İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Korkularımızla Yüzleşmek (Elçin BİLGİN)

Daha önce Zor Kişiliklerle Yaşamak ve Kendine Saygı yapıtları dilimize çevrilen Psikiyatrist Christophe André yeni kitabıyla bütün insanlığı kuşatma altına alan “korku”yu ele alıyor. Korkunun atalarımızdan bize miras bırakıldığını yazan André genetik olarak gelenlerin yanında öğrenilen ve yaşanılanlardan kaynaklanan korkuları da ele alıyor. Korkuları, bütün miraslar gibi hayatta kalmamız için bir şans ve yaşam kalitemiz için bir ağırlık olarak değerlendiriyor. Kız ve erkek çocukların farklı biçimde yetiştirilmesinin de korku konusunda yansımalarının olduğuna dikkat çeken yazar, anne-kız, baba-oğul çatışmasına da değiniyor.

Korkudan korkmamak gerektiğini, onunla nasıl baş edilmesi gerektiğini gerçek olaylar ve kişilerden örnekler vererek kitabında sıralayan André korkunun tanımını şu şekilde yapıyor: “Korku alarm işareti gibi bir şeydir ve işlevi bütün alarm işaretleri gibi bizi bir tehlike konusunda uyarmak ve bu tehlikeye karşı en etkili biçimde mücadele etmemizi sağlamaktır. Mesele bu alarm işaretinin olabildiğince iyi ayarlanıp ayarlanmadığıdır... Korkmak hayatta kalmak için iyidir. Korkuyu uyarlamayı bilmek yaşam kalitesi ve zekâ için iyidir.”  

Fransa’nın en iyi korku ve fobi uzmanlarından biri olan Christophe André, kendi terapi seanslarından yola çıkarak korkunun biyolojik ve evrimsel yönünü gözler önüne seriyor. Yapıtı, fobileri, korkuları ve kaygıları beslendikleri kaynaklarla birlikte ele alarak tanımlayan, çözüm ve tedavi yolları sunan, korku mekanizmalarımızın bazen rayından çıkabileceğini ve böyle durumlarda duygusal beynimizin devreye gireceğini anlatan bir başvuru kitabı.

André’ye göre, hayatı korkularımıza dar etmememiz gerekir, aksi takdirde onlar bize hayatı dar ederler. Arenaya çıkmadan korkuyu alt etmek mümkün değildir. Korkulara egemen olmak için onlarla sık sık ve düzenli biçimde yüz yüze gelmek gerekir. Bu düşüncelerden yola çıkan yazar, korkularla savaşımda 10 önemli öneri sunuyor:“Korkularınıza itaat etmeyin, sizi korkutan şey hakkında gerçekten bilgi sahibi olun, korkmaktan korkmayın, dünya görüşünüzü değiştirin, korkularla kurallarına göre yüz yüze gelin, korkularınıza saygılı olun ve başkalarının da saygılı olmasını sağlayın, korkunuzu, hikâyesini ve işlevini düşünün, kendinize odaklanın, rahatlamayı ve derin düşüncelere dalmayı öğrenin, çabalarınızın süresini belirleyin.”

Korkmak, korkaklık yani cesaretsizlik midir? Bu çoğu zaman yanlış bir düşüncedir. Cesaret ancak korkunun ısırması sayesinde gösterilebilir... Çok korkmuş bütün bu insanlara saygı duyulması gerekir. Bu insanlar görünmeyen, içlerine çöreklenmiş bir iç düşmanla mücadele ediyorlar. Bu düşman onları her şeyden çok daha fazla korkutabiliyor, onlara kesinlikle hayal olan bir şeyi bilgi gibi kabul ettirebiliyorlar. Ayrıca bu kişiler karanlıkla savaşıyorlar. Bu düşmanı kendilerinden başka gören biri var mı? Kim hissediyor bu korkuyu? Bu durumda filozofların dediği gibi cesaret göstermek korkuya rağmen davranmaktır ve evet cesurdur bu insanlar. Bu cesaret gerçekten psikoterapinin lütuflarından biri olan bu anı yaşamalarını sağlar. Bu, gelişme kaydetmeye başladıklarını hissettikleri andır. Gerilemenin durduğu ve korku karşısında hareketsiz kaldıkları andır.

Sonra? Bu aşırı korkular bittiğinde? Bu noktada başka bir hikâye başlar çünkü korkulara karşı mücadele etmek aslında özgürlük için mücadele etmektir. Bu hareket ve yeniden fethedilen düşünce özgürlüğünün ne işe yarayacağını herkes kendisi bilir.

Birebir yaşanmış öykülerin, sorunların, açmazların yanında çözümler, çareler de sunuyor André. Rahatlama teknikleri ve meditasyonlar sanal dünyada etrafı kaplayan aldatmacaları el tersi ile itmeyi sağlıyor.

Akıcı bir roman, şiir okur gibi yazılan ve çevrilen yapıt korkuların kuşatmasını aşmayı, onlarla nasıl baş edileceğini ve onlarla nasıl yaşanacağını bir dost, arkadaşla sohbet ediyorcasına anlatıyor. Korkuyorum! ya da ben hiçbir şeyden korkmuyorum! diyenlere de çok şey anlatıyor bu yapıt.   

KORKUNUN PSİKOLOJİSİ, Christophe André, Çev.: Ekin Duru, Say, 2015.
 

Metaforlar Hayata Dairdir (Abdurrahman SAYGILI)

Metaforların yuvamız olduğundan bahseder Gökhan Yavuz Demir, George Lakoff ile Mark Johnson’ın Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil isimli kitaplarının tercümesine yazdığı önsözde. Novalis’in “bütün dönüşler yuvayadır”ından hareketle, yuvayı bir metafor, metaforu da yuvayla anlayarak bizi selamlar tercüme eden. Hayat dille varsa ve dil de hayatsa eğer, metaforlar ikisini birbirine eklemlendirendir. Dili, iki imparatorluğun -metaforların ve göstergelerin- imparatoru olarak bir kez ilan edince; anlamının içine mündemiç olanı görürüz karşımızda: metaforu. Böylece bizi bir yerden alıp götürür başka diyara bir Simurg misali. İşte o diyar da Simurg’un Bilgi Ağacı'ndaki yuvasından başka bir yer değildir. Bu yuva, tam da Gökhan Yavuz Demir’in dediği gibi bir keşiftir aynı zamanda: “[Ç]ünkü kelimenin tek başına daha önce taşıyamayacağı bir anlam boyutu keşfedilir [bu yuvada] ve böylece hem kelimenin hem de düşüncenin ufku genişler.”

Nasıl ki, bilgi ağacının yasak meyvesini yiyerek ilk günahı işlemiştir insan; nasıl ki, bu yüzdendir Aden’den kovulması; nasıl ki, yazgısı olmuştur ölüm; tüm bunların neticesinde hayat diye nefes alan bir şey de vardır artık ve sunmuştur ona içinde unutulmuş olanı, yani yaratmaya muktedir olanı. Lakoff ile Johnson’ın okuyucuya kattıkları bu olsa gerek: yaratma gücü ya da diğer adıyla metafor.
 Lakoff ile Johnson Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’de yerleşik kalıplara meydan okumaktan imtina etmezler. Metaforlara ilişkin klasik anlayışı, bir geleneği karşılarına alırlar ve onu yıkarken yerine yeni olanı getirirler; yıkarlarken yaratırlar böylece. Bir nevi onun gündelik dilde üstünü örten örtüyü kaldırırlar. Aşkın metaforik özelliğini bize söylemekten geri durmazlar. Zira insana dair olan her şey metaforlarla gerçekleşir. Bu sebepledir ki, “biz insan, kimiz biz”i metaforlar hakikatinde anlamak için sayfaları çevirmek gerekir sadece.

“Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok, en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz” der Jonathan Swift Uşaklara Talimatlar'da. Lakoff ile Johnson’ın metaforlara yüklediği anlamın ne zarif bir ifadesi! Yazarların, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil’i kapatırken “[m]etafor, faaliyetlerimizin dokunma kadar önemli ve vazgeçilmez bir unsurudur” demeleri hiç boşuna değil. Ne güzel bir metafor. Zira dokunma sadece bedenin değil, ruhun da hazzını sağlar. Bu kitap o yüzden bize dokunmayı taahhüt eder. Dolayısıyla, sadece linguistik ile ilgilenenlere dokunmak yerine, felsefe, politika, hukuk, din ile ilgilenenlere de dokunmayı amaçlar ve bunu da sağlar. Kitabın ilginç yanı bütün bu alanlar dışında gündelik hayatımızdaki iksirlere de odaklanmasıdır. Özellikle yazarların son sözlerinde (2003) evlilik üzerine kurdukları cümleler -bunu ilişki üzerinden de anlamak mümkün- metaforların gündelik hayatımıza ne kadar da dokunduğunu anlamak açısından manidardır: evliliğin eşlerden biri için cennet diğeri için ise bir ortaklık olarak görülmesi metaforik farklılık değil de nedir? Gelin bir de aşkı katalım buna.

Yazarlar, kitabın Tutarlı Tecrübe Yapılanması başlıklı on beşinci kısmında tutarlılığı nispeten basit tecrübe geştaltlardan karakterize ederlerken, son paragraflarda kompleks geştaltlardan dem vururlar; aşk gibi. Şeyh Galip’in “Ah min’el aşk, ve min’el garaib” yakarışını duyar gibi oluruz bu paragraflarda. Aşk çünkü, yazarların bize öğrettiği üzere, metaforik olarak yapıya kavuşan kavramların temsili misalidir. Aşk metaforik terimlerle yapıya kavuşur; o yüzdendir ki, AŞK BİR YOLCULUKTUR, AŞK BİR HASTALIKTIR, AŞK FİZİKSEL GÜÇTÜR, AŞK DELİLİKTİR, AŞK SAVAŞTIR” demektedirler bize koca koca puntolarla Lakoff ile Johnson.

Bu kitabın metaforlar hakkında galat-ı meşhur olmuş yanlışları yerle yeksan ettiğinin altını çizmek gerekir. Yazarlar, metaforik düşünceyi anlatan dört yanlışı ya da onların daha zarif ifadeleriyle önündeki dört büyük tarihi engeli kitaplarında tespit edip, bunları tarihsel düzlemdeki asli yerlerine tevdi ederler. Onlara göre, metaforların mekânı kelimeler değildir; metaforlar benzerlikte temellenmezler; bütün kavramların lafzı yoktur ve nihayet sonuncusu rasyonel düşünceyi beyinlerimiz ve bedenlerimizin doğası şekillendirebilir. İşte bunlar, kitabın metaforlara ilişkin yıktığı tabulardır. Zira metaforlar, kavramlardır; genellikle tecrübemiz içinde kesinleşen bağlantılarda temellenir ve benzerlikler doğurur; kavramlar metaforlarla anlaşılır ve muhakeme edilir. Sözün özü şudur ki, Metaforlar- Hayat, Anlam ve Dil daimi yanılgıları bize göstererek, onları bertaraf eder; bu yanılgıları bertaraf etmenin riskli olduğunu bile bile. Dolayısıyla, sevgili okur, cesur bir kitap okuyacaksın.

Kitaba ilişkin söyleyecek o kadar çok nokta, değinecek bir o kadar da başlık var ki! Lakin bunu ne ben başaracak kadar yetkinim ne de bunu başaracak alana sahibim. O yüzden, dar bir alanda kısa paslaşmalar yapabildiğim sadece. Fakat bir iki cümle de tercüme edene sakladım. Tercümede kuraldır; ne kadar sadık kalırsan o kadar çirkin bir metin kalır elinde. Gökhan Yavuz Demir, istese de sadık kalamazdı zaten, öyle de yapmış. Sanki metinle flört etmiş. Dil bilenler genellikle metinleri orijinalinden okumayı tercih ederler. Çoğu kez doğrusu da budur. Tercüme kişinin öznel birikimiyle sınırlıdır ne de olsa. Ancak bu genellemeleri bu kitap için bir kenara bırakın. Çünkü Gökhan Yavuz Demir gerek birikimi gerek metne dokunuşlarının narinliğiyle bu yargımızı yıkacak. Tercüme eden tercüme hakkında konuşurken Sherlock Holmes’a selam gönderme inceliğini gösterir. Şu halde, benim de Doktor Watson’a şapka çıkarmamı ve hatta kitabın son sayfalarına geldiğinde en az kitap kadar tercüme edeni de hatırlayacağı üzerine, hiç tarzım olmasa da, bir bahis tutuşmamı mazur görür umarım okuyucu.

Sevgili okur! Her kitap okuyucusunu bulur derler. Bu kitap seni bulursa inan ki pişman olmayacaksın. Neden mi? Metaforlar, tam da hayata dair; ıskalayıp anlamlandıramadığımız o hayatlarımıza…
METAFORLAR/HAYAT, ANLAM VE DİL, George Lakoff, Mark Johnson, Çev.: Gökhan Yavuz Demir, İthaki, 2015.

Eşitlik Peşinde Bir Dil: Feminist Tiyatro (Duygu KANKAYTSIN)

“Ben bir feministim…” cümlesiyle başlayan Feminist Tiyatro eşitsizliklerin daha da çoğaldığı çağımızda ve dünyada hem örgütleyici hem de kışkırtıcı güce sahip bir kitap. Bireyin toplumsal süreçlerde hem özne hem de nesne olduğu alanları işaret eden, kadını ve erkeği en iyi anlama yolunun feminizmden geçtiğini söyleyen Feminist Tiyatro, bununla da yetinmeyip hayatı anlamanın bir başka yolu olarak tiyatroyla feminizmi buluşturmakta.

Birçok sanat disiplini gibi tiyatro da anaakım içinden eril söylemin ve algının kontrolünde gelişmiştir. Bunun önemli işaretlerinden biri de bilindiği gibi kadın oyuncunun sahneye geç çıkmasıdır. Yahut çıktığında dahi kadının erkek gözüyle nesne konumunda sıfatlandırılması olayıdır. İşte bu sakat durum, eşitsizlik hayatın her alanında olduğu gibi tiyatroda da yaşanmakta. Kahramanlar erkek! Daha doğrusu kahraman olmaya ne gerek var? Bu durum bilgisi ve algısıyla bakılacak olduğunda, Mitos Boyut Yayınları’ndan yeni çıkmış olan Feminist Tiyatro, bu eşitsizliğe tanık olmanın ötesinde tiyatro kuramlarına yeni bir dil ve soluk getirmiştir.

