“Kutsal” Değerler Sorgulanırken… (Özge ÖZTÜRK TOPAL)


Uykudayken herkes masumdur, savunmasızdır, bir felaket anında yok olmaya mahkûmdur.
Sevgi, aşk, güven, dostluk, aile… İnsanlığın en temel içgüdülerinden biridir, sevmek, sevilmek, benimsenmek, özlenmek… Bir gruba dâhil olmak… Aidiyet duygusu kişinin bu kaotik dünyada kendini daha güvende hissetmesine, daha mutlu ve anlamlı bir yaşam sürmesine olanak verir. Fakat kötülükler hep en yakınlardan gelir, bu yüzden tıpkı uykuda olduğumuz gibi savunmasız yakalanırız, sonuç yok edici olur. Belki de herkes aslında tek başına bu dünyada ve belki de hayat bazen gerçekten kötü.

Dublin’li yazarlar Paul Perry ve Karen Gillece’in kullandığı mahlas olan Karen Perry imzalı çıkan kitabın orijinal adı The Innocent sleep. İki yazarın ortak eseri olan ve Türkçeye “Masum Uyku” olarak çevrilen kitapta hikâye, Fas-Tanca, İrlanda-Dublin, İngiltere-Londra gibi farklı ülkelerin görkemli ve de gizemli şehirlerinde geçiyor. Beş yıla yayılan öyküyü, ana karakterler Robin ve Harry’nin ağzından dinliyoruz.

Her şey Harry’nin eşi Robin için doğum günü hazırlıkları yapmasıyla başlar. Romantik bir gece kurgulayan Harry, 3 yaşındaki oğlu Dillon’u erkenden uyutur ve Robin’den biraz gecikeceğini bildiren bir telefon alır. Heyecanını kaybetmeden hazırlıklılara devam eden Harry, doğum günü için aldığı hediyeyi şehir merkezindeki kafede unuttuğunu fark eder ve olaylar silsilesi yaşanır.
Yazar, satır aralarında ancak dikkatli bir okurun fark edebileceği işaretler veriyor

“Fırtına geliyor, havadaki tuhaf sessizlikten anlayabiliyor fırtınanın geldiğini” şeklinde olan kitabın ilk cümlesi için ilgi çekici bir girizgâh tanımı yapmak mümkün. Zira okuyucuyu ters köşeye yatıran kitabı okuma süreci de fırtına gibi bir çırpıda bitiyor ve fırtına sonrası gibi sarsılmış bir şekilde okuru düşünmeye sevk ediyor.

Yazar yalın bir dil kullanmasına rağmen satır aralarında ancak dikkatli bir okurun fark edebileceği işaretler veriyor ve sona doğru bu serüvene bir şekilde sizi ortak ettiğini anlamanızı sağlıyor. Kitabın henüz ilk sayfalarında Harry’nin oğluna uyku öncesi hazırlarken verdiği sütü anlatan “Lavabodan akan süt tozuna aklı takıldı” cümlesiyle şüphenin zehirli tohumu beyninizin bir köşesine sessizce düşüyor ama henüz güçsüz olduğu için serpilemiyor.

Dillon nerede, yaşıyor mu, öldü mü? Her şey Harry’nin suçluluk duygusuyla kurduğu bir hayalden mi ibaret?

Kitabı kısaca özetlemek gerekirse; ressam olan Robin ve Harry birbirlerine aşık olurlar ve birlikte bir yaşam için tanıdıkları herkesten her şeyden uzakta Fas’ın Tanca şehrini seçerler. Egzotik bir hayat, yeni dostlar, bir düş gibi süren mutlu yaşamları, Harry’nin Robin’e doğum günü için aldığı hediyeyi şehir merkezindeki kafede unuttuğunu fark etmesi ve oğulları Dillon’u evde tek başına bırakarak kafeye gitmesiyle dağılır. O esnada korkunç bir depremle ev enkaz haline gelmiş, Dillon’un cesedi dahi bulunamamıştır. Her şeye rağmen Harry ve Robin bu acıyla yaşamayı başarır ve böylesine travmatik bir acı sonrası birbirlerinden nefret ederek ayrılan çiftlerin aksine birlikte yeni bir hayata yelken açarlar. Dublin’e taşınan çift, beş yılın sonunda yeni bir bebek beklemektedir. Ancak Harry’nin, Dublin sokaklarında tesadüfen kaybettikleri oğulları Dillon’u sadece birkaç dakika görmesi ve gözden kaybetmesiyle her şey yeniden alt üst olur. Yakın çevresinin Harry’e inanmaması, Dillon’un öldüğünü kabul etmesi için yaptığı baskı sonuç vermez. Harry sokakta gördüğü çocuğun Dillon olduğuna emindir ve onu ne pahasına olursa olsun bulacaktır.

