Birikmek ve Dinmek (Onur AKYIL)

Gülten Akın’ın ‘beni sorarsan’ı, her şeyden önce, birikmek ve dinmek sözcüklerinin yerleşik anlamlarını zihnimizde yeniden tasarlamaya olanak tanıyan bir kitap. İnsan öznenin şeyleri biriktirdiğinde çoğaldığını / çoğalttığını izleriz; oysa bir yandan da biriktirmenin esas kazanımlarından biri azaltmaktır; azalmanın dışsal değeri / karşılığı / yer yer vuruculuğu ise dinmek eylemine yaslanır. Az (!) sözcükle yazılmış bir şiirin belki de kendine has bir büyüsünün olması buna bağlıdır; şair erken gören bir hal / tavır içinde konumlar kendini şeylere karşı. Böylelikle derinleşen bir şiirden ziyade, şeylere dair bir derinliğin şiirine ulaşılır. Buradan düşünüldüğünde dinmek sözcüğünün olumsuz çağrışımlarının etkisizleştiğini anlamak zor değildir. Olan şey, dinmek, burada tam anlamıyla, dolayımsız bir kavramaya eşitlenir; anlaşılır söylemiyle ustalığa. Bir rahatlama anı gibidir bu; kavranmış ve söylenmiş / yazılmış olan bir anlamda dinmiştir. Azalan sözcüğün kuvveti mesele anlam olunca ‘dinmek’i, dinginliğe evirmekte gecikmez bu yüzden. Dolayısıyla rahatlıkla söylenebilir ki anlam açısından kayıp yoktur.

Akın’ın kitabın girişinde yer alan yazısında da, çok ve başka şeyler söylemek yerine söylenmiş olana eklemlediği tek ve aynı sözcükle bir pekiştirme yaratması da, artık yaşanan ve okunan dünya üzerine en azından ona acımak anlamında bir tekrarın ne denli geçerli olduğunu söyler gibidir. Necatigil’in ‘çok çiğ çağ’ından hareketle, artık ‘çok çok çiğ’ bir çağa ulaştığımızın altını çizen Akın, insanın artık birçok yetisini gerektiği gibi kullanamadığını da belirler. Öyle ki, artık aptalca bir biçimde yalnızca öldürenler ve ölenler vardır. Olup biten, yaşanan yalnızca budur. Yani; ‘beni sorarsan’ ister istemez karanlık bir noktadan bakılmış, yazılmış şiirlere doğru yola çıkıldığını imler. Fakat her başka şey gibi ‘karanlık’ta tek bir anlama / tanıma / duyguya sahip değildir; olması da mümkün değildir. Herkesin payına düşen yalnızlık, dünyanın hali karşısında çaresizlik, herkesin kendi karanlığının tonunu da belirler. Çünkü Gülten Akın’ın kitaptaki daha ilk şiirinde, ‘Beni Sorarsan’da söylediği üzere ‘dünya evlere çekildi, içlere’ gerçekliği, işleyen bir kapanma sürecinin herkesi kapsadığını, kimsenin bunun dışında kalmadığını, dolayısıyla yaşamın aydınlığından yaşamın karanlığına bir geçiş yapıldığını söylemektedir.

Kitabın ikinci şiiri ‘Çizecek Gibisin’ de, vazgeçme halinin karmaşık yapısının ele alınması, işlenmesi de bu anlamda oldukça önemli görünmekte. Bu şiirin ilk bölümünün ve ikinci bölümünün bitiş dizeleri, şiiri bütünüyle kuşatmasına karşın Gülten Akın ‘ait kılmak’ istercesine şiirini ‘ben’le başlatmış. ‘Yanıldım mı, yetişir mi sandım / Bir çekirdekten bir asma ‘ ve ‘Bir masal, bitimsiz bir gökyüzü çizecek gibisin / herkes için olsa’nın kuvvetli uyumu, şiirin ilk bölümündeki ‘Sen de görünür olandan / Görünmezin umudunu aldım’la, her insana ve bir insana söylenebilecek olmanın sonsuzluğunu sunmuş okura.

Kitap ilerlediğinde karşımıza çıkan ‘Kara Gözlükler’ şiirinde, Akın gözünü ölümün giderek garipleşen toplumsallığına dönüyor. Bu öyle bir toplumsallık ki yalnızca insanın değil, insanla anılabilecek her şeyin ölümünü kapsıyor. Şeylerin insanla birlikte toplumsal hayatın bir parçası olduğu gerçeğine de değinilmiş oluyor böylece. ‘Kara Gözlükler’in okura ne çağrıştırdığı çok açık; o çağrışan şeyin ölümle olan ilişkisine duyduğu sadakat bu şiirle birlikte, sarsıcı bir söyleme dönüşüyor: ‘Gömüyor gömüyor gömüyorlar / Gittikçe hızlanarak / Ağaçları, damları, hayvanları / Her şey yıkılıp dökülüyor / Bir tutam çim, çiçek her şey / Yasçılara para verilmiyor / Artık herkes yasçı / Bir yastan çıkıp ötekine giriyorlar / Tören sahipleri’.

‘Öteki Sorular’ şiirine geldiğimizde Akın’ın soran, anlamak isteyen; doğrunun ardına düşen sesi karşılıyor yine okuru. Herkesin kendi payına düşen karanlıkta görüp anlamlandırdığı şeyleri, Gülten Akın bir soruşturmaya dönüştürüyor: ‘Kötü padişah mı olmak istersin / Sakalı beş karış cüce mi? / Dünyanın köpeğe biçtiği anlam / İnsanın köpeğe biçtiği anlam / Alçakça mı, haksızlıklar mı taşır / Peki nedir, senin biçtiğin?’. Bu sorular geliyor çünkü, insanın tanımlama, alılmama kaybı artık oldukça üst düzeyde hayat içinde. Sanki yalnızca belirli anlarda ihtiyaç duyulan bir anlamı var şeylerin, o anın dışında her şey her şeye benziyor. Böylelikle ortaya çıkan bir aynılaşma, hiçliği getiriyor beraberinde. Bu hiçlik algısı şirin sonunda şair tarafından, modern dünyanın hiçlik algısını kuran ‘unutmak’ ile örtüştürülüp, tekrar ağır bir soruya dönüştürülüyor: ‘ölümün adını neyle değiştirdin / unutkanlık mı?’.

Bu şiirlerin yazıldığı hayatın, dünyanın insanın soluksuz yaşaması için doğru yer olmadığı açık. Sıradan şeylerin dahi durmadan değişen biçimleri insan tarafından algılanmalarına rağmen bir farkındalığa dönüşemiyorlar. Hal böyle olunca, bunun gerçekliğin dışında kalan, olanı biteni algılayan bir öznenin, bu yapının dışına çıkma isteğinden daha doğal bir şey olmuyor. Gülten Akın’ın ‘Veda’ şiiri de tam da bu noktaya tekabül ediyor: ‘Ben yoruldum gidiyorum / Kendi endişeni kendin seç.’.

Aslında kutsiyetin inşasını da ifşasını da yıkan şey bu; ölümün ve unutmanın birbirlerinin yerini almış olmaları, çoğu şeyin var olan anlamında bir yıpranmaya dönüşüyor. Başka bir şeyi görür, anlarken, başka bir şeyin hesaplaşması başlıyor ve sürüyor böylece. Örneğin Gülten Akın’ın ‘O Kadınlar’ şiiri bu meseleyi, 19 Aralık operasyonunda yakılan devrimci kadınlar üzerinden okurken, beyaz cam diyerek kastettiği televizyondaki kutsallık kodlarıyla, yakılmış kadınların birbirine karışmasını ele alıyor: ‘bir bir dökülüyor / evvelden birikmiş / minareler, kubbeler, çan kuleleri’, // ‘Hayat dönüş / çiğ gökyüzü / cezaevlerinde / diri diri yakılan kadınlar’.

Yazın başında değindiğimiz birikmek ve dinmek ilişkisi, ‘Dindim’ isimli şiirle Gülten Akın tarafından ete kemiğe bürünmüş bir hal içinde çıkıyor karşımıza. ‘ dinmek ne yok olmak / ne de susmak kaygılı / yeni yolculuklar için azık toplamak’ diyor Akın şiirinde. Yargıyı bizim söylemek istediğimiz noktadan ise tam olarak şöyle belirliyor: ‘ ekşimezse insan biriktirdiğiyle / şaraba dönüşür de / gün gelir hazır.’.

