylediklerini anlatır bu bölümde.

Gurbet, halası ölüm döşeğindeyken çalıştığı hastanede nöbetçi olarak kalır. O gece duymak istemediği, kaçtığı bir sır verir ona halası. Babasına söyleyemediği bu sır ağır bir yüke dönüşür Gurbet’te. “Baba sana yalan söylüyorum. Ama kimi koruduğumun şu an ben de ayrımında değilim. […] Sen bir Hidayet’in torunu, Ermeni bir babayla Türk bir annenin oğlu olduğunu ne kadar kaldırabilirsin, ben de emin değilim. […] Senin atalarının bir ucu Sivrihisar’da baba.” Halasının ölüm döşeğindeyken ona söylediğine göre onlar Ermeni bir babanın ve Türk annenin çocuklarıdırlar.

Babanın, kızı Gurbet’le yakın arkadaş olmaya çalışmak gibi boşuna ve umutsuz bir çabası vardır. Baba sanki ona sirayet eden kimsesizlik duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordur. Kızına Gurbet ismini koyması ve onunla ölçüsüzce, çok yakın arkadaş olmak istemesinde “biz” olamamanın, yurdundan koparılmış, hısım akrabadan ayrılmak zorunda kalmış olmamın bilinçaltı yönlendirmesi var gibidir.

Son iki bölümde “ukde”yi sonradan hisseden iki kadının, Cavidan ve Gurbet’in anlatarak arınmalarına tanık oluyoruz. Romanın böyle bitmesi tesadüf olmasa gerek. “Ukde”yi hafifletmenin en iyi yolu anlatmak ve aktarmak olmalı. Anlatmak, aktarmak, anlaşmak.


UKDE, Akif Kurtuluş, İletişim Yayınları, İstanbul 2015.


Bir Halkı Yoketmek (Onur KOÇYİĞİT)

Tehcir, katliam, zulüm, jenosit, sürgün, soykırım. Kavramlar üzerine tartışmalar uzun sürdü. Devletin halkına karşı sistematik bir yoketme politikasını, neredeyse bir “takvim” üzerinden uyguladığı o büyük barbarlığın üzerinden –en azından bu topraklarda– 100 yıl geçti. Ben bu yazıda soykırım sözcüğünü kullanacağım ama belirtmeliyim ki, yalnızca öznel olarak kavramın kullanılmasından yana tavır almıyor, Ermeni halkının yaşadığının, onlara yaşatılanın tam olarak böyle ifade edilmesi gerektiğine inanıyorum. Ek olarak bu yazıda gereğinden fazla ve asla istemediğim bir şekilde tırnak işareti kullanacağım (“ ”) zira hiçbir sözcüğün, hiç kimseyi yaralamasını istemem.

Raymond Kevorkian, Paris-VIII-Saint-Deniz Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren bir tarihçi. Ayrıca okurumuz, Aras Yayıncılık’tan çıkan Paboudjian’la birlikte yazdıkları “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabıyla da kendisini tanıyor.

2006 yılında yayınladığı ve Türkçeye henüz çevrilmiş, bu yazının da genel olarak etrafında şekilleneceği büyük eseri Ermeni Soykırımı’na yazdığı girişte şöyle söylüyor:

“Soykırım niyetlerinin eyleme dökülmesine farklı deneyimlerden, ortak başarısızlıklardan, hayal kırıklıklarından, tehlikeli düşmanlıklardan beslenen bir olgunlaşma dönemi öncülük eder. Bu geçiş ‘iç düşmanların’ toplumsal bünyeden tasfiye edilmesini öngören bir ideolojik oluşumla meşrulaştırılır.”

1915, Osmanlı İmparatorluğu’nun en karışık yıllarının bir iç meseleyi, en arkaik devlet algısının paranoyasına tutularak çözmeye çalıştığı, düşmanını “ırk” üzerinden tanımladığı lanetli bir yıl. Burada basit bir söylem ya da propaganda aracı olarak görülmemelidir “1915”. Zira Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce hayallenen ve kurulmak istenen ulus-devletin varlığı için koşut sayılmıştır Ermeni halkının “fiziki imhası.”

Konuya detaylıca eğilmeden önce Kevorkian’ın kitabının planıyla başlayalım.

1800’ler sonu, 1900’ler başı, Fransa, Paris. Tabi elbette Osmanlı ve Anadolu toprakları. Bir yanda Abdülhamid karşıtı İttihat ve Terakkiciler (İTC), diğer yanda “yine Abdülhamit karşıtı” Ermeni komitaları, Ermeni Devrimci Federasyonu ve diğer yapılar. Büyük bir tartışma sürmekte, zalim Sultan Abdülhamid’den kurtulmanın yolları aranmakta. İTC, Ermenileri, bir yandan iç güvenliği ve ülkenin bütünlüğünü yıkmaya çalışacak olan yapılar olarak, diğer yandan Abdülhamid’e karşı büyük bir müttefik olarak görmekte. Bir ortaklık, dayanışma motivasyonu aranmaktadır; nasıl olur da hem Abdülhamid’i kovar, ulus-devleti kurarız? EDF ise daha sosyalist, daha devrimci tutumlar almaya çalışmakta, özerk yönetim ya da eşit yurttaşlık hakları talep etmektedirler [bundan sonrası tarihçilerin tartışması, ben ancak bu kadar tartışmayı makul buluyorum]. Sonrası “bildik ve tükenmez” gerçek. Aklın ve insanlığın varlığının sorgulandığı, büyük ve devasa bir şiddet sarmalı. İTC’nin İmparatorluk içinde gelişmesi, serpilmesi; sonra ittifakı sonlandırıp önce Ermeni örgütleri, sonra halkının ülkeden silinip atılmaya çalışılması. Kevorkian, aynı zamanda Ermenilere yönelik şiddetin yargılandığı zamanları, mahkeme kayıtlarını da eklemiş kitabına.

İşte Jön Türkler bu tuhaf zamanların ortasında örgütlenme çabasındadır. Prens Sabahaddin’in kişisel ve kanımca bazı naif çaba ve çıkarımları da bu konuda görüşe ve bahsetmeye değerdir. Katibi Fesch’in kitabı “Constantiople aux derniers jours d’Abdulhamid”den şöyle aktarıyor Kevorkian:

“[Ermeniler] rejimde herkes tarafından bilinen kötü bir güç [...] görüyorlar. Dolayısıyla da ayrılıkçı çözümler aramak zorunda kalmaları şaşırtıcı değildir. Yüzyıllar boyunca Hıristiyanların ayrıcalıklarını onların hakları olarak değil onlara yapılmış bir lütuf olarak gördüğümüzü de unutmamalıyız. Bizler azınlıklardan ayrı olarak yaşadık. Onlardan ayrı düşündük. Sosyal perspektiflerimizi karşılıklı olarak yakınlaştırabilen bir şey olmadı. Onların ülkelerine saldırıp fetheden biz olduğumuz için şimdi onların gönüllerini kazanmak bize düşmektedir. Görevimiz ve ortak çıkarlarımız bunu gerektirmektedir.”

Bu uzun alıntı, bize çok temel bir kaygıyı, çözüm arayışı barındıran sulh üzerine kurulu bir fikirle yansıtır. Prens Sabahaddin, Jön Türkler arasında en “ılımlı” görünenlerindendir. Genel olarak bir dayanışma kurgulamaya çalışır. Dönemi aşan fikirleri, adem-i merkeziyetçilik, yerinden yönetim üzerine düşünceleri, İTC tarafından hafifsenmiştir.

Takip eden günlerde “ayrılıkçı” olarak nitelendirilmeye başlayanlar yine Ermeniler olacaktır. 1913 yılında Van mebusluğuyla meclise girecek olan Arşag Vramyan ise bu tartışmaları biraz olsun durultmaya çalışmak ister görünmektedir:

“Hiç kimse Türkiye’den ayrılmayı düşünmüyor. Bu aptallıktır; sadece bunu başaramayacağımız için değil aynı zamanda bizim sosyo-ekonomik çıkarlarımız ülkenin bir parçası olarak kalmamızı gerektirdiği için. Türkler bizim talep ettiğimiz federasyonun niteliğini anlamıyorlar; bunu ayrılıkçılığın kanıtı olarak görüyorlar. Türklerin düşüncelerini değiştirmemiz ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü [korumanın] tek yolunun bu olduğunu anlamlarını sağlamamız şarttır. Jön Türkler bile bizim dayanışma mefhumumuzu anlayamıyorlar; eğitimsiz Türk halkı nasıl anlasın? Türkler hâlâ dini düşüncelerinin etkisiyle hareket ediyorlar; eğer Türkiye herhangi bir Hıristiyan devletle savaşa girerse, Türkler hemen Ermenilere düşman olurlar.”

Haklıdır Arsag Vramyan; zira kendisi de henüz mebusken, Nisan 1915’te, Van Valisi Cevdet Bey’in emriyle öldürülmüştür.

Fark edilmediyse, hatırlatmak isterim: Henüz soykırımın sistematik durumuyla ilgili pek bir şey yazmadım. Bunu gerekli görmüyorum zira yıkılacak imparatorluğun halefi de “farklı” addettiği her unsuru düşmanlaştırmış ve düşmanlaştırmaya da devam etmektedir. İran Azerbaycan’ı, Kilikya, Adana, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Sivas, İzmir, Trabzon, Ankara, Edirne, İstanbul, İzmit, Bursa, Aydın, Konya, Eskişehir, Hatay, Maraş, Antep, Urfa, Halep... Yetmedi mi? Dönemin bir kent kadar büyük ilçelerinin ve yahut vilayetlerinin listesi, bu yazının kendisinden daha hacimli olacaktır.

Yine de Aydın vilayeti ölçeğinde Kevorkian’ın verileriyle “örnekleme” yapmak mümkün. 1914’te yapılan nüfus sayımına göre yaklaşık 21.000 Ermeni nüfus tespit edilmiştir (hatırlatmak gerekir ki, o zamanlar İmparatorluk nüfusu yaklaşık olarak 13.5, Ermeni nüfus ise 2 milyona yakındır). Dönemin valisi Mustafa Rahmi’nin “iyiniyetli” yaklaşımları sayesinde tehcirin “yavaşladığı” ya da “hafifçe” atlatıldığı birçok tarihçi tarafından dile getirilir ancak Kevorkian’ın belgeleri bu durumun aslında bir tür İTC manevrası olduğunu gösterir. O sıralar Rumların yoğunluklu olarak yaşadığı bölgeler, İTC tarafından “homojenleştirme” politikaları altında inlemekte, şiddetten nasibini almaktadır – tutuklamalar, idamlar, sürgünler. Dolayısıyla Aydın’da uygulanan Rumlar üzerindeki baskı nihayete varınca, artık hedef esas haline dönmüştür – Ermenilere. Birçok EDF militanı tutuklanmış ve İzmir Divan-ı Harbi tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştır. Halk ise Afyonkarahisar, Denizli ve Konya gibi şehirlere sürülmüş, mallarına el konulmuş ve çeşitli yöntemlerle öldürülmüş, yokedilmiştir.