Özlem Belkıs araştırmacı ve yazar olarak ‘alanı’ tiyatro üzerinden feminizmi okumakta. Tiyatro araştırmaları içerisinde feminizmin yeri, nasıl kullandığı gibi arkeolojik çalışmalarda bulunmaktadır. Bunu temsiliyet ilişkisi üzerinden kurgularken eril dili deşifre ederken erilliği ve şiddeti yeniden üretmemek anlamında imtina etmektedir.

Tiyatro tarihi açısından anaakım içinde eril algının ve söylemin ötesinde bir dille araştırmasını okura sunmuştur. Bunu ilk olarak feminist eleştiri başlığındaki bölümde yoğun sorularla ama ‘karşı dile’ düşmeden ‘cephe’ değil aynı yerde olmanın içinden bakarak tiyatro dünyasını eleştirmiştir. İkinci bölümde Batıda Feminist Tiyatro, üçüncü bölümde Türkiye’de Feminist Tiyatro ve son bölümde de kavramların ve yorumların analizi olarak örnekler üzerinden değerlendirmelerde bulunmuştur.

Batıda ve bizdeki tiyatro bölümlerinde, feminist teori üzerinden tiyatroda yapılan marjinal çalışmalar, sahneler, özel tiyatrolar, oyun yazarları, performans tiyatro, beden ve tiyatro ilişkisi vs. tarihsel bir düzlemle araştırılmış ve Belkıs tiyatro sanatının yüzleşmeci özelliğiyle kadın ve erkeğin cinsiyet rejimleri üzerinden de sahnede yüzleşmesini sağlamıştır. Belkıs’ın Feminist Tiyatro ile sorunsallaştırdığı yüzleşme algısı tiyatrodaki eşitsizliklerin bir kez daha düşünülmesi ve tartışılması açısından düşünce uçları oluşturmaktadır.

Özellikle önemsenmesi gereken son bölümde “Erkek Gözüyle: Kendisini Feda Eden Kadın: Iphıgeneia”, “Erkek Gözüyle:  Doğanın İzlerini Taşıyan Kadın: Tosca”, “Kadın Gözüyle: Kalıplara İlk İtiraz-Sevim Burak”, “Kadın Gözüyle: Ataerkil Her Şeye Tek Başına Kafa Tutmak: Zeynep Kaçar” başlıklı incelemeler bir heykeltıraş titizliğiyle çalışılmıştır. Büyük ozan Euripides’in antik karakteri olan Ifigenia bugün yeniden yorumlanmak üzere bir tiyatro eseri olmanın ötesinde bireye, kadına, erkeğe bakmanın başka bir yolunun mümkünlüğüyle Belkıs’ın yazısında okunmuştur.

Edebiyatımızın kıymetli isimlerinden Sevim Burak da, Belkıs’ın titiz çalışmasında gerek edebiyat metinleriyle (oyunları) gerekse yaşamıyla aynı potada eritilmiştir. Bizatihi yaşamını metinlerine dâhil eden, yaşamı ve metinleri birbirine geçmiş olan Sevim Burak’ı, Belkıs yalın bir dille ama kadın dünyası içerisinden çoğul bir sesle imlemiştir. Belkıs’ın seçtiği oyun ve başlıklar, araştırdığı kadın yazarlar onun düşünce dünyasının da izleridir.

Feminist teori ile tiyatroya, metinlere, oyunculara, sahneye bakmak kuşkusuz perdelerimizi aralayacak, yeni cümleler kurduracak ve Özlem Belkıs’ın kitap boyunca değindiği gibi başta yaşamımızda özelde sanatımızda ‘aydınlanmamızı’ sağlayacaktır. Çünkü daha baştan anaakım eril söyleminin ötesinde bir dille buluşmak direnç yaratacaktır. O bakımdan feminist teorinin tiyatroyla kesiştiği bu kitap sadece akademik, bilimsel çalışmalar yapan feminist incelemeciler için değil aynı zamanda eşitliğe inanan ve bunun mümkünlüğü için çaba harcayan her emekçi bireyin ilgisini çekecektir.


FEMİNİST TİYATRO, Özlem Belkıs, Mitos Boyut Yayınları, 2015.

“Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” (Fehim Taştekin ile Söyleşi:Serap ÇAKIR)

Gazeteci-yazar Fehim Taştekin’le Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal kitabını konuştuk.  Kafamızdaki Suriye algısını yıkan ve olayları objektif bir gözle aktarmadaki cesaretiyle ezber bozan bu kitapta kadim halkların bir arada yaşadığı güzelim ülkenin nasıl bu hale geldiğini ve kana boyandığını çok net göreceksiniz.

Ben Esad’ın Suriye’yi Alevi bir kimlikle yönettiğini sanıyordum ama bu fikrim şimdi alt üst oldu. Asıl etkili olan Baas’mış öyle mi?
Evet oradaki sorunun adı “Alevi azınlık rejim” değil “Baas rejimi”dir. Hem muhaliflerin, hem rejim tarafından insanların toplantılarında bulundum, onlarla özel görüşmelerimde edindiğim tecrübeler oldu. Mesela beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi Suriye’de sokakta herhangi birisine Sünni misin Alevi misin diye sorduğum zaman verdikleri tepkidir. Çok şiddetli bir şekilde “Ben Suriyeliyim” diyorlar. “Bu soruyu sorma” diyorlar. Ve “neden bu soruyu Türkler soruyor” diyorlar. Bu durumu Suriye içinde ve dışında defalarca yaşadım. Necef’te ünlü bir sanatçıyla bir araya geldim. Sorduğum zaman hemen yüzünü çevirdi, sonra geri döndü ve bana “bir daha bu soruyu bana sormayın” dedi.

Niye soruyoruz biz Alevi misin Sünni misin diye?

Soruyoruz çünkü bizim kendi ön kabullerimiz var. Özellikle AK Parti döneminde her şeyin başına eklemeye başladık. Şii başbakan bilmem kim, Alevi devlet başkanı bilmem kim. Bu mezhepçi okuma gazeteleri de etkilemeye başladı. Şöyle düşünelim: Suriye ya da Irak’tan herhangi birisi Sünni Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dediği zaman ne kadar tuhaf gelir bize öyle değil mi? Sünni Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel mesela. Ya da CHP’nin Alevi Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu… Bu tuhaf değil mi? Kışkırtıcı ve ayrıştırıcı bir söylem. Bu nedenle, siz bunu Suriye için de yapamazsınız.

Irak da aslında benzer bir süreçten geçti fakat dünyayı küresel çapta etkilemedi. Neden Suriye’deki bu savaş tüm dünyayı etkiledi? Bunun tek sebebi IŞİD olamaz herhalde.
Hayır değil. Uluslararası stratejik konumlanmada Suriye çok özel bir yerde duruyor. Suriye soğuk savaş döneminden beri Rusya’nın müttefiki. Yani bir eksen farklılığı var. 1979’dan beri İran’ın müttefiki. Bu da sorun. Üç, İsrail’le teknik olarak savaş halinde bir ülke. Golan işgal altında. Bu başlı başına Suriye’nin şeytanlaştırılması açısından yeterli. İkincisi Suriye’nin kendi iç dinamiklerinin Orta Doğu’da birçok yerde uzantıları var. Hem aşiretsel, hem mezhepsel, hem de dinsel olarak. Yani Hristiyanların Beyrut’la, Şiilerin hem Lübnan, Irak ve İran’la, Alevilerin hakeza Türkiye’deki Arap Alevileriyle etkileşimi var. Başka bir şey Suriye’deki Hristiyanlar. İlk olaylar patlak verdiğinde en çarpıcı slogan “Aleviler mezara, Ermeniler Beyrut’a” idi. Suriye’nin kendi kadim Hristiyan topluluklarının yanı sıra Osmanlı’dan sürülen Ermeniler ve Süryanilerin Suriye’de hayat bulması önemli.  Rojava’da birçok yerleşimin temeli bizim kovduğumuz insanlar tarafından atıldı. Buralara Türkiye üzerinden bir müdahale olduğu zaman eski hatıralar yani tarih yeniden canlanıyor. Keseb mesela. Keseb’e Türkiye üzerinden gruplar sokuldu. Ne oldu? 1915’i Ermeniler yeniden yaşadı. Büyük bir travma! 100 yıl sonra yeniden aynı şey. Yani o insanlar için tarih tekerrür ediyor ve biz bunu böyle görmüyoruz. Ezidiler için Şengal’de tarih yine tekerrür etti.

Sizin bir cümleniz var kitapta, çok dramatik ve çarpıcı: “Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı” diyorsunuz. Gerçekten Türkiye Suriye’nin bu hale gelmesinde bu kadar ciddi bir rol mü oynadı?
Sadece Suriye değil Irak da affetmeyecek. Bir kere militan akışının % 70-80’i Türkiye üzerinden gerçekleşti. Suudi Arabistan ve Katar’ın finanse ettiği, CIA ve MİT’in organize ettiği silah akışının çoğu Türkiye’den gerçekleşiyor. Ürdün de var ama Türkiye hattı çok daha kritik. Uçaklarla Ankara ve İstanbul’a inen uçakların yükü TIR’larla sınırdan geçirildi. Bu akış 2012’de başladı ve hala sürüyor. Türkiye’nin Mare hattını koruma ve tampon bölge oluşturma telaşı da bu akışın korunmasıyla ilgilidir.
 
“Türkmenlere veriyorum” diyor. Nereye gittiği belli mi mühimmatların?

Sadece Türkmenler değil hepsine verdi. Bunlar Hatay’daki operasyon odası üzerinden dağıtıldı. Kimi az aldı, kimi çok aldı ama Türkiye muhalifleri besleme konusunda ‘adil’ hareket etti. Nusra, Ahrar, Tevhid Tugayı, Türkmen Tugayları vs... Başlangıçta IŞİD adı yoktu ama sonradan bu örgüte katılanlar da Nusra çatısı altındaydı, onlar da bu akıştan nasiplendi. Sonradan ABD’nin müdahalesiyle bazı örgütlerin üzeri çizildi.
 
Suriye’de Türkiye’yi ciddi anlamda suçlayan bir kesim var öyle mi?

Suriye’nin medeniyet havzalarını yerle bir ettiler. En önemli sanayi tesislerini yağmaladılar. Bunlar Ortadoğu’nun en büyük tesisleriydi. Suudi Arabistan üretmez, Katar üretmez, Birleşik Arap Emirlikleri üretmez, Irak üretemez halde. Sanayisini kurmuş, üreten bir ülke vardı, Suriye! Ve bu tesisleri tırlarla taşıdılar Türkiye’ye. Cilvegözü’nden ve Öncüpınar sınır kapısından taşıyıp sattılar. Suriyeliler bunu affeder mi? Affetmez…
 
Suriye dediğim zaman sizi en çok üzen şey ne?
Suriye benim gözümde şöyle bir ülkeydi: Baskıcı rejime rağmen bizden kaçan Ermeniler ve Süryaniler orada hayat buldu. Bizden kaçan Kürtler ayrımcılığa maruz kaldı, yabancı ve kayıtsız diye vatandaşlıktan mahrum bırakıldı ama en azından orada katledilmediler.  Muhalif olanlar bir şekilde zulüm gördü bu doğru. Ama azınlıklar için Suriye korunaklı bir alandı. Farklı din ve mezhepler bir arada yaşıyordu. Lazkiye’de, Halep’te ve özellikle Humus’ta Sünni, Alevi, Şii, Hristiyan iç içe. Bu kültürü fena halde örselediler. Bu insanı sarsan bir şey. Suriye kentlerinin çok önemli toplumsal ve kültürel dokusu var. Bizim Hatay, Mardin gibi. Bakın selefi cihatçıların elinde bu bölgeler ne hale geldi. Bu insanın içini parçalayan bir şey.
 
Peki Suriye değince sizi en çok ne öfkelendiriyor?

Mesela dünyanın en rezil sistemine sahip bir Suudi Arabistan’ın kendi bölgesel ve uluslararası hesapları için bu ülkeye demokrasi götürme kervanında baş finansör olması insanın ağırına gidiyor. Katar da öyle… Beğenmeyebilirsiniz ama Suriye’de iyi kötü parlamento, seçim sistemi, yargı mekanizması var. Kadınlar bu ülkede bazı Avrupa ülkelerinden daha önce seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Suriye kadınların gece saat ikiye üçe kadar sokaklarda tek başına dolaşabildiği bir ülkeydi. Bunları yok ettiler. Bizdeki gibi orada bir Ermeni ya da Kürt’ün aşağılandığını göremezsiniz. Burada bazı kesimlerde maalesef ‘Ermeni’ kelimesi bir hakaret, aşağılama sıfatı gibi kullanılıyor. Ama Suriye’de kimse bunu yapamaz. İşte bu ortak yaşam kültürünü ve ortak medeniyet havzasını hedef aldılar, benim en çok kahrolduğum şeylerden birisi budur.
SURİYE: YIKIL GİT, DİREN KAL, Fehim Taştekin, İletişim, 2015.

cakirserap@yahoo.com

Karnavalın Mizahı (Bulut YAVUZ)

Mizah denildiğinde, akla genel olarak modernizmle eşzamanlı olarak ortaya çıkan öznenin "öteki"ye karşı giriştiği değerden düşürme çabası gelir. Özne önce bir şeye yabancılaşır, sonra onu alay ederek ya da komik bir hale sokarak kendisini olumlar. Burada alay edilen nesneleşmiş ve alay eden ile bir karşıtlık ilişkisine girmiştir. Öznenin edimi onun yabancılaşmasını daha da derinleştirir. Karikatürler, politikacıların komik taklitleri, klişe cümlelerin içeriklerinin değiştirilmesi, mizahın günümüzde özne ve yabancılaştığı şeyler karşısında kendisini savunma girişimlerinin tipik örnekleridir. Bu, Baudrillard'ın ifadesiyle söylersek "öznel ironi"dir. Yabancılaşma evrenine ait bu düzende, komiğe ait bütün unsurlar mesafe, alay ve dışarıda tutma ile gerçekleştirilir.

Bahtin Rabelais ve Dünyası adlı eserinde tam da bu bakış açısını eleştirir. O mizahın halk kültürü, resmi ideoloji ve ikinci bir yaşam biçimi olarak örgütlenen karnaval coşkusunu temele alarak, "öznel ironi"nin dışında, kadim bir geleneğin, halk mizah geleneğinin, kutsal yüzünü açığa çıkarır. Rabelais'nin temele konulma nedenini ise Bahtin "Rabelais zordur. Ancak onun eseri, doğru anlaşıldığında, bu bin yıllık halk mizah kültürünün gelişimine geriye dönük bir ışık tutar; bu kültür onun eserlerinde en büyük edebi ifadesini bulmuştur" (s. 30) diyerek açıklayacaktır.

