Mizahtaki İroni (Murat ÖZBEK)

Friedrich Schlegel, ironi için “sürekli parabasis” der. Romantik dönem ironinin belirgin bir özelliği olan “parabasis” antik yunan tragedyalarında, oyun aralarında izleyiciyi tragedyadan uzaklaştırmak için yöneticileri, devlet adamlarını, dalkavukları iğneleyen mizahi oyunların sergilendiği kesitlerdi. “Sürekli parabasis” tanımlaması ironi ve mizah arasındaki ilişkiyi netleştirme çabası olarak görülse de bu konuda acele etmemek gerekir. Zira ilk anda mizahın ironiyi kapsadığı düşüncesine kapılabiliriz. Dikkatimizi çekmeye muktedir olan “parabasis”ten ziyade sürekliliktir. P. de Man ironiyi tanımlarken “İşin tuhaf tarafı” der, “kişinin ancak söylediği şeyi kastetmeyen bir dil tarzını tanımlarken kastettiği şeyi söyleyebiliyor görünmesidir.” Süreklilik ironinin doğasında vardır. Dolayısıyla mizahın içinde de ironi vardır ama bu mizahın ironiyi kapsamasından değil, ironinin sürekli olmasından kaynaklıdır.

Eugene İonesco’nun Gergedanlar isimli oyunu kara mizahın özgün bir örneğidir. Kalabalıkların öyküsünü anlatmak için ise gergedan iyi bir örnektir. Oyunun başlarında yolun sol tarafında koşan bir gergedan görülür. Biraz sonra ise yolun diğer tarafında bir başka gergedanın koştuğu dikkatleri çeker. Oyunun iki karakteri olan Jean ve Berenger gergedanların sokaklarda koşturabilmesinin imkânı üzerine tartışırlar. Daha sonra Daisy, Patron, Garson Kız, Mantıkçı, Bakkal Kadın ve eşi de bu tartışmaya dâhil olur. Tartışma absürd bir noktaya varır; ilk geçen gergedanın tek boynuzlu mu yoksa çift boynuzlu mu ya da ilk geçen gergedanın çift boynuzlu mu yoksa tek boynuzlumu münakaşası ilk perdenin sonuna kadar varır. Bunun yanında Mantıkçı’nın dört ayaklılar üzerine absürd mantıklar yürütmesi ve çevresindekileri ikna etmesi (Eugene Ionesco bu tür ikna etmeye “aldatma” der.). İkinci perdede gergedan tartışması Jean ve Berenger’in çalıştıkları yerde başka karakterlerin de katılımıyla devam eder. Son perdede de tartışma devam eder ve Berenger dışındaki diğer karakterler tartışmaya yenik düşüp gergedana dönüşür. Oyunda Berenger kitlesel ahlaka, etiğe, siyasete ve en nihayetinde kitleselliğin kendisine karşı koyup kişi olarak kalmayı başarabilen tek insandır.

Eugene Ionesco’nun bu kara mizahı, ironi ve mizahı bir arada barındırır. Berenger tek kalabilmeyi başarmıştır ama başarıdan önce tek kalabilmeyi göze almıştır. İroni buradadır. Oyunun son sahnesinde Berenger ve Daisy sevgili olur. Gergedana dönüşmeyen son iki insan! Oyunun ilk perdesinde başlayan gergedanlaşma tartışması son sahnede Berenger’le Daisy arasında devam eder ve bu tartışma, bitene kadar ele geçirebileceği herkesi eritir. Başı ve sonu belli olan bir metin olarak okunduğunda, Gergedanlar sadece mizahı kapsar. Gergedan toplumsallığa yönelik gülünç ve sıra dışı bir seçimdir. Bir eleştiri, özgürleştirmeyi amaçlayan bir eleştiri, olarak sunulmaktadır. Temel dürtü özgür insanı ayakta tutmayı hedeflemektedir. Bunun için mizah iyi bir silah olarak kullanılmaktadır. Bir biçim, bir yöntem olarak oldukça etkilidir ve ilk çağlardan bugüne varmayı başarabilmiştir. Fakat yazar ironiyi gözden kaçırır. Ionesco, ironinin sürekliliğinin bir gereği olarak mizahtaki ironi için bir önlem alamamıştır. Dahası ironi mizahın içinde kendini öyle bir gizlemiştir ki, mizahı daha da etkili kılmasından dolayı onun farkına varmak güçleşmiştir. Kitleselliğin kaçınılmazlığını konu edinen yazar, kaçınılmazlığın kendisini ne yapacaktır? Burada devreye ironi girer ve Ionesco’nun yapabileceği bir şey yoktur.