Düşük yapma tehlikesi yaşayan Robin’in ise ikinci bir acıyı kaldırmaya gücü yoktur. Bebeğini kaybetme korkusu, yıllar içinde Harry’e karşı bastırdığı öfkenin su yüzüne çıkmasına neden olur. Evde patlak veren büyük kavga sonrası olaylar çorap söküğü gibi ilerler ve zaaflarına yenik düşen insanların hikâyesi olan Masum Uyku, sarsıcı bir finalle sona erer. Sevgi, aşk, güven, dostluk, aile gibi kutsal değerleri sorgulayan kitabın sürpriz finalini öğrenmek ve düşünmek için siz de “Masum Uyku’ya” dalın.


MASUM UYKU
,  Karen Perry, Çev.: Bağış Bilir, Okuyanus Yayınevi, 2015

Söylem ve İdeoloji (Hakan YILMAZ)

Söylem ve İdeoloji’nin genişletilmiş ikinci baskısı Su Yayınevi’nden çıktı. Önsözünü Ünsal Oskay’ın yazmış olduğu kitabın ilk baskısı 2003 yılında çıkmıştı. Alanında öncü çalışmalardan biri olan kitap, sosyal bilimlerin birçok çalışma alanını kesen bir içeriğe sahip. Dahası, siyaset bilimi ve medya çalışmaları alanında okunması gereken başlıca eserlerden biri olduğu da söylenebilir.

Ünsal Oskay’ın da belirttiği gibi “söylem ve ideoloji arasındaki ilişki üzerine odaklanmak… güncel toplumsal yaşamın dinamiklerini anlama ve toplumsal pratikleri anlamlandırma sürecini anlatır”. Kitaptaki makaleler bu sözlerin çizdiği haritayı takip etmektedir. Bu anlamda, “Söylem ve İdeoloji” temel olarak günümüz dünyasına dair eleştirel bir bakış geliştirmek için farklı bakış açıları sunan bir çalışma. Teun van Dijk’in giriş niteliğindeki makalesi söylem ve ideoloji ilişkisini toplumsal yaşamdan politik yaşama derinlemesine ele alıyor ve çözümlüyor. Bu makale, medya metinlerinin okunması, çözümlenmesi ve eleştirisinin de anahatlarını ortaya koyması bakımından, medyanın toplumsal söylemlerin oluşturulması sürecindeki etkin rolü örnekler temelinde ortaya konuluyor. Günümüzün halen geçerliliğini koruyan siyasal söylem meseleleri makale de örnekler temelinde ele alınıyor.  Makalede popülist siyasal söylem bağlamında “Biz” ve “öteki”ler ikilemi bağlamında ayrımcılık, ırkçılık meselesi ve günümüzün en temel meselelerinden birisi haline gelen mülteciler soruna ilişkin tartışmaların söylemsel analizleri yapılıyor. John Wilson’un makalesi söylem tartışmasında dilbilimsel yaklaşımın önemini de vurgulayan ve politik söylem tartışmasını siyaset kuramları bağlamında daha da geliştiren bir yaklaşıma sahip. Norman Fairclough’un Marxist çizgide geliştirmiş olduğu “dil ve söylem” çözümlemesi ve söylemin diyalektiğine ilişkin yaklaşımı, toplumsal araştırmacıların söylem çözümlemecilerine olan gereksinimini vurgulaması açısından önem taşımaktadır. N. Fairclough ve P. Graham’ın “Eleştirel Söylem Çözümlemecisi olarak Marx”   adlı çalışması ise eleştirel –siyasal- söylem çözümlemesinin temellerini Marx’ın metinleri üzerine ve üzerinden kuran ve kurgulayan bir çalışmadır. Yeni kapitalizmde dilin eleştirisini, eleştirel söylem çözümlemesini geliştirmeyi hedefleyen yazarlar, Marx’ı avant la lettre, yani daha bu çalışma alanı kurulmadan önce, bir söylem çözümlemecisi olarak gördüklerini belirtirler ve kendi yaklaşımlarının temelini de Marx’ın ekonomik, politik ve tarihsel çözümlemelerinde kullandığı söylem yaklaşımı üzerine inşa ettiklerini belirtirler. Barış Çoban’ın “Söylem, İdeoloji ve Eylem” makalesi de Marxist yaklaşımın izinden yürüyerek söylem, eylem ve ideoloji ilişkisine dair kuramsal bir tartışma yürütmekte.  Bora Ataman “dil, bilinç ve yazı teknoloji” ilişkisini ele almakta, tarihsel evrimi bağlamında yazı teknolojilerinin toplumsal bilinci nasıl dönüştürdüğünü eleştirel bir yaklaşımla ele almaktadır. Simon Springer “Söylem Olarak Neoliberalizm” makalesinde eleştirel yaklaşımını Markxist ekonomi politik ile post-yapıcalcılık üzerinde temellendiriyor ve neoliberalizm ve söylemselliğini farklı bir açıdan tartışmaya açıyor. Thomas Nail’in “Evraksızlar Hareketinde Söylem ve İdeoloji” adlı çalışması  Badiou'nun öncülük ettiği “L'Organisation politique” adlı militan grubun yürüttüğü evraksız (sans-papiers) göçmenler hareketinin söylem ve ideolojisini ele alan ilginç bir çalışma. Dilan Köse’nin “Doğrudan Demokrasi Hemen Şimdi: Kurucu Bir Karşı Proje Olarak Yunanistan’daki 2011 Meydan Hareketi” adlı yazısı Yunanistan’daki Occupy (İşgal) hareketinin söylem ve ideolojisini ele alıyor. Kitabın son makalesi Barış Çoban’ın “Yazılama ya da Duvara Yazılan Tarih: 70’lerden Gezi Direnişine Slogan, Yazılama ve Mizah” adını taşıyor, bu çalışma 1970lerin devrimci hareketlerinin söylemlerinin tezahürlerinden biri olarak ele aldığı yazılamalarını ve mizahını Gezi direnişinin yazılama ve mizahı ile buluşturuyor.