Sonuç olarak; Gülten Akın şiiri üzerine yazılmayan kalmadı neredeyse. Dolayısıyla kitabın içinden okura ilk anda ulaşması gerektiğini düşündüğümüz şiirler üzerinden bir okuma yapılmaya çalışıldı. Gülten Akın okumamak gibi bir ihtimal, zaten mümkün değil.

Usul Akan Su: Munro (Şenay Eroğlu AKSOY)

Alice Munro uzun öyküler yazıyor. Bir cümle ya da paragrafı etkili kılmak, o cümle ya da paragrafı kurmacanın gerçekliğine sımsıkı bağlamak için yazılmış onlarca sayfa. Ne kaybeder ki daha kısa olsa, sorusuna verdiğiniz yanıt Munro’nun kalemini, onunla aynı yola düşmüş olanlardan ayıran, onu biricikleştiren şey oluyor. Nerdeyse hemen her öyküsüne kahramanlarından birinin adıyla, birden, giriş yapıyor Munro. Okuru hazırlamadan, bir girizgâha gereksinim duymadan yapıyor bunu. Kurmaca metinler için okuru metnin dışına savurma ihtimali olan bu yöntem onun için özenle yinelenen bir seremoni sanki. Öykülerinde yer alan insanlar genellikle gündelik yaşamın içinde hemen fark edeceğiniz, ilk bakışta göze çarpan kişilikler değil, ama anlatmayı tercih ettiği hikâyeler çoğunlukla ayrıksı, kederli, sinsice tercihlerle, yüzleşmelerle, tükenişlerle, yalanlarla dolu insan aklının sıçramalı anları.

Munro okumak berrak bir suya eğilmek, usul akan suyun içinde dipteki çakıl taşlarına bakmak, o çakıl taşlarının yalnızca kendilerine dayanan hikâyelerini dinlemek gibi… Ondan dinlediğiniz ışıltısıyla göz kamaştıran salınışların sahibi hayatlar değil, yaşamın içinde usulca, çekingen, geride akıp giden, başkalığını o ıssızlığa armağan edenler; kadınlar, çocuklar çoğunluk. Zihnimde berrak su algısı yaratan Munro’nun dili, anlatım biçimi belki de… O, anlatmak istediği “kesikleri” uzun bir ön anlatıyla besliyor, adeta metni bu ön anlatıda var ediyor.

Yazının girişinde söz ettiğimiz uzunluğun karşılığı tam da bu bana kalırsa. Bazı Kadınlar adlı kitabının ilk öyküsü Boyutlar, kocası tarafından üç çocuğu öldürülen bir kadının kendi içine gizli, bağımlılığa varan ilişkisini anlatıyor.

Kocasıyla kavga ettikten sonra bir geceliğine evden uzaklaşıp arkadaşında kalan öykü kahramanı sabaha evine döndüğünde çocuklarının cesetleriyle karşılaşır. Kocaya yaptığının nedeni sorulduğunda “onları ıstıraptan kurtardığını” söyler, adamın söz ettiği “annelerinin onları terk etmesinin yol açtığı ıstırap”tır.

Kocası tutuklandıktan sonra da onu görmeye devam eden kadın, bu davranışıyla okuru şaşırtmaz. Yazar, kahramanını öyle ustaca çizer ki kadının, çocuklarını öldüren adamı hapiste yatarken bile düzenli olarak ziyaret etmesi okur tarafından şaşırtıcı bulunmaz. Ama Munro bu… Okur, kadının edilgen tavırlarına ikna olmuşken öykünün sonu şaşırtıcı bir sapağı işaret eden bir olayla noktalanıverir.

Munro’nun öyküleri beklenmedik odak değişiklikleriyle ilerler çoğunluk, öykünün yarısında hikâyesine tanıklık ettiğiniz karakter birden kenarda bırakılır ve öyküye beklenmedik anda giren yeni karakterin hikâyesi merkeze çekilebilir. Okur bu değişimi ancak öykü bittikten sonra fark eder. Bir yönüyle var ettiklerini, tam karşıtı üzerinden de anlatmayı tercih eder Munro, böylece kurduğu metin daha geniş bir alanda yankılandığı gibi, yazar da taraf olmaktan kurtulmuştur.

Bu anlatım biçimiyle de gerçeğe bir adım daha yakınlaşmış olur onun metni, yaşam da tüm karşıtlıkları içinde barındırmakta değil midir çoğu zaman? Yüzeyde akıp gidenler değil, derinler ilgilendirir onu. Öykü kişiliklerini okurun gözünde sahici kılacak ayrıntı, davranış ve sözleri ustalıkla kurar, anlatmaz, verilen ayrıntılarla kurmacanın sahiciliğini yaratır. Ama yine de bir yazar için pek tercih edilesi şeylerden olmasa gerek, yaratmak istediğiniz duyguya adım adım yürüyen metni, karşıtlıklarla menzilinden saptırmak. Ama o yapar bunu.

Yüz adlı öyküde baba ve yüzünün sağ tarafı yaygın şekilde doğum lekesiyle kaplı oğul arasında bir çatışma yaratır ve okuru oğuldan yana olmaya ikna eder. Bu çatışmayla başlayan öykü, babanın neredeyse daha öykünün başında aniden ölümüyle alaşağı edilir. Öyle uzun uzadıya anlatmaz babanın ölümünü, yalnızca bir cümlede yapar bunu. Yüzündeki lekeden dolayı oğlundan nefret eden baba ve oğluyla daha sağlıklı ilişki kuran anne arasında bir tercih yapması beklenen okur birden ortada kalır. 

Her duygunun uçlarda yankılanmasıyla ortaya çıkan yaralayıcı durumları anlatmak istemektedir belki de yazar. İnsan dediğinizin içinde onlarca karşıtlığı aynı anda taşıyan, kendine bile bilinmez bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Ama yine de babanın ölümüyle okurun koştuğu yol değişiverir, ustalıksa sonrasının nasıl kurulduğundadır. Öykü bittiğinde başlangıçta yazarın işaret ettiği noktanın çok uzağındadır okur. Zayıf olanın da zalimleşebileceğini, öğrenilmiş bir iyilik duygusunun nasıl da yanıltıcı olabileceğini, gerçeğin çoğunlukla saf doğrunun uzağında bir yerlere düştüğünü deneyimler okur.

Kanadalı eleştirmenlerin bizim Çehov’umuz diye tanımladıkları Munro 2013 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. 1931 doğumlu olan yazar daha pek çok sayıda uluslararası önemli ödül de almıştır. Kendi ülkesi dışında birçok okurla da buluşmayı başaran yazar onunla yapılan bir söyleşide yazın macerasını şöyle anlatır: “Yıllarca alıştırma olsun diye öykü yazdığımı sandım, roman yazmak için yavaş yavaş kendimi geliştirdiğimi düşündüm. Sonra elimden gelenin bu kadar olduğunu fark ettim ve başlangıçta teselli ödülü olarak gördüğüm öykülerde ustalaştım.” Bunca alçakgönüllü bir bakışla yaratılan bir öykü dünyası var karşımızda, yıllardır okunan ve okunmaya devam edilecek olan bir öykü dünyası. Kitaplarının durduğu yükseğe rağmen kendini yalın bir bakışta eğleyen Munro’ya ne demeli? Yazmak bizi değil ruhlarımızı yükseltir, o da nadiren, diyen Munro hayranı dostumun söylediği gibi ruhu ve kalemi “yüksek” inceliklerle dolu bir yazara… Munro’ya…

Gülten Akın'dan Yeni Dizeler (Başak BAYSALLI)

Gülten Akın’ın “Beni Sorarsan” adlı şiir kitabı ekim ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. İlk kitabını 1956 yılında yayımlayan Gülten Akın, şiirin beslendiği geleneği kendi duygu ve düşünce dünyasında yeniden şekillendirerek bugüne taşıyan şairlerden biri. 1950’li yıllarda yazmaya başladığı şiirleriyle İkinci Yeni’nin şiir anlayışına yakın duran, ancak 1970’li yıllardan itibaren toplumcu duyarlılığı yansıtan şiirleriyle dikkat çeken, bireysellikten toplumsallığa uzanan bir şairdir.

