“Bir savaş düşünün, kimse gitmiyor...” (Burak ÖZÇETİN)

Türkiye dillerine kazandırılmasını dört gözle beklediğimiz Ordu Millet Efsanesi (Palgrave, 2005) kitabının yazarı Ayşe Gül Altınay, Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabına yazdığı önsözü şu sözlerle sonlandırıyor: “–Bir savaş düşünün kimse gitmiyor. –Düşünebilir miyiz?”

Erkeğiyle kadınıyla, pek çoğumuz düşünemiyor, lakin düşünemeyenlerin değil, militarizmi reddedenlerin “hikâyeleri” böylesine sarsıcı bir kitabın konusu olabiliyor. Öğünç, kitaptaki sübjektif hikâyelerin uç uca eklenmesiyle Türkiye’de zorunlu askerlik karşıtı, antimilitarist hareketin 1990’lar ve 2000’ler boyunca seyrini izlemenin bir nebze mümkün olacağını söylerken aslında kitabın yazılma amacını ortaya koyuyor.

Gitsen bir türlü, gitmesen bin türlü

Kitap, muhtelif gerekçelerle askere gitmeyi reddeden ve vicdani reddini açıklayan kişilerle yapılmış yüz yüze görüşmelere dayanıyor. Yaşanan acılar, işkenceler, sürekli gözaltılar, askeri mahkemeler, aşağılamalar, toplum tarafından dışlanma, kayıt dışı yaşamak, sürekli tetikte yaşamak zorunda kalmak... bütün bunlar vicdani retçileri “asker kaçağı”, “kolaycı”, “korkak” olarak damgalamanın kendisinin ne kadar kolaycı olduğunu ortaya koyuyor.

Öğünç, derlediği bireysel hikâyelerde vicdani reddin sadece askere gitmeyi reddetmek anlamına gelmediğini; birçok vicdani retçinin temelde bir bütün olarak militarist tahayyülü ve militarizmi tüm hayatlarından kovmak amacında olduklarını bize gösteriyor. Yani anti-militarist bir toplumsal düzenin kuruluşu için devrimi kendi yaşamlarında başlatan, en zor olanı seçen insanların hikâyelerini bize aktarıyor. Bunu yaparken de –dosya konumuzdaki diğer yazılarda olduğu gibi– militarizmin sadece askerlikle sınırlı olmadığını, sivil olanla/askeri olan arasındaki perdenin şeffaflaştığı her uğrakta karşımıza çıkan, gündelik yaşamı örgütleyen ilkelerden biri olduğunu vicdani retçilerin yaşamlarından örneklerle ortaya koyuyor.

Ve hikayeler...

Vicdani reddin insanın tüm yaşamını kapsayan bir duruş, duyuş meselesi olduğunu kitaptaki ilk figür olan Tayfun Gönül’ün şu sözlerinde görmek mümkün: “Birisinin bana emir vermesine çok tepki duyuyorum. Aynı şekilde başka birine bir şey emretmeye de çok zorlanıyorum. Garsondan çay istemeye bile” (30). Vicdani ret aslında yaşamın bu ufak ayrıntılarında yuvalanmış hiyerarşi ve tahakküm ilişkilerine bir karşı çıkış olmasıyla, alternatif bir dünya tahayyülünün nüvelerini içerisinde barındırıyor. Gönül’ünkine benzer vurguları diğer vicdani retçilerle yapılan söyleşilerde de bulmak mümkün. “Emir alıp vermek benim kişiliğimle, duygularımla hiç bağdaşmayan bir şey,” diyen Vedat Zencir’de olduğu gibi. Bununla birlikte Zencir Türkiye’de muhalif kesimlerin savaş karşıtı bir politikalarının olmadığını, hatta orduyla ilgili bir anlayıştan bile yoksun oldukları belirterek önemli bir eksikliğin altını çiziyor.

Vicdani reddini 13 yıl önce açıklayan Yuri, siyasette bugün var olan sorunların hepsinin birbirleriyle ilişkili olduğunu söyler: “Mesela burada, Ayvalık’ta arıtma tesisinin olmamasının vicdani retle bağlantısı var,” der ve ekler “antimilitarist olmak benim kimliklerimden bir tanesi. Taşıdığım tek kimlik yaşıyor olmam. Bir bitkiden, bir balıktan kendimi ayırmıyorum.” 