SÖYLEM VE İDEOLOJİ, Haz.: Barış Çoban, Zeynep Özarslan, Su Yayınevi, 2015.

Sonuç olarak “Söylem ve İdeoloji” eleştirel bir yaklaşımla oldukça farklı kuramlar, yaklaşımlar ve bakış açılarını içeren çoksesli, çokrenkli bir kitap, günümüzün meselelerine dair düşünce üreten herkesin ilgisini çekecek bir niteliğe sahip.

İbrahim Kaypakkaya Kitabı (Umut BİLMEZ)

Türkiye sosyalist solunun tarihsel açıdan en önemli uğraklarından biri şüphesiz ki 1970’lerdir. 12 Mart darbesinin etkilerinden çıkılmaya başlandığı bu kesit, solun toplumsal meşruiyet kazandığı ve siyasal hayatın önemli aktörlerinden biri haline geldiği dönemdir aynı zamanda. 1970’li yıllar boyunca solun gündeminde olan tartışma başlıkları ve ayrışma çizgileri de büyük ölçüde, bu dönemde kurulan üç örgütün ve onların önderlerinin ideolojik-politik-stratejik tez ve önermelerinden kaynaklanır. THKO, THKP-C ve TKP (M-L), silahlı mücadele yöntemlerini ve illegal örgütlenmeyi esas almak noktasında müşterektiler. Türkiye solunun tarihsel serüveninde bir “kopuş” noktası olarak ele alınan 70’ler de, silahlı mücadelenin solun gündemine girmesiyle karakterize olur.

Silahlı mücadelenin temel bir biçim olarak benimsenmesi ve uygulanması devletle sol arasındaki mesafeyi büyük ölçüde açmıştır. Ancak resmi ideoloji Kemalizmin sol üzerindeki etkilerinin sürdüğü göz önüne alınırsa söz konusu üç örgütten TKP (M-L) ve onun kurucusu İbrahim Kaypakkaya özel bir önem kazanır —İbrahim Kaypakkaya, o güne değin “ilerici” ve “devimci” olarak nitelenegelmiş olan Kemalizmi faşist bir ideoloji olarak görüyor ve komprador-burjuvazi ve büyük toprak ağalarının önderlik ettiğini söylediği Kurtuluş Savaşı’nın anti-emparyalist bir özelliği olmadığını savunuyordu. İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmi bu şekilde cepheden karşıya alması onun Kürt meselesine bakışında da etkili olmuştu. O, Kürt ulusunun ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi üzerinden net olarak, kayıtsız şartsız savunuyordu.

Kaypakkaya, salt milli mesele ve Kemalizme bakışındaki radikalliği ile değil; sosyo-ekonomik yapının ne’liği, strateji, SSCB-ÇKP ayrışması vb. meselelerdeki tutumuyla da sol içinde etkili olmuş kimi öznelere kaynaklık etmiştir. Henüz yirmili yaşlarındayken Diyarbakır işkencehanelerinde gösterdiği “ser verip sır vermeme” tavrı sosyalist sol için onu işkencede direnişin simgesi kılmıştır. İbrahim Kaypakkaya ölümüyle sonuçlanan işkenceli sorguda verdiği ifadede şunları söylemişti:
“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”

Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan İbrahim Kaypakkaya Kitabı: Seçme Yazılar ve Üzerine Yazılar, İbrahim Kaypakkaya’nın kendi yazılarını ve Kaypakkaya hakkında yazılmış değerlendirme yazılarını içeriyor.