Bugün de onun şiirlerinde bireysel duygularla toplumsal düşünceler birbirini bütünleyerek, birbirinin içinde eriyerek yer alır. “Beni Sorarsan”ın önsözü de “Ağır, çok ağır bir dünya” sözleriyle başlar ve yine aynı ifadeyle son bulur. Önsözde yer alan “Gazetelerden, televizyondan kan damlıyor bir yandan. Öteden yılbaşı kutlamaları. Salt gürültü, salt mutlu gibi yapan insan (Nasıl insan?) kalabalığı. ‘Çok çiğ çağ’ demiş Necatigil Usta: ‘Çok çok çiğ’ şimdi. Sevinç de eğlence de sahte, bir yüzü bu… Öte yüzü kavgazan, kıyıcı, savaşlardan savaş beğenen. Öldüren ve ölen, aptalca!” ifadeleri şairin yaşadığı dünyanın/toplumun kendisine hissettirdiği huzursuzluğu ve mutsuzluğu yansıtır. “Kuzey Ege’nin kente uzak, dağlara yakın kıyısında” kaleme alınan cümlelerdir bunlar.

Yaşadığı toplumun sorunlarına kayıtsız kalmayan şair, şiirin yaşamın hareketliliğinden ve gerçekliğinden beslenmesi gerektiğine inanır ve poetikasını da bu anlayış üzerine kurar. Kadın duyarlılığının söz konusu olduğu temalara yönelirken kent yaşamının içinde kaybolan insanın yalnızlığını, mutsuzluğunu, huzursuzluğunu; varoluşunu sorgulayan ve kendisine kaçış alanı yaratmaya çalışan bireyin trajedisini ele alır. Bu konuları işlerken türkü, ağıt, destan geleneğini de yeni bir dile dönüştürür. “Beni Sorarsan”da yer alan şiirler de kentin karmaşasından uzakta, dağlara yakın bir kıyıda geleneğin izini sürerek ve şairin imge dünyasından süzülerek oluşturulan, bugüne seslenen şiirlerdir. Kitapta “Beni Sorarsan” adlı şiir, okuru şu dizelerle karşılar: “Beni Sorarsan/ Kış işte/ Kalbin elem günleri geldi/ Dünya evlere çekildi, içlere/ Sarı yaseminle gül arasında/ Dağların mor baharıyla/ Sis arasında/ Denizle göl arasında/ Yanımda kediler, kuşlar/ Fikrimden dolaşıyorum/ Hiçbir iktidarı sevmesem de/ Sobanın iktidarında/ Çarpışa çarpışa nasılsa/ Büyüyebilen kızlar/ Uslu, sakin, ölümü bekliyorlar/ Yaşlılık/ Dev mi oldular, başkaları/ Üstüne üstüne gelip korkusuz/ Güçlerini deniyorlar”

Gülten Akın’ın şiirlerinde kent, yüksek binaları ve kalabalığı ile insanın aidiyetini sınırlayan, yalnızlığını artıran, yabancılaşma duygusunu da beraberinde getiren bir mekân olarak betimlenir. Onun için taşra/kırsal kesim/doğa “düşe, imgeleme açık bir dünya”, kent ise “net, kesin, açık, acımasız bir dünya”dır, kent “özgürlüğün ve doğallığın yitimi”dir. “Beni Sorarsan” adlı şiirinde de kent yaşamından uzakta, kışla birlikte gelen elem günleri, yalnızlık, geçmişin izleri, yaşlılık, ölüm kavramlarıyla bir dünya çiziliyor. Doğanın ortasında, kuzey kıyısında açılan bir pencereden izler yaşamı Gülten Akın. Ve bu dizelerle dile getirir iç dünyasına yansıyanları.

Yalnızlığa eşlik eden anılar, yaşlılığın gölgesinde beklenen ölüm; bunlara tezat oluşturan doğadaki renk değişimi ve devinimle birlikte ele alınır. “Tomris, Füsun ve Ötekiler İçin” yazdığı “Gidenler İçin” adlı şiirinde de ölüme bir kez daha değinerek ölümü sonsuzluğa yolculuk olarak değerlendirir. “Diyaliz” ise şairin yaşadıklarını yansıtan başka bir şiir: “Açılan kapıdan girdin/ yapı içine çekti seni/ beyaz, yansız, buyurgan/ Koşturan genç kadınlar/ Görmeleri bile gerekmiyor/ Yerini alıyorsun/ Gözlüyorsun/ biri kolunla makine arasında/ Kordonlar, tüpler sıvılar/ ve enjektör/ sızlanmaman gerek/ Bedenine usulca giriliyor/ Bir iki hoş sözcük atmalı ortaya/ atıyorsun/ Kulaklar incelikliyse cevap/ Değilse duymuyor bile/ Hiç böyle öksüz kalmamıştın” dizelerinde yaşadığı ve tanığı olduğu bir gerçeği dile getirir. Dört yıldır diyaliz tedavisi gören şair, bu süreçten kitabın önsözünde de şu şekilde söz eder: “Pazartesi ve cuma günleri ikinci hayatımı yaşıyorum, dörder saat. Diyaliz, dört yıl oldu.” Gülten Akın’ın “ikinci hayatım” diye nitelendirdiği bu süreci şiirine olduğu gibi yansıttığı görülür.

Yaşadığı toplumun üzüntülerine, acılarına tanıklık eden sanatçı “Kara Gözlükler”de bunu şu dizelerle dile getirir: “Simgeleri kocaman kara gözlükler/ Ötekiler suç aleti poşularıyla/ Gömüyor gömüyor gömüyorlar/ Gittikçe hızlanarak/ Ağaçları, damları, hayvanları/ Her şey yıkılıp dökülüyor/ Bir tutam çim, çiçek her şey (…)” Ötekileştirmenin ardından gelen ölümler ve yok edip yıkma isteği bugünün gerçekliğinden süzülür Akın’ın şiirine. “O Kadınlar” şiirinde başka bir gerçekliği okurun yüzüne vurur, “(…) cezaevlerinde/ diri diri yakılan kadınlar (…)”dan söz eder. Toplum üzerindeki baskıyı ise “Sözler” adlı şiirinde üç dizeyle ortaya koyar: “Kuştu sözler, büyüdü, sığmadı ağza/ uçacaktı elbet uçuruldu/ uçuranı tuttular” Günlük yaşamda kullanılan dili, farklı çağrışımlarla yeniden kuran şair, “Bir Gün” isimli şiirinde baskıya meydan okur: “Göstere göstere bilediğin bıçak/ bir gün elini kesecek”.

Anlatımda yalınlığın, yalınlığın ardındaki yoğunluğun doruğa çıktığı “Kabuk”ta toplumsal yaralara dikkat çeker: “Kabuğu kaldırsan/ derinleşir yara”. “Siz” ise kayıplarımıza, yitirdiklerimize bir sesleniş gibidir: “Ne uzakmış ne uzun gözleriniz/ ordan bugünleri gördünüz çocuklar/ yetişip dağıtmak için karabasanı/ (istediniz olmadı)/ soluk soluğa bir koşu/ öldünüz çocuklar”. Yine de umut doludur Gülten Akın. Yüreğinde taşıdığı bu umudu “Biz” şiirinde şu dizelerle yansıtır: “Bağışladığın özgürlüğe/ yeğdir biçtiğin zından/ sonsuz güzelleşecek dünya/ biz kurduğumuz zaman”.

“Beni Sorarsan” ile 2000’li yılların Türkiye’sinde, ağır, çok ağır bir dünyada, yaşamla ölüm arasında, dağlara yakın bir kıyıda yaşanan her şeye rağmen umut dolu dizelerle selamlıyor bugünü Gülten Akın. Hepimiz için “bir masal, bitimsiz bir gökyüzü” hayal ediyor.

Beni Sorarsan, Gülten Akın
Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2013

Alice'i Severiz Kendinden Ötürü (Zeynep SÖNMEZ)

Alice Munro Nobel edebiyat ödülünü aldıktan sonra, bu durumu öykünün zaferi olarak yorumlayanlar oldu. Nobel’in, giderek siyasallaşan yüzüne rağmen, bir yazara ve onun eserlerine dünya çapında ün kazandıran ya da onları dünya edebiyatına mal etmeyi olanaklı kılan bir ödül olmasını göz önüne alarak mı kullandılar “zafer” kelimesini? Yoksa bu övgü, öykü türünün romanı “sol”layıp geçen ve kendi yerini sağlamlaştıran bir tür olduğunun kanıtlanmasından mı kaynaklanıyordu? Peki öykü itibarsızlaştırılabilmişlerdendi de bundan bizim neden haberimiz yoktu? Bir ihtimal daha var: Yazarın eserlerini önlerine koyup onlara hak ettikleri değeri vermek niyetini taşımış olabilirler miydi gerçekten?