Gergedanlar’da mizahi öğe olarak sunulan gergedan ironik bir şekilde Ionesco’nun mizahını geçersiz kılar. Oyunun başında sokaktan geçen ilk gergedan tek gergedan olmayı başarır ama ardı arkası kesilmeyen bir dönüşüm “tek”liği ilk gergedanın elinden çekip alır. Bu oyunu başı ve sonu belli olmayan bir metin olarak okuma ihtimalimiz de var. Gergedanlar tekrar insana dönüşmeye karar verdiklerinde Berenger yine bir kitlenin içerisinde kalmış olacak. İşte ironi.  Her seferinde geri gelme ihtimalini geride bırakır. İhtimali bıraktığı yerde tüm hamleleri geçersiz kılar. İroninin zorluğu, ironiyi tanımlamanın zorluğu bu noktada başlar. F. Schlegel buna ironideki ironi der. Asıl güldürmeye muktedir olanda budur. Burada komik mizahtan veya gülenden belirlenmez. Komik olan ironinin ortaya koyduğu gülünçlüktür. Bu duruma okuyucunun gülmemesi durumun komik olmadığı anlamına gelmez. Gülünç olan kurmacayla gerçekle arasındaki ironik durumdur. En nihayetinde komik olan ironinin kendisidir Çünkü ironi Ionesco’nun oyununun ana hatlarına sızmıştır.

F. Schlegel ironideki ironiyi tanımlama çabasına giriştiği pasajın sonlarına doğru pes edip şu soruyu sorar: “Bütün bu ironilerden bizi hangi tanrılar kurtaracak?” Yazar ilahi güce sığınır. Schlegel, inancın da çare olmadığını fark ettiğinde bütün bu ironilerden bizi kurtaracak olan şeyin hepsinden daha büyük bir ironi olabileceğini söyler.

Oyundaki mizahi temalardan biri de normal ve anormal meselesi üzerinden ilerler. Kitleselleşme eleştirisinin bu konuyla da bir ilgisi var. Oyunun sonlarına doğru çoğunluğun durduğu yerin normal olduğunu savunmaya çokça teşne olan karakterler gergedana dönüşmeye başlar. Gergedanların sokaklarda hoyratça koşmaları karnavalları anımsatan bir mizahı barındırır. Bunu kara mizah yapan ise durumun kendisinin absürd olmasıdır. Ezcümle, mizah yazarın amacını gerçekleştiren bir silah olarak müthiş bir görev görmektedir. Bu açıdan Ionesco’nun öngörüsüne hayranlık duymamak elde değil. Gelgelelim yazarın “körlüğü” oyunu düz bir metin olmaktan çıkarıp edebi bir esere dönüştürmektedir. Dolayısıyla Ionesco’nun mizahtaki ironinin farkına varmamış olması kurmaca ve gerçek arasındaki engeli açığa çıkarmıştır. Yazarın niyeti konumuzun dışındadır. Mizah ve ironi dil ile ilgili bir meseledir ve bu bir noktadan sonra yazarın kontrolünden çıkar. Gergedanlar oyunundaki mizahın ironisi meselesi dilsel bir meseledir. Dolayısıyla yazarın, yazarken kast etmediği meseleler ironinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
TOPLU OYUNLARI 4 / GERGEDANLAR - BAVULLU ADAM - ŞU KAHPE DÜNYA,  Eugene İonesco, Çev.: Hasan Anamur, Mitos Boyut, 2000.


Mizahta Şaşırtmak Esastır (Tan Oral ile Söyleşi: Serap ÇAKIR)

Tüyap Kitap Fuarı’nın onur çizeri Tan Oral’ın elli yılı aşan sanat yaşamının ardından dünyaya bakış açısını görmenizi istedim biraz. Değişen mizah anlayışından, geçip giden iktidarlardan ve günümüz dünyasından konuştuk. Bakın neler söyledi…

Çizime başlama hikâyenizi merak ediyorum doğrusu. Çocuk yaşlarda başlamamışsınız öyle mi?