Kitap, İbrahim Kaypakkaya’nın 1971 Ekim’inde kaleme aldığı “Kürecik Bölge Raporu” ile başlıyor. Bu rapor Kaypakkaya’nın Malatya-Kürecik bölgesinde yaptığı saha çalışmasının sonuçlarını içermektedir. Kürecik bölgesinde sosyal sınıfların teşhis edilirken hangi kriterlere dayanılacağı, bu sınıfların mücadele içinde nasıl mevzileneceği soruları raporda incelikle işlenmiş. Eleştirilecek ve eksik bulunacak yanları olsa dahi Kaypakkaya’nın bu raporda gösterdiği bilimsel titizlik ve mücadelenin yolunu-yöntemini belirlemek için saha çalışmasına verdiği önem dikkat çekicidir.
Kaypakkaya; “Bir Köylük Bölgedeki Yönetici Yoldaşlara Mektup”, “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlıklı yazılarında gerilla savaşının pratik, taktik, stratejik ve güncel sorunlarını tartışmış. Mao Zedung’un halk savaşı ve kızıl siyasi iktidar hakkında çizdiği çerçeveyi kendisine esas alan Kaypakkaya, örgüt içindeki kimi kadroların bu kavramlara ilişkin kimi “yanlış anlama”larını eleştirilmiş.

“TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” başlıklı yazı İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının ayrıştığı Doğu Perinçek liderliğindeki TİİKP’nin parti programı olarak önerdiği metni eleştiriyor. Kaypakkaya bu program taslağında TİİKP’nin Marksist-Leninist çerçevenin dışına çıktığını ve revizyonist bir çizgide durduğunu savunuyor.

“Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” ve “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı yazılarda ise TİİKP’nin Kemalizm ve Kürt milli meselesinde aldığı tutum eleştiriliyor. TİİKP’nin Kemalizme ilişkin yaklaşımı —bazı nüanslarla birlikte— solun genelinde hâkim olan görüşlerdir o dönem için. Dolayısıyla bu eleştirilerin özelde TİİKP’ye, genel de ise sosyalist sola yönletildiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. İbrahim Kaypakkaya Kemalizm ve milli meselesinde savunduğu çizgiyle Türkiye solunun tarihinde çok özel bir yer edinmiştir.

Kitapta Kaypakkaya’ya ait son yazı “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi: TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Revizyonizminin Genel Eleştirisi”. Bu yazısında Kaypakkaya, TİİKP ile aralarındaki ayrışmanın nedenlerini tarihsel sürecini de açıklayarak serimliyor, örgütsel ayrılıkla sonuçlanan tartışmanın temel başlıklarını ve bu sorunlarda kendisinin ve arkadaşlarının tutumunu ortaya koyuyor.

Kitabın ikinci kısmı Kaypakkaya üzerine yazılmış makalelerden oluşuyor. İlk makale İbrahim Kaypakkaya ile birlikte TKP (M-L)’nin kurucularından olan Muzaffer Oruçoğlu’na ait. Diğer makalelerin yazarlarından Garbis Altınoğlu, Yaşar Ayaşlı ve Ziya Ulusoy da Kaypakkaya ile aynı kuşaktan. İzleyen yazılar ise Şöhret Baltaş, Emrah Cilasun, Erdoğan Aydın ve Metin Kayaoğlu tarafından yazılmış.

Dipnot Yayınları’nın telif gelirlerini İnsan Hakları Derneği’ne bağışladığı İbrahim Kaypakkaya Kitabı, İbrahim Kaypakkaya’nın anlaşılması ve yeniden değerlendirilmesine önemli bir katkı niteliğinde.

İBRAHİM KAYPAKKAYA KİTABI: SEÇME YAZILAR VE ÜZERİNE YAZILAR, Kolektif, Dipnot Yayınları, 2015

Bir Güzel Çarenin Avazı (Semih ÖZTÜRK)

Segâh Makamı, Esra Kahraman’ın yayınlanan ilk romanı. Buzdan Kanatlar isimli bir de deneme kitabı bulunan yazar, romanında Türkiye yakın tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden bir tanesinin orta yerine bağdaş kuruyor ve acının yara aldığı yerden başlayarak anlatmaya başlıyor. 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı, zulüm ve korku çemberi içerisinde geçen romanda, aslında sızısı bugün bile devam etmekte olan yaralar bir kez daha açılıyor. Esra Kahraman, hikâye ettiği olaylarla birlikte yarattığı karakterler üzerinden bu yaranın acısına göz göre göre dokunuyor. Acıtıyor, sızısını hatırlatıyor çünkü geçip giden dönem sadece basit bir geçmişten ibaret değil, bunu biliyor ve özellikle bu noktada sesini olabildiğince gür çıkarmaya çalışıyor. Kursakta kalan bir heyecanın, devrim hareketinin, aşkın, çaresizliğin, gençliğin ve umudun içerisinden yol bulmaya çalışan roman, derdini kendi dermanına yaslayarak yavaş yavaş işliyor, iz bırakıyor.