Halef devletimizin selef devleti, halkına, biz halkı ve halklarına rağmen ve dahi kıymış, yok etmiş, en derin kuytularına kadar nüfuz ederek paramparça hale getirmiştir.

Talat ve Enver Paşalar, veyahut Hamidiye Alayları? Bu saydığım ve diğer etkili faktörler, kitabın uzun anlatısında mevcuttur. Planlı, büyük bir sistematik içinde, neredeyse “kusursuz” hazırlanmış bir katliam gözler önüne serilmektedir.

Uzun alıntılarda bulunduğum Kevorkian’ın kitabı, Ermeni halkının yok edilişi üzerine, soykırım üzerine kuruludur elbette; yine de vurgulamak gerekiyor ki, bu kitap, yakın tarihimizin milliyetçi-ırkçı kümelenmelerinin, zulüm tarihinin bir “başyapıtı”dır. Ve bu başyapıt, utancımızın kapkara sureti ve kanıtıdır. 

ERMENİ SOYKIRIMI, Raymond Kevorkian, Çeviri: Ayşen Taşkent Ekmekci, İletişim Yayınları, 2015.


Kendi Göbek Bağını Kesen Bir Bebek Gibi Yazarın Bedeninden Kopan Bir Roman (Niyazi ZORLU)

Ayşegül Devecioğlu, 2000 yılında Kuş Diline Öykünen adlı romanıyla başladığı edebiyat yolculuğunu sessiz sedasız, telaşsız sürdürüyor. Yeni romanı Ara Tonlar’ın sonundaki “yazarın notu” Devecioğlu’nun edebiyata bakışını çok iyi özetliyor: Onun için edebiyat hayattan, daha doğrusu yazarın kendi hayatından kopuk değildir. Onun edebiyatı, yazarın, kahramanlarını yanına katıp kitaplaşıncaya kadar gözden kaybolacakları; halk hareketlerinden (Gezi, Kobani), işçi katliamlarından (Soma), vs. “dışarı”dan uzun süreli bir mola kopararak girişilebilecek bir “iç” uğraş hiç değildir…Yazma süreci bu yüzden iki kere sancılıdır. Kitap kendisini neredeyse yazarına rağmen, yazarının endişeli bedeninden büyütüp besler: “kendi göbek bağını kesen bir bebek gibi bedenimden kan revan içinde kopsun” diye. Bir kez daha: Hayat / hayatımız bunca dehşetle kuşatılmışken roman yazılmaz, roman olsa olsa kendi kendini yazar. Yazarın acımasızca (Devecioğlu olsaydı, romancılığının belirleyici, ana tavrını derhal gösterir ve “itiraz” ederdi: “Acımayla nasıl katledilir ki?”diye sorardı) katledilmiş, infaz edilmiş, unutulmaya bırakılmış, dahası sağlı-sollu topyekûn bir itibarsızlaştırılmaya maruz kalmış anlar ve kahramanlarla dolu kitaplarını okuyanlara bu edebiyat tarifi pek de yabancı gelmeyecektir.

Ara Tonlar ilk bakışta bir yargı gününün romanıdır. Herkesin öldü diye bildiği ve belki de bu “ölüm”ü sayesinde içten içe yaşattığı bir devrimci (Demir) yıllar sonra geride bıraktıklarının, arkadaşlarının -ve elbette kendisinin de- geçmişlerini / şimdilerini sorgulayacakları (aslında öyle bir rol üstlenmeye hiç niyetleri olmasa da, ister istemez) bir sorgu yargıcı gibi çıkıp gelir. Aslına bakılırsa Demir, yıllar önce bir sahil kasabasında romanın isimsiz, burjuvasuratlı anlatıcısıyla geçirdikleri o birkaç günün; o hani adına aşk denen ve başını gecekondulardan fabrikalara, hayatın her alanına yayılmış yoğun devrimci mücadeleden kaldıramayan, siyah-beyaz ve demir kadar sert hayatların üzerine belli belirsiz  atılan renkli çiziğin peşinden gelmiş gibidir. (Tam da burada bir parantez açmak ve romanın en iyi okucusunun kapak tasarımcısı Emine Bora olduğunu teslim etmek gerekiyor.)

Devecioğlu’nun kahramanları devrimcilerdir, ama onun hikâyesini anlattığı ya da umarsızca anlatarak anlamaya çalıştığı asıl kahraman fiziksel ve içsel sınırlarında yitmiş, yine de gevşek bir toprağa bağlı hikâyesine tutunarak akışa karşı koymaya çalışan “insan”dır. Romanın bölüm başlıklarına bakılırsa (Joan Fontaine, Woody Allen, Tom Waits, Theo’ya Mektuplar, Tiffany’de Kahvaltı, Robert Redford, vs.) geçmiş, gözler önünden renkli bir film şeridi, hışırtılı bir kitap sayfası gibi olduğu kadar, kulaklardan kederli bir ezgi gibi de geçer. Yazar ya da isimsiz kadın anlatıcı çok iyi bilir: “Her kim ki hikâye anlatmaya kalkar hayatın sürprizleri karşısında ezilir.” Devecioğlu bu hikâyeyi, diğer kitaplarındaki gibi, çevreyi, eşyayı ihmal etmeden anlatır; okurunun bakışını ağaçlara, sessiz evlere, pencere pervazlarına, “çirkin ama vefakâr biblolar”a yönlendirir. Renkler de ağırlıklarını koyarlar, ölmekte olan ve “sıcaklığı tehlikeli bir şekilde bedenine yayılan”bir kedinin bir karış uzağındaki hiçbir kırmızıya benzemeyen kırmızı noktanın peşine uzun uzadıya düşer. Zamanın dilden dile, kişiden kişiye değişkenlik gösteren yapısını, hayatın ara tonlarını çözümlemeye koyulur. İnsanı, sözcüklerinin aracılığı olmadan anlamanın imkânsızlığından dem vurur.“Herkes” dediğimizde aslında biz ne deriz?“…Aslında herkes diye bir şey yok. Herkes, herkes gibi olmayanlara gözdağı vermek için uyduruldu. Herkes açlar için üzülür, herkes barış ister, herkes doğayı sever sözleri ne kadar yalansa o kadar yalan; herkes. Herkes Demir’in dönüşüne sevindi cümlesi ne kadar yalansa o kadar yalan.”

Ara Tonlar her şeyden çok, yazarın o bildik, kahramanlarının ruhlarını içinde yaşadıkları/uçuştukları zamanın ruhlarıyla örtüştüren ve çoklu anlamlara / okumalara kapı aralayan ayrıntılara (nesnelere) inmek konusundaki kararlılığının ürünüdür. “Bir aralar kaktüs hediye etme furyası vardı, kaktüslerin hepsi o furyada birbiri ardına geldi, onları diktiği bir örnek, kurşuni gri toprak saksılarda yoksul bir tarikatın mensupları gibi azıcık suyla ya da havanın nemiyle idare ederek yaşayıp gidiyorlardı.” Devecioğlu düz gösterip ters vuran bir yazardır; doğrudan söylemez, söylediklerinden söylemediklerini çıkarmak okurla yazarı arasında gizli bir oyun gibidir. Mesela yukarıdaki cümleyi okur okumaz yapay bir sera ışığı ve yerli-yabancı bol gübreyle kısa bir sürede palazlanmış, semirmiş yapıları düşünmeden edemez insan.

Bir şeyler büyürken küçülürler Ara Tonlar’da, yumuşakken keskinleşirler, güzelken çirkinleşirler, gayet açıkken tuhaflaşıp karmaşıklaşırlar, birbirlerine dolanırlar, sertleşirler. 80 öncesinin devrimci durumlarının anlatıldığı “Kesintisiz Devrim” bölümünde mahalle çocuklarının öldürüp bir armut ağacına astıkları kedi yavrusundan sonra anlatıcının sezdiği gibi: (Devrimcilerin) “Belki de kavrayamadıklarıyla da gözden kaçırdıkları zehirli bir duygu çocukları ulak tayin ederek ortaya çıkmıştı”. Devecioğlu’nun o bildik kahramanlarından biridir karşımızdaki: Dünyaya; dünyanın yamuk yumuk, ağzı var dili yok, varla yok arası, avuç içi kadar küçülmüş, ezilmiş ayrıntılarına kayıtsız kalamayan, hayatı idealize ederek değil ancak zıtlıkları içinde kavramaya kararlı biri. Ara Tonlar’ın anlatıcısı gibi, söyleyen değil (arabadaki uzun ve neredeyse düşsel o muhteşem tiradı hariç), söylenenleri kaydeden, izleyen, dil’e çekilen, hikâyeyi kaydetmekle yetinen biri. Zaten söz alanlar da neredeyse bu sözü içinde bulundukları gerilimli durumla baş etmek, kendilerini kendilerine izah etmek için ediyor gibidir.

Bambaşka sesler, başka insanlar, başka tonlar sık sık anlatının merkezine oturuyor.Sanki onlar varken asıl hikâye anlatılamaz ve sanki onlarsız asıl hikâye var olamazmış gibi.Mesela “Pamuk Prenses” adlı bölümde Demir’in hayatına sonradan girmiş–romanla pek ilgisi yokmuş gibi görünen– bir figürün, Tilda’nın bıçaklandığı sahne gibi (tabiri caizse) fazla’ları bu minvalde değerlendirmek gerekiyor belki de. Tam da bu noktada, benim gibi bazı okurlar, kendilerini neredeyse aşkla teslim ettikleri kadın anlatıcının romanın sonlarına doğru ihmal edilmesinden, iplerin (her ne kadar hikâye yine anlatıcının sesinden, “mış”lıbir zamandan anlatılsa da) neredeyse tamamıyla Demir’e (Demir’in hikâyesine) bırakılmasından hoşnut olmayabilirler, olmayacaklardır. “Ölü”bir Demir’in zamansız ortaya çıkışından rahatsız olan kahramanların tedirgin ruh halleri biz okurlara da sirayet etmiştir, kim bilir! Romanın, kadın anlatıcı ve Demir’in arasında ikiye (iki ağza / iki çift göze) bölünmesini ve sonunda birleşmelerini dileyenlerin, belki de vakit geçirmeksizin bu yazının başına dönmeleri ve Ara Tonlar’ın kendini neredeyse yazarına rağmen, yazarının endişeli bedeninden büyütüp beslediğini, kendi kendisinin göbek bağını kestiğini hatırlamaları gerekiyor.