Ben tembelliğe çocukken başladığım için, bu iş bugüne kadar geldi ama o konuda da başarısız oldum. Yeterince tembellik fırsatı vermiyor içinde yaşadığımız düzen. Tembellik derken biraz keyifli olmak, biraz hayal kurmak, keyfine göre dolaşmak ve çizmek, çizmeyi severim, bunları kastediyorum. Ama bu şans, bu mutluluk ne yazık ki içinde yaşadığımız zaman parçasında kolay elde edilemiyor. Çok çalışmak, çizmek zorunda bırakılıyoruz. Doğrusu sorunuza yanıtımın nerede başladığını, ben de tam olarak kestiremiyorum. Sıkıntılı bir zamanda, liseyle üniversite arasındaki bir boş alanda, işsiz, güçsüz, okulsuz hatta bulunduğum çevre nedeniyle uzun süre arkadaşsız kaldığım bir dönemde, o sıkıntılar beni mutsuz edeceğine kâğıtlara boşaltmış olmalıyım duygularımı. İlle bir başlangıç olacaksa o kâğıtların birikmesiyle başladı diyebilirim.

Babanız subaymış ve çok fazla yer değiştirmişsiniz. Sizin bahsettiğiniz dönemde İzmir’e yerleştikten sonra galiba. 

Bu kadar çok dolaşırken insanın her gittiği yerde sevdikleri, dostları oluyor. Bütün bunlardan sonra, hayat hakkında ne hissettiğimi düşündüğümde, benim için hayat, sevmek, dostluklar kurmak ve onlardan ayrılmak zorunda bırakılmak şeklinde özetlenebiliyordu.

Babanızın tayinlerinden dolayı mı?

Evet. Yani hep sevdiklerimden ayrılmak zorunda bırakıldığımı görüyorum geriye baktığım zaman. Bunların içinden bazıları kopmuyor, hâlâ devam ediyor, hâlâ birbirlerini arayan insanlar olarak. Bazılarıysa kaybolup gidiyor, ben de onlar için tabi.

50 yılı aşkın bir zamandır çiziyorsunuz, neden diye sorsam size?

Çizmek bir istisna! Hayatımdaki ve çevremdeki her şey yolunda gitse neden uğraşayım eleştirel çizgiyle? Yaşadığım mutluluk, insanlarla olan ilişkilerim yeter de artar bile. Hele ki yaşadığımız dönemde, hele ki yaşadığımız ülkede o kadar kolay olmuyorsa, sizin yakanızı sorunlar ve engellemeler bırakmıyorsa eğer, ne yapacaksınız? Ya teslim olacaksınız, ya mutsuz olacaksınız, ya sarhoş olacaksınız, ya da kâğıda bir şeyler çizeceksiniz.

Sanat yaşamınız boyunca pek çok iktidara tanık oldunuz. Çizerken en zorlandığınız bir iktidar dönemi var mı?

Çizerken hep zorlandım.

Nasıl?

Biraz önce söylediğim gibi bana kalsa çizmem, oysa zorlandığım için çiziyorum. Çiziyor isem zorla çiziyorumdur. Zaten o zorlama olmasa, dediğim gibi, niye uğraşsın insan kâğıtla, kalemle, problemlerle? Genellikle iktidarlar yönettikleri toplumu mutlu etmekte hiç de becerikli olmuyorlar. Bir ülke hayatı sorunlarla doludur. Bu sorunlar belli bir adalet duygusu içinde, belli bir eşitlik kollanarak, belli bir hoşgörüyle çözülmeye çalışılıyorsa insanların mutlu olma şansı daha fazla olabiliyor. Ama genç bir cumhuriyet!.. 600 yıllık geçmişini yok sayarak kurulduğu da düşünülürse, burada yaşayan insanların sakatlanmış bir iç dünyalarının olduğu anlaşılabilir. O yüzden sorunları çözmek, yeni sorunları yaratıyor. Bütün bunların yaşandığı bir ülkenin iktidarları da tabi ki çizen adam için her zaman kolay olmuyor.

Siz çizerken bu sorunları yansıttığınızı mı yoksa hafiflettiğinizi mi düşünüyorsunuz?