Korkunun başladığı yıllar

12 Eylül Askeri Darbesi, Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı baskı mekanizmalarının şüphesiz en güçlü otoritelerinden bir tanesini oluşturdu. Sadece sindirmek ve yıldırmak üzerine planlanmayan bu otorite, ilk günden beri kendini geliştirdi, büyüttü. Ortaya koyduğu geniş etki alanı sayesinde üreten ve düşünen insanların hayatlarını bıçak gibi keserek en derin yaraların açılmasına yol açtı. Bunun yanı sıra varlığını güncelleyerek devlet aklının en temel refleksleri arasında yerini aldı. Şüphesiz ki darbe, bir ülkenin geleceğini en güçlü noktasından, devrim umudundan vurarak amacının büyük bölümüne büyük oranda ulaştı. 12 Eylül’deki zulüm dönemini uzaktan yakından yaşayan, işkence gören, yıllarca cezaevlerinde tutsak bırakılan yüzlerce insan ve bu insanların yakınları, yeniden hayata tutunabilmek için her şeye rağmen bir ucundan en çok umuda sarıldılar. Geçip gideceği, tükeneceği, yeni bir mücadele biçimiyle yerinden edileceği düşünülen darbe ve sonrasındaki dönem, aynı oranda umutsuzluğu da doğurdu. Çünkü çaresizliğin kol gezdiği bir dönemde en büyük ilacın umut olduğuna öyle ya da böyle inanan insanların fazla seçeneği yoktu. Ülkedeki devrimci hareketi, karşısında duran hareketle birlikte zaman zaman hiç ayırmadan ezen bu yapı, aslında söz konusu devlet aklının işleyişinin ve aynı zamanda doğal ilerleyişinin olmazsa olmaz seçeneği haline dönüştü, dönüştürüldü. Zira faşizm, kendi yaşam alanını oluşturabilmek için düzenli olarak gelişen ve kendini güncelleyen reflekslere ihtiyaç duyar. Bununla da kalmayıp haklılığını halkın algısında meşru kılabilmek için bu güncelliğini farklı alanlardan dolandırarak yerini sağlamlaştırır. Bugün bile o döneme dair tartışılan çoğu konu, aslında yaratılan bu algının yaptığı ölü bir doğum gibi, hayatlarımızda yer etti, etmeye de devam ediyor.

Ve Segâh

Esra Kahraman, Segâh Makamı’nda anlattığı olayları, beraberinde gelişen ve değişen duygu durumlarını ayrı başlıklar altında anlatarak kurgulamış. Böylece bütüne giden ana hikâye ayrıntılı bir biçimde ifade edilerek kendi iç yapısına dönüşmüş. Karakterlerin gelişim süreçlerini ve olayların birbirleriyle olan bağlantılarını da bu sayede anlatımına yerleştiren yazar, 12 Eylül’ün sadece olaylar toplamından, ölümlerden, fişlemelerden, işkencelerden ibaret olmadığını farklı bir açıdan ele alarak anlatmaya çalışmış. Çünkü resmi ve gayri resmi açıklamalarda adı geçen çoğu insan, birer birey olarak gerçekliğin içerisinde bulundular ve bu zulmü yaşadılar. Evet ama bu insanların adı neydi, nerede yaşıyorlardı, bir aşkları, aileleri, hayalleri var mıydı? Esra Kahraman tam da bu noktadan yaklaşıyor hikâyesine. Tüm bu baskı döneminden teker teker geçirilenler, romanda kendilerine derin bir nefes buluyor, fotoğrafa bir de başka açıdan bakıyorlar. Söyleyecek sözleri, atılacak sloganları bir bir burada hayat buluyor yeniden. Yazar, bu gerçekliğin farkında olarak yaklaştığı dönemi, ayrıntılı bir gelişimin süzgecinden geçirerek kişilerin hayatı üzerinden ele alıyor. Evlerine giriyor, sokaklarından geçiyor, sevinçlerine gülüyor, acılarına ağlıyor ama mutlaka onları konuşturuyor, söz veriyor. Kursakta düğümlenen bütün bir hayat, bu defa avaz avaz sesini haykırıyor, kendine geliyor.

Yazarın kurduğu bu dünyadaki temel mesele sadece zulmün muhasebesini yapmak değil elbette. Bunu yaparken aşkın en kıymetli tarafına da dokunmayı biliyor, görmezden gelmiyor. Çünkü ardında koşulan dava, değişmesi düşlenen dünya her ne kadar büyük ve engin olursa olsun, insan tıpkı su gibi ekmek gibi aşkı içinde istemeyi biliyor, bunu hissediyor.  Bu ihtiyacın etrafında yeşeren bir tarafı da var romanın. Segâh Makamı, biraz da bu yönüyle anlatılan dönem romanlarından farklı bir çizgide yer buluyor kendisine. İlk cümlesinden son cümlesine kadar geçen zaman, büyük bir kazanımın kendi ifadesinde yeşeriyor çünkü. Düşenlerin ayağa kalktığı bir yeri de işaret ediyor aynı zamanda.  Bunun farkında olan bütün karakterler, aynı durum üzerinden yaşamayı ve hissetmeyi biliyorlar. Tarih boyunca insan hayatına müdahale etmek için elinden geleni yapan devlet mekanizması, burada da en büyük yıkım rolünü oynuyor. Çelmenin takıldığı her yerde aynı güç oranında zafer isteği saklanıyor ama bunu düşenden başkası bilmiyor. Çünkü gelişimin, en güzel yıllara zarar veremeyeceğini bilen birileri var. İşkence altındayken de, hücrelerde hapisken de buna inanan, bununla ayakta kalan insanlar var ve olacak. Esra Kahraman bunun da farkında olduğunu ifade etmek istercesine romanına kendi sesini katıyor, eksik etmiyor.