ARA TONLAR, Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları, 2015.





Lütfen Sesli Okumayın (Selin Gözde BALİ)

“Birbirini ezenler, birbirini bozanlar
Bu türküm sizedir ey!”


2014’ün Hüsnü Arkan için epey verimli olduğunu söylemek mümkün. Mart’ta son romanı “Hırsız ve Burjuva” çıkar; onu ikinci şiir kitabı olan ve aşağı yukarı yirmi yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu söylediği “Naş” izler.
Hüsnü Arkan söyleyecek sözü varsa yazar, sözü uzatmaz, gereksiz tekrarlardan yana değildir. Kitaplarında pek çok katman vardır. Bununla birlikte kitapları da birbirini tamamlamaktadır. Sarmal olarak ilerler adeta, satır aralarını doldururlar birbirlerinin, ortak sorgulamaların ürünüdür: Hayat, ölüm, gerçek nedir? Var mıdır, yok mudur, elden düşme midir? İnsan kendini nasıl gerçekleştirir? Toplumsal ahlak yaptırım mıdır, karşı çıkılabilir mi? Toplum nedir? Burjuvazi toplumun neresindedir? Savaşlar kontrol mekanizması mıdır? Birey ruhsal açıdan sağlıklı mıdır? Devlet-birey, toplum-birey çatışması nerede başlar, nasıl sürer ve biter? “Zalim ne vakit zalim olur?”

Naş’ta Arkan’ın şiirinin temel yapısında “siz-biz karşıtlığını, birlikteliğini yahut ben-biz birlikteliğini” okuruz. Onun şiirlerinde ben’den, ben’likten topluma uzanan çizgi vardır. Kendi ben’ini anlatışında birinci çoğulu, biz’i, buluruz; siz’e seslenirken biz’den güç alır. Bu bağlamda Naş”a bakacak olursak 1980 sonrası görüntüleri ve bu güne yansıyan izlerinin, güncel sorunların, siyasetin, ben-biz birlikteliği üzerinden, geçmişle bağını koparmadan, metaforik anlatımlarla karşımıza çıktığını görürüz.

Kitaba ismini veren “Naş” şiirinde Hrant Dink’i anar: “Bugün Dink’i vurdular” Bu girişle çözülmemiş meselelerin, başkanların, zalimlerin ele alınacağının işaretini verir. Naş’ı takip eden ikinci şiir Güzelleme ise bir övgü şiiridir. Bu şiirde gelmesi özlenen şey 1980 döneminden beri var olan kitlesel suskunluk halinin sese dönüşmesi, etkisini kaybettirmesidir: “Yıkıldı içimizdeki otuz üç yıllık saray” der Arkan. Şiirin yazılış tarihi muhtemelen 2013’tür ve temel yapıda anlatılmak istenen “Gezi Direnişi”dir. Arkan naif olmadığını belirttiği Bütün Başkanlara Hayır şiirinde ise birçok seçimin cevabını verir: “Daha çok bekleyeceğiz, bayrak açacağız, şarkı söyleyeceğiz// Bütün başkanlara hayır.”

Onun şiir dünyasını şekillendiren 1980 dönemidir. Bu dönemin görüntülerini, haksızlıklarını, yaşanmışlıklarını, arkadaşlıklarını şiirlerinin büyük çoğunluğunda görürüz. 1982 Buca şiirinde Necati Vardar’ı anar: “Necati bize de bekleriz gel/ Kış kıyamet deme gel/ İlmiğini çöz de gel” Dönemin yarattığı etkiler aşılamamıştır ama şiir kitapları arasında, bir bakıma boyut değiştirmiştir. Hiçe Doğru’da bu etkiler sesin daha çok hüzün tonunda olduğu yapıdadır. Naş’ta ise hesaplaşma ve sorgulamaların ünlemli cümlelerle var olduğu bir söylem hâkimdir.

Naş’ta dikkat çeken bir diğer nokta konuşma diline sıkça yer verilmesidir: Ancak eklemek gerekir ki: Arkan, günlük konuşma diline yer verse de şiiri nihai aşamada metaforik bir şiirdir. “Güneş dakkada yükseliyor ya insan inanamıyor” (Güzelleme, 6), “Bahçe içre umumi bağdaş kurmuşuz/ Açmışız gastemizi okumuşuz” (Milli Piyango,45), ”Kona kalka kargalar/ Aklın dallarında piç/ Kırıla büküle ceviz ağacı” (Karga, 38) Konuşma dilinin etkisiyle ilk bakışta düz anlatım gibi gelen bu dizeler şiirin bütünü içinde düşünüldüğünde kendi içlerinde küçük hareketlerin, sıradan ve basit olanın derin anlamını getirir.

Arkan’ın metafiziğe, dini algılara, varoluş sorunsalına yer verdiği şiirler de görürüz. Bu, şairin ortak sorgulamalarının şiire yansımasındandır. “Sırf bu yüzden ölüyoruz, anlamak için/ Bir gülün ne dediğini sağırın bahçesinde” (İncittiniz, 21)  Arkan, bu arayışları içinde felsefi yorumlarda boğulmayan bir şair. O, bir anlamın peşindedir. Bu yaklaşımını Ölü Kelebeklerin Dansı’nda “Oysa ölümü kavramadan hayatı kesinlikle öğrenemezsiniz.” diyerek Menekşeler Atlar Oburlar’da Mevlana’dan alıntı “Çünkü Peygamber bile: ‘Bana eşyayı olduğu gibi göster’ diye Tanrı’ya yalvarmıştı.” sözleriyle belirtir. O kendi oluşturduğu metinler arasında yoğun bağlantılar kurar. Bu bir imgelem, bir düşünce evrenine sahip sağlam bir kalemin çıkardığı farklı sesleri bir bütünde toplama gücüdür.

“Naş”ın omurgasını meydana getiren temel argümanlarından biri de eleştirelliktir. Lütfen Sesli Okumayın’da şairlere ve şiir algılarına itirazlarını sunar. İspanya iç savaşı sırasında Yahya Kemal’in “zil, şal ve gül”den, ikinci dünya savaşını izleyecek yıllarda ise Tanpınar’ın çinilerden bahsetmesini eleştirir. Necip Fazıl’ın ise Menderes döneminde örtülü ödenekten aldığı parayı anarak şiirin ve şairliğin ona göre ne olmadığını söylemek ister. Ne olduğunaysa şiirin devamında yer verir: Toplumun sıkıntılarını anlayabilen ve anlatabilen “üç beş dikine meczubun” şairliğini anarak onları diri tutar şairler ormanında. Onların yazdıkları şeyin adı ise şiir değil, kandır artık. Bununla birlikte Arkan’da eleştirelliğin genellikle ironiden güç alan bir biçimde yansıtıldığını söylemek gerekir. Ona göre ironi hayatı kolaylaştırmaktadır.

Bir kültür şiiri Hüsnü Arkan’ın şiiri. Telmihlerle, metinlerarası göndermelerle iç içedir. Hatta denilebilir ki “Naş” 1980’den günümüze uzanan bir siyasi ve sosyal tarih denemesidir. Kendisinin de belirttiği gibi, şiirlerin vazgeçilmez temi olan aşka neredeyse hiç yer vermemiştir bu kitapta. İlk şiir kitabına göre sesinin daha gür çıktığını söylemek mümkündür. Ünlemli cümlelerin yanında bir fark ettirme, farkına vardırma çabası vardır. “Ben” arayışları içinden topluma bakar, sorgulamalarını, belli çatışmalardan doğan algısını herkesin görmesini ister. Şiirlerin çoğunun siz’e ve biz’e seslenmesinin sebebi budur. Denilebilir ki insanın hayat tecrübesiyle geliştirdiği bir algılama süzgeci vardır ve Arkan bunu sunar okuruna. Yaşadığımız çağın renginin çamur gibi olduğunu hatırından çıkarmaz, geçmişler gelecekler alıp sattığımızın farkındadır, özgürlüğün artık yaşamadığımız şeyin adı olduğunun da… Gerçeğin dokunaklı olduğunun, akarsuya bazen kan karıştığının bilincindedir. O, dünyanın gürültüsünü ve sesini duyurmaya çalışır.


NAŞ, Hüsnü Arkan, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.

Kum Saati (Yalçın HAFÇI)

Neyi savunduğunu bilmek, neye karşı olduğunu bilmekten daha önemlidir. Aynı şekilde neyi kuracağını bilmek, yıkmak istediğinden daha çok önemlidir. Doğru yolu bilmiyorsan, bir yolun yanlış olduğunu bilmek hiçbir şey ifade etmiyor. Tarih bunun olumsuz örnekleriyle doludur. Günümüz de bundan çok farklı değil. Zamanımız, tarih denen yaranın kabuğundan başka bir şey değildir. Tüm bunların kökeninde ise felsefenin bir dogmaya dönmesi ve karşıtına dönüşme kolaycılığı vardır… Elbette, bu ifadelerin hepsi soyut durumlardır. Ancak somutlandığında hissederiz gerçeğin etkisini. Bunun içinse edebiyat biçilmiş bir kaftandır.

Nevzat Güngör’ün yeni romanı “Özgür Ölüler”, bize yeni bir dünya arayanların bu kadim trajedisi anlatıyor işte. Roman ilk başta fantastik bir dünya izlenimi veriyor ama yavaş yavaş bunun bir distopya olduğunu anlıyoruz. Her tarafı sonsuz çöllerle kaplı bir ülkede, kendi içinde katmanlardan oluşan ve Esmerler Sistemi denilen katı bir egemenlik hüküm sürmektedir. İsimsizler olarak isimlendirilen en aşağı sınıf durumundaki çoğulluk ise açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Ülkenin kutsal kitabı Yıldızların Kanı’na göre, bu ülkeyi çeviren çöller sonsuzdur ve bu ülkeden, bu hayattan başka bir hayat yoktur.  Ama bir şekilde o ülkeye başka bir dünyadan gelmiş olan Demirci adlı biri, yeşil bir ülkeden bahseder onlara. Sonsuz bilinen çöllerin ötesindeki harikalar diyardır burası. Önce kimse inanmaz ona, lakin iktidar ciddiye alır onu ve gözlem altında tutmaya başlar. Sonunda imkânsız gibi görünmesine karşın işler yolunda gider ve iç çelişkilerden de yararlanan parya konumundaki İsimsizler isyan ederler. Ardından da Demirci’den aldıkları harita rehberliğinde, o güne kadar sonsuz bilinen çölde bir yolculuğa çıkarlar. Bu isyanın başarısı hususunda asıl sınav da bu uzun yolculuk olacaktır.