Doğrusu kendimi hafiflettiğimi düşünüyorum. Çünkü ağır geliyor. Bu ağır gelen koşulları kabul ederek, razı olarak yaşamak ise daha da ağır geliyor. O yüzden bir tepki vermek, kabul etmeme hakkımı kullanmak istiyorum. Özeti bu bence…

Çizdiğiniz karikatürler bazılarının beğenisini kazanırken bazılarında hazımsızlık yaratabiliyor. Ne düşünüyorsunuz böyle olunca?
 

Mizah, bazı insanları neşelendirip mutlu edebilir ama konu edilen bazı insanları ve yandaşlarını da mutsuz edebilir. Zaten amacımız da bu. Adını anmaktan çok keyif aldığım Romanyalı çizer dostum Albert Poch’un bir sohbet arasında söylediği şey beynimde yer etmişti: Mizah ve karikatür bizi rahatsız edenleri rahatsız etmektir. O kadar iyi özetliyor ki…

10 Ekim’de Ankara’da yaşanan terör faciası bir mizahçının gözünden nasıl görünüyordu? 

Sadece sustum. İki gün sustum. Yapacak bir şey yoktu. Üzüntü ve acı içinde sustum. Ama ondan sonra bugün T24’te bir çizgim yayınlandı. Şöyle bir cümle vardı orada: Vatandaşını korumakta aciz olan neden savaş çıkartmaya kalkışır ki? Bu çizgi, bu olayın kimin tarafından neden başa geldiğini açıklayan bir şey. Mizahın böyle bir yanı var. Sen barış diye toplanan insanların güvenliğini beceremiyorsan savaşa filân girme, çünkü savaş karşılıklı ölüm demektir. Sen kendini koruyabiliyorsan, evet düşman bildiğine karşı bir savaşı göze alabilirsin belki. Sen bunu beceremeden Suriye’de bir savaşa bulaşırsan başına bunları getirirler. Bu çok acı bir olay, çok…

Karikatürlerinizin dışında animasyonla da çok ilgilenmişsiniz. 1970’te yaptığınız Sansür filmine bayıldım. O dönemde böyle bir bakış açısı, teknik imkânları da düşünürsek muhteşem. Polis şiddetini işlemişsiniz o dönemde. Bunun dönüşü nasıl oldu?

Çok eskide kalmış bir hikâye aslında. Onun bir de çocuklar için kitabını yaptım. Şimdi Evrensel Kitapevi yeni baskısını yapıyor, herhalde fuara yetişmiş olur. Çok eskilerde yapılmış bir işin unutulmamış olması hem hoşuma gidiyor, mutlu ediyor beni, hem de hâlâ geçerli olması çok canımı sıkıyor açıkçası. Yani bugün sansür dendiği zaman “o da ne demek” diyebilmeydi insanlar. Sansür diye bir film yapmak çekici geldiydi bana. Doğrusu çizgi film konusunda ne eğitimim ne de bilgim vardı. Ancak Sinematek Derneği’nde gördüğüm çizgi filmlerin nasıl yapılabileceğini çözmeye çalışıyordum. En çok da Jan Lenica’nın filmlerinin teknik olarak nasıl olabileceğini düşündüğüm için kafamda öyle bir çözüm oluştu. Sadece onu uygulayarak, kartonları keserek, kameranın altında kıpırdatarak yapılmış bir filmdir o. Son dakikaya kadar uğraşıp TRT’ye verdik; sonra bir ödül geldi, sonra göstermek istemediler. Kaldı öyle. Zannediyorum üç sene sonra onu bir çocuk kitabı olarak, “madem siz göstermiyorsunuz kütüphanelerde bulunsun” diye yayımladık.

Tan Oral’ın hayatında ve mizahın içinde kedinin yerini sormak istiyorum size.

Mizahta kedinin yeri için şöyle söyleyebilirim. Bernard Shaw’a sormuş bir genç yazar: Ben sizin gibi yazar olmak istiyorum ne yapmalıyım? “Cevabı çok basit masanda bir kedin olsun” demiş. Benim içinse, özel bir gayret değil kediyle birlikte olmak. Kediler çocukluğumdan itibaren hayatımdaydı. Sabah çay içmek ne kadar doğalsa kediler de hayatımın bir doğal parçasıydı. Bunun önemini yıllar sonra çevremden gelen tepkilerle anladım. 

Kediyi şakacı hınzır bir insana benzetirsek şimdiki iktidarın yerine neyi koyabiliriz?