Çeşitli yıpranma-kendini yıpratma süreçlerinden geçmiş olsa bile bir ödül olarak Nobel, bilim dallarından çok, özellikle edebiyat gibi bir sanat dalına, yani toplumla ve kültürle ilgili bir alana gelip dayanınca kurtarılmış bölgeleri olmadığını görüyor. İlk baktığımız yerde ödülün siyasallaşması gibi bir açmazla karşı karşıyaysak, değerlendirmeye tabi tutmak için elimizde böylesi çürük bir ölçüt varsa başkalarını aramaya girişiriz ve sorarız: Acaba “kanona” dâhil edilme ayrıcalığı kendisine bahşedilmiş bir tür olarak öykü müdür değeri bilinen, hakkı teslim edilen?

Tarihsel olarak öykünün bu soruya verdiği cevap ortadadır: Öykü, halka yakın, doğduğu günden bugüne kadar üstlendiği işlev sınıflar arasındaki farktan ortaya çıkan açmazları görüp göstermek olan tür olarak, bir zafer, kazanım-kazanç odaklı bir başarı elde etmemiştir. Tür olarak buna ihtiyacı yoktur çünkü diğer edebiyat türleri gibi kendi varlığını dayatmış; ontolojik yapısını romanın kent-soyluluğunun, çözüm üretme telaşının, önerme sunma hevesinin dışında kurgulamıştır.

O kendini hiçbir zaman romanın bir alt türü olarak görmemiştir. Romandan sonra varılacak yer de değildir; romanın aksine eşitleyicidir ve toplumsal sorunları bulup çıkarmak, modern insanın kirli çamaşırlarını ortaya dökmek niyetiyle yazılır.

Munro’nun söyleşilerinde rastladığımız, “Yıllarca hikâyenin yazacağım romana bir alıştırma olduğunu düşündüm. Sonunda tek yazabildiğimin hikâye olduğunu anladım ve bununla yüzleştim.” gibi bir söylem, bizi de ister istemez romanla öykü karşılaştırması yapma ya da yazarı, öyküyü romanın geçilmez kapılarından sokan yazar olarak algılama noktasına getiriyor. Munro roman yazmak üzere yola çıkıp, gündelik hayatın buna izin vermemesi nedeniyle öyküde karar kıldığını belirtmiş çoğu kez. Romana göz kırpmak, yazdıklarını öyküyle roman arasında bir yerde diye tanımlamak öykü yazarını ürün verdiği türe karşı ne kadar samimi kılıyor bilinmez ama bu tutumunun, Munro’nun bir kadın yazar olarak yaşayışının yazdıklarıyla yarattığı dünyaya eş gittiğini göstermesi bakımından son derece tutarlı olduğunu söylemek mümkün.

Çünkü Munro çoğunlukla kadınları ve kadın olmaktan doğan sorunları, özellikle anne-kız ilişkilerini, taşrada kadın olmanın sıkıntısını yazıyor. Üstelik söylemek istediklerini diyalojinin estetiğiyle karakterlerinin kimliklerinde dile getirirken her zaman Çehov’vâri o tavrı takınıyor: yazarın bir bilim insanının tarafsızlığını taşıması. Burada Flaubert’in o ünlü sözünü hatırlamak kaçınılmaz: “Yazar bir Tanrı gibidir; her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez.” Munro’nun büyük öykücülüğü, öykü sanatının açık etmeden anlatmak, göstermeden sezdirmek, bir örtü olduğunu ve onun altına bakmak gerektiğini duyumsatmak gibi özelliklerini bütün öykülerinde ustaca kullanmış olmasından geliyor. Erdal Öz, bir öykü bir başkasına anlatılamazsa büyük öyküdür derdi; işte Munro’nun öykülerinde okurun karşılaşacağı son bu. Munro öylesine titizlikle çalışılmış, öykünün teknik unsurlarına öyle iyi yer verilmiş ve incelikle dokunmuş öyküler sunuyor ki, sonda okur sanki hiçbir şey okumamış kadar hafif ya da bir filmden çıkmışçasına atmosferle sarmalanmış buluyor kendini.

Diğer yandan, yaşamın akışında çekip çıkarmanın aklımıza gelmeyeceği ayrıntıları öyle yakalıyor, başarılı bir biçimde kurguluyor ve metne öyle iyi yediriyor ki yazdıklarına öykü değil roman demek, ayrıntıların anlatıldığı tür olan öyküye haksızlık olur diye düşünüyor okur.

Bir başka açıdan, Munro öykülerinin sıra dışı olayları konu edinirken, aslında yaşamın içinde kendi olağan akışındaki olayları son derece sıradanmış gibi anlattıkları söylenebilir. Asıl ustalığın hiçbir şey söylemiyormuş gibi söylemek ya da önemsiz şeylerden bahsediyormuş gibi yaparak yaralara dokunmak olduğunu, Munro’yu hafife alanlar için bir kez daha belirtmeye gerek var mı, olmalı mı?

Hayat bazen kendini öyle dayatır ki ekmek kazanmak, ev işleriyle uğraşmak, çocuk büyütmek gibi gaileler, roman yerine öykü yazmanıza sebep olabilir ya da Çehov söz konusu olduğunda anlatılan o anekdotta olduğu gibi, gazetede size ayrılan köşeye sığabilmesi için lafı uzatmaz, kısa kesersiniz. Dünyanın en büyük kısa öykü yazarı olmanız için gereken şartlar oluşmuştur. Kısalığın yeteneğin öbür adı olduğunu düşünüyorsanız âlâ ama kadınsanız, kendinize ait bir odada yazma savaşına hazırlanıyorken sokakta bir başka savaşın, 2.Dünya Savaşı’nın hükmü sürüyorsa, roman yazmaya elverişli ortam yerine sorunlarla boğuşan bir toplum varsa dışarıda, evinize gelecek olan öyküdür elbet. Sorunlar bulunmak ve ortaya konulmak üzere kapıda beklemektedir. Bu işi de ancak öykü yapabilir. Hayat gibi o da kendisini yazabilecek olan yazara dayatır. Yazarın eserleriyle onu nasıl karşılamış olduğuna bakarız biz de; kapıyı ardına kadar açıp yeterince iyi misafir etmiş mi, yoksa kovmuş mu diye.

Şöyle demiş Munro: “Bir hikâye izlenecek bir yol değildir. Daha çok bir evdir. İçine girer, dolaşır, hoşunuza giden yerde kalırsınız, koridorların odalarla ilişkisini keşfedersiniz, pencerelerden dış dünyanın nasıl göründüğünü gözlemlersiniz. Siz bir ziyaretçi, bir okuyucu olarak burayı sade ya da fazlasıyla karmaşık bulabilirsiniz. Tekrar tekrar gidip gelebilirsiniz ve bu evdeki hikâye, her geldiğinizde son geldiğinizden daha fazla şey içerir.”

Öyküyü eve benzeten, öykülerinde de sokağı şehri ülkeyi “ev” (home) olarak gören ve gösteren, evleri ve o hanelerin halkını anlatan bir büyük öykü yazarıyla karşı karşıyayız. Nobel’i “duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı” aldığı duyurulan bu usta, öz ama zor söylemenin çileli yollarından, sabır ve inatla çalışmanın disiplininden, kadın olmanın çetrefilli sıkıntılarından, yaşadığı dönemden kendisinde biriken tortulardan geçip öykülerle buluşuyor bizimle.

Bizi az bilinen bir yazarla daha tanıştırarak kendisini dikkate almamıza sebep olan niteliğini öne çıkarmış oldu Nobel. Nobel’le olmasaydı da Alice’i eninde sonunda sevecektik. Asıl bakılması gereken yerin eserin kendisi olduğunun bilgisi, Munro’yu yazan bir insan olarak, yazdıklarına değer biçen Nobel’i bir kurum olarak ya da edebiyatı ana akım tür tartışmalarının izlendiği bir sahne olarak görmemizi öteleyecek; sanatçının eserlerine edebiyat tarihinin ve estetiğin birikimleriyle odaklanılması gerektiğini önceleyecekti.