Özgürlük Yürüyüşü

Bu noktadan sonra bir dizi soru gelir aklımıza: İsimsizler için özgürlük ne anlama gelecektir, onu nasıl yaratacaklardır, özgürlüğü hiç bilmeyenler onu nasıl ete kemiğe büründüreceklerdir, acaba köleler özgürlüğü efendileri gibi olmak şeklinde mi algılayacaklardır, ya da köleliğin karşıtı özgürlük müdür, bu yürüyüş kölelikten başka bir köleliğe yürüyüş müdür yoksa? Ve daha pek çok soruya yanıt aranacaktır bu uzun yürüyüşte.

Aslında yazar insanlık tarihindeki bütün özgürlük yürüyüşlerinde yaşanan olaylara ve aranan cevaplara ışık tutmaktadır burada. Sonsuz bilinen çölse asırlardır süren mücadelenin alanıdır. Çöl pek çok tehlikeyle doludur, susuzluk, açlık, gündüz kızgın güneş, geceleri fırtına ve fantastik canavarlar filan. Ama bu yolculuğa çıkanların asıl korkması gereken yine kendileridir. Bunu henüz bilmemektedirler.  Coşkulu bir bayram havasıyla başlayan bu özgürlük yürüyüşü her adımda çıkışsız bir labirente dönüşecektir yavaş yavaş ve bazıları aylarca çölde yürüdükten sonra Yeşil Ülke’nin varlığını sorgulamaya başlayacaktır. Yürüyüşün başında doğal bir lider olarak seçilen kişiye muhalefet oluşur zamanla. Buna karşın safları ve inancı sıkı tutma adına otorite ağırlığını koymaya yönelir. Bir şey başka bir şeyi, o da başka bir şeyi tetikleyince kardeşin kardeşi yediği bir dönem başlar. Artık hiç kimse yolculuğa başladığı kişiyle aynı kişi değildir. Yeni bir biçimde eskinin egemenlik anlayışı, hatta dini bile farklı bir şekilde ortaya çıkar. Sayfalar boyunca süren bu çöl yolculuğunda, günler, olaylar, sözler, hatta yürüyüp geçildi sanılan yerler bile birbirini tekrar etmeye başlar. Romanın objektif anlatıcısı konumundaki Jiha halkı olarak bir yerlere gerçekten gidip gitmedikleri konusunda şüphe duymaya başlar ve lider konumundaki eski arkadaşının nasıl da başkalaştığını gözlemlemeye koyulur. Kendini tekrar edip duran karanlık ve şizofrenik bir yazgı söz konusudur artık. Çöl, bir dolup bir boşalan bir kum saatine döner sanki.  Tıpkı yüzyıllardır insanlığın özgürlük mücadelesinde bir nihayete erişememesi gibi. Yüzlerce insanın çıktığı bu yolculuk, en sonunda yola devam eden kırk kişinin kalmasıyla sonlanır  roman. Bu da akla hemen bizim mistik kültürümüzdeki “kırklara karışmak” deyimini getirmektedir.

Eleştirel Bir Alegori

Nevzat Güngör, bu romanında ayaklanmalar tarihimizin eleştirel bir alegorisini sunmaktadır bize. Bir bakıma devrimci eylemin geçmişten beri üzücü bir biçimde başarısızlığa uğramasını irdeliyor ve otoritenin yerinin değil biçimini değiştirirken otorite paradigmasının tuzağına takılıp kaldığımızı anlatıyor. Muhafız değişikliklerin özgürlük getirmeyeceğini çarpıcı bir kurgu ve kesin bir dille vurguluyor. İktidarı bir kez alaşağı etmekle bir devrimin bitemeyeceğini ve kurumlaşan her özgürlük hareketinin karşıtına dönüşeceğini söylüyor. Hele hele bir özgürlük ve eşitlik hareketinin içinde efendilik kurumunun nasıl da hızla oluşabileceğini ve bunun açık bir biçimde efendi olan sistemlerden daha kötü olabileceğinin uyarısını görüyoruz. Çünkü insanlar kendinden gördüklerine karşı etkin bir mücadele vermezler. Şeklen otorite yıkılsa bile kategorik olarak otorite bertaraf edilmediği sürece her şeyin birbirini tekrar ettiği çöl yolculuğundaki kısır döngüye hapsolacağımızı belirtiyor. İşte tam bu noktada romanın negatif çağrışımlı ismi keskin bir anlama bürünüyor: Özgür Ölüler. Bunu günümüz dünyasındaki mevcut pratikler doğrultusunda düşününce, hem liberal sistemler için hem de sözde sosyalist olan yozlaşmış sistemler için de söyleyebiliriz.

Bilindiği gibi edebiyat ve düşünce alanında bazı ütopyalar ya da distopyalar varolmayan toplum düzenlerini anlatarak yaşadığımız dünya hakkında hem çok kapsayıcı ve doğru bir tasvir yapabilmişler, hem de gelecekteki toplum düzenlerinin ruhunu öngörebilmişlerdir. Örneğin Orwell 1984’le otoritenin insanı nasıl çepeçevre kuşatacağını anlatırken, Huxley ise asıl tehlikenin şartlandırılmış insanın özünde olduğuna dikkat çekmiştir. Bugün yaşadığımız dünya da bu iki tespitin arasında bir yerdedir.  Nevzat Güngör’ün distopyası ise hem otoriteye hem de insanın özündeki hükmetme hastalığına ışık tutarken, her türlü kurumlaşmanın tehlikesine işaret etmektedir.

Sonuç olarak yazar, bilhassa son yüzyılda yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz siyasal, insani ve ahlaki bir trajedi üzerine, oldukça akıcı bir hikâye üzerinden son derece çarpıcı yüzleşmeler yapmaktadır. Çünkü asıl trajedi, trajedimizin ne olduğunu bilmemektir.

ÖZGÜR ÖLÜLER, Nevzat Güngör, Ayrıntı Yayınları, 2014.

Atmosferini Bulmuş Bir Külliyat (Şâmil YILMAZ)

Bir yayınevinin tiyatro kitapları basması zor iş. Alanla özel bir ilişkiniz yoksa ya da siz özel bir okur değilseniz, kitapçıların tiyatro raflarının önünde pek vakit geçirmezsiniz. Oyun metinleri ve tiyatro üzerine kuram kitapları çoğunlukla alanın uzmanları ve tiyatro bölümü öğrencileri tarafından okunur. Dergi ya da gazetelerin “Bu Yaz Plajda Okuyacağınız On Tiyatro Oyunu,” gibi listeleri yoktur mesela. Ya da hiçbir tiyatro kitabı kitapevlerinin en çok okunanlar rafında durmaz. Tiyatro performans sanatlarından biri sonuçta; bu yüzden de kendini gerçekleştirdiği alan kitap sayfalarından çok sahne. Matbu halinden çok canlı hali tercih ediliyor yani. Bu yüzden de tiyatro kitapları basan yayınevlerinin bir tarafıyla ticari anlamda Don Kişot’luk yaptıklarını söyleyebiliriz. Özellikle büyük yayınevleri, uzun vadede satacağı garanti olan klasik oyunların dışındaki tiyatro metinlerine çok yaklaşmazlar. Bir Shakespeare basmak, hazretin sadece tiyatro değil genel olarak edebiyat tarihine katkıları düşünüldüğünde, “bir Shakespeare basmak”tır. Özel ad, bu bağlamda, türsel sınırları aşan bir güç ve enerjiyle parlar. Shakespeare, Shakespeare’dir, oyun metni ise oyun metni. Bu ikisini birbirine ‘o kadar da’ karıştırmamak gerekir— hiç değilse yayıncıların gözünde.

Peki, istisnalar yok mu? Var kuşkusuz; sektörün büyük isimlerinden Can Yayınları örneğin, özellikle Çağdaş Drama Klasikleri adı altında bastığı oyunlarla, bu genellemenin dışında durur. Hwang’ın “M. Butterfly”ı, Puig’in “Örümcek Kadının Öpücüğü”, Havel’in oyunları gibi birçok çağdaş klasiği bu seriden okuma şansı bulmuştuk. Ve hâlâ birçok tiyatro bölümü öğrencisi sahaflarda bu seriden çıkmış kitapları arar. Hatta sınırlı bir çevrede de olsa tüm seriyi tamamlamış olmanın kendince bir itibarı bile vardır. 

Teatral Bir Jest

Can Yayınları geçtiğimiz günlerde teatral bir jest daha yapıp varoluşçu dramın kurucu isimlerinden Albert Camus’nün oyunlarını toplu halde yeniden bastı. Camus kuşkusuz herhangi bir oyun yazarı değil; felsefi metinleri, öyküleri ve romanlarıyla birlikte düşünüldüğünde hayli yüklü bir külliyatın ağırlığını taşıyan özel bir yazar. Düşüncesini neredeyse tüm yazma biçimlerinin içinde sınamış bir isimle karşı karşıyayız. Haliyle ona ait herhangi bir metin, çok daha büyük düşünsel bir projenin tamamlayıcı parçası olarak çıkıyor karşımıza. Bu noktada artık mesele oyun metni okumayı sevmekten ya da sevmemekten başka bir şeye dönüşüyor. Camus’yü seviyor ya da hiç değilse ilgileniyorsanız —ben ikinci kategoriye giriyorum—, yazdığı her şeyi okumak bir “ödev”e dönüşüyor.

Buradan bakıldığında yayınevleri için risk taşıyan bir isim değil Camus. Hemen değilse bile uzun vadede bastığınız metinlerin elinizde kalmayacağını, hiç değilse kemik bir okur kitlesi tarafından alınıp okunacağını bilirsiniz.

Yazarın Sesini Yakalayan Çeviri

Fakat Can Yayınları elindeki yazarın sadece ismiyle bile önünü açtığı kolaycılık tuzaklarına düşmeden çalışmış. Bir kere oyunların çoğu tükenmiş eski baskılarının yayın haklarını toplayıp yeniden basmamış— ki yapabilirdi. Bunun yerine metinlerin hepsini yeniden çevirtmişler. Çevirmen olarak da Ayberk Erkay’ı seçmişler. Erkay, çok az ismin hakkıyla becerebildiği bu alandaki gerçekten özel birkaç çevirmenden biri. Her şeyden önce onun çevirdiği oyunları okurken, tek ve nötr bir sesin yarattığı o ‘kuru’ boşluğa düşmüyorsunuz. El attığı her yazar, kendi sesi ve atmosferiyle çıkıyor karşınıza. Dildeki en küçük nüansı bile kaçırmayan, karakterlerin seslerini birbirlerinden ayırmak için özel bir çaba sarf eden, oyun çevirmenin, daha doğrusu bir oyunu ‘iyi’ çevirmenin ne kadar güç bir iş olduğunu hatırlamamızı sağlayan nadir çevirmenlerden Erkay. Bu da “Adiller”deki “teröristlerin” dilsel özellikleriyle “Caligula”daki saray erkanının dilsel özellikleri arasındaki farkın çok daha görünür olduğu çeviriler okuyacağız demek oluyor artık. Ya da “Sıkıyönetim”in sürreel dili ve atmosferiyle ilk kez doğrudan bir karşılaşma yaşayacağız.