Roman, bir mektupla son buluyor. Şöyle yazıyor mektupta:  ‘’Hayalsiz geçen ömür koca bir boşluk, kıraç toprak, kuru bir ağaç gibidir tez zamanda kocayıp, ihtiyarlar…’’ Aslında bu cümle, bütün hikâyenin başladığı yere götürüyor okuru. Sona ermeyi değil, yeniden başlamayı öğütlüyor biraz. Hayaller kurup bir kez daha denemeyi, düşülecekse düşülmeyi ama kalkmanın uzak olmadığını hatırlatıyor. Ne olursa olsun, hayal ve umut… Zamanı insandan taraf kılan şey, biraz da budur, diyor yazar. Umut vardır diyor, ve mektubun devamında şöyle devam ediyor: ‘’Sevda denen o müthiş duygunun hüznün bahanesi olduğunu ya da tam tersi, hüznün sevdayla beslendiğini düşünürdüm! Erken bir yargıymış meğerse; sevdanın sonu düş yıkımıyla bitmiyorsa eğer mutluluk hüznü gölgelermiş… Evet, düşlerim güne döndü sayende ve olanca nezaketiyle yüreğimin başucunda kuruldu saadet…’’

Segâh Makamı, ince ince dokunan deli dolu bir umudun romanı… Böyle yaşıyor ve yaşatıyor içinden gelip geçen yılları, insanları, zaferi ve devrimi.

SEGÂH MAKAMI, Esra Kahraman, Ayrıntı Yayınları, 2015.

Marksist İktisat; Yeniden? (Yağmur YAZDAN)

2001 yılında Arjantin'de yaşanan ekonomik çöküş, neoliberalizmin en büyük çöküş alameti olarak kendi kaydını düşerken, 2008'den bu yana küresel ölçekte süreklileşen ekonomik kriz ise, özellikle son yıllarda, kapitalizm cehenneminden kurtulmanın yollarını arayanları "iktisat" üzerine yeniden düşünmeye başlamaya sevk etti. 1950'li yıllarla birlikte Marksist iktisat, bir yandan reel sosyalist rejimlerde fiili ve konjonktürel ekonomi politikalarının, diğer yandan Batı'da akademik yazın alanına hapsedilmesinin basıncıyla büyük ölçüde daraltıldı, güdükleştirildi.

Öte yandan, insani özgürleşmeye dönük sınıf mücadelesinin teorik zeminin örmek adına kapitalist ekonomiyi çözümleyen Marksist iktisadı, tarih, felsefe ve sosyoloji kollarından ayrı tutarak, onu kendine has bir disiplin olarak çerçevelendirmek de mümkün görünmüyor. Ben Fine ve Alfredo Saad-Filho'nun derlediği Marksist İktisat Kılavuzu meseleye tam da buradan yapılan entelektüel bir müdahale sayılabilir. "Marksizm ve ekonomi politiğin, onu hem eleştiren hem de uygulamaya koyanların elinde özensiz bir yeniden inşanın nesnesi olduğu, böylece de özgün içerik ve yöneliminden bir hayli uzaklaştırıldığı görülmektedir." Fine ve Saad-Filho'nun kitabın Giriş bölümünde sarf ettiği bu sözler pek de haksız görünmüyor.

Meseleye bütünlüklü yaklaşmak

Marksist İktisat Kılavuzu'nun temel motivasyonu, Marksizm'in, karşılaşılan her yeni meselede, o meselenin muhatabı olan kuşaklarca yeniden ele alınabilecek ve karşılaşılan yeni dünyayı anlamlandırabilecek bereketli bir teorik zemine sahip olduğunu göstermek. Kitap, bunu yaparken, kendi adıyla da bir kavga sürdürüyor. Şöyle: İktisadı ya da buradaki mesele çerçevesinde Marksist İktisat'ı ayrı bir alan olarak tarif etmenin kendi başına sorunlu olduğu, dünyayı bir bütün olarak anlama çabasının en büyük düşmanının bu türden bir kompartımanlaştırma faaliyeti olduğu sıkça vurgulanıyor kitapta.