Alice'in Kadınları (Feride Cihan GÖKTAN)

Egeli Kadın Yazarlar platformu üyeleri Alice Munro'yu konuştular. Çok ilginçti haliyle. Yazmak eyleminin o baş döndürücü zevkinin tüm acılarıyla yoğrulmuş bu kadınlar şimdi toplanıp, yazdıklarıyla en sonunda taçlandırılmış bir başka yazma sevdalısı kadını konuşuyorlardı. Uzak bir ülkenin hiç tanımadıkları 82 yaşındaki yazarı kazandığı o kocaman ışıltılı ödülle, kendi yazarlık serüvenlerinin yorgun yüzünü umutlandırmış ve bütün dünyadaki kadın öykülerinin biraz daha serpilip büyümesine neden olmuştu sanki. İşte Alice Munro'nun "Bazı Kadınlar" kitabını Egeli Kadın Yazarlar bu umutlu sevinçlerine karışmış biraz da kıskançlık daha çok öykünme, merak ve motivasyonla tartıştılar kendi aralarında.

Editöryal çalışmanın ne kadar önemli olduğunu çok iyi bildiklerinden Alice Munro'nun " Bazı Kadınlar" kitabının piyasada olan baskısının çeşitli hatalarla dolu olduğunu ve bu nedenle zaman zaman öykülerin içerisine giremediklerini söylediler önce. Çeviri hataları ve editöryal çalışmanın neden olduğu pürüzler ve tıkanıklıkların oluşturduğu olumsuzluk yine de Alice Munro'nun anlatısının üzerini örtememişti. Grubun bir üyesi aynen Çehov etkisi diyordu kendinden geçercesine... Alice Munro hayattan aldığı kesitlerde olayları değil insanları, dönemleri değil anları yazmış, Çehov gibi sade ve kısa cümlelerle.

Kitaptaki tüm öykülerde ana izleğin yaşamı normalleştirmek üzerine olduğu konuşuldu. Zaten yaşam ne kadar sıradan görünürken ardında müthiş sıradan olmayan öğeler barındıran veya tam tersi ne kadar sıra dışı görünürken aslında hepimize herkese dair bir sürü sıradanlığı içeren olaylardan veya görüntülerden oluşmuyor muydu? İşte sıradan olma haliyle, inanılmaz sıra dışılığın aslında hep iç içe olduğu kesitlerin konstrüksiyonuyla oluşmuş hayatları Alice Munro, öykülerinde parçalayarak, didikleyerek, etrafını temizlenip derinlerden kazarak okura göstermeye çalışıyor. Öykülerin hiç bir romantizmi yok aynen hayatın kendisi gibi çok sert dedi bir başka yazar. Sert öykülerin hayatın tam içerisinde olduğunu biliyorduk artık bu yaşımızda. Çocukluğumuzda ki Alice’in Harikalar Ülkesi'nde at koşturduğumuz hayal dünyasından çoktan çıkmış şimdi başka bir Alice'in anlattığı gerçek ve sert öykülerinin içindeydik artık.

Toplantıya katılanlar sanki sözleşmişler gibi "Bazı Kadınlar" kitabının içindeki çok etkilendikleri bir öykünün ismini söylüyorlardı hep. Kitabın ilk öyküsü "Boyutlar". Üç çocuğunu hunharca katletmiş bir adamın sıra dışı öyküsünün aslında ne kadar da sıradan olabileceğini ve etrafta gördüğümüz herkese ait bir şeyleri içerdiğini hissediyordunuz bu üçüncü sayfa haberi olabilecek vahşet öyküsünde. İnsanın karanlık yüzüyle sizi karşılaştıran yazar sanki hiç kıpırdamandan durup şaşkınlığınıza, nasıl da hayretler içinde kaldığınıza bakıyor ve bu sırada kulağınıza hemen bir şey fısıldıyordu: " sakın hemen yargılama!" . Okuyucu ipnotize olmuş gibi artık yargılamayarak ya da yargılamamaya çalışarak başka bir öyküye geçiyor merakla.

Kitabın son öyküsü, yazarın bir ansiklopedi bilgisinden çıkarıp kurguladığı "Aşırı Mutluluk" isimli bir öykü. Öykü, "matematik okumamış biri çoğu onu aritmetikle karıştırıp kuru ve sıkıcı bir bilim olduğunu düşünür.Ne var ki gerçekte bu bilim esaslı bir hayal gücünü gerektirir " sözüne atıfla başlıyor. İşte Alice Munro, okuduğumuz öykülerinde her gördüğümüz, her yaşadığımızın daha derinindeki kargaşayı matematiksel olarak çözümlemeye çalışıyor ve aritmetiğin yargılayıcı ve tartışmasız keskinliğinden kurtarmaya çalışıyordu okuru.

Toplantının sonunda herkes Nobel ödüllü bir yazarla geçte olsa tanışmaktan çok mutluydu. Şimdi sıra diğer Türkçeye çevrilmiş yapıtlarını okumakta...

Belalı Bir Yapboz (Yalçın HAFÇI)

Herkesin travmatik bir biçimde dünya ile tanıştığı bir nokta vardır. Ama her zaman yola devam etmekten söz edilir. Olabildiğince güçlü kalarak yola devam etmek, bütün soruların cevap anahtarıdır adeta. Sabah yatağımızda gözlerimizi açar açmaz omuzlarımızda ağırlığını hissettiğimiz hayat devam etmektedir zira. Ve güne başlamak için elbiselerimizi bize giydiren güç ise çoğunlukla unutkanlıktır. Böylece hayat yeniden kurgulanır, yeniden tanımlanır, yeniden cümleler kurulur... Ama bazı şeyler açılmayıp da bastırılmışsa, tanıştığımızı zannettiğimiz dünya yeniden ve yeniden tanışır bizimle. Çünkü ardımızda açık bıraktığımız kapıları kapatmadan, önümüzdeki kapıları kapatmayız...

1980 doğumlu, bol ödüllü, Fransız genç yazar Ingrid Thobois’in “Solliciano” adlı romanından bahsediyorum. Çok kolay okunarak etkisi kanınıza hemen nüfuz etse de kolay hazmedilemeyen bir anlatı bu. O yüzden, sert ve rahatsız bir sandalyenin üzerinde, bütün dikkatinizi metne yoğunlaştırarak okumanız gerekiyor. Zaten roman daha ilk sayfalarından itibaren sizden bunu talep ediyor. Bu denli olgusal olduğu kadar son sayfasına değin merak duygusu da hiç körelmiyor. Üstelik romanın son derece parçalı bir bütünlüğü olmasına rağmen... Kanımca bir romanın edebi açıdan doyurucu olabilmesi için, eserin baştan sona bütünlüğü kadar aynı şekilde baştan sona merak duygusunun da diri tutulması gerekir. Yazar yarattığı gerilim sayesinde bir bakıma okuru teslim almalıdır. Bahsettiğim gerilim, harcıâlem bir biçimde okurun “daha sonra ne olacak” türünden soruları düşünmesi değil, onun zihninde düşünsel kıvılcımlar yaratmasıdır. Zaten dünya edebiyatının en çok iz bırakmış romanlarında da gerilimin temel nedeni olayların akışı değil, meselenin içeriğinden, yani temasından kaynaklanır. Anlamın defalarca süzgeçten geçirilerek hayat hakkında sarsıcı cümlelere dönüştüğü Sollicciano romanı da aynen bu tipte bir roman.

Roman, ismini de aldığı Sollicciano Hapishanesi’ndeki bir görüş saati sahnesiyle başlıyor. Görüşmeci kadın Norma-Jean, cinayet suçlusu olarak içeri girmiş Marco’nun soğuk ve incitici tavrından hem acı hem de zevk duyarak, tutuklu olduğu kadar tutkulu olan bu genç adamın bir dergide yayınlanmış yazısından bahsetmektedir. Amacı, saplantılı bir şekilde âşık olduğu, eski öğrencisi de olan Marco’nun hayata tutunmasını sağlamaktır. Çünkü insanın insanlığının parçalandığı, kimliğin yerine bir sicil numarasının verildiği, zamanın kaybedilerek insanın takvim öncesi insana dönüştüğü, kısacası insanın bütün anlamlarından soyundurulduğu bu cehennemde Marco’nun yazarak direnmesin istemektedir Norma. Marco ise bunu önce reddetmiştir. Bilgiç bir tutuklu olmak ve Norma ona yardım ettiği için bir azizeye dönüşmesi olacak şey değil diye düşünür. Zaten her Perşembe, yarım saatlik ziyaret süresince gelip, Norma’nın kendisine gerçeği boş vermiş birinin kararlılığıyla tatlı tatlı bakmasına öfke duyar. Kendisine ihanet eden nişanlısını öldüren Marco’ya göre aşk, kadınlar arasında oynanan bir oyundan başka bir şey değildir. Ama bütünüyle yok olmamak için Norma’nın uzattığı eli tutar. Çünkü “yazmak: dağılmaya karşı bir siperdir.”