Burada Zeytin Müzesi’nin açılışı vardı. Başkan, vali, milletvekili, protokol... Bir tarafta belediye bandosu var, kaç yaşında adamlar hazırolda bekliyorlar. CHP milletvekili çıktı, “Zeytin barış demektir” diye başlayıp Ayvalık, barış, barışa dair, bildiğimi politikacı ne söylerse onları öfkeli bir dille söyledi. Başka birileri daha konuştu. Sonra tam kurdele kesilirken belediye bandosu askeri marş çalmaya başladı. Birden beynim durdu; adam barış dedi, uzun uzuzn barış hakkında konuştu, zaten Zeytin Müzesi’nin açılışı... ve askeri marş çalıyor! Kendimi tutamadım, asker gibi sayıp ellerini kaldırmaya başladım.” (Yuri, s.59)

Eşcinsel vicdani retçi Mehmet Tarhan’ın “Eşcinsel olmam nedeniyle ‘hak’ olarak sunulan çürük raporunu militer düzenin kendi çürüklüğü olarak algılıyorum” diyerek muayeneyi reddetmesi fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldığı uzun tutukluluk sürecinin de başlangıcı olur. Tarhan’ın yaşadıkları Türkiye’de vicdani ret mücadelesinin tarihini yazacak olanlar için şüphesiz akla durgunluk veren ayrıntı ve anlarla doludur. Sağlam raporu dosyasına düşülen “eşcinsel olduğu halde muayeneyi reddetmesi kastının yoğunluğunu göstermektedir” notu gibi.

Vicdani ret askerliği reddetmekten daha fazla bir şeydir

Askerlikle cinsiyet ve yaş nedeniyle ilişiği (henüz) olmayan kişilerin hikâyeleri, vicdani reddin askere gitmemenin ötesinde bir duruş olduğuna dair bariz örneklerdir. İnci Ağlagül’ün “susmak suç ortağı olmaktır, o yüzden susmadım” demesinde olduğu gibi.

“... tam da bana zorunlu olmadığı için, doğrudan değilmiş gibi görünüp aslında bizi de hem doğrudan hem de dolaylı etkilediği için karşı çıkmamız lazım.” (Ağlagül, s. 84)

Feminist zeminde bir antimilitarist anlayışın peşinden giden Ferda Ülker “kadın retçileri, vicdani ret kavramını geliştirme açısından, erkeklerin reddinden daha değerli buluyorum” derken aslında kavramın kapsayıcılığına vurgu yapıyor. Merve Arkun da vicdani reddi antikapitalizmle, otorite karşıtlığı ile birlikte düşünmenin gerekliliğini vurguluyor.

Daha on dört yaşındayken Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle vurulan ve o kocaman güzel gözleriyle hala bizden hesap soran Ceylan Ökol’un ölüm haberinin ardından, onunla aynı yaştaki liseli İlyada Erkuş’un vicdani reddini açıklaması herhalde kitabın en heyecan veren ve yürek burkan hikâyelerinden birisi:
“Ceylan Önkol’un yaşında bir gencim, 15 yaşındayım, ben yaşıtlarımın, arkadaşlarımın ölmesini istemiyorum. Yeni Ceylanların ölmesini istemediğim için askerlik yapmayacağım. Bu militarist kültürün bir parçası olmayacağım.” (İlyada Erkuş, s. 168) 

“Evladını yitirmiş bir asker babası olarak vicdani reddimi açıklıyorum...” 2010 yılında vicdani reddini açıklayan Hayri Kamalak’ın sözleri bunlar. Oğlunun askerliğinin 17. gününde intihar ettiğine dair haberi alan ve buna ihtimal vermeyen, oğlunun şüpheli ölümünün peşine düşünen bir babanın vicdani reddi.

1990’lı yıllarda PKK’ya katılan, yakalanan ve sonrasında da vicdani reddini açıklayan, Roboski için 1300 kilometre yürüyen ve Türkiye’de barış duygusunun ve düşüncesinin gelişmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan Halil Savda’nın hikâyesi vicdani reddin diğer bir cephesini göstermesi açısından çok çarpıcı. Diğer cephede Kürt Vicdani Ret Hareketi’nin içerisinden bir figür olan Kemal Acar’ın anlattıkları da kaydedilmeli.