Atmosfer meselesi özellikle önemli. Oyun metni dediğimiz şey, diğer metin biçimleri gibi dünyasını tasvir bolluğuyla inşa etmez. Tüm malzeme konuşan seslerin yarattığı etkidedir. İyi bir oyunda bir karakter konuşmaya başladığında sadece anlam evrenini açık etmemekte, aynı zamanda o sesi açığa çıkartan tüm koşullara birden ses vermektedir. Karakter konuşurken içinde yaşadığı tarihsel dönem, toplumsal çevresi, geçmişi, yaşadığı şehir ve siyasi kültür de onunla birlikte konuşur. İşte iyi oyun çevirisinin yaptığı tam da tekil seslerdeki bu çok sesli zenginliği yakalamaktır. Ayberk Erkay, Camus’nün metinlerinde bu sesleri ustalıkla yakalamış. Şimdi elimizde kendi dilsel bütünlüğüne kavuşmuş, atmosferini bulmuş bir külliyat var anlayacağınız, hem Erkay’a hem de Can Yayınları’na ne kadar teşekkür etsek az yani…

Son bir şey daha; diziden çıkan oyunlardan “Caligula”, “Adiller”, “Sıkıyönetim” ve “Yanlışlık” daha önce zaten çevrilmişlerdi. Fakat yazarın iki arkadaşıyla ortak yazdığı “Asturya’da İsyan”ı Türkçe’de ilk kez bu dizi sayesinde okuyacağız. İyi Camus okurlarını, sevdikleri yazarın oyunun hangi kısımlarını yazdığını tahmin ederek geçirecekleri hoş saatler bekliyor yani, ilgilisine duyurulur… 


CALİGULA, Albert Camus, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2015.
ADİLLER, Albert Camus, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2015.
SIKIYÖNETİM, Albert Camus, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2015.
YANLIŞLIK, Albert Camus, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2015.
ASTURYA’DA İSYAN, Albert Camus, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2015.


“Direniş de Küreselleşiyor” (Engin Günay ile Söyleşi: Haydar KARATAŞ)

Engin Günay ile romanı Parkta Gölgeler üzerine konuştuk.

Bir akşam karanlığında Bahar sokağa çıkar. Nereye gideceğini, onu nasıl bir hayatın beklediğini bilmez.  Siz Bahar’ı nasıl bir hayata götürmek istiyordunuz? Başlarken ne düşünüyordunuz, kitap bittiğinde Bahar bize ne gösterdi?

Romanı tasarlamaya başlarken şöyle bir meraktan yola çıktım: Zürih’te farklı dillerden, farklı kültürlerden çok sayıda genç insanla tanışmıştım. Birçoğunun hayatlarını yakından tanıdım, hayatlarının içinden geçtim diyebilirim. Hayat hikayelerini bildiğim bu çocukların gelecekte nasıl bir yaşamları olabileceğini tahayyül etmeye çalıştım. Romandaki bütün karakterler değil, ama içlerinden bazıları bu hikayelerden esinlenilmiştir. Romanı yazmaya başladıktan sonra, kurgu ilerledikçe bu karakterler kendi bağımsız kişiliklerini kazandılar ve hayat hikayelerini kendileri yazmaya başladılar. Sonuçta benim başlangıçta hiç öngörmediğim yerlere geldiler. Bir anlamda kuşaklar boyunca kendilerine aktarılmış kaderlerine isyan ederek, kendilerini kuşatan koşullar içerisinde kendi yaşam yollarını çizmeye çalıştılar.

Sorunun başına dönecek olursak, Bahar evini terkettiğinde kafasında bir tek şey vardır; ona dayatılan hayat tarzını ne pahasına olursa olsun kabul etmeyecektir. Nereye gidebileceğine dair en küçük bir fikri yoktur. Fakat karşısına çıkan rastlantılar ve kendine yeni bir yaşam yolu çizme konusundaki güçlü arzusu kendisinin de, benim de hiç ummadığım sonuçlara götürecektir onu.

Roman karakterleriniz gelişmiş batı toplumunun; mesela düzgün sokakların, konuşur gibi duran binaların, ne bileyim mesela dışarıdan bakarken kusursuz görünen bir hayatın dışarı kustuğu insanlar gibi görünüyor. İtirazları neye bu insanların, neden bu düzenli hayatı reddediyorlar?

Dünya üzerinde bir refah ve güvenlik adacığı gibi duran bir sistemin bile kendi içine almadığı insanlar var elbette. Bu insanlar bu sterilize edilmiş toplumun, bu mekanik yaşamın küçük bir parçası, minik bir dişlisi olmayı reddediyorlar. Her kesimin, her grubun kendi meşrebince muhalif, alternatif, aykırı bir duruşu var. Bunlar o mükemmel gibi görünen toplumun pek göze batmayan veya görmezden gelinen diğer bir yüzü.
Romanda toplumun her iki yüzünü de göstermeye çalıştım. Lüks bir villada yaşayan, toplumun parlak yüzüne, kaymak tabakasına mensup bir çift de var romanda. Onların hayatına yakından bakınca dışarıdan göründüğü gibi parlak olmadığı anlaşılıyor. Bu sistem insanları mutlu etmeye yetmiyor yani. Başka türlü sorunlar üretiyor. Uyuşturucu kullanımının ve intiharların bu toplumda bu kadar yüksek olması da bunun kanıtı değil mi? Diğer taraftan işgal evlerinde, az çok komün tarzı yaşanan kollektif evlerde insanlar daha mutlu olabiliyor. Önemli olan insanın ütopyalarını yitirmemesi, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancın yaşatılabilmesi.
 
Kitapta sıkı bir göçmenlik hikayesi de var, 19. Yüzyılın sonlarında Latin Amerika’ya göç etmiş İsviçreliler ile, 20. Yüzyılda Türkiye, Lübnan, Brezilya, Kolombiya, Hindistan, Afrika gibi ülkelerden batı Avrupa’ya göç etmiş insanların hikayesi bir arada veriliyor?

19. Yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde İsviçre nüfusunun önemli bir kesiminin Latin Amerika’daki plantasyonlara, pampalara çalışmaya gittiklerini, oralara yerleşip kaldıklarını bugün sokaktaki sıradan İsviçreli pek bilmez. Bu, toplumun hafızasından adeta silinmiş bir gerçekliktir.  Göç tek yönlü bir olay değil ve tarihin her döneminde yaşanmış. Bugün ise neredeyse göçmen bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşmenin bir yanı da bu. Kitapta kökenleri farklı coğrafyalara uzanan karakterler kendilerini göçmen olarak görmüyorlar, onlar bu toplumun insanları. Kendilerini Zürihli olarak tanımlıyorlar, kuşaklardır yaşadıkları toplumun dilini konuşuyorlar.

Kitabın bir yerinde sanırım Jörg’tü, Seattle’den bu yana bütün Küresel hareketleri izlemeye çalışıyorum, diyor. Sizin roman karakterleriniz aslında bir yanıyla terk edilmiş binalarda, gelişmiş, her şeyin parayla döndüğü bir dünyada komün hayatı yaşıyorlar. Ne diyorsunuz, bu radikal reddediş bir yanıyla çok küresel, dünyanın öbür ucunu merak ediyor, diğer yandan yerel, gettolara sığınmış. Ne oluyor?

Küreselleşmenin diğer yüzü bu. Sadece sermaye küreselleşmiyor. Küresel sisteme karşı olan hareketler de küreselleşiyor. Romandaki karakterler “Küresel Köyün Çocukları” aynı zamanda. Arap Baharı denilen sürecin başlangıcında Zürih ölçülerine göre küçümsenmeyecek bir boyuta ulaşan Occupy Zürich’i başlatmışlardı bu insanlar. Altında bankaların para kasalarının bulunduğu meydanda haftalarca toplanıp gösteriler yapıldı. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir direniş, bir isyan anında başka bir yerde yankısını buluyor. Bunun son örneği Yunanistan’daki Syriza hareketinin iktidara gelmesinden sonra İspanya’da iktidara yürüyen Podemos. Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde bunlar yeni bir umut olarak heyecanla karşılanıyor. Lokal hareketler, o gettolarda yaşayan insanlar aynı zamanda birbirlerini yakından takip ediyorlar. Küresel kapitalizm çok acımasız. Buna karşı olan insanların da küresel bir ütopyaya ihtiyaçları var.

Kitabın kapağı okura Gezi Parkı’nı hatırlatıyor, romana Gezi Parkı’nı hayal ederek mi başladınız? Tuana neden birden başını alıp İstanbul’a bir isyana gitti?

Romanı yazmaya başladığımda Gezi Parkı direnişi ortada yoktu. Gezi direnişi tam da ben son bölümü yazarken patlak verdi ve romanın kaderini değiştirdi. Eğer Haziran yaşanmasaydı bu roman oldukça karamsar bir şekilde sonuçlanacaktı.  Hepimiz için olduğu gibi roman kahramanları için de bir umut oldu. Neredeyse eşzamanlı olarak patlak veren Sao Paolo’daki ayaklanma da az önce söylediğim şeyi doğruluyor. Tuana da bütün umutlarının tükendiği, tümüyle dibe vurduğu bir anda kendi sözleriyle; “Hayat bana bir şans daha tanıdı” diyerek bir ütopyanın peşinden gidiyor İstanbul’a.
Kitabın kapağında yer alan resmi, Gezi sonrasında görsel malzemeleri araştırırken görmüş ve çok sevmiştim. Resmi yapan sanatçı sayın Seha Can da farklı bir projenin parçası olarak tasarladığı bu resmi sonradan Gezi’ye atfetmiş. Romanın kapağına almamıza izin verdiği için buradan kendisine teşekkürü borç biliyorum.

Edebiyat’ın yazara bir getirisi yok, bir roman iki üç yılda yazılır. Bunu hazırlamak, arka okumalarını yapmak daha uzun bir zamanı alıyor. Zaman yeme makinesi gibi birşey bu hayal dünyasının içinde yaşamak, neden yazıyorsunuz? Okur da parçalanıp dağılıyor, yazmalı mıyız?