İlginç olan şudur ki, Marco cinayet işleyip de hapishaneye girene kadar Norma’nın âşık olmak bir yana, fazlasıyla dikkatini bile çekmemiştir. Bu muammayı anlamak içinse romanı farklı bir gözle okuyup ruhsal bir çözümlemeye tabi tutmak gerekir. Çünkü yazar metnin bam telini açık açık anlatmıyor, özellikle gölgede bırakıyor ve bunu bir bulmaca çözer gibi bizim bulmamızı istiyor. O halde bakışlarımızı Norma – Jean karakterine biraz daha derinden yöneltmeliyiz. Normandiya çıkarmasından bir süre sonra, ABD’li bir paraşütçü ve Fransız bir anneden doğmuş. Babasız büyümüş. Lisedeyken tanıştığı, yaşça kendisinden büyük denizci sevgilisiyle unutamadığı bir aşk yaşamış. O yaşta, denizci sevgilisi ve arkadaşları tarafından cinsel saldırıya maruz bırakılmış, hamile kalmış ve çocuk düşürmüş. Bu yüzden uzun süre psikolojik tedavi görmüş. Sonra ayağa kalkıp yola devam etmiş. Felsefe eğitimi almış ve ardından da Paris’te bir üniversitede felsefe dersleri vermeye başlamış. Bu arada psikanalisti Jean’le evlenmiş.

Hayat domino taşları gibi birbirinin üzerine yıkılmaktadır. Görünüşte çok ideal bir evliliktir bu; birbirlerine karşı anlayışlı, saygılı, şefkatli ama sınırları kalınca çizilmiş bir beraberlik. Bazen kendi yataklarının, kendi masalarının, kendi sessizliklerinin sınırlarını geçseler de yalnızlıkların sınırı kesinlikle geçilmemektedir. Adeta aynı kavanozdaki zeytinyağı ve su gibi birbirlerinden ayrı durmaktadırlar. Yatakta bile tekleşmek yerine, kelimenin tam anlamıyla çiftleşmektedirler.

Jean ise bir psikiyatr olmasına karşın kendi sorunlarını bile çözememiş bir karakterdir. Burjuva aile kurumunun ikiyüzlülüğü içinde daha sorunsuz bir çocukluk geçirmiş; iyi bir eğitim almış ve ailesinin çizdiği engebesiz yolda, yani bildiği tek yolda yürümeye devam etmiştir. Mesleki anlamda başarılı olsa da tipik bir hayat acemisidir. O da herkes gibi insan ilişkilerinde sorunludur. Üstelik böylesi sorunlar yaşayan hastalarına tılsımlı sözler söylemektedir. Bu yüzden ağzını çok seyrek açar. Ama kendisi de bilmektedir ki bu sözlerin, hatta terapilerin hiçbir faydası yoktur. Kendisinin de hastalarından hiç farkı yoktur. Norma ile evlenerek hayata tutunacak bir dal aramıştır. Aslında Norma’yı sevmemiş ona bağlanmıştır. Her ne kadar ona çok iyi davransa da içinde olup biten hiçbir şeyden haberdar değildir. Mesela Norma’nın Marco’ya âşık olmasını, duygusal bir kriz geçirip kaza geçirdikten sonra, sırf her hafta Marco’yu ziyaret edebilmek için evlerini ve hayatlarını hapishane yakınlarındaki Empoli’ye taşıma konusunda kendisini ikna etmesinin bile farkında değildir? Marco nasıl içeri hapsedilmişse, Jean de dışarı hapsedilmiştir. Karakterlerin zihnine girdikçe anlıyoruz ki, hayat herkes için katı sınırları olan, bilinçaltımızın derinliklerinde pek çok kilitli hücresi olan bir hapishanedir. İster sınırları dört metre karelik bir hücre olsun, ister sınırları dünya kadar geniş olsun, herkes bir hücrede yaşamak zorundadır. İşte insan da o hücredeki bir mahpus kadar yalnızdır ve en büyük yalnızlığı da bu yalnızlığı kimseye anlatamayışıdır. Kendisiyle barışma ezberiyle bu duvarları görmezden gelenlerse acınası bir unutkanlık içindedirler sadece.

Bu nedenle üç hayatın birbirine sarmaşık gibi dolaştığı Sollicciano bir hapishane olduğu kadar hayatın da ta kendisidir. Hapishane, romanın temel metaforudur. Marco’nun gün geçtikçe biraz daha derinlerine indiği bir kuyudur bu. Onunla birlikte romanın da zaman algısı yok olur. Bu yüzden Godard’ın sıçramalı kurgusu gibi ilerler olaylar. Marco ne zaman katil oldu, Norma ne zaman evi terk edip kaza geçirdi, Jean arkadaşının düğününe ne zaman gitmedi. Marco sürekli bahsettiği Büyük Plan’ını ne zaman hayata geçirdi, bu bir intihar mıydı? Kaçış mıydı? Belalı bir yapboz gibi, okurun tüm bu parçaları zihninde birleştirmesi gerekiyor.

Her şeyin sonunda, Norma’nın Marco’ya neden âşık olduğunu anlıyoruz. Anlatının ve hayatın bilinçaltına dönüşen hapishane imgesi gibi, Marco da Norma’nın bilinçaltındaki gölgeye denk düşüyor. Jungcu bir açıdan bakılırsa Marco onun animus yanını temsil ediyor. Bunda çocuk yaşlarında denizci sevgilisinin cinsel istismarının da payı var. Çünkü içinde gizli bir yan hâlâ ona âşıktır. Marco ise denizci sevgilisinin bir yansımasıdır, üstelik kocası Jean gibi zayıf biri değildir o, tam tersine sevebilecek kadar güçlüdür? Marco ise birini öldürmenin ne kadar kolay olduğunu ama asıl meselenin ondan sonra yaşamaya devam etmek olduğunu kavramıştır. Yaşamla ölüm arasında gidip gelirken Norma’nın sevgisini kabul edememiş gibidir. Çünkü kendisi bile kendisini sevemezken olacak şey değildir onun gözünde bu.

Solliccino ne bir aşk, ne bir psikolojik, ne bir gerilim, ne de bir polisiye roman. Ama hepsini birden içeriyor. Yolları kesişen, sahiden yaralı üç yalnız insanın önce kendilerine, sonra da birbirlerine verdikleri acının hikâyesi diyebiliriz. Kim katil, kim kurban, kim kurtarıcı belli değil. Sonuçta gece yolu ele geçirdiğinde, yanınızdaki yoldaşınız bile olsa, tek sorun karanlık olmayacaktır.

SOLLİCCİANO
Ingrid Thobois
Çeviri: Aykut Derman
YKY, 2013.

"Asıl Hikâye Kilitli Sandıklarda" (Nermin Yıldırım ile Söyleşi: Doğuş SARPKAYA)

Geçmiş bugün arasında gidip gelen, geçmişin günahlarını bugünün gündeliğe dönüşen gaddarlığıyla harmanlayıp toplumsal gerçekliği anlatmaya çalışan romanların artmaya başladığı bir dönemdeyiz. Geçmişle bir tür hesaplaşmaya girişen bu kitaplar, aynı zamanda bugünü anlamanın anahtarını taşıyor. Bugünün parçalanmış dünyası, bu tarz romanlarla daha anlaşılır olabiliyor. Nermin Yıldırım’ın Doğan Kitap’tan çıkan Saklı Bahçeler Haritası geçmişle bugün arasına mekik dokuyan sıkı bir roman. Yıldırım ile kitabını konuştuk.
Daha önceki romanlarınızda olduğu gibi, Saklı Bahçeler Haritası’nda da geçmişle bugün arasında bir bağ kurmaya, bugünü geçmişin vasıtasıyla anlamaya çalışıyorsunuz sanki. Sizi sürekli geçmişe yönelten şey nedir?