"Siyasal olan" ile "iktisadi olan"ın birbirinden ayrılması, Marksizm'in kendisini sıkça karşısında konumlandırmaya çalıştığı liberalizmin temel düsturudur. Dolayısıyla, kendine has bir Marksist İktisat alanı tarifi, ilk bakışta "düşmanın tuzağına düşmek" olarak görülebilir. Bu, kısmen doğrudur da. Marksizm'in temel eseri Kapital'in kapitalist sistemin işleyiş biçimini açıklayabilmek adına böyle bir metodolojik tercihte bulunması, istemeden de olsa sonrasında bu türden bir ayrıma gidilmesine yol açmış olabilir.

Marksizm'in "ekonomik indirgemeci olduğu" eleştirisi, kadim bir eleştiridir. Bu eleştirinin temele savı, kabaca, Marksizm'in bütün toplumsal süreçleri "yapı"ya gömülü olan ekonomik ilişkiler üzerinden açıkladığı ve özellikle toplumsal alandaki ekonomiden görece özerk ya da bağımsız sayılabilecek ilişki biçimlerini kendi özgünlükleri dahilinde anlamlandırma konusunda yetersiz kaldığıdır. Bu cephenin kendi içinde en tutarlı ve bütünlüklü düşünürünün Weber olduğu söylenebilir. Weber'in kavramsal cephaneliği büyük oranda Marksizm'e karşı düzenlenmiştir. Ancak Weber, Marksizm'in temelinde yer alan sınıf kategorisini tamamen ekonomik bir kategoriye, salt bir "piyasa konumu"na indirgeyerek aslında benzer bir tuzağa tersinden düşecekti.

Bugünü yanıtlamak

Marksist İktisat Kılavuzu, temel kategorilerin yanında "Ekoloji ve Çevre", "Feminist İktisat", "Irk", Sosyalizm, Komünizm ve Devrim", "Coğrafya", "Antropoloji" gibi pek çok yeni başlığa da yer ayırarak, Marksist İktisat'ın disiplinler-aşırı niteliğini yeniden vurgulamayı da hedefliyor. Kitap, bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler dahilinde nasıl emildiğini göstermek üzere Marksist İktisat'ı Marksizm'in bütüncül çerçevesine içine yerleştirmeye çalışırken, öte yandan ise kriz teorisi, bağımlılık teorisi, sermaye birikimi, sömürü ve artık değer, emek değer kuramı gibi temel başlıklara dönük yaratıcı okumalarda bulunuyor.

Bu anlamda, Marksist İktisat'a, sınıf, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiler, hane halkı içerisinde üretim, yeniden üretim ve işbirlikçi çatışma arasındaki bağlantılar, ücretli emek ile ücretsiz emek asındaki ilişki ve emeğin esnekleşmesi tartışmaları üzerinden güncel ve güçlü bir aşı da vuruluyor. Yine özellikle son yıllardaki Marksist bir ekolojinin mümkünlüğü tartışmasına katkı olacak ve Marksizm'in doğayı insanın sömürüsünün nesnesi olarak kodladığı suçlamasını boşa düşüren biçimde, çağdaş bir Marksist ekolojik iktisat üzerine düşünülüyor.

Öte yandan, kapitalist sistemin kadim sömürü mekanizmasının ekonomik, toplumsal, siyasal, teknolojik vb. pek çok açıdan daha karmaşıklaştığı ve yeni mücadele alanlarının ortaya çıktığı bugünün dünyasının meselelerine yanıt üretme iddiası, Marksist İktisat Kılavuzu'nun temel kategoriler ile yeni tartışma eksenlerini özgün biçimde bir araya getirmesiyle geçerli bir kuramsal ve kavramsal çerçeve de kazanıyor.

Bugün, Şili'de halkçı Allende hükümetinin faşist General Pinochet tarafından Amerikan emperyalizminin doğrudan teşviki ve katkısıyla düzenlediği askeri darbenin ardından ilk defa uygulanmaya başlanan ve Avro-Amerikan dünyada Reagan-Thatcher hükümetleri, bu topraklarda ise Özal kılığında temeli atılan neoliberal sermaye birikim rejimine karşı her cepheden yanıt üretebilmek adına, Marksist İktisat Kılavuzu, bizimle "mevzu"yu hemen her yönüyle tartışmanın peşine düşüyor.

Nihayet şunu söylemek lazım: Marksist İktisat Kılavuzu'nun derdi, diğer kuramlarla hesaplaşarak Marksizm'in itibarını arttırmak değil, Marksizm'i bugünün gerçekleriyle yeniden sınayarak bu gerçeklere yanıt üretip üretemediğini tartışmaya açmak. Son yirmi yılda Marksizm referansıyla birlikte yeni kavramsal ve kuramsal araçlarla dünyayı anlamaya ve değiştirmeye çalışan pek çok çalışmanın olduğu düşünüldüğünde, kitabın açmayı murat ettiği bu tartışma, dünyanın başka türlü dönmesi gerektiğine inanan herkes açısından verimli sonuçlara yol açacak gibi görünüyor.
**
 
MARKSİST İKTİSAT KLAVUZU, Ben Fine, Alfredo Saad-Filho, Çev.: İbrahim Yıldız, 2015.