Türkçe'de Rabelais

Rabelais ve Dünyası'na değinmeden önce, üzüntüyle belirtilmesi gereken şey Rabelais'nin beş eserinden sadece ikisinin - Pantagruel ve Gargantua - Türkçe'de olmasıdır. Bunlardan da sadece Gargantua'nın Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve Vedat Günyol'un birlikte çevirdikleri versiyonu okunabilir. Çeviri her ne kadar iyi de olsa, İncil ve Tevrat'tan yapılan alıntıların çıkartılması gibi bir handikapı barındırmaktadır. Birsel Uzma tarafından yapılan çeviriler ise, Rabelais'nin dilinin çevirmen tarafından sansürlenmiş, hatta "yazar burada bayrağa seslenmiştir" haline getirilmiş eserin kötü bir taklidine dönüştürülmüş halinden başka bir şey değildir.

İki Dünyalılıktan Doğan Gülüş


Bahtin gülmenin paganik döneme ait tek dünyalı hali yerine, devletin ve sınıfların daha keskin olduğu ortaçağın iki dünyalı halini ele alır. Onun gözünde halk mizahı bu iki dünyalılık hali ile beraber derinleşmiş ve hayat ile yaşam arasındaki sınırda beliren karnaval kültürünü ortaya çıkarmıştır.
İki dünyalılık halinin bir yüzü, herkesin yerinin belli olduğu katı kast sistemi etrafında örgütlenen resmi bayramlar ya da törenlerdir. Burada her sınıf kendisine ayrılan bölgede görevini icra edip, resmi ideolojiyi tekrarlamaktan başka bir iş yapmamaktadır. Öte yandan karnavallar - ki Bahtin Ortaçağın özellikle büyük şehirlerinde senede üç aylık bir zaman diliminin ayrıldığını aktarır - yaşamın ters yüz edildiği ve devletin en ciddi temsilcilerinin bile dahil olduğu bir alandır.
Bahtin Ortaçağ gülüşünün bugünkü mizah ile karıştırılmamasını söyler bize, çünkü o dönemin gülme ile olan ilişkisi bugünkü halin aksine dönemin resmi ideolojisinin merkezi olan kiliseyi de kapsamaktadır, yani kilise de karnavallarda sokaktadır, halktır. Halk mizahının bir bölümü bizzat kilisedeki hücrelerden çıkar. Sözlü ve yazılı Latince parodileri kilise hücrelerindeki keşişlerin yazdığı bir dönemdir bu.  Parodia sacra (kutsal parodi) adıyla anılan bu parodiler, içerik olarak kutsal kitapların içeriğinden, onlarda yer alan figürlerden türetilir. Aynı zamanda latince gramer üzerine yapılan parodiler de mevcuttur. Kastların ortadan kalktığı bu karnaval alanlarında; karnaval geçit törenleri, pazar meydanı konuşmaları gibi teklifsiz ilişkilerin ortasında beliren gülüş bir gülen ve gülünen tarafından gerçekleştirilen ikili bir şeye değil, bir bulaşma haline, gülüşün kendisinin insanlara bulaştığı bir şeye tekabül etmektedir.

Grotesk ve Müphem

Rabelais ve Dünyası esas itibariyle iki kavram etrafına örülmüştür; grotesk gerçekçilik ve müphemlik. Bahtin halk mizah geleneğinin veçhelerini, hem Rabelais'nin eserlerini hem de gülmenin tarihsel bağlamlarını harmanlayarak sunar.

Grotesk gerçekçilikten ne anlamamız gerektiğinin örneğini Bahtin, Rabelais'nin Gargantua'sında, Gargantua'nın annesinin kulağından (akıl) doğması, ama aynı zamanda dışkı ve sidiğin ortasına doğmasında buluruz. Burada yüce sayılan akıl yeryüzüne indirilmiştir. Ayrıca Gargantua'nın Fransızca gırtlak ile olan bağı da burada dikkate değer olacaktır. Grotesk'ten anlamamız gereken geçit, başka bir evrene açılan delik burada dünyadan başka bir yere açılmamaktadır. Ayrıca Rabelais'nin İncil'dekine benzer bir soyağacına sahip devlerden oluşturduğu grotesk figürler ve grotesk dönemin makro kozmos mikro kozmos düşüncesinin içerilmesi (Pantagruel'in ağzının içinde başka bir evrenin olması), Bahtin'in neden Rabelais'yi halk mizah geleneğinin en büyük edebi temsilcisi olarak saydığının da bir göstergesidir.

Müphemlik ise, grotesk gerçeklik ile açılan alanda yapılan işin adı gibi bir şeydir burada. Hem Rabelais'ye ayrılmış hacimli incelemede hem de Ortaçağ halk mizah geleneğinin aktarılması esnasında, yücenin dünyaya düşürüldükten sonra kurban edilişi ve tekrar yaşam verilişine verilen addır müphemlik. Kitaptaki mizah kavrayışı; sövgüyü salt bir yerme değil yererken gönderdiği yerden tekrar diriltmeyi kapsar. Dünyaya düşen yücelik önce gülüşe ait şenlik sofrasında tüketilir, daha sonra yine aynı gülüş tarafından daha genç, daha gürbüz bir şekilde yeniden doğar. Akıl önce bel altı bölgeler tarafından dışkıyla özdeşleştirilir, daha sonra bok böceğinin yavrusunu pisliğe sarıp, denizde temizleyip ona hayat vermesi gibi hayat bulur.

Rabelais ve Dünyası "Ortaçağ karanlığı" klişesinden kurtulmak isteyen ve bunu romantisizmden uzak bir şekilde yapmak isteyen okurlar için eşsiz bir başvuru kaynağı olacaktır.

RABELAİS VE DÜNYASI, Mihail Bahtin, Çiçek Öztek, Ayrıntı Yayınları, 2005.


Bergson’dan Bir Saygı Duruşu (Barışcan DEMİR)

Bilindiği gibi Aristoteles’in Poietika’sı aslında biri tragedyayı, diğeriyse komedyayı incelemeye adanmış olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktaydı. Aristoteles’in komedyayı ve onun etkilerini işlediği düşünülen Poietika’nın bahsi geçen bu ikinci bölümü, onun külliyatının Ortaçağı sağ olarak atlatamamış kısımlarındandır. Bergson’un Gülme isimli eserini, tarihsel bir kopukluğu onarmak için girişilmiş bir saygı duruşu olarak okumalıyız. Sanki o, Aristoteles’in Ortaçağ geçmişinden koparılan kısmını bir yirminci yüzyıl parodisi ile örerek yeniden var etmekte, geleceğe taşımaktadır. Peki, bir çağ neden bir metni tarihten silmek ister? Hangi metnin varlığı bütün bir çağı korkutabilir? İşte bu kitapta Bergson’un ulaşmaya çalıştığı cevaplar bu sorulara dairdir.

Tekinsiz Gülünç

Her yapı gibi ortaçağın da kendi bünyesinde barındırmak istemediği şey, kendi sürekliliğine zarar verebilecek olan her tür sapkınlıktır. Komedyayı tarih sayfasından silmeye çalıştığına göre de, komedyanın içinde barınan bir tür sapkınlığın farkına varmış olmalıdır. Bergson kitabına, tam da komedyadaki bu sapkınlığın neliği üzerine düşünerek başlamaktadır. Ona göre gülünç olan yalnızca insana özgüdür: Örneğin bir manzara güzel veya görkemli olabilir fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir belki, fakat bu onda insani bir şey yakalandığındandır. Bununla paralel olarak gülme de yine insana özgü olandır, fakat gülmenin gülünç olandan farkı, onun yankılanmaya ihtiyaç duymasıdır. Gülünç olanın doğası kendi başına, yalnız ve yalıtılmış olmayı gerektirirken; gülmenin yalnız ve yalıtılmış halde gülünç olandan keyif alması mümkün değildir. Bergson’un sözleriyle “Gülme her zaman bir topluluğun gülmesidir.” Topluluk, bir kabul yapısıdır: Mevcut gerçekliğin ve tâbi olunan sürekliliğin kabulü yapıyı oluştururken, kabul edilmiş bu gerçekliği ve sürekliliği baltalayan her mekanik katılık, kabule tâbi olan biri için daima gülünç olarak adlandırılacaktır. Bir toplum için, Hobbes’un önerdiği gibi, önceden belirlenmiş alelade bir mutabakat yeterli değildir. Toplumun mutabakat sonrasında istediği şey, sürekliliği olan bir karşılıklı uyumun sonuna kadar korunmasıdır. Örneğin toplum için yalnızca hayatta kalmamız yeterli değildir, o aynı zamanda bizden “iyi” yaşamamızı da bekler ki, bu noktada aksi olan her durum sürekliliğe tâbi olan tarafından gülünç olarak adlandırılacaktır. Gülünç karakter toplum için bir tekinsizdir, çünkü o “toplumun eksenini oluşturan müşterek merkezden uzaklaşmak ve son noktada bir acayipliğe varmak eğiliminde olan bir faaliyetin muhtemel emaresidir.”

Gülmenin Dizgini
 
Toplumun tâbi olduğu gerçekliği ve sürekliliği sarsmanın emarelerini gösteren gülünç olana toplum somut bir ceza ile müdahale edemez, çünkü gülünç olan da onun sürekliliğine somut bir şekilde saldırmamaktadır Bergson’a göre. Toplumun bu konuda yapabildiği tek şey “gülme”dir. Gülme, yarattığı korkuyla acayiplikleri ve sıradışılıkları bastırır. Gülünç, başkalarıyla ilişki kurmaya aldırış etmeyen dalgın kişiyken, gülme onun bu dalgınlığını ıslah etmek, onu rüyasından uyandırmak için vardır. Bergson’un “Toplum içinde şekillenmiş her küçük topluluk böylece, belli belirsiz bir içgüdüyle, başka yerde edinilmiş ve değiştirilmesi gereken alışkanlıkların katılığını yontma ve ıslah etme usulleri icat eder… Gülmenin işlevi bu olmalıdır. Konu olan kişiyi daima bir parça küçük düşüren gülme hakikaten bir tür toplumsal hizaya sokma biçimidir.” sözleri, toplumsal aklın disipline etme art niyetini ya da bir kitle silahı olarak gülmenin doğasını deşifre etmektedir. İşte Ortaçağı korkutan şey de gülünç olanın ve gülmenin bu yönleriyle deşifre olmasıdır Bergson’a göre.

Mizahın İzleği
 
Komedyanın iki ana unsuru olan gülüncü ve gülmeyi üstteki gibi bir ikilikle, yani tekinsiz ve ıslah ile açıklar Bergson. Oluşturduğu bu ikiliği temele koyarak, Aristoteles’in Poietika’da kendi çağının tragedya yazarları üzerinden yaptığına benzer bir şekilde; yazınsal tarihi katetmektedir. Cervantes’ten Molière’e, Pascal’dan Mark Twain’e nicelerinin metinlerini didikleyen bu çalışma, güldürünün yasaları, gülünç olanın sahip olması gereken özellikler, hayal gücünün mantığının saf aklın mantığından farkları, tiyatro okuru ile tiyatro oyuncusu arasındaki farklar ve başka birçok konuya açıklamalar getirmektedir.
 
Gülme’de, hem Ortaçağın neden korktuğunun cevabını hem eksikliği tiyatro kuram bölümlerinde çokça hissedilen komedya üzerine nadir bulunur türden bir incelemeyi hem de sanat felsefesi için olmazsa olmaz basamaklardan birini bulabilirsiniz. Bu sözlerin ardından bize, metni oldukça başarılı bir şekilde Türkçeye aktarmış olan Devrim Çetinkasap’tan, Bergson’un geçmişe sıkışıp kalmış diğer kitaplarını da M.E.B. baskılarından kurtarıp geleceğe taşımasını dilemekten başka bir şey kalmıyor.

GÜLME, Henri Bergson, Çev. Devrim Çetinkasap, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.

Çin Üzerinde Kızıl Yıldız (Korkut BORATAV)

Bu kitabın yazarı Edgar Snow 1905’te Amerika’da, Kansas City’de doğdu. Missouri Üniversitesi’nin gazetecilik bölümünü bitirdi. 1928’de bir dünya gezisi yapmayı karar verdi. Ancak, Şanghay’dan öteye gitmedi; Çin’e yerleşti ve sonraki on üç yılını Çin’de geçirdi. Üniversiteden arkadaşı olan J.B. Powell’in çıkardığı China Weekly Review’da çalışmaya başladı. Zamanla Japon-Çin savaşını en yakından izleyen Batılı gazetecilerden biri olarak tanındı. Yencing (sonraki adıyla Beycing) Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri verdi.

Edgar Snow’un Çin’e yerleştiği dönem Guomindang ile Çin Komünist Partisi (ÇKP) arasındaki gerilimin arttığı yıllardır.  Beijing’deki sosyalist Amerikalılardan Agnes Smedley ve Dr. George Hatem’le tanışır. Marksizme ilgi duymaya başlar. Japonya’nın saldırısına karşı Çan Kayşek’in etkili bir direnmeden kaçınmasına karşı çıkan Japon-karşıtı hareketlerle temas kurar.

1936’da George Hatem’le birlikte gizlice ÇKP yönetimindeki Bao An’a gitti. Üç ay boyunca Mao, ÇKP ve Kızıl Ordu liderleriyle; askerlerle, halkla görüştü. Bu üç ayın ürünü, Beijing’e döndükten sonra kaleme alınan ve ilk baskısı 1937’de yapılan Çin Üzerinde Kızıl Yıldız oldu.

Çin Üzerinde Kızıl Yıldız, birkaç şeyi birden yapıyor: Bir kere üç ayı kapsayan renkli, heyecanlı bir seyahat ve anı kitabı ile karşılaşıyoruz. İkinci olarak, Çin devriminin ilk aşamalarının ve kritik bir dönüm noktasının strateji, taktik sorunları, devrimin liderlerinin perspektifinden (yazarın merceğinden de geçerek) okuyucuya aktarılıyor. Böylece, 20. yüzyılın ve günümüzün kaderini belirleyen büyük bir tarihsel dönüşümü, oluşum aşamalarında gözlüyoruz; sonraki gelişim doğrultularının kimi izlerini, belirtilerini keşfedebiliyoruz. Dahası, ete-kemiğe bürünmüş insan manzaralarını; başta Mao’yu, ÇKP liderlerini, çok sayıda “adsız kahraman”ı ve sıradan emekçi, asker Çinlileri izliyoruz. Okurlar, sanırım, anılar, biyografik öğeler, gazetecilik ile tarihçilik gibi farklı alanları birleştiren parlak bir yapıt ile karşılaştıklarını, ilk sayfadan itibaren fark edeceklerdir.
Sonraki baskılarda (ve bu çeviride) 1937’deki metin hemen hemen tamamen korunmuştur; kitabın sonlarına (güncelleştirme öğeleri içeren) bazı eklentiler yapmakla yetinilmiştir. Değişiklikler, kitabın önsözlerinde yazar tarafından açıklanıyor.