İslam’da zorunlu askerlik mümkün değil diyen ve Enver Aydemir ve İslam’ın heterodoks akımlarından etkilenerek vicdani reddini açıklayan İnan Mayıs Aru vicdani ret hikâyelerinin çeşitliliğini ve ahlaki ve bireysel muhasebelerin çoğulluğunu ortaya koyuyor. Lakin tüm bu çeşitlilik içerisinde tüm hikâyeler vicdani ret ve militarizmle ilgili şaşmaz bir doğrunun altını çiziyor: bu olguların sadece askerle, askere gitmek ya da gitmemek arasında yapılan ayrımla ilgili olmadığını, bir bütün olarak yaşamlarımızın her hücresine nüfuz ettiği gerçeğini. Öğünç çalışmasının giriş bölümünde bunu şu sözlerle belirtiyor:
Peki gözümüzün önünden bir perde kalkar, erkekliğin, şiddetin, milliyetçiliğin büyütüldüğü kışlalardan dışarı sızan militarizm de netleşir mi? Kadınların,  bir savaştaymışçasına erkekleri tarafından üçer beşer öldürülüşlerinin, ‘zorunlu erkekliğin’, ‘zorunlu askerlikle’ hiç mi ilgisi yok? Evlerin küçük ‘vatanlara’, okulların küçük kışlalara döndürülüşlerinin, bir dizi kılıkla aramızda gezen çıplak şiddetin çok başka nedenden görünen katmerli travmaların hiç mi ilgisi yok? Askerlik, sadece askerlikle ilgili bir mesele mi? (s.22)
Öğünç’ün kitabı ve kitapta yaşadıklarını cesurca paylaşan kişiler, kimsenin gitmediği savaşları düşünmemiz için bize ilham veriyor. Bu yüzden de sadece övgüyü değil teşekkürü de hak ediyorlar.

ASKER DOĞMAYANLAR, Pınar Öğünç, Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013. 

Ahmet Büke Bizi Anlatıyor! (Ayşegül TÖZEREN)

Ahmet Büke'nin son öykü kitabı, Yüklük...

Anadolu'nun geleneksel ev kültüründe önemli bir yere sahip olan yüklük, konuklar için uykuluk yedek malzemenin depolanabildiği bir "yardımcı çevre". Evin yükünü taşıyan, odanın anlamını değiştirebilen rengârenk yorganların, yastıkların saklandığı alan.

Ahmet'in Yüklük'ü bu sene herşeyin iyi olacağına inanan anneler, savaştan yaralı dönmüş oğullarla, süngerli odalarda sesini duyuramayan tutuklu çocuklarla, başı baskı makinesinde ezilen çocuk işçi Ahmetlerle ve giden çocuklarla dolu. Yüklük'ün ilk bölümü Hâl’de, okuyanın ruhunun odaları hâlden hâle değişirken, yani hâl böyleyken, yazana kalan ikinci bölümde olduğu gibi yine edebiyat oluyor. Kitabın ikinci bölümü Bakiye'de Büke, BirGün Kitap Eki'nde de yayımlanan, yazarlarla konuşmalarını bir araya getirmiş.
Ahmet Büke'nin öykü evi, 90'lı yılların Türkiyesi'yle ve siyasi tarihiyle sonsuz bir diyalog ve hesaplaşma içindedir. Bu yıllarda Türkiye ekonomik olarak dışa bağımlılaşırken, politik olarak içe kapanmış, milliyetçi/ulusalcı muhafazakâr değerler ön plana çıkmıştır. 90'lı yıllar Körfez Savaşı'nın canlı olarak televizyondan izlendiği, ama ülkenin batısında yaşayanların doğusundaki çatışmalardan, işkencelerden, insan hakkı ihlâllerinden haberi nin olmadığı, gazetecilerin gözaltında dövülerek öldürüldüğü, faili meçhullerin faili meçhul olarak kaldığı, Madımak Oteli'nde insanların yakıldığı, cezaevi koşullarının iyileştirilmesi için ölüm oruçlarının başladığı bir dönemdir.

Ahmet Büke'nin öyküleri 90'lı yıllardan gelen yara izini hep taşıdığından, büyük toplumsal yıkımların ardından ortaya çıkan yıkıntı edebiyatına ilişkin unsurlara sahiptir. Büke'nin öyküleri, şiddetli bir insani değerler depreminden sonra yıkıntıların ardından gelen kırık dökük bir ses gibidir: Orda kimse var mı? Öykülerinde hep insani olanı arar. Bundan dolayı Büke'nin dilinin en belirgin özelliği insancıllığı ve anti-militarist yapısıdır. Kitabın ilk öyküsü, “Bu sene her şey iyi olacak”ta anne ve iki oğulun hikâyesi anlatılır. Annenin öğle yemeği yapmasıyla başlar öykü… Minibüs şöförlüğü yapan oğul ağabeyinin hikâyesini anlatır. Mevzilerine roket atılan ağabeyinin. Yazarın anlatımı öylesine insani ve çatışmadan uzaktır ki okurken tek dileğiniz hikâyenin iyi bitmesini istemektir. Öğle yemeği hazırlığıyla başlayan öykü akşam yemeği için kurulan sofrayla biter. Çünkü hayat devam etmektedir ve Büke’nin öykülerinde hayatı sürükleyen asıl güçlü karakter hep kadındır.
Yazarın öykü dünyası bir den’eylem alanıdır. “5 (Sünger Odalarda)” isimli öyküsü, ters-yüz bir öyküdür. Baştan ve sondan okumaya başlayabilirsiniz. Hikâye aynı kapıya çıkar. Çünkü yazar cezaevindeki çocukları konu almaktadır. Cezaevindeki insan hakkı ihlâllerindeki kısır döngüye biçimsel olarak da dikkati çekmektedir. “Her Şeyin Teorisi” adlı öyküsü ise devlet doğa ikiliğinden doğmuş gibidir. Evrenin sonsuzluğundan devletin köşeli yapısına uzanan öykü, kenardan Hotamış’tan başlar. Hotamış’a bir gemi kazasından çıkıp gelen angus sürüsü ile devletin imtihanını ironik bir dille anlatır. Öyküsünde görsel unsurlar kullanmaktan da geri durmaz.