Âba Müslim’in İstanbul’u (Müslim Çelik ile Söyleşi: Kadir İNCESU)

Son dönemlerde şiir incelemeleriyle uğraşıyor olsa da şiiri hiçbir şekilde ihmal etmeyen, geride bırakmayan bir isim Âba Müslim Çelik… Âba Müslim Çelik ile Noktürn Yayınları tarafından yayımlanan “İstanbulotus” adlı şiir kitabı üzerine söyleştik.

İstanbulotus yalnızca İstanbul üzerine yazdığınız şiirlerden mi oluşuyor?

Evet, yalnızca İstanbul üzerine yazılan şiirlerden oluşuyor. Bu şehir kendisi zaten bir şiiri içinde saklar. Ben o şiiri açığa çıkarmaya özellikle çaba gösterdim diyebilirim. İstanbul’un tarihi ve sosyal yaşantısı, kırılma noktaları, acısı, erinci, şiirlere yansısın istemiş olabilirim. Doğaldır ki şiir yazmak sizin arzunuzla başa baş örtüşmüyor. Esinlenme anlarının gelip şairi şiir olarak bulması gerekiyor. Örneğin; betikteki ilk şiir Körfez Depremi yılında yazıldı. Bir iki yıl sonra Adam Sanat dergisinde yayınlandı.  Ağırlıklı olarak 2008 yılından sonra şiirler akın etmeye başladı.
“Bursa Lirikleri” ve “Nazım Hikmet Yahşi Güzel” adlı tematik şiirlerden oluşan yapıtlarınız da var.  

İstanbulotus’u da bu bağlamda düşünebilir miyiz?

Evet, fakat bir farkla. “İstanbulotus”daki temalar birçoktur. O temaların ortak paydası vardır. Onu da ilk sorunuzda yanıtlamıştım. Fakat bu yapıtımda bir iki tane daha kırılma noktası var. İstanbul’u ilk kuran halklar, o zaman kentin adı farklı.  Bizans ve Osmanlı üzerinden cumhuriyet dönemi ve iki önemli güncel kırılma noktası daha var, meraklısına duyurulur. Kısacası, güzelim İstanbul toplu olarak çağdaş Türk şiirinde olsun istedim. Özellikle bu kentin hor kullanılışı ve bana göre yaralı bir şehir oluşu beni derinden etkilemiştir.  Geçmişte İstanbul üzerine Nedim, Yahya Kemal, Nâzım, Orhan Veli, Tanpınar’ın yazdıkları; İsmail Dede Efendi, Itri, Tatyos’un besteleriyle bende payı vardır.

İstanbul’un sizde başkaca karşılıkları var mı?

Anadolu İstanbul’da… Yurdumuzun her kesiminden insanları çeşitli mahallelerde bir arada görmek ve gözlemlemek mümkün…   Bir şairimizin söylediği gibi, “İstanbul insanını, iyi tanımayan bir şair ve yazar, sanatında fazla ilerleyemez”. Anadolu’nun birçok şehrinde okudum ve Türkçe- edebiyat öğretmeni olarak çalıştım. Bu yüzden hayattan getirdiklerimle gözlemlerimi imge olarak kuvvetlendirebildim. Bu nedenle “İstanbulotus”da şehrin güzellikleri yanında insan, başat öğe olarak hep öne çıkmıştır denilebilir. İstanbul’un bende düzyazı olarak da karşılığı var. Neden dersen, her şeyi sığdırmaya çalışmak safdillik olur. Şiir zaten kaldırmaz o kadar şeyi… Her şey giremez bu türe. Onun için özellikle çocuklar üzerine İstanbul konulu masallar kuruyorum.

Yeni çalışmalarınız var mı?

Ankara’daki Yapı Kitaplığı’ndan “Paris’te Kavalla Son Prelüd” ve“Cemal’ım Türküsü” adlı şiir betiğim birer yıl arayla yayımlanacak. “Paris’te Kavalla Son Prelüd” Yılmaz Güney ve yarattığı atmosfer üzerine 26 şiirden; “Cemal’ım Türküsü” ise, gerek şiirinde, gerek düzyazılarında çağdaş yazınımıza katkıları çok büyük olan Cemal Süreya üzerine yazılan 29 şiirden oluşan tematik yapıtlarımdır. Betiğe adını veren şiir tarafımdan bestelenmiştir. Her ikisinde de özellikle 68 Kuşağı’nın biçimlenmesinde yani bizim üzerimizde büyük payları vardır. Her iki betiğin de tamamlanması ayrı ayrı 8-10 yılı aldı.



İSTANBULOTUS, Müslim Çelik,Noktürn Yayınları, 2014.