Kişisel ve toplumsal hikâyelerimizde, taşıdığımız olumlu ve olumsuz hissiyatların, bilhassa da marazların kökünün geçmişte saklı olduğuna inanıyorum. Kilitleyip kaldırdığımız sandıklara bakmadan; ayıplarımızla, günahlarımızla, bizi biz yapan heveslerimizle yüzleşmeden, yola devam etmenin zor olduğunu düşünüyorum. Geçmiş, kaçmaya çalıştığımız ama bir biçimde saplanıp kaldığımız bir bataklık gibi. Hal böyle olunca, sadece esaretinden kurtulmak için bile olsa, onunla yüzleşmemiz, ilişkimizi düzenlememiz gerekiyor. Romanlarımda gerek karakterlerin kişisel hikâyelerini, gerekse içinde yaşadıkları toplumun hikâyesini anlatırken, geçmişe eğilmemin temel sebebi bu.

Romanınızda iki farklı zamanda, iki farklı hikâye akıyor. Bugünün dünyasında orta yaşa gelmiş Rıdvan’ın hikâyesi Suad ve Behiye’nin mektuplarıyla bölünüyor. Bu iki farklı dünyayı birbirinden ayırırken iki farklı dil kullanmışsınız. Bu dili kurarken nelere dikkat ettiniz ya da daha doğru bir ifade ile farklılaşan üslupların birbirini etkilemesinden çekinmediniz mi?

Bu bahsettiğiniz, romanda beni en çok zorlayan noktalardan biri oldu. Dolayısıyla epey özendim ve üzerine çalıştım. Günümüzde yaşayan Rıdvan’ın dilini kurmak Behiye ve Suad’a oranla daha kolaydı. Bildiğim, içinde yüzdüğüm sulardı zira. Ama Behiye ve Suad’a geçince, onların dillerini oluştururken hem yaşadıkları dönemin dilini, hem de doğal olarak farklı psikolojilere ve günlük deneyimlere sahip iki ayrı insan oluşlarını gözetmem gerekti. Bu zaten her romancının yaptığı bir şeydir. Fakat zaman ve anlatıcı çokluğu bir araya gelince işim bir parça zorlaştı. Bunun için daha önce denemediğim bir yönteme başvurarak bu iki karakter için birer sözlük oluşturdum. Sadece kullandıkları sözcükleri değil, metaforları dahi ayırdım. Psikolojilerine uygun olarak bir tanesi, misal doğa metaforları kullanacaksa fırtınalardan, depremlerden, ürkütücü doğal afetlerden dem vururken; bir diğeri bahçelerden, günebakanlardan, meltemlerden dem vursun istedim. Başlangıçta biraz endişe ettiysem de, işin doğrusu roman bittiğinde sonuç içime sindi.

Günümüzü ele alırken kaleminiz biraz tutuklaşıyor gibi… Bugünün insanını anlatırken yarım kalmışlık hissini vurgulamanın bir yolu muydu bu?

Bunun üç sebebi var. İlk sebep, bugün üçüncü tekil ile yazılıyor, yani dışarıdan. Behiye ve Suad ise hikâyelerini birinci tekil olarak anlatıyorlar, yani içeriden. Dahası, bunu mektup tekniğiyle yapıyorlar. Mektuplar ve günlükler, belki de kalben en kolay temas kurabileceğimiz, en sıcak metinler. Bir hikâyeyi içeriden ve hele mektupla anlatmak bambaşka bir şey. İkinci sebep, geçmişten bahsetmenin çoğu zaman daha derinlikli bir iş olması. Çünkü durup bakacak, anlayacak zamanınız var. Oysa bir şeyi hâlihazırda yaşarken anlamak zor. Tercihen, yaşarken anlatmanın ritmi de diğerine kıyasla daha farklı bu yüzden. Rıdvan’ın başına gelen bu. Rıdvan, günümüz insanı gibi hem bir tür yarım kalmışlıktan hem de garip bir hızın müptelası olmaktan mustarip. Öyküsü de, o öykünün anlatılış biçimi ve dili de bunu bir biçimde yansıtıyor sanırım.

1930’lardan başlayıp, 1960’lara uzanan mektuplaşmalarda Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki toplumsal ve kültürel değişim, varlık vergisi, Demokrat Parti iktidarı, 6-7 Eylül olayları gibi konuların yanında Avrupa’da yaşanan savaşın getirdiği felaketleri ele almışsınız. Aslında kötülüğün sınırlarında dolaşmışsınız. Sizi kötülüğü anlatmaya yönelten şey neydi?

Romandaki Behiye karakteri, Suad’a yazdığı mektuplardan birinde “İnsan dediğin melanetten ve iyilikten, alçaklıktan ve faziletten, zorbalıktan ve merhametten, korkaklıktan ve cesaretten, nefretten ve sevgiden karılmış bir hamurdur. İyilik, fıtratın mutlak kararı değil, ancak içimizdeki aydınlıkla karanlığın giriştiği savaşın ganimeti olabilir” gibi bir laf ediyor. Bu konuda kendisiyle hemfikirim. İnsanı anlamaya çalışırken elbette bütün renklerine bakma ihtiyacı duyuyorum. Ama asıl hikâyenin ışık vurmayan yerlerde, kapalı kapılar ardında ve kilitli sandıklarda olduğuna inanıyorum. Oraları kurcalamak, insanın insana ve kendine yapabileceklerinin sınırlarında gezinmek daha çok ilgimi çekiyor bu yüzden.

Rıdvan, mektupları okudukça hem kendi acılarını düşünmeye hem de günlük hayatını sorgulamaya başlıyor. Okuyucuda benzer deneyime sürükleniyor. Geçmiş ile yüzleşmenin doğrudan bir sonucu mudur bu?

Bence öyle. Geçmiş her zaman bugüne dair ipuçları taşıyor. Başkalarının hikâyesi de bizim hikâyelerimize dair... Çünkü her ne kadar farklı biçimlerde yaşasak yahut öyle saysak da, aslında bütün hikâyelerin tek bir ortak hikâyeden doğduğuna inanıyorum ben. Ve bütün insanların öyle ya da böyle birbirine benzediğine... Dolayısıyla birimizin hikâyesi aslında bir biçimde hepimizin hikâyesidir bana kalırsa. Zaten bu yüzden, yani biraz da orada kendimizi bulmak ve anlamak için, başka hikâyeleri, başkalarının hikâyelerini merak ederiz.

Walter Benjamin “Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir” diyor. Romancının uçucu olan bu imgeyi yakalama şansı nedir sizce? 

Herhangi bir şeyi yahut birini anlama ihtimaliniz ona ne kadar uzun baktığınızla ilgilidir. Kime, neye uzun bakarsanız onu bir biçimde sevmeye, ya da en azından anlamaya başlarsınız. Aslında biz buna tanımak da diyebiliriz. Geçmiş olup bitmiş, yanıp sönmüş olması itibariyle bize bu şansı pek vermiyor gibi görünebilir. Ama bir yandan da tam da bugünle bağından ötürü bitmediğini, her an uç uca eklenerek sürdüğünü, devam ettiğini de düşünebiliriz. Yani geçmiş belki de olup biten değil, gittikçe büyüyerek devam eden, süren bir şeydir.

SAKLI BAHÇELER HARİTASI, Nermin Yıldırım, Doğan Kitap, 2013.

Belleğini Yitiren Tilki Aramızda (Nuray GÖNÜLŞEN)

Bir çift göz; parlak mı parlak ışıltılı mı ışıltılı gülen gözlerle doğrudan size bakıyor. Belli anlatacak bir hikâyesi var, öylece sokulmuş yanı başınıza.

Bir tilki bu. Akıllı ve güzel bir tilki. Uzun uzun bakıyor size ve başlıyor gözleriyle konuşmaya. Ve siz dalıp gidiyorsunuz onun gözlerinde yanıp sönen bir çift yaşam ateşine…

Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü Gergedan Yayınları’yla geldi bize. Almanya’nın en iyi illüstratörlerinden Martin Baltscheit’ın 2011 Alman Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödüllü bu kitabı daha işin en başında kitabın kapağını bile açmadan çizimleriyle, renkleriyle yakalayıp içine çekiveriyor sizi. Ve tavsiyem odur ki sakın ola kitabın arkasını çevireyim demeyin; çünkü o zaman bu sevimli tilkinin hikâyesini anlatıp bitirdikten sonra yavaşça arkasını dönüp sizi terk edip gittiğini göreceksiniz.