“Giden Çocuklar için: Müfredat” isimli öykü Gezi Direnişi’nden sonra yazılmış olup, Direniş Öyküleri adlı derlemede de yer almıştır. Öyküde şiir sesleri duyulur. Önce Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı’ndan gelir sesler. Öykünün başlangıcında dünya giden bir çocuğun gözünden gösterilir. Çünkü, “Bilmek, başka bir görmek hâliymiş.” Sonra müfredata geçilir. Müfredatta, devlet(ler)in kalabalıklara karşı geliştirdiği yöntemler anlatılır. Müfredatı hazırlayanlar Ece Ayhan’dan Mor Külhani’yi okumuş gibidir: “Daire giderek büyümektedir. Kendince güzeldir,  iç yakıcıdır. Kaç kişi varsa orada hepsi aynı anda âşık olmuş gibidir. En tehlikeli hâl esneme gibidir. Aşk sirayet eder. Dağılmak ölümden beterdir.” Ece Ayhan’dan Cahit Koytak’a uzanır öykü ve annelerin adalet isteği ile son bulur.

Ahmet Büke’nin öykülerinin biçem özelliklerine bakıldığında ilk dikkati çeken anlaşılır ve kısa cümlelerdir. Müzikten edebiyata geçen bir terim olan stakato tarzındadır anlatımı. Cümleler kısa, bazen kesik ama hep güçlüdür. Anlatımı anlaşılır olmakla birlikte çok anlamlılık taşıyabilir. Çok anlamlılıktan doğan mistik hava sözcüklerin arasına dağılır. Büke’nin dili usul usul söylemekten yanadır, bağırmaz. Hafifletme tekniğinden yararlanır. Çocuk işçinin ölümü anlatırken, “Yansın Çukurova!” demek yerine, “Adana Tutuşsun Ucundan” der. Ancak anlamı kaybetmez. Kesik, eksiltmeli cümleler kullanır: “Ankara'dan da anneme telgraf çekmişler: "Oğlan olursa Ateş..." Benim adım Ateş.” Ahmet Büke öykülerinde “Hişt, hişt!” diye yaşama/ı çağıran Sait Faik’in sesi hep duyulur. İki dünya savaşının arasından yazan Sait Faik nasıl yıkıntıların arasında yaşama yönelebilmişse, Ahmet Büke de öykülerinde o yolu arar.

Ahmet Büke, Yüklük’ün ikinci bölümünde John Fante ile, Vüs’at O. Bener ile, Sait Faik Abasıyanık ile, Platonov ile, Tina Modotti ile, Sevgi Soysal’la konuşur. Deneme ile öyküleme arasındaki “Bakiye” metinler, Büke’nin konuştuğu yazarlar ve sanatçılarla ile ilgili değerlendirmeleridir. Ancak Ahmet Büke, onları da kendisini de birer öykü karakterine dönüştürerek, değerlendirir. Hatta, Platonov’a Platonov’la ilgili görüşlerini açıkladığı bölümden sonra “Çok saçma ama devam et” bile dedirtir. Ahmet Büke’nin bu öykülemelerinde, yazarın edebiyata bakışı da saklıdır. Büke edebiyatı fildişi kuleye hapsetmez, onun için yaşama içkindir. Hiçbir yazarı kutsamaz, John Fante’yi Kumru Kamil’le meyhaneye gönderir. Kendi yazdıklarını da kutsamaz, annesi yanlışlıkla pantolonunun arka cebinde kalan yazılarını çamaşır makinesine atabilir. Belki bundan dolayı Büke, kalabalıklar içinde yalnızı değil, kalabalıkları da yazar, kalabalıklar içinde de yazar.