Edgar Snow, 1939’da yeniden “Kızıl Bölgeler”e (Yenan’a) gitti; Mao’yla tekrar görüştü. 1941’de ABD’ye döndü. Saturday Evening Post’un savaş muhabiri oldu. Savaşı Rusya’da, Çin’de izledi. Stalingrad savaşını birinci elden Amerikalı okurlara aktaran Batılı gazetecilerden biri oldu. Tarafsız haberciliği ısrarlı ve tutarlı bir anti-faşist konumla birleştirmeye çalıştı. Çin ile İkinci Dünya Savaşı (ve sonrası) üzerine dokuz kitap yazdı.

Siyasi tavırları nedeniyle McCarthy döneminde ABD’de gazetecilik yapması imkânsızlaşacaktı. FBI tarafından sorgulandı. Amerika’yı terk etmek zorunda kaldı. İsviçre’ye yerleşti.

Çin’le bağlarını sonuna kadar sürdürecek; bu ülkeye 1960, 1964, 1970’te yeniden gidecek; Mao Zedong ve Co Enlay ile tekrar görüşecekti. Son görüşmelerinde Mao ve Co, ABD’ye (Snow aracılığıyla ve örtülü bir üslupla) “Başkan Nixon’u bekleriz” mesajını ileteceklerdi. Nixon’un, uluslararası siyasetin akışını değiştirecek olan Beijing ziyareti iki yıl sonra gerçekleşecekti.
Edgar Snow, 1972’de pankreas kanserinden İsviçre’de öldü. Hastalığı öğrenen Co Enlay bir grup Çinli hekimi İsviçre’ye yollamıştı. Hekimlerden biri de 1936’da “Kızıl Bölgeler”e giderken Snow’a refakat etmiş olan, eski arkadaşı, Amerikalı doktor George Hatem idi.

Snow’un dostu George Hatem (sonraları Çinlilerin verdiği adla Ma Haydı), Çin Üzerinde Kızıl Yıldız’ın yazıldığı dönemde ÇKP’yi destekleyen; hatta zamanla “Kızıl Bölgeler”e yerleşerek devrimci harekete katkı yapan Batılı komünistlerden biriydi. ÇKP’ye üye yapılan ilk Batılı olduğu belirtilmektedir. Hatem, kendisi gibi doktor olan ve İspanya İç Harbi sırasında Cumhuriyetçilerin safında savaş hekimliği üzerinde uzmanlaşan Kanadalı komünist doktor Norman Bethune’un da 1938’de Yenan’a gelmesini ve çalışmasını sağlamıştı. İki yıl sonra yaralanarak Yenan’da ölen Kanadalı doktor için Mao’nun kaleme aldığı “Norman Bethune’un Anısına” başlıklı yazı ünlüdür.

Edgar Snow, Amerikalı dostları George Hatem, Agnes Smedley gibi, Norman Bethune ve (bir başka ünlü Çin dostu olan) Anna Louise Strong gibi hayatını komünizme, devrime adamış bir militan değildi. Ancak sağduyulu, ilerici, anti-faşist bir Çin dostu idi. Çin devriminin de sonuna kadar destekçisi oldu. 1944’te, yani Alman ve Japon faşizminin yenilgileri henüz ufukta görülmemişken; Batı dünyası da, ÇKP’nin “Doğu Kızıldır” marşını ciddiye almazken Çin Üzerinde Kızıl Yıldız’ın yeni baskısının önsözünde Edgar Snow şunları yazıyordu: “Bu kitapta sözü edilen kadın ve erkeklerin, uğrunda mücadele ettikleri ve pek çoğunun hayatlarını feda ettikleri hayat tarzının Çin’in dört bir yanında hâkim olmayacağını bugün bile kimse iddia edemez.” Bu uzak görüşlülüğünü, samimi olduğunu düşündüğüm bir alçak gönüllülük ile tamamlanıyor: Kitabının yazılmasına katkı yapan Çin devrimcilerine, yani, “kendileriyle birlikte yaşama ve bir süre kendimi onlardan biri sayma mutluluğuna eriştiğim yiğit kadın ve erkeklere” teşekkür ediyor.

Çin devrimcileri, Edgar Snow’u ölümünden sonra da (1936’daki gibi), “sen de bizlerden birisin” diye bağırlarına basıyorlar. İkiye bölünen küllerinin yarısını (kırk yıl önce ders verdiği) Beijing Üniversitesi bahçesine gömüyorlar. Üzerinde şu kitabe var: Edgar Snow’un Anısına: Çin Halkının Amerikalı Bir Dostu”…
ÇİN ÜZERİNDE KIZIL YILDIZ, Edgar Snow, Çev.: Enis Esmer, Yordam Kitap, 2015.

Kült Filmlerin Artık Kitapları Var (Rıza OYLUM)

Sinema yayıncılığı özellikle son birkaç yıldır oldukça zenginleşti. Dünya literatürünün birçok temel sinema kitabı artık Türkçe olarak yayınlanıyor. Bu dönem içinde yayınlanan sinema kitapları serilerinden biri, daha önce örneğine sık rastlanmayan bir deneme içeriyor.  Bir film üzerine bir yazarın yazdığı kapsamlı analizler. Bir filmden bir kitap çıkar mı? Bakmasını bilirsen kaldırımın altından okyanus çıkar.

Dünyanın önemli sinema merkezlerinden British Film Enstitüsü’nün ortaklığıyla hazırlanan seride; Yedi Samuray, Metropolis, Gözleri Tamamen Kapalı, Baba, Esaretin Bedeli, Ucuz Roman, Saklı ve Ruhların Kaçışı filmlerini analiz eden 8 kitap var.  Seride; filmlerin çekim aşamaları, hikâyeleri, izleyiciler üzerindeki etkileri ve özellikleri en ince ayrıntılarıyla masaya yatırılıyor.

Yedi Samuray: Keskin Kılıçlar Sahnede

Yedi Samuray kitabının yazarı Joan Mellen’in  Japon sineması üstüne başka kitapları da mevcut. Latin Amerika ve sinema sanatı  üstüne toplamda 22 kitabı olan Temple Üniversitesi’nde profesör olan Mellen’in oldukça akıcı bir dil kullanmış. Akira Kurosawa’nın Yedi Samuray’ında 16. yüzyıl Japonya'sında düzenli bir şekilde silahlı eski samurayların saldırısına uğrayan ve ürünleri yağmalanan fakir bir köy ahalisi,   efendisiz kalmış bir samuraydan yardım ister.  O da kendisi gibi işsiz olan 6 samuray ile birlikte silah bile satın alamayacak kadar fakir olan bu köylülere karın tokluğuna kendilerini savunmasını öğretir ve hep birlikte haydutlarla kıyasıya bir savaşa girerler. Bu basit öykülü film, yalnızca Japon sinemasının en ünlü yapıtı değil, aynı zamanda dünya sinemasının da başyapıtlarından biri oldu. Yazar film üzerinden oldukça kapsayıcı bir analize girip sınıf çatışmaları, samuray ruhu, kadın erkek ilişkileri, şehirleşme ve modernizme yönelik yönetmenin yaklaşımlarını gün yüzüne çıkarıyor. Yedi Samuray üstüne yapılan farklı analizleri de masaya yatırıyor.

Gözleri Tamamen Kapalı: İmgelerin İzinden

Gözleri Tamamen Kapalı filminin analiz edildiği kitap, Sorbonne’da çalışan Fransız araştırmacı Michel Chion’a teslim edilmiş. Stanley Kubrick’in son filmi olan yapım, vizyona girdiğinde büyük tartışmalar yaratmıştı. İçininde barındırdığı gizem unsurları hâlâ analiz edilmeyi sürdürülen film üstüne yazar, filmi sahne sahne ele alırken öykünün bütünlüğünü de gözden kaçırmıyor. Toplumsal statü, elitizim, cinsel arzular ve gerçeklik kavramının filmdeki seyrini başarılı ve kapsayıcı bir derinlikle analiz ediyor.

Ucuz Roman: Tarantino’nun Mabedine Giriş Bileti

Tarantino’un kült mertebesini fazlasıyla hak eden filmi Ucuz Roman’ı, California Üniversitesi’nde Film Çalışmaları bölümünde profesör olan Dana Polan kaleme almış. Yazar Ucuz Roman üzerinden Tarantino’nun kodlarını deşifre ediyor ve bu sırlarla dolu mabede okuyucular için adeta bir giriş bileti kesiyor.

“Tarantino, filmlerini o kadar çok kültürel sırla dolduruyor ki ancak ve sadece onun gibi bir bağımlı bütün göndermeleri anlayabilir. Yine de ne kadar çok anlarsanız o kadar cool oluyorsunuz. Tarantino filmleri bir tarikata girişte yapılan kabul ritüellerinden farksız.”

Yazar,  alışılmışın aksine, kitabı bölümlere ayırmamış.  Başlanıldığında bir solukta okunabilecek uzun bir inceleme yazısı niteliğinde olan kitap, filmden fotoğraflarla, yönetmenlerden, ünlülerden sözler ve film replikleriyle okuyucuya keyifli bir okuma vaat ediyor.

Metropolis: Uzlaşmaz Sınıfların Distopyası

Thomas Elsaesser’in yazdığı Metropolis incelemesi gerçek bir bilgi deposu. Filmde işçiler yerin altında çalışıp yine yerin altında kendileri için oluşturulmuş işçi gettolarında yaşarlar. Yerin üstünde ise işçilerin bu üretimden edindikleri kazanımları keyifle harcayan zenginler sınıfı yaşamlarını sürdürüyordur. Metropolis ismindeki bu şehrin efendisi Joh Federsen’in oğlu Freder, ansızın karşısına çıkan Maria’yı ararken haberdar olmadığı yeni bir dünya keşfetmiştir: İşçilerin dünyası. Sonunda Maria’ı bu dünya içinde bulur. Maria işçilerin manevi önderi konumundadır. Maria’nın işçilere olan önermesi filmin de temel dayanağıdır. “Beyin ile el arasındaki aracı yürek olmalıdır”

Gelecek zamanda geçen Metropolis’i, kült mertebesine taşıyan oldukça fazla özelliği söz konusudur. Son derece zengin olan yaptığı göndermelere onu farklı katmanlarda yorumlanan, sürekli tartışılan, her kesimin farklı yorumladığı bir film haline getirmiştir. Hıristiyanlık, Yunan mitolojisi, mimari, sanayi, üretim ilişkileri, gibi farklı konu bütünlerine yaptığı göndermeler ve yaklaşımlar filmin zenginliklerinden bazılarıdır.

Filmin ortaya çıkma hikâyesi ve tarih boyunca başına gelenler de en az filmin kendisi kadar çeşitlidir. Yazar filmin bütün yönlerini, yaptığı etkileri ve film üstüne yapılan tartışmaları oldukça kapsamlı ve bir o kadar da akıcı bir üslupla kaleme almış.  Sanılanın aksine Nazi döneminde de filmin sahiplenilmediğini örneklerle ortaya koymuş. Zira film hiçbir kesimi memnun etmemiştir.

Esaretin Bedeli: Sinemanın En Sevileni

Geniş bir hayran kitlesine sahip Esaretin Bedeli filminin kitabını Mark Kermode yazmış. Filmin ortaya çıkma hikâyesini ve arka planını gün yüzüne çıkaran yazar, filmin yönetmeni Frank Darabont ve başrol oyuncuları Tim Robbins ve Morgan Freeman’ın pek çok yorumunu da bir araya getirmiş. Yazar filmin bu denli sevilmesinin altında yatan nedenleri ortaya çıkarmaya çalışmış.

Saklı: Haneke’nin İzinde

Michael Haneke’nin Fransa’da çektiği filmlerden biri olan Saklı, usta yönetmenin her zamanki katmanlı ve sert anlatımından izler taşıyordu. Catherine Wheatley, Haneke’nin sinema anlayışının temel dayanakları olan yabancılaşma ve burjuva toplum yapısı eleştirisinin izlerini sürerken; çoğulcu bir okumayla filmin bütün sahnelerinin analiz ediyor. Fransa’nın sömürgeciliği, gerçeklik, medya-toplum ilişkisi gibi temalar yazarın film üzerinden çıkarımda bulunduklarından bazıları. Haneke’nin katmanlı dünyasını keşfetmek için kılavuz çalışmalardan biri olmuş kitap.

Ruhların Kaçışı: Japon Mitolojisine Yolculuk

Oscar dâhil çok sayıda ödül kazanan Ruhların Kaçışı, anime türünün en meşhur çalışması. Hayao Miyazaki’nin ruhların dinlenme tesisinde mahsur kalan Chihiro’nun başından geçenleri resmettiği çalışma, masalsı anlatımıyla büyük bir izleyici kitlesi edinmişti. Andrew Osmond kitabında; Japon mitolojisi, tüketim toplumu ve 2. Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunun yaşadıkları dönüşümlerin Ruhların Kaçışı’ndaki izlerini takip ediyor.

Baba: Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak

Francis Ford Coppola'nın Baba filmi çekildiği yetmişlerin başından itibaren, sinema anlayışını değiştiren, her coğrafyada fanatikler edinen ilk filmlerden biriydi. Yapım, estetikten ödün vermeden inanılmaz bir ticari başarı yakalamıştı. Yönetmen, Mario Puzo’nun romanını görsel bir hazineye dönüştürürken, sinema tarihine de unutulmaz bir imza atmıştı.