Hep bir ana baba evladıyız ya o yüzden küçüklü büyüklü, analı, babalı, çocuklu her birimizi kuşatıp çeviriveren içsel bir öykü bu. Bu yüzden olsa gerek belleğini yitirmiş olsa da tilki gitmesin, yanı başınızda kalsın istiyorsunuz. Tıpkı Martin Baltscheit’in tilkisinin yalnız uyumayı sevmemesi gibi galiba çocuklar olarak hepimiz yalnız uyumayı sevmiyoruz. Dahası yalnız uyumaktan korkuyoruz. Ama neyse ki “artık belleğini yitiren tilki yalnız uyumak zorunda değildi…” İşte ölüm, bir çocuğa sezdirilmeden ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Bir tilkinin yaşam döngüsü Martin Baltscheit gibi usta bir tasarımcının anlatım gücüyle birleşip adeta canlanmış ve bize okunacak, düşünecek, eğlenecek, sevilecek, üzülecek, endişelenecek, kısacası yaşanacak bir hikaye kazandırmış. Hikayenin çevirmeni Kazım Özdoğan “çevirmenden” notuyla kitabın tüm özelliklerini bir çırpıda çok da özlü bir şekilde anlatırken buna çok katmanlılık diyor. “Kitap çok katmanlılığı sayesinde işlediği konuyu çocuklar için somut bir biçimde işliyor, yetişkinleri düşünmeye sevk ediyor.”

Elinizdeki kitap üç boyutlu bir kitap değil ama yaşanmışlık iksiri karıştığından olsa gerek anlattığı hikaye okuyucularını aynı zamanda bir izleyici gibi de içine çekiveriyor. Sayfaları çevirdikçe yeni bir şey keşfetmenin heyecanı içinde hep bir şeyleri anlamlandırmaya çalışırken yakalayacaksınız kendinizi. Öyle basitçe okuyup geçemiyorsunuz bu kitabı. Renkler, çizimler, kelimeler, sayılar, sayfalar arasında değişen yazı karakteri ve büyüklükleri hatta ve hatta sayfa numaraları paçanızdan asılıyor ve bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Siz de ister istemez düşünüyorsunuz elbet anlatılan bir tilkinin hikayesi ise eğer “vardır elbet bu işte bir hinlik” deyip yakalayıveriyorsunuz tilkinin dahiyane sırrını ve mutlu oluyorsunuz ilk okuyuşta çözdüğünüz için bu sırrı. İşte Martin Baltscheit’in başarısı biraz da burada galiba. Kitaba karakter ve etkileyicilik kazandıran alışılmadık anlatım tarzıyla çocuklarınızla birlikte sizi de çok yönlü olarak ve içtenlikle yakalıyor. Öyle ki Martin Baltscheit resimlerle, çizimlerle, yazıyla size hiçbir şey anlatmasa dahi sadece sayfa numaralarını takip ederek siz maceralarla dolu uzun bir hayat yaşayan bu tilkinin belinin giderek kamburlaştığını görüp beyazlaşan sakallarını okşayıp aldığı yaralara dokunabilir ve yaşlılığın getirdiği o kaçınılmaz sona doğru birlikte yol alabilirsiniz. Bu yolda kim olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini, ne yaptığını unutmalar var, tek başınaysan eğer başına gelecek türlü tehlikeler var, yaralarını saracak elden yoksunsan yaşanacak perişanlıklar, acımasızlıklar var. Yolun sonunda ise soğuk bir karanlık içinde tek başına uyumak var.

Yaşlılık yanı başımızda, içimizde, doğamızda. Bazılarımız için, en yakınımızdakiler için kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaştıran gün batımları hiç de romantik bir hüzünle yaşanmıyor. Bunu duyuyor, hissediyor, yaşıyoruz. Martin Baltscheit tıpkı insan dünyasında olması gerektiği gibi tilkilerin dünyasında da her şeyin sıfırlanıp en başa döndüğü o ana dek birlikte el ele yürünecek bir dünya yaratmış. İnsanca mutlu bir yaşamın sırrı, çocuklarımızın belleğine gerektiğinde ince ince, gerektiğinde büyüteçten fırlamışçasına bağıran kelimelerle nakşedilmiş, hiç unutulmasın diye…

Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü, Gergedan Yayınları’ndan Ödüllü Kitaplar Dizisi’nin ilk kitabı olarak Kazım Özdoğan’ın çevirisiyle çıktı. Kitabın en kısa zamanda tiyatro oyunu haline de getirilmesi dileğiyle…

Bir Efsanedir Rıfat Ilgaz! (Mehmet ÖZÇATALOĞLU)

Rıfat Ilgaz yaşamı boyunca toplumsal sorunlara kafa yormuş bir aydındı. Bu kafa yormalarının, sesini yükseltmelerinin bedelini de fazlasıyla ödedi. Ama bugün hâlâ anılıyorsa, toplumsal sorunları kendisine dert etmesindendir.

O, sınıfın efsanesiydi. Yazmış olduğu “Hababam Sınıfı” dizisinin filmleri yapıldı. Ve üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen defalarca (belki yüzlerce kez) izlenmiş olmasına rağmen hâlâ kahkahalarla izleniyor. O günlerde bu filmleri izleyen çocuklar, gençler bugün kendi çocukları, torunları ile izliyorlar Hababam Sınıflarını.

Filmler aracılığı ile insanlara ulaşmasından olsa gerek “Hababam Sınıfı” Rıfat Ilgaz adıyla özdeştir. Ama bir o kadar önemli ve değerli eserleri de vardır. Bunlardan biri de, daha doğru bir ifadeyle beşi de “Bacaksız” dizisidir. Bacaksız Kamyon Sürücüsü, Paralı Atlet, Sigara Kaçakçısı, Okulda ve Tatil Köyünde.

“Bacaksız” dizisinde konu edilen olaylar bugünün gerisinde kalmış olsa da bir dönemin aynası niteliğindedir. Ve dönemi için keskin bir sistem eleştirisidir bu kitaplar. Tek tek ele aldığımızda “Sigara Kaçakçısı”nda kapalı ekonomi bir Türkiye manzarasını okuruz. Mahalle aralarında kaçak sigara satan küçük çocuklar. Çocuk emeğini sömüren, küçük bedenlerin üzerinden para kazanan kaçakçılar! Dönemin meşhur sloganı “Kent var, Marlboro var” bugünün çocuklarına çok yabancı gelse de o günleri yaşayan babaları için tatlı bir anı niteliğindedir.

“Kamyon Sürücüsü”nde mahalle çeşmesi, çeşme başındaki kuyruklar, kovalar, bidonlar, annelerin tüm gün çamaşır yıkaması, yoksulluk, sefalet… Yine bugünlere yabancı; o günlere, o sıcak, samimi mahalle ortamlarına bir özlem…

“Okulda” Hababam Sınıfı” gibi sıkı bir eğitim sistemi eleştirisini barındırıyor. Diğerlerinden farklı olarak bugün de tazeliğini, güncelliğini koruyor diyebiliriz.

“Tatil Köyünde” ve “Paralı Atlet” de diğer üç kitap gibi mizahi bir eleştiri barındırıyor. Okurken kahkahalarla gülüp derin düşüncelere dalıyorsunuz.

Tüm kitapların kahramanı “Bacaksız Bahri”ye gelince… Bahri karikatür bir tip. Bunun yanında “Mendilini soran olmadığı için kızan okul müdürüne, ‘senin var mı, mendilin?’ diye soracak kadar cesur. Fırsatını yakaladığında, sol eliyle tutması gereken tahta silgisini sağ eliyle tutarak öğretmenini çaktırmadan kızdıracak kadar cin fikirli. Küçük mü küçük, sevimli mi, sevimli Bacaksız Bahri.

Kitaplar; Kirpi Dursun’la, Taşkafa Orhan’la, Ferit Derler’le, Paytak Yılmaz’la tam bir cümbüş havasında. Dizinin beş kitabı da keyifle okunuyor. Bacaksız Bahri’nin peşine takılıp zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Rıfat Ilgaz, yaşadığı toplumun damarından beslenerek, çocukları eğlendirecek, eğlendirirken de eğitecek bir arkadaş armağan etmiş. Bacaksız Bahri, bugünün çocukları için yakın tarihin mizahi belgeselidir.

*Bacaksız Dizisi, 5 Kitap, Rıfat Ilgaz, İş Kültür Yayınları,Eylül 2013.