Yüklük de bu yüzden yeryüzünün acılarına, sevinçlerine, hüznüne, sıkıntısına bu kadar aşina.

Hişt, hişt! Anlatılan bizim hikâyemiz…

YÜKLÜK, Ahmet Büke, Can Yayınları, 2014.

Devletler Neden Savaşır? (Cem ORHAN)

Siyasal angajmanların ve üniversitelerde kendi disiplinlerine fazlasıyla bağlı kalmanın en belirgin sonucu, sosyal bilimlerin dünyayı açıklama çabası verirken, büyülü terimlere takılıp kalarak kör noktalara sapmasıdır. Basit misaller olarak vermek gerekirse, toplumu, siyaseti ve tarihi anlamak için mucizevi terim takviyesiyle teknolojiyi ön plana koyarsanız teknolojik determinizme saplanabilir (Milton Friedman gibi), doğa bilimleri temelli disiplinlere bağlılığınız sebebiyle çevre ve doğayı, toplumsal dönüşümde ön plana yerleştirirseniz de naturel determinist olabilirsiniz (Jared Diamond). Eğer tarihte bir özne arar ve toplumsal dönüşümün temel öğesi olarak işçi sınıfını teorik hokus pokuslarınız için merkeze alırsanız, bu kez de işçi-determinist olarak (otonomistler, John Holloway) açıklayıcı gücü katiyen bulunan, ama fazlasıyla indirgeyici olmaktan kaçamayan, toplumun muazzam karmaşıklığını tek bir çizgiyle basitleştiren bir sıradanlığa saparsınız. Eğer bu kısıtlı terminolojiniz içindeki kuramsal savunmaya dayalı literatüre de hakimseniz, rahatlıkla çalışmanızı savunabilir, teorik açıkları yamayabilirsiniz. Yeterli ölçüde empirik veri ile desteklenen bir kurgu inşa etmek, yorumbilimin sayısız nimetleriyle fevkalade mümkündür. Zihinde bir ölçüt/sınıflandırma kategorisi belirleyerek topluma ve tarihe baktığınızda, şeylerin ta kendisi, özü gibi görünen sayısız veri ile karşılaşarak, bir yandan kurama olan inancınızı tazelerken öbür taraftan her neyi arıyorsanız onu bulabilirsiniz. Ancak bu şekilde elimizdeki efsunlu terim ister sınıf, ister çevre, ister ekonomi olsun, verileri seçerek oluşturduğumuz bu kuramla-barışık nedensellik ağının, teneffüs ettiğimiz yaşamın başarılı bir modellemesi olabilme olasılığı düşüktür.

Zengin bir teorik inşa

Daha önce temel metni olan İktidarın Tarihi’nin (The Sources of Social Power) ilk iki cildi Türkçeye kazandırılan Michael Mann’i birçok noktada gelenekten ayıran da biraz önce bahsettiğimiz epistemolojik tuzakları en aza indirmek için çalışmasını oturttuğu kapsamdır. Güney Çeğin editörlüğünde hazırlanan ve Mann’in çeşitli dönemlerde kaleme aldığı makalelerden oluşan ve yazımızın konusu olan Devletler, Savaş Ve Kapitalizm derlemesinde de örnekleri görülebileceği gibi, Mann, içinden çıktığı Weberci geleneğin epistemolojik sınırlarını zorlamaya çalışan bir sosyal bilimcidir. Mann, kuramsal kör noktalardan kurtulmak için ekonomik, ideolojik, askeri ve politik alanların teorik inşasına dayanırken, sosyolojik ortodoksinin “toplum” nosyonunun bizzat kendisini sorunsallardan uzak bir totalite olarak görme eğilimini eleştirir. Sosyal İktidarın Kaynakları’ndaki topluma yaklaşım, özellikle de Türkiye gibi tarihsel sosyolojinin görece yeni tomurcuklanma imkanı bulabildiği –ve halen ortodoksiye ait tabuların emperyalizmi altında bulunan- sosyal bilim çevreleri için sunulabilecek en berrak patikalardan birini sunar:

“Toplumlar bütünsel değildirler. (Açık ya da kapalı) sosyal sistemler, totaliteler değildirler. Bir coğrafi ya da sosyal uzayda asla tek başına, sınırları olan bir toplum ile karşılaşmayız. Çünkü ortada bir sistem, bir totalite yoktur ve böyle bir totalitenin “alt-sistemleri”, “boyutları”, ya da “seviyeleri” bulunmaz. Çünkü bir bütünlük yoktur, toplumsal ilişkiler “nihai olarak”, “son tahlilde” kendisinin sistemik bir niteliğine indirgenemez – “maddi üretim biçimleri”, ya da “kültürel” veya “normatif sistem”, yahut “askeri organizasyon biçimleri” ifadeleri gibi. Çünkü sınırları olan bir totalite yoktur, toplumsal dönüşümü ya da çatışmayı “iç kaynaklı” ve “dış kaynaklı” varyantlarına göre bölmenin bir faydası yoktur. Çünkü içerisinde bir sosyal sistem, bir “evrimsel” süreç yer almaz.” (Mann, Michael, 2005, The Sources of Social Power, Cambridge, New York, s:1)

Michael Mann’in Devletler, Savaş ve Kapitalizm derlemesinde yer alan makaleleri de bu hassas epistemolojik problemi dikkate alır nitelikte keskin belirleyicilerden ve çabuk nedensellik ağları ören sözcüklerden uzak. Soyut kuramdan ziyade empirik verilere dayanan kuramı tercih ettiğini söyleyen bir sosyolog olarak Mann, derleme içerisinde yer alan metinlerde Marksist sınıf kuramlarını, kapitalizm-militarizm ilişkisini, devlet alanının genişleme çizgilerini, nükleer savaşın devletler üzerindeki etkisini, jeopolitik ilişkilerin dönüşümünü bu eksen üzerinden değerlendiriyor.

Ekonomik indirmecilik ve devlet kuramı

Marksist kültür içerisinde Ernest Mandel gibi devlet alanının genişlemesiyle empirik anlamda ilgilenen kişilerin varlığına rağmen doğrudan devletin oluşumu ve işleyişini anlamaya yönelik bir kuramsal çabanın azlığı dikkat çeker. Buna karşın devlet üzerine söylem üretilmekten geri durulmamış olması, bu söylemin indirgeyici olma riski hep dile getirilmiştir. Derlemede devlet alanını yapılan harcamalarıyla birlikte değerlendiren Mann, Marksizmden çoğulculuğa kadar devletin işlevlerini ekonomik ve iç işlere indirgeyen devlet kuramlarının, kendisinin sunduğu basit mali verilerle geçersiz kılınabildiğini gösteriyor. Özellikle de üçüncü bölümde yer alan, Büyük Britanya’nın iç harcama verilerinin incelenmesi bu açıdan dikkate değer nitelikte.

Derlemenin belki de en önemli kısımlarından birisi, modern savaş tekniklerinin gelişmekte olduğu bir sırada sınıflar, uluslar ve devlet elitleri arasındaki yakın karşılıklı ilişkilerin, Mann’in iktidar analizi çerçevesinde incelenmesi. Yirminci yüzyılın, insan türünün kendisini yok edebilecek ölçekte tehlikeli bir yer haline gelmesinde bu üç aktörün (sınıf, ulus ve devlet elitleri) rollerinin incelendiği metinde, dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmek için ne yapılabileceğine yönelik normatif reçeteler de sunuyor Mann. Nükleer çağdaki militarizm, vatandaşın savaşa iştirakinin sağlanması ve yığınların “taraftar militarizmine” nasıl dönüştürüldüğünün incelenmesi de genişletilmiş Weberci repertuarın iktisadi-ideolojik-askeri ilişkileri anlayabilmedeki kapsamını görmek açısından önemli.

Türkçeye daha önce yakın tarihlerde çevrilmiş olan İktidarın Tarihi ve Demokrasinin Karanlık Yüzü, eserlerine ek olarak bu derleme, hem içerisinde yer alan makalelerden bazılarının bu iki eserin yazıldığı dönemin öncesinde ve sonrasında kaleme alınmış olması, hem de bu şekilde Michael Mann’in düşünsel güzergahını göstermesi açısından da sosyal bilim literatürü için oldukça değerli. Mann’in 2012’de yayımlanan ve henüz Türkçeye çevrilmeyen İktidarın Tarihi’nin üçüncü cildi yayımlanmadan önce özellikle de global imparatorluklar üzerine çok şey barındıran bu derlemenin incelenmesi güzel bir hazırlık sunacaktır.

DEVLETLER, SAVAŞ VE KAPİTALİZM, Michael Mann, Çeviri: Semih Türkoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013.