Jon Lewis’in kaleme aldığı kitap; kamera arkasını keşfetmek, filmin kurgu sürecinde olan bitenden haberdar olmak, Coppola ile Paramount yöneticileri arasındaki gerilim ve filmde gözden kaçan ayrıntıları öğrenmek için kaçırılmaz bir fırsat sunuyor.
YEDİ SAMURAY, Joan Mellen, Çev.: Pınar Ercan, Alfa Kitap, 2015.
METROPOLİS, Thomas Elsaesser,Çev.: Kemal Atakay,  Alfa Kitap, 2014.
GÖZLERİ TAMAMEN KAPALI, Michel Chion, Çev.: Merve Erol, Alfa Kitap,2014.
BABA, Jon Lewis, Çev.: Kemal Atakay, Alfa Kitap, 2014.
ESARETİN BEDELİ, Mark Kermode, Çev.: Hakkı Doğan Dalay,  Alfa Kitap, 2014.
UCUZ ROMAN, Dana Polan, Çev. Barış Gönülşen, Alfa Kitap, 2014.
SAKLI, Catherine Wheatley, Çev.: Süha Sertabipoğlu, Alfa Kitap, 2010.
RUHLARIN KAÇIŞI, Andrew Osmond, Çev.: Hakkı Doğan Dalay, Alfa Kitap, 2014.

Zamanın Eli (Kübra YÜZÜNCÜYIL)

Aylardan Temmuz, ablamın randevusu var. Doğurmak için randevulaşmış doktorla. Şu saatte alacak beni, şu saatte yanınıza gelmiş olurum diye konuşuyor. Karnına dokunuyorum, avcumun sıcaklığıyla uyanıyor cuncacık. Çok uzun bir yoldan gelecek diyorum, çok uzun bir yol varmış gibi elimin altında.

Hastane sabahı anneannem geliyor Nallıhan’dan. Nerde bizim sakız patlağı diyor. Hani gelmedi mi daha? O sırada hemşire giriyor içeri. Vakit geldi diyor, götürelim hastayı.

Hastayı? Babamı da beyin ameliyatından önce böyle götürmüşlerdi. Sonra o toprak oldu, ben toprağın kızı. Gülümsüyorum, öpüyorum ablamı ama ne mene.

Doğum, ölümün maymun ikizi.

Hele biz de gelelim kapıya kadar, varalım önüne bekleyelim kızımızı. Yok diyor hemşire, fazla kalabalığa gerek yok.

Bekleyiş. Pencereden süzülen ışıklar oynaşıyor hastane odasında; ayakta bekleyenlerin gölgesine sızıp volta atanların acelesine bürünüyor, yerden tavana zıplayıp gözbebeğine düşüyor anneannemin, keskin bir yeşili açmakla uğraşıyor orada.

Ne oldu? diyorum, yanaklarından öperek. Ne bu surat Melahat Hanım? Anlatmaya başlıyor Üzüldüm kızım üzülmem mi. Eskiden ebeler vardı bizim köyde. Valla tüm kadınlar biz hep birlik olurduk. Biri dizine oturtunca diğeri önüne geçer, ıkındın sıkıldın deyivermeden geliverirdi çocuk. Ben mesela senin ananı öylece donuma doğurduydum. Sonunu aldılar, yıkadılar mis gibi kucağıma verdiler ananı. Kalabalık yapmayınmış, bizim zamanımızda böyle değildi… İçini döktükçe altın küpeleri sallanıyor, yuvarlanıyor ışık oyunları kulaklarında.

Aniden hatırlıyorum kitabı. Bir fısıltı gibi dolanıyor aklımda :‘Elleri Tılsımlı’.

Mağdurun sesini iletebildiği her monografi modern bilgi kavramını derinden sarsar. “Elleri Tılsımlı” işte tam da bu noktadan hareketle,  kadın tarihi ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının görmezden geldiği bir noktayı deşiyor. Modernleşme yasalarıyla özne konumundan itilip marjinalleşen, dahası bu hakim kodu içselleştiren, içselleştirdiği ölçüde de kendini konuşmaya ve dinlenmeye layık görmeyen ebelerin sesine kulak veriyor.

Bir genelleme olarak ebelerin sohbete giriş cümlesi: ‘Ne bileyim ben kızım, ne anlatayım.’
Ebelerin tarih sahnesinde değişen kültürel temsillerini, toplumsal imajlarını ve onları yaşlı şifacılardan pis acuzelere dönüştüren simgesel şiddet mekanizmalarını ortaya çıkarıyor Gökçen Beyinli. Konuşamayanı konuşturmayı bir tür akademik hırs ve nostalji meselesi haline getirmeyen ve bulgularından abartılı folklorik anlamlar çıkarmayan bu inceleme, Türkiye’de modernleşme tartışmaları için kuşkusuz yeni bir ses.

Yazar, Ayizi Yayınları’ndan çıkan kitabını birbiriyle dirsek teması haline olan iki ana bölüm üzerinden kuruyor. İlk bölümde 1842 Türkiye’sinden günümüze doğumun medikalleşme sürecini anlatırken, modern tıp sözlüğünün erkek egemen kodlarını çözüyor. Kadının doğumla temas etme biçiminin modern nüfus politikalarıyla birlikte neye evrildiğini, başka bir deyişle, Türk ulusunun askeri, politik ve ekonomik gücünü arttıracak bir araç haline nasıl geldiğini açıklıyor.

“Sırt üstü yatar doğum pozisyonu, doğum alanında erkek egemenliğin yaygınlaşmasıyla yakından ilişkilidir çünkü bu pozisyonda doğuran kadın ve doğurtan kişi arasında bir hiyerarşi oluşur. Doğuran kadın eskiden doğuma kadarki sancılı süreçte hareket ederken, pasif olarak yatakta sırtüstü yatan ve doğurtan kişinin talimatlarına uyması gereken, yardıma muhtaç bir ‘hasta’ya dönüşmüştür.”

İkinci bölüme geçtiğimizde sorgulanan temel mesele kadının bir ebe olarak kamusal alandaki kimlik inşa süreci oluyor. Doğum, tıbbi tahakküm altına girmeden önce ülkemizde kimler, neden ve nasıl ebe olmuştu diye soruyor bu kez Beyinli. Ebelerin kendi meslek bilgilerini ‘el vererek’ kuşaklar arası aktarması ve bu yolla sıkı bir kadın dayanışması oluşturmasına, bu dayanışmanın kadınların toplumsal görünürlüğünü arttırmada oynadığı roller gibi tartışmalara yer verdiği bu bölümde unutulmaya yüz tutmuş özgün bir kültürel belleği canlandırıyor.

Odadaki sessizliği katlayan pembe kıyısıyla parmaklarının, birbirine yaslanmış ince tırnakları ve köpüklü şeffaf ağzıyla küçücük bir kız getiriyorlar içeri. Annesi gözlerini açtığında buraya getirirler, doğru emzirme pozisyonlarını göstermek için tekrar geleceğim diyor hemşire. Maşallah pek güzel bir bebek, Allah bağışlasın.

Öne doğru uzatıyor dudaklarını, bir taşımlık süt kendini çoğaltacak kaynağı arıyor. Gözlerini açıyor, bir kedi esniyor güneşe doğru. Zamanın eli değecek sana diyor Melahat Hanım, korkma emi. Küçük ışıklar ince tüylerinden öteye geçiyor, başlıyor dönmeye dünya.

Bir Psikiyatrist İle Konuştum (Celal Odağ ile Söyleşi: Feride Cihan GÖKTAN)

Celal  Odağ ismini psikoloji ve psikiyatri çevrelerinden bilmeyen yoktur diye düşünüyorum  karşımdaki  yaşını başını almış bütün olgunluğu ve bilgeliği ile oturan beyefendiyle konuşurken. Celal Bey bir ruh arkeoloğu. Yıllar boyunca ruhların karanlık ve ulaşılamaz derinliklerinde kazılar yapmış ve birçok şeyi açığa çıkarıp tartışmaya açmış ve halen ekibi ile birlikte çalışmalarına,  kazılarına devam ediyor. Ruhsal gelişim ve kişilik üzerine kitapları, seminerleri ve makaleleri var. En büyük eseri de yeni psikoterapistler yetiştirmek amacıyla 1994 yılında İzmir /Buca’da kurduğu Odağ Psikanaliz Psikoterapi Eğitim Derneği.
   
Celal Bey ile "Sanat ve Analiz" isimli kitabı üzerine konuştuk. İnsan ruhunun gizlerini konuşmak haliyle çok heyecanlı bir konu. Bu heyecanlı konuya Celal Hoca'nın insan sevgisi ile dolu kocaman yüreğinin atışları da karışınca, bu konuştuklarımızı yazmadan olmaz dedi  içimdeki ses. İşte bu nedenle oturdum ve yazdım konuştuklarımızı.
   
Bir psikiyatrist ile konuşmaya nerden başlamalı diye düşünürken en iyi başlangıç noktasının bilinçdışı kavramı olduğunu hatırladım. Bilinçdışı... Hepimizin tüm yaşamını etkileyen ama farkına varmadığımız benliğimizin o en derinlerindeki gizemli dünyamız. Freud tarafından bilinçdışı kavramının ortaya atılması ile başlamış ruhsal ve düşünsel çözümlemeler. Psikiyatristler bizim farkında olmadığımız ama aslında bizi biz yapan bilinç dışımızı gözetliyorlar, bozuk ve hasta olan parçalarını tedavi ediyorlar veya değiştirmeye çalışıyorlar. Onlar bilinçdışı uzmanları bir anlamda…
   
Feride Cihan Göktan:  Sayın Hocam, kitabınızda sanatın bilinçdışının bir ürünü olduğunu yazmışsınız. Size göre insanoğlu  sanatı bilinç dışı sayesinde üretiyor. Hepimizin bir bilinç dışı olduğuna göre neden herkes sanatçı olamıyor?
   
Celal Odağ: Evet, herkesin kendine göre kendiyle birlikte var olan bir bilinçdışı var tabii ki… Bu sayede hepimizin kendine uygun birbirinden farklı bir dünya algısı var diyebilirim. Uykularımızda, hayallerimizde ve çoğu kere gerçek dünya ile ilişkimizde bu bilinçdışı alanımız derinliklerden yüzeye doğru çıkıyor. Hepimiz bilinçdışının şekillendirdiği eylemlerle gerçek dünya ile bağlantı kuruyoruz.  Ancak sanatı üreten kişi,  bilinçdışı tasarımları ve içinde yarattığı semboller aracılığı ile çevreyle  bağlantı kurarak kendine uyacak şekilde şekillendirir. Sanatçı bilinçdışının derinliklerinden çıkardıklarını estetize ederek gerçek hayatın içine yerleştirir.
   
Yaratıcılık  ve  Yaratı nedir ? Yaratıcılığı arttırmak için ne yapmalı?
   
Bu özel bir dürtüdür. Herkeste olmaz. bazılarında az olabilir bazılarında çok. Bir konuyu düşünürken aklınıza gelenden özgün bir şey ortaya çıkarmaktır. En ilginç olan şudur ki, genelde insan ruhu incindiğinde veya yaralandığında bunun tedavi evresidir yaratı. Yaratı ile iyileşir insan.
           
Yaratıcılığı artırmak için  ruhu beslemeli, çeşitli  hayatları deneyimlemeli ve  tabii ki çok  okumalı .

   
Sizler yani psikiyatristler  bir insanın bilinçdışını nasıl anlarsınız peki?
   
Serbest çağrışım yoluyla. Aklınızdan ne geçiyorsa anlatın deriz kişiye. Bu iç dünyanın dile gelmesidir. İşte terapistin görevi bu kişinin en içeriden gelen rasgele sözcüklerden bir anlam üretmesidir. Biraz önce bahsettiğimiz sanatkârda aynı şeyi yapıyor. Bilinçdışından aldıklarını bütünleştiriyorlar.Sanatkâr bunu pek farkına varmadan yapıyor ama analist psikiyatr çok uzun eğitimlerden geçerek ve buna sanatçı yeteneğini de katarak yapıyor.  Psikiyatr  ile sanatçı birbirine benzer aslında.

Türkiye’de ruhsal hastalıkların tedavilerini nasıl buluyorsunuz? Başarılı denebilir mi?
   
Türkiye’de ruhsal hastalıkları anlama konusunda korkunç bir merak var. Bu konuda yaygın bir eğitim var. Ancak hakkıyla ve gerçek bir eğitim veren yer çok az. Üstelik son yıllarda iki üç psikoloji kitabı okuyan eğitimsiz ve deneyimsiz insanlar  eğitim koçu , NLP uzmanı gibi isimlerle özellikle gençlere güya ruhsal danışmanlık yapıyorlar. Bu çok tehlikeli haliyle… Ergenlik dönemi denen içinde coşkuyu, yaratıyı, isyankârlığı, çatışmaları barındıran o muamma dönemi eğitimsiz veya az eğitimli bir insan nasıl bilecek? Bir takım şablonlarla  bu dipsiz bucaksız konular çözülebilir mi? Türkiye’de bu işler çok denetimsiz yani…

Sizin ana konularınızdan biri de estetik.Sizce estetik nedir?

Estetik güzelliğin ötesinde bir ahenktir. Bu ahenkte zarafetin, yaratıcılığın ve sevginin toplamı mevcuttur. Kısaca fiziksel güzelliğe sevgi ile derinlik katılması gerekir. Ancak bugüne kadar estetik kavramında sevgi hiç yer almadı. Oysa sevginin katılmadığı estetik ve güzellik  çok yüzeyel  bir kavramdır bana göre.Sonuçta güzellik ve estetik bir ölçüdür. Bu ölçüye derinlik kazandıran şey sevgidir.

Dünyada sevgi kayboldukça estetik ve güzellikte kaybolacak  bu söylediğinize göre.
O kadar pesimist olmak istemiyorum ama bu dediğiniz teorik  olarak doğru...

Sizin  narsizm tanımlamanız nedir? Sen kimsin diye başlayan  konuşmalara tanık oluyoruz. Nedir bunun altında yatan nedenler ? 

İnsanın kendini beğenmesi , değerli bulması makul ölçülerde bir gereksinimdir. Ancak bu kişi kendisinden başkalarını çok aşağılık ve değersiz  görüyorsa ve sürekli başkaları ile ilişkisinde sen kimsin, sen kendini ne sanıyorsun cümleleri ile konuşuyorsa  burada patolojik bir kendini beğenmişlik vardır ve  hasta bir ruhun ifadesidir. 
   