Evet, bir roman yazmak çok zamana maloluyor. Ama bunun kaybedilmiş bir zaman olduğunu düşünmüyorum. Benim açımdan roman yazmanın şaşırtıcı bir süreç olduğunu söyleyebilirim. İnsanın önce kendini didiklemesi, senin deyiminle parçalayıp dağıtması, sonra bu parçalardan başka birşey yaratması gerekiyor. Eğer yazar benzer bir etkiyi okur üzerinde de yapabiliyorsa amacına ulaşmış demektir. Bence içinde yazma güdüsü olan insanlar yazmalı elbette.


PARKTA GÖLGELER, Engin Günay, Belge Yayınları, 2014.

Protagoras Üzerine (Yaşar ÖZTÜRK)

İç karartıcı şeyler yaşanıyor. Tecavüz, cinayet, hırsızlık, haksızlık... var etme, var olanı büyütme, güzelleştirme, yarına ulaştırma yerine yakıp, yıkma yok etme... Yaşananlar karşısında bir tarafta öfke, diğer tarafta korkunun damarları kabarıyor. Akıl tutulmasına yol açıyor. Oysa bize yaşanabilir dünyanın perdesini yine ancak akıl sunabilir. Akıldışı duygu, durum, düşünceler bilinç duvarına çarpıp durabilir, durdurulabilir.
Dünyada giyim, kuşam, yiyecek, içecek için yapılan harcama ve yatırımın yanında akıl için ayrılan pay kırıntı bile değil. Aklı büyütmenin, egemen kılmanın yolu özgür yaratıcı eğitimden, öğretimden, okumadan, okutmaktan, (kitaptan değil) kitaplardan geçiyor.

Tüm olumsuzluklara rağmen dünyada barış, huzur, sağlık ve esenlik yolunda ilerleyiş sürüyor. Bu ilerleyişte kilometre taşlarından biri Platon’dur.

Kısa bir süre önce kaybettiğimiz değerli felsefeci Ahmet Cevizci, Furkan Akderin’in çevirdiği Platon’un Bütün Yapıtları’na yazdığı sunuda bize Platon’u şöyle anlatıyor: Platon düşünce tarihinin çok okunan, üzerinde çok sayıda araştırmanın yapılmış olduğu, etkili ve önemli düşünürlerinin hiç kuşku yok ki en başında gelir. Bunun en önemli nedeni Platon’un hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte, etkisini modern zamanlara kadar devam ettirecek olan temel düşünce geleneği olarak Sokratik geleneğin veya teolojik dünya görüşünün kurucu düşünürü olmasıdır. Platon, bunun dışında düşünce tarihinde adı pek çok “ilk”le birleşen, yani pek çok şeyi ilk kez gerçekleştirmiş bir filozoftur. Bu “ilk”lerden biri, onun felsefede yazılı geleneği başlatmış olmasından ya da daha doğrusu tüm eserleri günümüze ulaşmış ilk filozof olmasından meydana gelir... Platon’un adıyla birleşen bir diğer “ilk” ise, bu kez onun felsefeyi ve felsefi araştırmayla felsefe eğitimini kurumsallaştıran ilk düşünür olması(...) satın aldığı bir bahçenin etrafını çitlerle kapatıp üzerine derslikler inşa ettirmiş ve böylelikle tarihin tanıdığı ilk yüksek öğretim araştırma kurumu olarak Akademia’yı vücuda getirmişti(...) felsefe tarihinin tanıdığı ilk büyük sistemin kurucusu olmuş olması...” Tarih nasıl Sümerlerle başlıyorsa, felsefe de Platon ile başlıyor.

Platon, Protagoras adlı diyaloğunda Sokrates ile Protagoras’ı karşılıklı konuşturarak erdemin ne olduğu ve öğretilebilir olup olmadığını tartışıyor. Protagoras insanın kökeni uzun uzun anlatırken, erdemin hem devlet hem de tek tek kişilerce öğretilebileceğini savunuyor.

Sokrates soruyor, sorguluyor. İnsanların hekimlik, heykeltıraşlık, şairlik, ressamlık için ustalarına para ödediklerine işaret eden Sokrates sofistlik için Protagoras’a para verilmesini tartışıyor. Meslek sahibi olmakla özgür bir insana yakışır şekilde bilgisini artırmak arasındaki ince keskin hattın sınırlarını çiziyor.

Birbiri ardınca düşüncelerini de sıralıyor Sokrates, Protagoras’tan ders almak isteyen gençlere: “Bilgelik karşılığında para vermeyi düşünüyorsun. Peki, onun kim olduğu hakkında bir düşüncen var mı?” “Ruhunla bir sofist ilgilenecek ve bu sofistin kim olduğunu biliyorsan tamam fakat bilmiyorsan yani ruhunu kime teslim ettiğinin farkında değilsen bu insanın sana iyilik mi, kötülük mü yapacağını bilmiyorsundur.” “Sofistler ruhun beslenmesi için gereken ürünleri satan tüccarlar değil mi?” “Sofistin de malını satarken beden için gerekli malların satışını yapanlar gibi bizi kandırmasından korkmalıyız. Tüccarlar sattıkları şeylerin bedenimize yararlı mı yoksa zararlı olduğuna bakmazlar. Fakat yine de ellerindeki malları övüp dururlar.” “Şehirlerde bilgilerini satmak için dolaşanların da bunlardan pek farkları yoktur.” “Bilgi satın almak beden için bir şey satın almaktan daha tehlikelidir. Eğer birinden yiyecek bir şey satın alırsan , o aldığın şey bir kaba konur. Evde hemen yenmeyip, bunun ne zaman ve ne miktarda yeneceğini bundan anlayan birine sorabilirsin. Bu nedenle de satın aldığın anda büyük bir tehlike olmaz. Ancak bilimleri kaba koymazsın. Eğer parasını ödeyip o bilimi satın aldıysan artık ruhun daha güçlüdür ya da güçsüzüdür.”

"Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez" diyen Sokrates ile "İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının, ölçüsüdür” diyen Protagoras karşılıklı konuşurken Apollon Tapınağı’nın önünde Delphoi’de toplanan bilgelerin dillendirdikleri “Kendini bil, ölçüsüzlükten uzak dur” sözü ışık oluyor.

Erdem ile başlayan tartışma, cesaret, doğruluk, dindarlık ve bilgelik konularına yayılırken okur da kendine düşen payı alıyor. İki bilgenin insanca tartışması, karşılıklı sevgi ve saygının zarafeti iletişim devrimlerinin doruğundaki insanların acımasız, yok edici ve kıyıcı yaklaşımları, davranışları ile kıyaslandığında insan ister istemez soruyor: Kim daha erdemli? Kim daha uygar?

PROTAGORAS, Platon, Çev: Furkan Akderin, Say Yayınları.

Guantanamo Günlüğü Hakkında (Hatice EROĞLU AKDOĞAN)

Guantanamo tutsaklarından biri olan Mohamedou Ould Slahi’nin –kitapta kısaltılmış olarak MOS-  hapishanede tutmayı başardığı günlüklerinin yayımlanacağı haberi kamuoyunda oldukça heyecan yaratmıştı. Çünkü içinde bulunduğumuz 21.yüzyılda da tekellerin sözcülüğü rolünü sürdüren ABD’nin “terör” bahanesiyle “özgür dünya”sında insanlığa karşı işlediği suçları nasıl bir boyuta taşıdığı merak ediliyordu. Ebu Graib’deki işkence fotoğrafları dışarı yansıdığında daha Guantanamo’da bir hapishane olduğu bile dış dünyada bilinmiyordu. Sonraki yıllarda baştan aşağı turuncu renkli çuvallara konulup ardı ardına zincirlenmiş insan kafilelerinin fotoğraflardaki varlığı Guantanamo’da neler olabileceğinin ipucunu vermiş oldu.  

Guantanamo,  ABD’nin uluslararası boyutta başta Afganistan, Irak olmak üzere değişik ülkelerde gözaltına alıp özel sorgulama timlerinin emrindeki uçaklarla kaçırdığı insanların hapsedildiği bir yer olarak gündeme geldi. Slahi’de kaçırılıp son durak olarak Guantanamo’da tutulanlardan biridir. MOS, ülkesi Moritanya’da elektrik mühendisi olarak çalıştığı 20 Kasım 2001’de çağrılı olduğu polis merkezine kendi aracıyla gider; Gidiş o gidiş… Bundan bir hafta sonra da CIA Slahi’yi Moritanya’dan alır ve hapishane uçağıyla Ürdün’e taşır.  7,5 ay sorgulandıktan sonra bu kez hapishane uçağı onu Ürdün’den alır.  “Elbiseleri çıkarılır, gözleri bağlanır, altına bez bağlanır, zincirlenir ve Afganistan’daki ABD Bagram Askeri Hava Üssü’ne getirilir. Guantanamo Günlüğü’ndeki olaylar bu sahneyle başlar.” Her şey yasadışı ve gizlidir; Moritanya’nın kendi vatandaşını gizlice ABD sorgucularına teslim etmesi, hapishane uçağının Kıbrıs üzerinden Amman’a geçişi vs.  Oysa MOS’un ailesi hiç haberleşemedikleri ama gözaltına alındığı Nuakşot’daki  hapishanede olduğunu düşündükleri oğullarına para bırakıyorlardı. Ta ki MOS’un Almanya’daki kardeşinin, 28 Ekim 2002’de Der Spiegel’de ağabeyinin Guantanamo’da bir tel kafeste oturduğunu okuyuncaya kadar.

Yıllara yayılıp ardı arkası gelmeyen sorgulamaların Slahi açısından geldiği sınır hep “Ben ülkenize karşı hiçbir suç işlemedim ki beni neden tutuyorsunuz?” noktasına dayanırken, sorgucular cephesinde ise “Bak elimizde, seni aklına gelen her şeyle ilişkilendiren raporlar var. Gerçekteyse suçlama için hiçbir şey yok.”, “İşbirliği yapmazsan sen bir deliğe tıkacağız ve adını gözaltı veritabanından sileceğiz” döngüsündeydi.
     
Uzun, Kalın Karanlık Bir Yol

Guantonoma’da bir hapishanenin varlığı açığa çıktığında ABD işkencesinin renginin de alabildiğinde karanlık olduğu anlaşıldı. Slahi’nin günlüğü  karanlığın içinden karanlığı gösterme açısından oldukça çarpıcı. ABD’nin yeni dönemde önceki yüzyılların işkence metotlarına ekledikleri yenilikler(!)  de her şeyi karanlıklaştıran bu tür işkenceler olsa gerek. 1.80 x 2.40 ebatlı hücre ya da tel kafeste ağır tecrit eşliğinde zorla çok yemek yedirip, çok su içirtip tuvalete çıkartmama ya da su içirmeme, yemek vermeme, uyutmama, zamanda kaybetme duygusuna boğma, mekana ilişkin işaretleri yok etme, kadın sorgucu eliyle cinsel taciz ve aşağılama, kliması soğuğa ayarlı odalar  vs. 