Sadece gergedan diyebilirim. Burnunun doğrultusunda hiçbir şeyi görmeden, bir yere toslayana kadar dümdüz giden. Gergedanın öyle bir özelliği var, kıvrak değildir. Bedenleri ağır olduğu için toslayana kadar dümdüz giderler.

Tüyap Kitap Fuarı’nın onur çizerisiniz. Ana teması hayata gülümseyerek bakmak. Oysa biz biraz karamsar bir ülke olduk diye düşünüyorum. Böyle bir ana temanın altında neler konuşacağız kitap fuarında?

Umudu söndürmemek, kuyruğu dik tutmak, bu anlamda konulan bir slogan bence. Bu temayı belirlediklerinde Türkiye bu kadar karanlık değildi. Bu kadar karanlığa henüz girmemişti. Belirtiler vardı ama… Ben bu temanın umudu canlı tutmak, umutlanmaktan vazgeçmemek anlamında konulduğunu düşünüyorum.

Şimdiki gençleri nasıl buluyorsunuz mizah yönünden? Sosyal medyada özellikle? 

O kuşaktan olmadığım için her halde yeterince izleyemiyorum. Bu sosyal medya olayı da çok yeni bir olgu. Dolayısıyla üzerine yorum yapmak zor. Bir koro sesi gibi geliyor bana, bir uğultu olarak duyuluyor. Uğultunun etki yapması çok zor. O yüzden sosyal medyadaki uğultuda küfür ve hakaret edenlerin sesleri daha fazla duyuluyor.

Peki, son dönem mizah dergileri için neler söyleyeceksiniz?

Aynı şeyi mizah dergileri için de söyleyebilirim. Bir şey yapılıyor ama her zaman beklenen etki çıkmıyor.  Ama Musa Kart Cumhuriyet’te günün birinde bir karikatür yapıyor, davalar ödüller… Birinin bir yerine batıyor yani. Tıpkı sandalyeye bırakılan bir tek raptiye gibi…

Mizah dergilerinin neden etkisinin azaldığını düşünüyorsunuz?

Çünkü bu görülüyor. Vakit geçirmek ve eğlendirmek de bir ihtiyaçtır kuşkusuz.  Bu amaçlarla çiziliyor, ancak kapaklarında siyasi ya da sosyal mesajlar da yer alıyor. Bir de bugün siyasetin en tepesinde oturan kişinin eleştirisini yapmak için suratını bozmak, çirkinleştirmek bir şey demek değil. Sonunda sadece çarpıtılmış, çirkinleştirilmiş bir surat kalıyor ortada. Öyle etkili bir muhalefet oluşmuyor, yeterli de olamıyor. Arada bir, bütün dergileri alıyorum hepsine bakıyorum. Genellikle aynı şeyleri görüyorum.

Bir noktayı kaçırmışlar o zaman?

Mizah ve komedi. İkisi yapı olarak tamamıyla farklı. Mizah şaşırtma amaçlıdır. Bir olay karşısında bir mizahçının ne yapacağı pek bilinemez. Yani tepkinin ne zaman, nereden geleceği pek belli değildir, şaşırtmak esastır. Komedide ise asıl olan şartlandırmadır, tekrara dayanır. Walt Disney’in çizdikleri bugünün çizgileriyle benzeşir. Onu izleyen insan gülmeye hazırdır zaten ve güler. Birbirlerinden farklı da olsalar, her iki anlayışın da ortak yanı; çizilenleri izleyen ya da onlarla karşılaşan bir insanın neşelenmesini ve kendini iyi hissetmesini amaçlıyor olmalarıdır.


Gerçeküstü Bir Dünyanın Öyküleri (Semrin ŞAHİN)

John Maynard Keynes “Kelimeler sert olmalı çünkü onlar düşünmemeye karşı, düşüncenin saldırısıdır” der. Kerem Işık’ın Iskalı Karnavalı’nın kelimeleri değil ama konuları çok sert. Bu sertliği karakterler üzerinde, mekânda, dilde hissediyor okuyucu. Yazıldığı dönemin korku ve baskı ortamı üretilen eserlerde mutlaka bir karşılık bulur. İşte Kerem Işık’ın Iskalı Karnaval’ı  böyle bir siyasi ortamda yazılan bir öykü kitabı. İnsanlar üzerinde oluşturulan baskıcı rejimin izlerini rahatlıkla öykü karakterlerinde görebiliriz.