Sohbetimizin sonuna doğru  geliyorduk. Bu kadar keyifli bir sohbet her türlü zamanı  çabucacık tüketir gibime geliyor. Celal Hoca'nın etkilendiği yazarlardan birinin  Yaşar Kemal  olduğunu  bildiğimden  büyük yazardan konuşarak  bitirelim istedim. Ben Yaşar Kemal der demez keyifli  sohbetimize kocaman bir ateş düşmüştü sanki. Odadaki bütün eşyalar, masa bile heyecanlanmış gibi geldi bana. Celal Hoca, Yaşar Kemal'le nasıl tanıştığını anlatırken  yıllar öncesine gitmiş ve o anı, onunla tanıştığı anı bulup getirmişti sanki. Biliyor musun dedi, o kocaman heybetli ve muhteşem adamdan korktum ben. Oysa bütün mütevazılığı ve samimiyetiyle düzenlediğim her kongreye seve seve  geleceğini söylemişti. Ama ben çok korkmuştum ondan. Hiç bir toplantıya çağıramadım bu nedenle, dedi. Ben ısrarla neden korktuğunu sordum. Cevap duyabileceğim en ilginç cevaplardan biriydi:  "İç dünyamın içini gördü gibi hissettim. O büyük yazarlarda olan en derine nüfuz etme hali...  Anadolu'yu, Çukurova'yı  en incelikli, en detaylarıyla  anlatan bu derinlerde  gezen adamın benim de bilinçaltımı ele geçirdiğini hissettim karşılaştığımızda. Korkumun sebebi bu olabilir."

 "Sanat ve Analiz" kitabınızda ayrıca Sait Faik, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Kafka gibi büyük yazarları ve eserlerini psikolojik ve psikopatolojik açıdan değerlendiriyorsunuz. Mesela Ressam Eduard Mucch'un "Çığlık" isimli tablosu örselenmenin resmidir diye bir başlık var kitapta. Okunacak öğrenecek ne kadar çok şey var.

Sohbet için teşekkürler                                                                                                                                   
                                                                        
SANAT VE ANALİZ, Doç. Dr. CelalOdağ, Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Eğitim Hizmetleri
Org. Ltd.Şti.Yayınlar, 2013.

http://izmirodag.com/

Bahar Coşkusu (Göksu UĞURLU)

“Arap Baharı” olarak adlandırılan ve 2010 sonrasında Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nde önemli toplumsal dönüşümlerin başlangıcını oluşturan eylemler zinciri hakkında farklı yaklaşımlardan çok sayıda yazı kaleme alındı. Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar ile başlayan sürecin ilerleyen aşamalarında sanırız ki bölgedeki –sonradan “devrik” ön ekini alacak olan- liderler ve çevreleri haricinde herkes olumlu ve destekleyici görüşlere sahipti. Örneğin “Batı”da Bahar (özelde Tahrir Meydanı) hem devlet görevlilerinin söylemlerinde hem de kitlelerin eylemlerinde coşkuyla karşılanmış, hatta Avrupa ve ABD’de sistem karşıtı gösterilere ilham kaynağı olmuş ya da en azından bu gösterilerin selamını almıştı.

Bahsi geçen coşkuyu kuramsal alana taşıma çabasının somutlaştığı bir eserin, Arap Baharı: Postkolonyalizmin Sonu’nun yazarı Hamid Dabaşi, Arap Baharı’nın Batı ve postkolonyal siyaset tarzını yıktığını, hatta ona dayalı devrim düşüncesinin de dönüştürüldüğünü ileri sürüyor. Düşünür, kitabı “Arap Baharı’nın sarsıcı açımlanmasına bütünüyle kaptırmışken” yazdığını belirtiyor ve ekliyor: “Bir devrimin açımlanmasını izlemek bir çocuğun doğumuna tanık olmaya benziyor.” (319)

“Bilgi rejimi”nin yıkılışı

Dabaşi, Arap Baharı’nın siyasi anlamdaki dönüştürücü etkisi kadar sistematik bilgi üretimi anlamında da çok önemli bir değişime yol açtığını ve eski “bilgi rejimi (regime du savoir)”ni yıktığını iddia ediyor. Yazarın sözleriyle, “[b]u devrimler Batı’yı taklit eden bir siyasetten doğmuyor. Batının bir adım ötesine geçiyor. Bu bakımdan söz konusu devrimler, kavramsal olarak dünya çapındaki regime du savoir için olduğu kadar mevcut siyasal düzen için de rahatsızlık verici.” (15)

Düşünür için, tam da bu nedenle bizlere düşen Arap Baharı’nın açtığı yolu iyi değerlendirip buna dayalı yeni kavramların ve düşünce sisteminin oluşması yolunda çaba sarfetmek. Zira, “[a]yaklanmaları özenle irdeleme ve kendi bilgisini yaratmasını sağlama ödevi, devrimlerin kendisi kadar elzem bir iş.” (325) Bildiğimiz her şeyi unutturan bir hareket karşısında Dabaşi’nin gerçekleştirmeye çalıştığı şey bu yolda bir ilk girişimde bulunmak şeklinde görülebilir. Ancak bu girişim daha çok yeni durumun açıklanması, analiz edilmesi ve yeni devrimci sürecin bütünleştirici unsuru olması için gerçekleştirilecek çalışmalara bir çağrı şeklinde kurgulanmış gibi görünüyor.

“Bize miras kalan bilgi üretim rejimi”nin yıkılmasının zaman alacağını, ama Arap Baharı’nın olmuş bitmiş bir devrimden farklı olarak “kendi öncü fikirlerini, kavramlarını, eğretilemelerini ve mecazlarını doğuracak” (328) bir şekilde açımlanmaya devam eden “ucu açık” bir devrim olduğunu ve bize bu imkanı sağladığını düşünüyor.

Devrimin “ucu açık” niteliği

Yazara göre, “Arap dünyasında cereyan eden devrimler için, iktidarın kapısını çalmak ama tiranların kapısından içeri dalmamak mecazı düşünülebilecek en iyi mecazlardan biri olsa gerek.” (145) Bir başka deyişle “devrimler” eskisinin yerine geçecek yeni bir iktidar kurmaktansa alışılagelmiş siyaset kalıplarına bir karşı çıkışı tercih ediyor. İktidar karşısında kamusal olanın savunusu şeklinde beliriyor ve böylece tamamlanmamış olarak, ucu açık şekilde kalıyor. Bundan sonraki her iktidar “devrimler”in oluşturduğu söz konusu yeni durumu göz önünde bulundurmak mecburiyetinde…

Arap Baharı’nı oluşturan “devrimler”in Batılı güçler ile çatışmalı gibi görünse de onlarla aynı tarafta olan karşı-devrimci güçler tarafından çalınma çabalarının da farkında olan Dabaşi, karşı devrimcilerin bunu başaramayacaklarına olan inancını vurguluyor. “Devrimler”in ucu açık niteliği, onların geçmiş siyasi kalıpların ve ideolojilerin sonunu getirerek bilgi rejimini yıkmalarından dolayı geçmişe dönüş imkanını da ortadan kaldırıyor. Artık devrimin açımlanma sürecine şahitlik etmeye başlıyoruz. Yeni kavramlar, yeni siyaset tarzlarıyla… Düşünürün sözleriyle: “Arap Baharı, menzile varmak değil, beraat etmek demek... Postkolonyalizmin sonu olmasından kastım da bu: Arap Baharı bir ideolojiler dizisinin nihai olarak tamamına ermesi değil, tüm ideolojilerin tükenmesi, tümünden nihai olarak kurtulunması...” (338)

“Hareketin Kendisine Sevdalanmak”

Türkiye’de de Arap Baharı sürecinde ve hatta sonrasında Dabaşi’nin yaklaşımına benzer tutumlarla karşılaştık. Çoğunlukla bu tutum kendini “hareketin kendisine sevdalanmak” şeklinde açığa vurdu. Bir başka deyişle önemli olan “iktidara karşı” bir hareketin olmasıydı; yönü, yönelimi, etkileri ikinci plandaydı. Dabaşi kadar ileri gidip devrim olmayan bir şeye devrim diyebilmek için kavramın kendisini değiştirme noktasına (28) varıp varmadıklarını bilmiyoruz ancak anılan tutum da nesnel koşulların ve toplumsal ilişkilerin gerçekliğine ulaşacak bilimsel üretimden gittikçe uzaklaştı.

Arap Baharı dâhil olmak üzere mevcut koşullara karşı çıkışın, farklı bir ifadeyle “reaksiyoner tavır”ın önemi yadsınamaz. Arap Baharı birçok yönden Haziran Direnişi’nden çok farklı etkiler doğurmuş olsa da ikisi de bize dünyayı değiştirme yolunda karşı-hegemonyanın kurulma olanaklarını hatırlattı. Bununla birlikte Arap Baharı, Haziran’dan farklı olarak mevcut iktidarın yönetimden kovulması sürecine öncülük etti. Ancak bu sürecin etkileri bakımından belki de en önemli nokta, yeni bir ülke/dünya için gerekli güçten ve hegemonik konumdan mahrum bir sınıf hareketinin yokluğunda, reaksiyoner hareketin iktidar talebi ve onu ele geçirecek gücü de yoksa amaçlanandan çok farklı etkiler doğurabileceğini gözler önüne sermesidir. Görünüşteki nedenler kadar sonuçlar ve etkilerin de açıklanması sosyal bilimlerin asli görevidir. Böylece görünenin arkasındaki farklı nedenler de ortaya çıkabilecektir. Gerçekliği Dabaşi’nin yaptığı gibi olmasını arzu ettiğimiz şekilde göstermek nedenler ve etkilerin gizlenmesine yol açacaktır. Bunun yerine olguları bilimsel inceleme çerçevesinde ele alarak içerisindeki olanakları ve müdahale biçimlerini tartışmak gerekir.



ARAP BAHARI: POSTKOLONYALİZMİN SONU, Hamid Dabaşi, Çev.: Aslı T. Esen, Sümer, 2015.

Sorulara Dikkat Kesilmek (Hüseyin ETİL)

Türkiye’de entelektüel alan, ister üretim ister tüketim parametrelerine bakılsın, genel kanaatin aksine giderek canlanıyor ve “kitap”, “okuma”, “yazma” gibi sembolik ürünler ve pratikler gün geçtikçe kitleselleşiyor. Kitlenin kültürlendiği bu ahval içinde kitap dünyasında da belirgin bir canlılık göze çarpıyor. Yeni yayınevlerinin kurulması ve eski yayınevlerinin kendilerini güncellemeleri de bu canlanmaya işaret ediyor. Üstelik eskiden olduğu gibi kitaplar sadece yabancı dil bilen azınlığın erişiminde kalmıyor, yabancı dillerde yazılmış eserler çok kısa sürede Türkçeye kazandırılıyor, çeviri eserlerin sayısı artıyor. Nitekim klasikleşmiş ya da son dönemde öne çıkmış sosyal bilim metinlerini Türkçe okuyabilmek artık eskisinden kolay. Bunun son örneklerinden biri de Phoneix Yayınevi tarafından yayımlanan İlişkisel Sosyoloji: Ontolojik ve Teorik Yönelimler (2015). Christopher Powell ile François Dépeltau'nun derledikleri bu önemli kitabın –Güney Çeğin ve Ali Esgin’in takdimiyle– Türkçeye kazandırılmış olması olumlu bir gelişme. Daha önce Emrah Göker ile Güney Çeğin tarafından derlenen Tözcülüğün Tasfiyesi (2012) kitabıyla birlikte düşünüldüğünde, bu kitap, Türkçe ilişkisel sosyoloji literatürünün geliştiğini gösteriyor. İlişkisel sosyoloji projesi içinde çalışan sosyal bilimcilerin çıkardığı Modus Operandi: İlişkisel Sosyal Bilimler Dergisi'ni de hesaba katarsak, ilişkisel sosyoloji literatürünün Türkiye sosyal bilimler alanında –henüz daha ziyade “teorik düzeyde” kalsa da– önümüzdeki yıllarda ciddi bir etki yaratacağını şimdiden iddia etmek mümkün. Çünkü sosyolojinin yeni araştırma gündemlerine damgasını vuracak olan ilişkisel sosyoloji yöneliminin sosyo-teorik ve meta-teorik tartışma alanlarını kıştırtması ülkemizdeki sosyoloji pratiği açısından önemli açılımlar barındırıyor. Politik faaliyet ile bilimsel faaliyet, ideoloji ile bilim, pre-nosyonlar ile (bilimsel) nosyonlar arasındaki Bachelardcı epistemolojik kopuşu önemsemeyen, akademik faaliyetin arkesinin başka alanlara kolayca indirgenebildiği, dolayısıyla dikkatimizi otonomik karakteri güdük akademik camiamızın gayriihtiyari ideolojisine yönelten teorik, meta-teorik ve ontolojik tartışmalar önemli görülmelidir. Ortakduyusal kavrayışını akademik faaliyetine doğrudan yansıtan, ortaklaşmış zihinsel şemalardan kopuşu önemsemek yerine, o şemalara yatırımlar yapan bir akademik habitus kaçınılmaz olarak duyuları kavramsallaştırma çabası içinde olacaktır. Bu yapısal etmenler bağlamında ilişkilselci düşüncenin önemi, tözcülüğe karşı verdiği ontolojik, epistemolojik ve de metodolojik mücadeledir.

A priori analiz araçları olarak işlemselleşen “devlet”, “sınıf”, “ulus”, “toplum”, “birey”, “kamuoyu”  gibi tözsel birimlerle bilimsel faaliyet yürütülemeyeceği ileri süren ilişkilselci yaklaşım, “Evren”in, “Doğa”nın ve “Toplum”un ilişkisel nitelikli olduğu yolundaki ontolojik argümanından hareketle bilimsel kavramların –epistemolojik alanın– bu ontolojik yönelime göre yeniden yapılandırılması gerektiğinin altını çizmektedir. Ernst Cassirer de bunu “tözcü kavramlar” ve “ilişkiselci kavramlar” arasında yaptığı ayrımla vurgulamıştır. İlişkiselci sosyolog bu nedenle Durkheimcı gelenekte olduğu gibi toplumsal olguları “şeyler” gibi değerlendirmez; şeyler arasındaki bağıntıların, ilişkilerin, etkileşimlerin odaklanılması gereken esas noktalar olduğunu düşünür. Toplumsal fenomenlerin anlamlandırılması ve açıklanması ancak ilişkisel modeller içerisinde anlaşılabilir. Aksi halde bilimsel faaliyet, nesnelere kendi izahını kendi içinde taşıyan tözsel varlıklar muamalesi yapacak ve a priori türetimlerden kaçınamayacaktır. İlişkiselci perspektif klasik sosyolojiyi kamplaştıran özne-nesne, yapı-fail, eylem-yapı, makro-mikro gibi düalist yatkınları örseleyen yeni bir epistemolojik zemin açıyor. Bu anlamda ilişkilselci proje klasik sosyolojinin iki temel akımına meydan okur; onlara göre ne bireyler kendi açıklamalarını kendi içinde taşıyan, kendi özniteliklerine sahip toplumsal ilişkilerden izole birimlerdir, ne de toplumsal olgular aktörlerin dışında, onlara baskı uygulayan fiziksel nesneler gibidir. Nesnelcilik ile öznelcilik, iradecilik ile determinizm arasında konumlanmaya mahkum olmadığımını dile getiren ilişkilselci sosyoloji, sosyal olguları ne izole edilmiş birey kavrayışıyla, ne de taşlaşmış yapılar kavrayışıyla ele alır, aksine toplumsal olgularu süreçler, ilişkiler, bağlar, etkileşimler temelinde analiz etmektedir.  Bu açıdan ilişkiselci sosyoloji statik değil dinamik bir araştırma programına bizleri davet etmektedir. Dinamik bir varlık anlayışı dinamik bir bilgi kuramını salık verir. Tam da burası benim için çok önemli; çünkü bu kavrayış hazır kavramsal kalıplardan, kendiliğinden apaçıklıklardan şüphe etmeyi ilke ediniyor. İlişkiselciliğin kanaatimce refleksif bir epistemolojiye imkan veren hususiyeti burayla bağlantılı: İlişkiselci sosyal bilim anlayışı “cevaplardan” çok “sorulara” dikkat kesiliyor.
İLIŞKİSEL SOSYOLOJİ: ONTOLOJİK VE TEORİK YÖNELİMLER, Der.: Christopher Powell, François Dépelteau, Çev.: Özlem Akkaya, Phoenix, 2015.