Militarizmin Halleri (Haldun ALKANAT)

Güven Gürkan Öztan’ın geçtiğimiz ay yayımlanan Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda adlı çalışması, Türkiye’de siyasal, kültürel ve iktisadi hayatın önde gelen problemlerinden biri olan militarizme odaklanıyor. Bunu yaparken konuyu hem kuramsal açıdan ele alıyor hem de Türkiye tarihi boyunca konunun farklı tezahürlerini ele alarak tartışıyor. Öztan, kitabının temel tezini daha ilk sayfada açık bir şekilde şu sözlerle ortaya koyuyor: “militarist zihniyetin ve tutumların, Türkiye’nin politik gramerinin yapılandırılmasında ve idamesinde etkin; ayrıca sosyo-kültürel yeniden üretim mekanizmalarıyla birlikte gündelik yaşamın içinde de merkezi sayılabilecek bir rol oynadığı fikri, bu çalışmanın genel iddiası.” (s.1)

Tanımlanması zor bir kavram: “Militarizm”

Militarizm, Öztan’ın da belirttiği üzere tanımlaması çok zor bir “-izm” türü. Militarizmin eklektik ve dağınık doğası, kolayca kavramsallaştırılmasının önündeki temel engel niteliğindedir. Kitaptaki örneklerde de görüldüğü üzere, bir ideolojiden ziyade bir eklemleyici ilke olmasından kaynaklanmaktadır.

Kitabın ilk bölümü, sıralanan zorluklara karşın militarizmi farklı veçheleri ile kuramsallaştırma girişimlerine ayrılmış ve yazar bu bölümde zengin bir literatürle tanıştırıyor okuru. Militarizmi Türkiye’nin modernleşme sürecinin yapısal belirleyenleri etrafında tartışan “yapısal militarizm” çalışmaları ile başlayan bu bölümü “militarist zihniyet ve performanslar” alt bölümü takip ediyor. İşte tam da bu “militarist zihniyet” ve “performanslar” (“diskur”, “tutum”, temsiller) militarist zihniyetin toplumsal yaşamın karmaşık dokusuna veçhelerine zuhur edişini temsil ediyor.  Bu yüzden de tespit edilmesi ve anlaşılması güç bir olguya dönüşüyor. Öztan, militarist pratikler ve zihniyetin her daim “düşman” ve “işbirlikçi” imgelerine ihtiyaç duyduğunu; bu öğelerin militarizm için kurucu bir nitelik taşıdığının altını çiziyor: “Zira militarizm sürekli olarak “düşmana” karşı “teyakkuz halinde” olan bir kuvvetin mevcudiyetine ihtiyaç duyar.” (s. 23). 

Militarizmin “gündelik” hali: “banal militarizm”

Militarizmin belki de çözümlenmesi ve çözülmesi en güç yanlarından biri gündelik yaşamın içerisine gömülü karakteridir. Öztan burada Billig’in “banal milliyetçilik” kavramından hareketle “banal militarizm” kavramını önermektedir. “Banal militarizm” militarizmin sıradanlaşmasını, doğallaşmasını ve gündelikleşmesini anlatır. Çocuklara, sokaklara, apartmanlara verilen adlarda; en masum dilsel pratiklerde; bayramlar, törenler ve mitinglerde, her yerde militarist tema ve sembol enflasyonu ile karşı karşıyayızdır. Öztan, militarizmin eğitim sistemi ve popüler kültüre yazılı tezahürlerinin de altını çizer.

Öztan, kitabın ikinci bölümünde, ilk bölümdeki kuramsal mülahazalar eşliğinde Türkiye’de militarizmin gelişimini tarihsel bir çerçeveye yerleştirir. Bu bölümde “ideal” kadın-erkek kimliğinin kurgulanmasında ve “milli pedagoji”nin tesisinde militarist öğelerin ağırlığının altını çizer. Kitabın ilk bölümünde bahsettiği “yapısal militarizm” açıklamalarına paralel şekilde Türkiye’de “devleti kurma telaşı ve buna bağlı olarak da modernleşme süreciyle çakışan milliyetçiliğin gelişiminin militarizmden ayrı düşünülemeyeceğini vurgular. Bu bölümde militarizmin gündelik yaşamın farklı veçhelerinde de zuhur edişini ortaya koyar.

Öztan, üçüncü bölümde literatürde daha ziyade Demokrat Parti dış politikası başlığı altında değinilip geçilen Kore Savaşı’nı ve “Soğuk savaş ikliminde militarist pattern’in oluşma serüveni”ni inceler. Öztan’ın iddiası Kore Savaşı’nın Türkiye’deki izdüşümlerinin Türkiye’de militarist ve milliyetçi söylemlerin inşasında hayati bir rol oynadığıdır. Aynı zamanda Soğuk Savaş boyunca Türk sağının şemsiyesi olarak anti-komünizm propagandasının buluştuğu örnek bir vaka özelliği taşır. Daha önceki dönemlerden farklı olarak militarist propagandanın modern iletişim araç ve tekniklerine yansıması savaşın bir toplumsal seferberlik meselesine dönüşmesini kolaylaştırır. Sivil halk Türkiye’nin dahil olma sebebinin çok da anlaşılır olmadığı bir savaş için seferber edilir, cepheye desteğe çağrılır. Şimal Yıldızı (1954, y. Atıf Yılmaz, o. Ayhan Işık, Hulisi Kentmen, Atıf Kaptan) gibi filmlerle, Kore Savaşı popüler anlatıların bir parçası olur.