Yetmiş gün boyunca uyumanın ne kadar tatlı bir şey olduğunu unuttum: Günde 24 saat, günde üç, bazen dört vardiya halinde sorgu.”
 

“Bir gardiyan bana üç dakikan var ‘ye!’ diye bağırır, sonra yarım dakika geçmeden tabağı çekip alırdı. ‘Bitti’. Sonra bir başka aşırılık: Bir yığın yiyecek getirilir ve bir gardiyan hücreme girip hepsini bitirmem için zorlardı.”
 

“Ne var ki nefes alabilmem için inlemem zorunluydu. Ayaklarım uyuşmuştu; çünkü zincirler el ve ayaklarımda kan dolaşımını kesmişti. Yediğim her tekmeye şükrediyordum; çünkü pozisyonumu ancak böyle değiştirebiliyordum.”

İşkenceciler MOS’a “Seni hemen öldürseydik olmazdı. Seni üç bin kere öldürmeliyiz” de demişler ve 7 yıl süren sorgularla bunu gerçekleştirmişlerdi. 

Üç bin kere öldürmeyi sağlamak için gereken şeylerden birinin de doktor muayenesi olması gerekir. “Doktor bana bir kez daha bir grup ilaç verip kaburgalarımı muayene etti. ‘Hepsi bu orospu çocuğu’ diyerek kapıya yöneldi ve kıçını gösterdi. Bir doktorun böyle davrandığını görünce şok oldum. (…)  İçimden burası ne rezil bir yer, çünkü tek tesellim şu piç Doktor dedim.”

Günlüğün Gün Yüzüne Çıkma Serüveni

Hiçbir suçlama yöneltilmeden 14 yıllık gözaltı ve tutsaklık yaşamında MOS günlüğünü 2005 yılında kaleme alır. Avukatları da 6 yıl süresince günlüklerin açığa çıkarılması için mücadele verir.466 kitap sayfası günlüğün 2600 sözcüğü Guantanamo gibi karanlık altındadır. Günlükleri yayına hazırlayan yazar  Amerikalı Larry Siems eserin karanlık noktalarının ancak MOS’un özgürlüğüne kavuşmasıyla gerçekleşeceğini belirtmektedir.
Kitap 2014 yılında Amerika, İngiltere, Brezilya, Fransa, Almanya başta olmak üzere 21 ülkede eş zamanlı olarak yayımlandı ve yayımlandığı her ülkede çok satanlar listesine girdi.

New York Times karanlıktan karanlığa bakış olarak nitelendirilen Guantanamo Günlüğü için “…karanlık bir başyapıt” yorumunu yaptı. Kuşkusuz bu karanlık tutsaklık ve işkence yöntemlerinin en belirgin yanı Guantanamo gibi bir yerdeki tutsağı ondan daha kötü bir yere sevk etme tehdidiydi. “Bense başıma çuval geçirildiği için kendimi şanslı hissediyordum. Birincisi; etrafımda olup biten bir yığın şeyi görmekten kurtuluyordum. İkincisi gözlerimin bağlı olması bana daha güzel günlerin hayalini kurmamda yardımcı oluyordu.”

MOS, günlüğünün son paragrafına şu cümlelerle başlıyor: “Amerikan halkı ne düşünüyor? Öğrenmek için can atıyorum.”  Slahi Guantanamo’da salıverilme umuduyla yaşarken, bu tarafta günlükleri yayına hazırlayan Larry Siems ise “Bu eserin bütününü okuyabileceğimiz günleri dört gözle bekliyorum”  diyerek kamuoyunun düşüncesine tercüman olmaktadır.
 GUANTANAMO GÜNLÜĞÜ, Mohamedou Ould Slahi, Çev. Alican Çakıroğlu, Belge Yayınları, 2015.

Rengi Gri Bir Kitap: Marksizm ve Türkiye Solu (Metin Çulhaoğlu ile Söyleşi: Günnur AKSAKAL)

Metin Çulhaoğlu’nun Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu adlı kitabının yeni basımı Mart ayında Yordam Kitap tarafından yapıldı. Marksist yayıncılığa katkılarıyla öne çıkan bir yayınevi ile ülkemizin önde gelen Marksist yazarlarından Metin Çulhaoğlu’nun buluşması okur açısından oldukça heyecan verici. Kitabın yeni basımı vesilesiyle, Metin Çulhaoğlu ile yaptığımız röportajda, Türkiye’ye Marksizm penceresinden bir bakış atmaya çalıştık.

Kitabın ilk basımını 1997 yılında yaptığını biliyoruz. 2015 yılında yapılan bu üçüncü tekrar basımda kitaba önsöz dışında hiçbir ekleme yapmadınız. Bunun sebebi nedir?

Basitçe şöyle açıklayabilirim:
Marksizm söz konusu olduğunda bir öğrenme, bir sindirme, bir de geliştirme dönemleri olduğunu söyleyebiliriz. Öğrenme döneminin en azından belirli bir kuşak açısından epey gerilerde kaldığını varsayarsak yaklaşık 20-30 yıldır “sindirme” dönemindeyiz. Benim kitabım da sindirme dönemine ait bir çaba. Devrim dâhil yeni ve sarsıcı pratikler olmadan sindirme döneminin kapanıp geliştirme döneminin açılabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle bir ek yapma gereği duymadım.  

İlk bölümlerde bir aydın tanımınız ve bu aydını değerlendirmeniz söz konusu. Ülkemizdeki 12 yıllık AKP iktidarını ve bu iktidar dönemi “aydın”larını düşünürsek, sizce aydının konumu, değişimi için neler söylenebilir?

Gerçi kitabın ilk basımı AKP iktidarından önceydi; ama bu ülkenin aydınlarının, kimi Marksistler dâhil, AKP iktidarına epey önceden “hazır edildiklerini” söyleyebiliriz. Tipik aydın bir yanıyla halkın dışındadır; düşünceleri, beğenileri, tercihleri daha titiz ve gelişkindir. Ama öbür yanıyla da içinden bir ses ona hep “halk” der, “halkla beraber, onun içinde ol” der. AKP ilk çıkışında ve sonraki dönemde bu aydınların karşısına çıkıp “işte, ben halkım” dedi. Aydınlara kendilerini “halkın içinde olarak” tatmin edebilecekleri bir fırsat sundu. Türkiye aydınının en acınası, en yüz karası dönemidir. Standartların düşmesi açısından aydınların Kemalizme, tek parti ideolojisine vb. kapılandıkları dönemden de geri ve düzeysizdir.

Kitapta üzerinde durulan noktalardan biri sol’un Marksizmi okurken düştüğü yanılgılar ve takındığı kestirmeci tavır desek yanlış olmaz sanırım. Sizce, 2015’ten bakıldığında, Türkiye solu Marksizmle arasındaki mesafeyi kapatabilmiş midir? Genel görünüm nedir?

Mesafeyi kapatabilmiş değildir. Ama en azından bir furyanın sonuna gelinmiş, bir dönem geri gelmemecesine kapanmıştır. Önceleri, liberal fikirler Marx’ın şu ya da bu sözüne atıfta bulunularak, elbette bu görüşler çarpıtılarak piyasaya sürülebiliyordu. Şimdi bu yok. Artık yapamıyorlar. Liberal olmayan, kendilerini Marksist olarak tanımlayan kesimin bu bakımdan ciddi bir ilerleme gösterdiğini söyleyemeyiz. Ama en azından bir tür “bekçilik” yapabilmiş, bir yerden sonra “yok artık, o kadar da değil” diyebilmiştir. Şöyle söylenirse belki daha iyi anlaşılabilir: Türkiye solunun diri kalabilen kesimleri ellerindeki Marksizmi daha gelişkin kılmamış, ama ne kaldıysa onu da verip kurtulmak gibi bir yola da gitmemiştir.

İdeolojik mücadeleyi bugün soldan pek çok özne öncelikli mücadele alanı olarak belirliyor. Hatta AKP’nin bu kadar başarılı olmasını ideolojik mücadeledeki üstünlüğüne bağlayan insanlar da azımsanmayacak derecede. Pek çok soldan devşirme aydının AKP’nin ideoloğu olduğunu da süreç içinde gördük. Hatta bunlardan bazıları çok izlenen TV programlarında artık Marksizmin öldüğünü rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Durum gerçekten böyle midir?

İdeolojik mücadelenin “öncelikli alan” olarak belirlenmesi bence yanlış bir sıralamanın sonucudur. Yalnızca günümüz ve Türkiye için değil, tarihin her dönemi ve her ülke için yanlıştır. Temelde idealisttir: Önce ideolojik mücadeleyle insanların kafalarındaki tortuları, yanlış düşünceleri giderecek, belirli bir alanı bu anlamda temizleyeceksiniz, sonra bu temizlenen alanda mücadelenizi vereceksiniz… Bu anlayış yanlıştır. İdeolojik mücadele elbette önemlidir, elbette verilmelidir; ama bir, genel anlamda siyasal mücadelenin, iki, örgütlenme çalışmalarının ayrılmaz bir parçası, desteği olarak gündeme gelmelidir. Örneğin, Lenin’in “dışardan bilinç” vurgusu bence doğrudan doğruya ideolojiyle, ideolojik mücadeleyle ilgilidir. Böyledir; ama siz ülke bütünlüğünde bir siyasal mücadele vermeden ve sınıf içinde örgütlenme çalışmaları yapmadan bu “ideoloji”yi kullanamazsınız. Elinizde kalır ve ne yapacağınızı bilemezsiniz.

Hâlâ güncelliğini koruyan Kürt meselesi olarak adlandırabileceğimiz ulus-devlet ve kimlik alanında Marksist açıdan yaklaşıyorsunuz. Bugün bu bakışta ısrarcı mısınız?

Elbette ve bütünüyle… Marx, ulus devleti herhangi bir fikrin, “milliyetçi” ideolojinin değil kapitalizmin gelişme dinamiklerinin bir sonucu olarak ele alır. Bundan vazgeçmek için herhangi bir gerekçe göremiyorum. “Kimlik politikaları” ise Ellen Meiksins Wood’un deyimiyle “sınıftan kaçışın” sonucudur. Dünyada ve Türkiye’de sınıf hareketi yeniden güçlenip süreçlere damgasını vurduğunda insanlar “kimliklerini” büsbütün unutacaktır, demiyorum; ama sınıf mensubiyeti bir kez daha diğer bütün kimliklerden önce gelecek, insanlar kendilerini en başta ait oldukları sınıfla tanımlayacaktır.