Söylem ve İdeoloji (Hakan YILMAZ)

Söylem ve İdeoloji’nin genişletilmiş ikinci baskısı Su Yayınevi’nden çıktı. Önsözünü Ünsal Oskay’ın yazmış olduğu kitabın ilk baskısı 2003 yılında çıkmıştı. Alanında öncü çalışmalardan biri olan kitap, sosyal bilimlerin birçok çalışma alanını kesen bir içeriğe sahip. Dahası, siyaset bilimi ve medya çalışmaları alanında okunması gereken başlıca eserlerden biri olduğu da söylenebilir.

Ünsal Oskay’ın da belirttiği gibi “söylem ve ideoloji arasındaki ilişki üzerine odaklanmak… güncel toplumsal yaşamın dinamiklerini anlama ve toplumsal pratikleri anlamlandırma sürecini anlatır”. Kitaptaki makaleler bu sözlerin çizdiği haritayı takip etmektedir. Bu anlamda, “Söylem ve İdeoloji” temel olarak günümüz dünyasına dair eleştirel bir bakış geliştirmek için farklı bakış açıları sunan bir çalışma. Teun van Dijk’in giriş niteliğindeki makalesi söylem ve ideoloji ilişkisini toplumsal yaşamdan politik yaşama derinlemesine ele alıyor ve çözümlüyor. Bu makale, medya metinlerinin okunması, çözümlenmesi ve eleştirisinin de anahatlarını ortaya koyması bakımından, medyanın toplumsal söylemlerin oluşturulması sürecindeki etkin rolü örnekler temelinde ortaya konuluyor. Günümüzün halen geçerliliğini koruyan siyasal söylem meseleleri makale de örnekler temelinde ele alınıyor.  Makalede popülist siyasal söylem bağlamında “Biz” ve “öteki”ler ikilemi bağlamında ayrımcılık, ırkçılık meselesi ve günümüzün en temel meselelerinden birisi haline gelen mülteciler soruna ilişkin tartışmaların söylemsel analizleri yapılıyor. John Wilson’un makalesi söylem tartışmasında dilbilimsel yaklaşımın önemini de vurgulayan ve politik söylem tartışmasını siyaset kuramları bağlamında daha da geliştiren bir yaklaşıma sahip. Norman Fairclough’un Marxist çizgide geliştirmiş olduğu “dil ve söylem” çözümlemesi ve söylemin diyalektiğine ilişkin yaklaşımı, toplumsal araştırmacıların söylem çözümlemecilerine olan gereksinimini vurgulaması açısından önem taşımaktadır. N. Fairclough ve P. Graham’ın “Eleştirel Söylem Çözümlemecisi olarak Marx”   adlı çalışması ise eleştirel –siyasal- söylem çözümlemesinin temellerini Marx’ın metinleri üzerine ve üzerinden kuran ve kurgulayan bir çalışmadır. Yeni kapitalizmde dilin eleştirisini, eleştirel söylem çözümlemesini geliştirmeyi hedefleyen yazarlar, Marx’ı avant la lettre, yani daha bu çalışma alanı kurulmadan önce, bir söylem çözümlemecisi olarak gördüklerini belirtirler ve kendi yaklaşımlarının temelini de Marx’ın ekonomik, politik ve tarihsel çözümlemelerinde kullandığı söylem yaklaşımı üzerine inşa ettiklerini belirtirler. Barış Çoban’ın “Söylem, İdeoloji ve Eylem” makalesi de Marxist yaklaşımın izinden yürüyerek söylem, eylem ve ideoloji ilişkisine dair kuramsal bir tartışma yürütmekte.  Bora Ataman “dil, bilinç ve yazı teknoloji” ilişkisini ele almakta, tarihsel evrimi bağlamında yazı teknolojilerinin toplumsal bilinci nasıl dönüştürdüğünü eleştirel bir yaklaşımla ele almaktadır. Simon Springer “Söylem Olarak Neoliberalizm” makalesinde eleştirel yaklaşımını Markxist ekonomi politik ile post-yapıcalcılık üzerinde temellendiriyor ve neoliberalizm ve söylemselliğini farklı bir açıdan tartışmaya açıyor. Thomas Nail’in “Evraksızlar Hareketinde Söylem ve İdeoloji” adlı çalışması  Badiou'nun öncülük ettiği “L'Organisation politique” adlı militan grubun yürüttüğü evraksız (sans-papiers) göçmenler hareketinin söylem ve ideolojisini ele alan ilginç bir çalışma. Dilan Köse’nin “Doğrudan Demokrasi Hemen Şimdi: Kurucu Bir Karşı Proje Olarak Yunanistan’daki 2011 Meydan Hareketi” adlı yazısı Yunanistan’daki Occupy (İşgal) hareketinin söylem ve ideolojisini ele alıyor. Kitabın son makalesi Barış Çoban’ın “Yazılama ya da Duvara Yazılan Tarih: 70’lerden Gezi Direnişine Slogan, Yazılama ve Mizah” adını taşıyor, bu çalışma 1970lerin devrimci hareketlerinin söylemlerinin tezahürlerinden biri olarak ele aldığı yazılamalarını ve mizahını Gezi direnişinin yazılama ve mizahı ile buluşturuyor.


SÖYLEM VE İDEOLOJİ, Haz.: Barış Çoban, Zeynep Özarslan, Su Yayınevi, 2015.

Sonuç olarak “Söylem ve İdeoloji” eleştirel bir yaklaşımla oldukça farklı kuramlar, yaklaşımlar ve bakış açılarını içeren çoksesli, çokrenkli bir kitap, günümüzün meselelerine dair düşünce üreten herkesin ilgisini çekecek bir niteliğe sahip.

İbrahim Kaypakkaya Kitabı (Umut BİLMEZ)

Türkiye sosyalist solunun tarihsel açıdan en önemli uğraklarından biri şüphesiz ki 1970’lerdir. 12 Mart darbesinin etkilerinden çıkılmaya başlandığı bu kesit, solun toplumsal meşruiyet kazandığı ve siyasal hayatın önemli aktörlerinden biri haline geldiği dönemdir aynı zamanda. 1970’li yıllar boyunca solun gündeminde olan tartışma başlıkları ve ayrışma çizgileri de büyük ölçüde, bu dönemde kurulan üç örgütün ve onların önderlerinin ideolojik-politik-stratejik tez ve önermelerinden kaynaklanır. THKO, THKP-C ve TKP (M-L), silahlı mücadele yöntemlerini ve illegal örgütlenmeyi esas almak noktasında müşterektiler. Türkiye solunun tarihsel serüveninde bir “kopuş” noktası olarak ele alınan 70’ler de, silahlı mücadelenin solun gündemine girmesiyle karakterize olur.

Silahlı mücadelenin temel bir biçim olarak benimsenmesi ve uygulanması devletle sol arasındaki mesafeyi büyük ölçüde açmıştır. Ancak resmi ideoloji Kemalizmin sol üzerindeki etkilerinin sürdüğü göz önüne alınırsa söz konusu üç örgütten TKP (M-L) ve onun kurucusu İbrahim Kaypakkaya özel bir önem kazanır —İbrahim Kaypakkaya, o güne değin “ilerici” ve “devimci” olarak nitelenegelmiş olan Kemalizmi faşist bir ideoloji olarak görüyor ve komprador-burjuvazi ve büyük toprak ağalarının önderlik ettiğini söylediği Kurtuluş Savaşı’nın anti-emparyalist bir özelliği olmadığını savunuyordu. İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmi bu şekilde cepheden karşıya alması onun Kürt meselesine bakışında da etkili olmuştu. O, Kürt ulusunun ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi üzerinden net olarak, kayıtsız şartsız savunuyordu.

Kaypakkaya, salt milli mesele ve Kemalizme bakışındaki radikalliği ile değil; sosyo-ekonomik yapının ne’liği, strateji, SSCB-ÇKP ayrışması vb. meselelerdeki tutumuyla da sol içinde etkili olmuş kimi öznelere kaynaklık etmiştir. Henüz yirmili yaşlarındayken Diyarbakır işkencehanelerinde gösterdiği “ser verip sır vermeme” tavrı sosyalist sol için onu işkencede direnişin simgesi kılmıştır. İbrahim Kaypakkaya ölümüyle sonuçlanan işkenceli sorguda verdiği ifadede şunları söylemişti:
“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”

Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan İbrahim Kaypakkaya Kitabı: Seçme Yazılar ve Üzerine Yazılar, İbrahim Kaypakkaya’nın kendi yazılarını ve Kaypakkaya hakkında yazılmış değerlendirme yazılarını içeriyor.

Kitap, İbrahim Kaypakkaya’nın 1971 Ekim’inde kaleme aldığı “Kürecik Bölge Raporu” ile başlıyor. Bu rapor Kaypakkaya’nın Malatya-Kürecik bölgesinde yaptığı saha çalışmasının sonuçlarını içermektedir. Kürecik bölgesinde sosyal sınıfların teşhis edilirken hangi kriterlere dayanılacağı, bu sınıfların mücadele içinde nasıl mevzileneceği soruları raporda incelikle işlenmiş. Eleştirilecek ve eksik bulunacak yanları olsa dahi Kaypakkaya’nın bu raporda gösterdiği bilimsel titizlik ve mücadelenin yolunu-yöntemini belirlemek için saha çalışmasına verdiği önem dikkat çekicidir.
Kaypakkaya; “Bir Köylük Bölgedeki Yönetici Yoldaşlara Mektup”, “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlıklı yazılarında gerilla savaşının pratik, taktik, stratejik ve güncel sorunlarını tartışmış. Mao Zedung’un halk savaşı ve kızıl siyasi iktidar hakkında çizdiği çerçeveyi kendisine esas alan Kaypakkaya, örgüt içindeki kimi kadroların bu kavramlara ilişkin kimi “yanlış anlama”larını eleştirilmiş.

“TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” başlıklı yazı İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının ayrıştığı Doğu Perinçek liderliğindeki TİİKP’nin parti programı olarak önerdiği metni eleştiriyor. Kaypakkaya bu program taslağında TİİKP’nin Marksist-Leninist çerçevenin dışına çıktığını ve revizyonist bir çizgide durduğunu savunuyor.

“Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” ve “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı yazılarda ise TİİKP’nin Kemalizm ve Kürt milli meselesinde aldığı tutum eleştiriliyor. TİİKP’nin Kemalizme ilişkin yaklaşımı —bazı nüanslarla birlikte— solun genelinde hâkim olan görüşlerdir o dönem için. Dolayısıyla bu eleştirilerin özelde TİİKP’ye, genel de ise sosyalist sola yönletildiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. İbrahim Kaypakkaya Kemalizm ve milli meselesinde savunduğu çizgiyle Türkiye solunun tarihinde çok özel bir yer edinmiştir.

Kitapta Kaypakkaya’ya ait son yazı “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi: TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Revizyonizminin Genel Eleştirisi”. Bu yazısında Kaypakkaya, TİİKP ile aralarındaki ayrışmanın nedenlerini tarihsel sürecini de açıklayarak serimliyor, örgütsel ayrılıkla sonuçlanan tartışmanın temel başlıklarını ve bu sorunlarda kendisinin ve arkadaşlarının tutumunu ortaya koyuyor.

Kitabın ikinci kısmı Kaypakkaya üzerine yazılmış makalelerden oluşuyor. İlk makale İbrahim Kaypakkaya ile birlikte TKP (M-L)’nin kurucularından olan Muzaffer Oruçoğlu’na ait. Diğer makalelerin yazarlarından Garbis Altınoğlu, Yaşar Ayaşlı ve Ziya Ulusoy da Kaypakkaya ile aynı kuşaktan. İzleyen yazılar ise Şöhret Baltaş, Emrah Cilasun, Erdoğan Aydın ve Metin Kayaoğlu tarafından yazılmış.

Dipnot Yayınları’nın telif gelirlerini İnsan Hakları Derneği’ne bağışladığı İbrahim Kaypakkaya Kitabı, İbrahim Kaypakkaya’nın anlaşılması ve yeniden değerlendirilmesine önemli bir katkı niteliğinde.

İBRAHİM KAYPAKKAYA KİTABI: SEÇME YAZILAR VE ÜZERİNE YAZILAR, Kolektif, Dipnot Yayınları, 2015

Marksist İktisat; Yeniden? (Yağmur YAZDAN)

2001 yılında Arjantin'de yaşanan ekonomik çöküş, neoliberalizmin en büyük çöküş alameti olarak kendi kaydını düşerken, 2008'den bu yana küresel ölçekte süreklileşen ekonomik kriz ise, özellikle son yıllarda, kapitalizm cehenneminden kurtulmanın yollarını arayanları "iktisat" üzerine yeniden düşünmeye başlamaya sevk etti. 1950'li yıllarla birlikte Marksist iktisat, bir yandan reel sosyalist rejimlerde fiili ve konjonktürel ekonomi politikalarının, diğer yandan Batı'da akademik yazın alanına hapsedilmesinin basıncıyla büyük ölçüde daraltıldı, güdükleştirildi.