Iskalı Karnaval’da distopik atmosferiyle, sorgulayıcı bakış açısı geliştiren önemli öyküler yer alıyor. Totaliter rejimin getirdiği bozuklukları göz önüne sererken gerçeküstü bir dünya yaratıyor. Yazar alegorik anlatımla okuyucuyu tetikte tutmayı başarıyor.

Iskalı Karnaval Işık’ın üçüncü öykü kitabı. Aslında Cennet de Yok (2010) ve Toplum Böceği (2012) kitaplarında kullandığı kelime oyunları son kitabında yön değiştirip özel isimlerin arasına gizlenmiş.

“Hayda!” öyküsü George Orwell’ın 1984 romanındaki gibi bir evrene götürür okuyucuyu. Aile planlaması çerçevesinde bir devlet otoritesiyle karşı karşıya kalan Merve’nin umutsuzluğuyla karşılaşırız:

“Tüm ekonomik öngörüler, altyapı çalışmaları, projeler her şey ama her şey ailelerin çocuk yapma sıklıkları göz önünde bulundurularak hesaplanıyor. Orta Yol Kuralı’na göre evliliğin ilk iki yılında mutlaka bir çocuk yapılması gerekiyor. Dediğim gibi, ülkenin kalkınması ve ekonominin canlanması için bu şart. Dolayısıyla raporda ilk çocuk için düşündüğünüz tarihi belirtmem gerekiyor.”(s.35)

Devlet istiyor, diye çocuk yapmak zorunda bırakılan Merve’nin bu çocuğun gelişimi için de evini ve yaşamını değiştirmek zorunda olduğu Hayat Danışmanı Hande Hanım tarafından kendisine iletilir. Hayatının bir kıskacın içine çekildiğini fark eden Merve ne yapacağını bilmez bir haldeyken bir umut ışığı yanar. Bu andan itibaren de kimseye güvenmemesi gerektiğini öğrenir:


“Sayın  bakanımızın söylediklerini hatırlayın: Bireysel isyanlara göz yumarsak hayalini kurduğumuz toplum düzenine asla ulaşamayız. Belli ki eşinizin de beynini yıkamayı başarmışlar. Kaybedecek vaktimiz yok.” (s.40)

“Bana Veri Gerek Veri” öyküsü ise bizi 2043 yılına götürür. Işık bu öyküsünde Düşünce modülü sayesinde ilginç hayatların kapısından baktırır. Yine bir kısaltma kelime oyunu olarak karşımıza çıkar. AVM sözcüğü hayatlarımıza alışveriş merkezi olarak girmişken öyküde Aile Veri Merkezi olarak karşımıza çıkar. Verimatik 1500® adlı ürünün kullanımı konusunda gelen şikâyetleri anlatan bir mektup türünde öyküdür Bana Veri Gerek Veri. Teknolojinin hayatımızı nasıl kontrol altına aldığını anlatan dikkate değer bir öyküdür.

Totaliter rejimlerin en büyük baskıyı uyguladığı alan yazın dünyasıdır. Sansürle düşünce özgürlüğünü kısıtlamayı amaçlar. İşte “Kılçıksız Sanat” adlı öyküde de sansür mekanizmasının işleyişi gözler önüne serilir. Beşinci kitabını çıkartamaya hazırlanan Yunus’un sansür kuruluna çağırılması ve kitabına uygulanacak sansürlerin kendisine iletilmesi ekseninde dönen öykü bir gerçeği yüzümüze vurur. Sansür insanı aşağılamaktır aslında:

“Efendim işte ben düşündüm de sıkı bir SERÇE çalışmasıyla öykünün seyrini değiştirebiliriz. Mesela hükümet gibi muğlak bir kavram kullanmaktansa İçişleri Bakanlığı diyerek nokta atışla okurları yaklaşan referanduma hazırlayabiliriz. Öyküdeki kalabalık neşe içinde Bakanlık’a yürüyüp sayın Bakanımızı omuzlara alabilir ve atılan havai fişeklerle söylenen marşlar eşliğinde öykü bir karnaval havasında sonlandırılabilir.” (s.87)

Iskalı Karnaval’da insanların sorunları gerçekçi ve ciddi bir dille anlatılır bize. İktidarın sonsuz baskısını ensemizde hissederiz. Sistemi eleştirmesi açısından da çok önemli ve cesur öykülerden oluşan Iskalı Karnaval’ı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.