Yine büyük bir bölümü devlet-iktidar-hükümet kavramlarına ayırdığınız görülüyor. Bugün devlet kavramını nasıl açıklarsınız? AKP’nin kendi devletini kurmakta olduğu fikrine katılıyor musunuz? 

Evet, katılıyorum. Marx, kendi devlet teorisinde devleti kapitalizmin gelişkinlik düzeyine göre çeşitli yerlere oturtmuştur. Süreç, egemen sınıfların üzerinde rekabete giriştikleri devletten tam hâkimi oldukları devlete doğru bir seyir izler. Ama sürecin en gelişkin, sermaye sınıfının devlete tam hâkim olduğu dönemde bile burjuva demokrasisi, genel oya dayalı seçimler vb. yollardan devlete bir ölçüde esneklik tanınır. Marx’ta Bonapartizm kavramı vardır, “Prusya devletine” ayrı bir yer tanınır, ama örneğin “faşizm” yoktur. AKP ise bugün “milli iradeyi arkasına alan devleti de istediği gibi şekillendirip temellük eder” anlayışındadır ve faşizmden fazla farkı yoktur.

Yine devlet-hükümet-iktidar bağlamında AKP’nin kurmakta olduğu sermaye devletinde artık laik sermaye-İslamcı sermaye arasında bir gerilim olduğunu düşünüyor musunuz? Bu Türkiye’ye özgü durumun kuramsal açıdan bir açıklaması var mıdır?

“Gerilim” denilen şey arızidir; bir dönem vardır, sonra yumuşar, sonra yeniden artabilir. Ama mesele, Türkiye’nin geleceğine ilişkin vizyon ve kaygılardan çok eldeki imkânlardan (finansman, pazar, rant vb.) kimin nasıl yararlanabildiğiyle ilgilidir. Bu bakımdan, gerilim vardır ve olacaktır; ama çelişki yoktur. Bana göre bugünkü gidişat, “İslamcı sermayenin” sekülerleşmesi yönünde değil, “laik sermayenin” gidişata ayak uydurup belirli yerlere kadar dincileşmesi yönündedir.

Özellikle Gezi Direnişi ile Marksist olsun olmasın pek çok insanın sivil toplumculuğa, sivil inisiyatiflere sempati ile baktığını, umudu burada görmeye başladıklarını gözlemledik. Kitapta Gramsci’nin sivil toplum kavramı üzerinden bu konuyu inceliyorsunuz. Peki, Türkiye’de sivil toplumculuk için neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye’de birtakım çevrelerin “sivil toplumculuğa” sempatiyle bakması Gezi Direnişi’nden çok önceleri ortaya çıkan bir durumdur. Asıl faktör, Türkiye’nin AB sürecine girmesi, bu arada “AB fonlarından” yararlanma hevesidir. Ayrıca ekleyecek olursam, bu sivil toplum ve sivil toplumculuk meselesi bugün örneğin 15-20 yıl öncesindeki kadar yaygın ve etkileyici bir olgu değildir. Benim açımdan “sivil toplum”, meta ilişkilerinin devlet dâhil siyasetin doğrudan müdahalesi olmadan serbestçe işleyebildiği alandır. Yok, eğer sivil toplum diye hükümet dışı kuruluşların ve sivil toplum kuruluşlarının var oldukları ve faaliyet gösterdikleri alan kastediliyorsa bu alan öyle sanıldığı gibi gül bahçesi değildir. AKP’nin bu alanda en az başka alanlardaki kadar ağırlığı, hegemonyası vardır. 

Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu yazıldığı dönemde bir polemik kitabı olmadığı ısrarla vurgulansa da kaçınılmaz olarak pek çok polemiği beraberinde getirdi. “Marksizmin muhafızı” ilan edildiniz. Bu kitabı ilk kez ya da yeniden okuyacak okurların çıkarımlarından biri bu mu olmalıdır? Açarsak, Marksizmi nasıl bir tehlikeye karşı muhafaza ediyorsunuz?

Artık “Marksizm muhafızlığı” yapmanın gereği yok! Çünkü kitabın yazıldığı ve yayınlandığı dönemde Marksizm her niyete yenen bir muz gibiydi. Böyle bir dönemde Marksizmin ne olup olmadığı konusunda belirli bir muhafızlık gerekiyordu.  Kitabın başlarında yazıldığı gibi, muhabbet tellalı çok olan bir şeyin muhafızının da olması doğaldır. Bugün insanlar böyle şeylere kalkışmadıklarından muhafızlığa da pek gerek olduğunu sanmıyorum. Elbette hep böyle gidecek değil. Bakarsınız bir gün gelir, Marx’ı aştığını düşünenler “işte, en hakiki sosyalizm budur ”diye birtakım fikirlerle ortaya çıkabilirler. O zaman “muhafızlık” yeniden gerekli hale gelir.   

BİNYILIN EŞİĞİNDE MARKSİZM VE TÜRKİYE SOLU,  Metin Çulhaoğlu, Yordam Kitap, İstanbul 2015.

Yüksek Tepelerin Çocukları (Sacide ALKAR DOSTER)

Birbiri ardına basılan öykü kitapları, yayınevlerinin değişen yayın anlayışı, tartışmalara neden olan öykü seçkileri. Tüm bunlar “öykünün” altın çağını yaşadığımızın işareti gibi. Hakkı İnanç, ilk kitabı “Bozuk” ile 2013 yılında Selçuk Baran Öykü Ödülünü almış ve birçok okurun dikkatini çekmeği başarmıştı. “Mübadele Öyküleri”, “Karla Karışık Kış Öyküleri” ve Murathan Mungan’ın hazırladığı “Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında” seçkilerinde yer alan Yazar, öykü serüvenine hız katarak devam ediyor.

Bozukta okuduğumuz iç içe geçmiş öyküler bu kez birbirinden bağımsız ve farklı biçimlerle karşımıza çıkıyor. Hakkı İnanç öykülerinde nesnelerin önemli bir yeri var. Sehpa, kanca, demir bilyeler, motosiklet... Karakterlerin ve olayların nesnelerle bağlantısı metinleri daha da güçlendirmiş. Kasaba hikayelerini, aile yaralarını, çocuk gizlerini, hayal kırıklıklarını anlatan öyküler, ilerledikçe, okundukça renk değiştiriyor, okurun kendi cümleleriyle yeniden şekilleniyor.

Şirinler’i Gören Çocuk, bir çocukluk hikayesi. Kaybedenlerin dünyasındaki üç arkadaşın yaşamını ve büyüme sancılarını anlatan öykü, okuru yüksek tepelerden alaşağı ediyor.

Yoksul semtler, içlerinde debelenenler bir kez olsun dünyaya yüksekten bakabilsinler diye mi tepelere kurulur?

Kanca, emekli Mahmut Bey ve Sultan Hanım’ın evliliklerindeki çıkmazın cinnet halini anlatır. Mahmut Beyin takıntılı ruh hali evin duvarındaki kancayı fark etmesiyle başka boyutlara ulaşır. Başı ve sonu itibariyle ülkemizdeki birçok kadının yaşamını hatırlatan öykü, kadına dokunan sonuyla daha da hüzünlü.

Pinokyo, düşle gerçeğin arasında gidip gelen ve yazarın diğer öykülerinde de hissedilen üslupla şekillenmiş. Öyküyü diğerlerinden ayıran en önemli yan dilindeki şiirsellik. Kitaba adını veren “Ateş Etme Silahsızım” Pinokyo öyküsünün bir notası.

Yaşamak da takla atmaya benziyor biraz. Ben ikisini de beceremediğimden öyle sanıyorum ya da. Sık sık ölümü düşünüyorum bu ara. Polisiye filmler seyrediyorum. Yok yere üzülüp yastıkları dişliyorum, bazen de yumruk gibi sevinip sonra yine kederleniyorum. Ne saçma ömür öyle ya da ne böyle tükeniyor. Ne “Eller havaya; bu bir soygundur!” ne de “Ateş etme; silahsızım!” diyebiliyorum zamana.

Halının Altı, okura çok yönlü bakış açısı sunan gerilimi yüksek bir öykü. Kadın olma, herşeyi olağan sayma güdülerine, temizlik takıntısı eşlik eden anne, diğer taraftaysa annesinin yalnızlığını ve ele güne karşı yaşama, dik durma uğraşını kanıksamış bir çocuğun gözünden kurgulanan gerçeküstü bir öykü.

Ne Kadar Uzaksın Yakından, aşkı mektup yoluyla aktaran bir öykü. Yazarın bu yöntemle riskli bir yol seçtiği söylenebilir. Çünkü mektup öykülerinin diyalog barındırmamaları ve tekdüzeliğe yatkın oluşları zorlayıcı olabilirken, yazarın öyküye kattığı felsefik anlam keyifli bir okuma sağlıyor.

Puhuda, hayatındaki tek dostu Muhittin ve yalnızlığına tutunarak varolan İsmet’in, evinden çalınan tablo sonrasında yaşadıkları anlatılır. Çünkü ismet için çalınan sadece bir tablo değil içinde varolduğunu düşündüğü kuşun da kaybıdır. Kuşun sesini duymadığı için uyuyamaz ve paronayalarla baş başa kalır.

Şingilaylo, aile kavramının sorgulandığı ve eril dilden uzak söylemiyle de takdir edilesi bir öykü. Zorunlulukların sınırlarını, mutsuz bir kadın ve kendi içine dönen çocuğun gözünden aktarıyor okura. 

Son Söz, insanların suskun bir yaşama mahkum olduğu, iç seslerle donatılmış bir öykü. Sıradan bir günde başlayan ölümler, konuşmayı yasaklamış ve söylenen her söz ölümü getirmiştir. Sessizliğin sesini ise sevmediği halde Ahraz Zehra ile evlenen anlatıcıdan duyuyoruz. Esasen özgün bir konusu olan Son Söz, gerçeküstü anlatımını okura geçiremiyor ve uzun cümleler nedeniyle öyküden kopuşa neden oluyor. Okur, öykü bitiminde geriye dönüp tekrar okuma-anlama gereği hissederken öykü bütünlüğünden ayrı bir yere düşebilir. “Son Söz”ün kitabın ilk öyküsü olarak seçilmesi editorün mü yoksa Yazarın seçimi mi? bilinmez ama ileriki baskılarda bu durumun değişeceğini umuyorum.

ATEŞ ETME SİLAHSIZIM, Hakkı İnanç, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.