Öte yandan, insani özgürleşmeye dönük sınıf mücadelesinin teorik zeminin örmek adına kapitalist ekonomiyi çözümleyen Marksist iktisadı, tarih, felsefe ve sosyoloji kollarından ayrı tutarak, onu kendine has bir disiplin olarak çerçevelendirmek de mümkün görünmüyor. Ben Fine ve Alfredo Saad-Filho'nun derlediği Marksist İktisat Kılavuzu meseleye tam da buradan yapılan entelektüel bir müdahale sayılabilir. "Marksizm ve ekonomi politiğin, onu hem eleştiren hem de uygulamaya koyanların elinde özensiz bir yeniden inşanın nesnesi olduğu, böylece de özgün içerik ve yöneliminden bir hayli uzaklaştırıldığı görülmektedir." Fine ve Saad-Filho'nun kitabın Giriş bölümünde sarf ettiği bu sözler pek de haksız görünmüyor.

Meseleye bütünlüklü yaklaşmak

Marksist İktisat Kılavuzu'nun temel motivasyonu, Marksizm'in, karşılaşılan her yeni meselede, o meselenin muhatabı olan kuşaklarca yeniden ele alınabilecek ve karşılaşılan yeni dünyayı anlamlandırabilecek bereketli bir teorik zemine sahip olduğunu göstermek. Kitap, bunu yaparken, kendi adıyla da bir kavga sürdürüyor. Şöyle: İktisadı ya da buradaki mesele çerçevesinde Marksist İktisat'ı ayrı bir alan olarak tarif etmenin kendi başına sorunlu olduğu, dünyayı bir bütün olarak anlama çabasının en büyük düşmanının bu türden bir kompartımanlaştırma faaliyeti olduğu sıkça vurgulanıyor kitapta.

"Siyasal olan" ile "iktisadi olan"ın birbirinden ayrılması, Marksizm'in kendisini sıkça karşısında konumlandırmaya çalıştığı liberalizmin temel düsturudur. Dolayısıyla, kendine has bir Marksist İktisat alanı tarifi, ilk bakışta "düşmanın tuzağına düşmek" olarak görülebilir. Bu, kısmen doğrudur da. Marksizm'in temel eseri Kapital'in kapitalist sistemin işleyiş biçimini açıklayabilmek adına böyle bir metodolojik tercihte bulunması, istemeden de olsa sonrasında bu türden bir ayrıma gidilmesine yol açmış olabilir.

Marksizm'in "ekonomik indirgemeci olduğu" eleştirisi, kadim bir eleştiridir. Bu eleştirinin temele savı, kabaca, Marksizm'in bütün toplumsal süreçleri "yapı"ya gömülü olan ekonomik ilişkiler üzerinden açıkladığı ve özellikle toplumsal alandaki ekonomiden görece özerk ya da bağımsız sayılabilecek ilişki biçimlerini kendi özgünlükleri dahilinde anlamlandırma konusunda yetersiz kaldığıdır. Bu cephenin kendi içinde en tutarlı ve bütünlüklü düşünürünün Weber olduğu söylenebilir. Weber'in kavramsal cephaneliği büyük oranda Marksizm'e karşı düzenlenmiştir. Ancak Weber, Marksizm'in temelinde yer alan sınıf kategorisini tamamen ekonomik bir kategoriye, salt bir "piyasa konumu"na indirgeyerek aslında benzer bir tuzağa tersinden düşecekti.

Bugünü yanıtlamak

Marksist İktisat Kılavuzu, temel kategorilerin yanında "Ekoloji ve Çevre", "Feminist İktisat", "Irk", Sosyalizm, Komünizm ve Devrim", "Coğrafya", "Antropoloji" gibi pek çok yeni başlığa da yer ayırarak, Marksist İktisat'ın disiplinler-aşırı niteliğini yeniden vurgulamayı da hedefliyor. Kitap, bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler dahilinde nasıl emildiğini göstermek üzere Marksist İktisat'ı Marksizm'in bütüncül çerçevesine içine yerleştirmeye çalışırken, öte yandan ise kriz teorisi, bağımlılık teorisi, sermaye birikimi, sömürü ve artık değer, emek değer kuramı gibi temel başlıklara dönük yaratıcı okumalarda bulunuyor.

Bu anlamda, Marksist İktisat'a, sınıf, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiler, hane halkı içerisinde üretim, yeniden üretim ve işbirlikçi çatışma arasındaki bağlantılar, ücretli emek ile ücretsiz emek asındaki ilişki ve emeğin esnekleşmesi tartışmaları üzerinden güncel ve güçlü bir aşı da vuruluyor. Yine özellikle son yıllardaki Marksist bir ekolojinin mümkünlüğü tartışmasına katkı olacak ve Marksizm'in doğayı insanın sömürüsünün nesnesi olarak kodladığı suçlamasını boşa düşüren biçimde, çağdaş bir Marksist ekolojik iktisat üzerine düşünülüyor.

Öte yandan, kapitalist sistemin kadim sömürü mekanizmasının ekonomik, toplumsal, siyasal, teknolojik vb. pek çok açıdan daha karmaşıklaştığı ve yeni mücadele alanlarının ortaya çıktığı bugünün dünyasının meselelerine yanıt üretme iddiası, Marksist İktisat Kılavuzu'nun temel kategoriler ile yeni tartışma eksenlerini özgün biçimde bir araya getirmesiyle geçerli bir kuramsal ve kavramsal çerçeve de kazanıyor.

Bugün, Şili'de halkçı Allende hükümetinin faşist General Pinochet tarafından Amerikan emperyalizminin doğrudan teşviki ve katkısıyla düzenlediği askeri darbenin ardından ilk defa uygulanmaya başlanan ve Avro-Amerikan dünyada Reagan-Thatcher hükümetleri, bu topraklarda ise Özal kılığında temeli atılan neoliberal sermaye birikim rejimine karşı her cepheden yanıt üretebilmek adına, Marksist İktisat Kılavuzu, bizimle "mevzu"yu hemen her yönüyle tartışmanın peşine düşüyor.

Nihayet şunu söylemek lazım: Marksist İktisat Kılavuzu'nun derdi, diğer kuramlarla hesaplaşarak Marksizm'in itibarını arttırmak değil, Marksizm'i bugünün gerçekleriyle yeniden sınayarak bu gerçeklere yanıt üretip üretemediğini tartışmaya açmak. Son yirmi yılda Marksizm referansıyla birlikte yeni kavramsal ve kuramsal araçlarla dünyayı anlamaya ve değiştirmeye çalışan pek çok çalışmanın olduğu düşünüldüğünde, kitabın açmayı murat ettiği bu tartışma, dünyanın başka türlü dönmesi gerektiğine inanan herkes açısından verimli sonuçlara yol açacak gibi görünüyor.
**
 
MARKSİST İKTİSAT KLAVUZU, Ben Fine, Alfredo Saad-Filho, Çev.: İbrahim Yıldız, 2015.

Tümelin Titreyişi (Barışcan DEMİR)

Çok az çeviri-metin, özgün dilinden çevrilmemiş olmasına rağmen övülmeye değerdir.

Kierkegaard’un Korku ve Titreme’si de bu övgüyü hak eden nadir kitaplardan birisidir. “Başkasına sadâkat, bir iltica eylemidir.” diyen çevirmen N. Ekrem Düzen’in sadâkatini, uzunca bir süre iltica halinde metinde yaşamış olduğunu ortaya koyan, Korku ve Titreme’nin satırları arasında rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.
  
Akıl ve Absürd
  
Kierkegaard, savaşını Hegel’e karşı vermiş olan bir filozoftur. Kendinin bir filozof olmadığını söyler Korku ve Titreme‘de, fakat pek tabii bu söylev Kiekegaard’un bir ironisidir: Eğer yalnızca Hegel’in sistemini kabul edenler filozof sayılacaksa ben filozof değilim! demektir bu; yani ona göre filozof olmamak, aslında Hegel olmamaktır. Buradan çıkaracağımız sonuç şu: Kierkegaard, Hegel olmayan ya da savaşımını o olmamak için veren bir filozoftur. Peki Kierkegaard bu savaşı nasıl vermiştir?
  
Korku ve Titreme, temeline İbrahim ile İshak’ın meşhur hikâyesini almıştır: İbrahim, yetmiş yıllık imanının ardından Tanrı’nın onunla konuşması ile mükâfatlandırılmıştır. Fakat bu mükâfat İbrahim’in bir daha sınanması anlamına gelecektir: Bu sefer İbrahim, Tanrı’nın isteği doğrultusunda, dünyevî mutluluğunun kaynağı olan oğlu İshak’ı kurban etmek ile görevlendirilmiştir. Hegel’e göre felsefe, nesnelerin düşünceyle görülmesi, düşünceyle ele alınmasıdır. Yani tümelde, akıl edilebilir olanın sınırları dışında hiçbir şey yoktur. Diğer bir deyişle Muhteşem (tümel) olanı düşünmek, onu kavramak için yeterlidir ve bundan başka hiçbir uğraş gerekli değildir. Kierkegaard saldırısını tam da bu noktadan başlatacaktır. Bahsi geçen hikâyeye göre İbrahim’in İshak’ı kurban etmekten başka birçok seçeneği vardı. Örneğin o İshak’ı öldürmektense kendini öldürmeyi seçebilirdi veya tam İshak’ı öldürmeye meylettiği sırada eylemi yapmaktan vazgeçebilirdi. Oysa o, her şeyi geride bırakmış, fakat yanına imanını almıştı; çünkü eğer aksi olsaydı, eylemini gerçekleştirmeye kalkmaz ve bunun “akılsızca” oluşu fikrinde tıkanırdı. İbrahim bu eylemi sonuna kadar ilerletmeyi göze aldığına göre, absürd olan bir şeyi yapmayı, diğer bir deyişle kendi aklından üstün bir akıl olduğunu da kabul etmiş olmalıydı. İbrahim’in eylemi, neredeyse bakkhaların ilahi esrikliğiyle yarışırcasına çılgıncadır. Kierkegaar’a göre İbrahim, Hegelce “Akıl” olarak belirlenenin dışında bir yol tutmayı başarabilmiştir. Akıl, dünyevî mutluluğunun kaynağı olan oğulun katli fikrini kabul eden İbrahim’in imanının düşüncesi karşısında yalnızca felç olabilir.
  
Buna göre imanın diyalektiği tasarlanamaz, mantık çizgesine oturtulamaz. Yalnızca içine atlanabilir ve içine atlayan, onun absürdlüğü karşısında, salt dehşetle hayran olabilir.
  
Tikelin Üstünlüğü
  
Etik, doğası gereği evrenseldir. Diğer bir deyişle tümeldir, çünkü onun her yerde ve her zaman geçerli olması gerekir. Örneğin Hegel’in akılla kavranabilen Mükemmel’i bir tümeldir ve aynı zamanda evrensel bir etiktir. Tikel (birey) ise amacını evrensel olanda barındırır ve amacı, bireyliğini evrensel olmak için feshetmektir. Tikel, evrensel olana dâhil olduktan sonra, etiğe kendini tikel olarak öne sürmek isterse meydan okuyor demektir. İman, tikelin evrenselle birleştiği andır, fakat iman sayesinde tikel, evrenselliğinden sıyrılır ve yeniden tikelleşir. Birey, tikel olarak, evrensel olan karşısında ondan üstündür, çünkü onunla bütün olduktan sonra onu aşar. Kierkegaard bunu “imanın ebedi paradoksu” olarak adlandırır. İbrahim’in hikâyesi etik (tümel) olanın, teolojik olarak askıya alınışının anlatısıdır. Dolayısıyla etiğin, teolojik olarak askıya alınabilen bir kavram olduğuna ulaşırız. Hegel’de “harici/dışsal” olan “dahili/içsel” olandan yüksektir. İlkinin ontolojik bir önceliği vardır. İman ise, Kierkegaard’a göre, içselliğin dışsallıktan yüksek olduğu bir paradokstur. Buna göre imanın paradoksu odur ki, değerlerde orta terim olarak kullanılan “evrensel”, imanın karşısında yitmektedir. Bir yandan en aşırı bencilliğin ifadesini (dehşetli olanı kendi adına yapmayı), diğer yandan kendini adamanın en kesin ifadesini (dehşetli olanı Tanrı adına yapmayı) taşır. İmanın kendisi evrenselin içinde uzlaştırılamaz, çünkü öyle yapılsa yitip gider.
  
Etik, Estetik ve İman
  
Kierkegaard, Korku ve Titreme’nin son bölümünde sessizlik üzerinden bir anlatıya girişir. İbrahim, imanın paradoksuna dayanan eylemini gerçekleştirmeyi düşünerek, etiğin ve estetiğin çemberine dâhil olan değer yargılarına göre koyu bir sessizliğe girmiştir; diğer bir deyişle onun sessi diğerleri için duyulamayandır, çünkü tikelin bu eylemi tümel değerler için bir paradokstur. Etik kahraman -eğer durum onu konuşmamaya itiyorsa- konuşmamaya mahkûm olduğu için konuşmaz, çünkü etik doğası gereği evrenseldir ve tartışmaya açık değildir. Estetik kahraman ise -Faust’un ideal bir kuşkucu figür olarak, eğer konuşursa ideal olan bütünlüğünden kopup sıradan bir tartışmaya izin vereceği içi sessizliğe dalmayı seçmesi gibi- konuşabilecekken konuşmamayı seçmektedir. İbrahim’in, yani imanın paradoksunu eyleyen karakterin sessizliği ise ne etik ne de estetik nedenlerledir. Onun sessizliğinin nedeni, ilahi bir dili, bir başka deyişle diğerlerince anlaşılamayacak bir dili konuşuyor olmasındandır. İbrahim konuşmaz, fakat bir sonraki her adımında iman hamlesini yapar ve bu tikelin tesellisiyken, etik ve estetik tümeller için hâlâ bir paradokstur. Bu bağlamda Kierkegaar’un, kitabını Johannes De Silento (Sessizlikteki Johannes) ismiyle yayımlamış olması da manidardır.
  
Başta Hegel’inki olmak üzere pek çok sistemle, hatta Türker Armaner’in deyimiyle “sistem kurmanın kendisiyle” uğraşmış olan Kierkegaar’un en güçlü eserlerinden biri olan Korku ve Titreme, hem Kierkegaar’un sessiz ironisine hayran olmak için hem de Alman idealizminin kurduğu duvarları biraz olsun titretebilmek için elinizi atabileceğiniz eşsiz eserlerden biridir.

KORKU VE TİTREME,  Søren Kierkegaard, Çev.: N. Ekrem Düzen, Pharmakon, 2014.