Kitabın dördüncü bölümü, Türkiye’de militarizmin olmazsa olmazı olan anti-komünizme ayrılmıştır. Türk sağının farklı fraksiyonlarının meşruiyetlerini ve ittifaklarını inşa ederken başvurdukları şemalardan bir tanesidir komünizm karşıtlığı. Komünizm karşıtlığı ordu içerisinde, ordu için ve ordu tarafından itinayla işlenen ideolojik bir öğedir aynı zamanda. Öztan bu bölümde Genelkurmay Başkanlığı ve önde gelen komutanların komünizmi tarif ve tasnif eden, orduyu ve halkı her daim komünizme karşı tetikte olmaya çağıran metinleri ayrıntılı bir şekilde ele alır. Bu metinler militarist ideoloji ile antikomünizmin iç içe geçtiği örnekleri oluşturur.

“Milli dava” Kıbrıs ve Kıbrıs meselesi 1974 öncesi ve sonrasında Türkiye’de milliyetçi ve militarist anlatının en temel yapıtaşlarından birini oluşturur. Ada’daki siyasi kriz derinleştikçe ve çatışma ihtimali arttıkça Kıbrıs gitgide daha fazla oranda Türkiye’nin bir iç meselesi haline gelir. Bir kurtuluş reçetesi olarak “taksim” tezinin ortaya atılması, “Ya Taksim Ya Ölüm” mitinglerinin düzenlenmesi, Kıbrıs Türktür Derneği benzeri devlet himayesindeki kuruluşların ortaya çıkması Kıbrıs meselesini militarist-milliyetçi değer ve pratiklerin kolayca yeşerebileceği bir alana dönüştürmüştür.

Kitabın son bölümü Türkiye siyasal hayatının belki de en karanlık dönemi olarak adlandırılabilecek olan 1980-2000 yılları arasına ayrılır. 12 Eylül şiddet ve vahşeti ile başlayan bu süreç, ordunun siyasal, ekonomik ve kültürel alanlar üzerindeki denetim ve kontrolünün en açık ve en hudutsuz olduğu bir dönemi imler. Dost ile düşman, bizden olanla olmayanın sınırlarının sürekli olarak asker tarafından çizildiği ve yurttaşların gündelik hayatta sürekli olarak bu sınırlarla test edildiği bir dönem. Militarizmin “dış” düşman vurgusu malumunuz, dış düşman tehdidi karşısındaki teyakkuz halile iç düşman enflasyonunun eklendiği bir dönemi ele alıyor Öztan bu durumda. Ezeli tehdit “Moskof uşağı”na bölücü Kürt ve Şeriatçı eklenir ve bir güvenlik devleti inşa edilir. Bir güvenlik devletinin yeniden üretilmesi sürekli olarak tehdit ve tehlikelerin (komünizm, irtica, Suriye, bölücülük...) altı çizilir.

Türkiye’de Militarizm, Türkiye’de militarizmi anlamamızı sağlamak ve bu musibeti hayatımızdan def etmek için önemli ipuçları sunuyor. Tarihsel örneklerle militarizmin düşmanlıklardan, şiddetten ve tahakküm ilişkilerinden beslenen yapısını ortaya koyuyor. Bununla birlikte, kitap birkaç yönden de eleştirilebilir. Sonun bölümünde kısaca değinmekle birlikte 2000’li yıllarda militarizmin ve militarist ideolojinin toplumsal ve siyasal hayattaki tezahürlerini araştırma dışında bırakıyor. Araştırmaların sınırlılıklarını eleştirmek, araştırmalar bu sınırlılıkların farkında olduğu sürece, çok makul olmayabilir. Lakin gönül, siyasal İslam’ın ve militarizmle imtihanının ele alınabilmesini isterdi. Sadece bir temenni tabii bu. İkinci olarak, benzer bir şekilde, militarizm-merkez/sosyalist sol arasındaki ilişkini de kitapta yer alması resmi tamamlayabilirdi. Bu şekilde son dönemin mitinglerinde ve eylemlerinde bir yandan “paralel yapıya karşı ikinci bir Kurtuluş Savaşı” açan iktidarın; diğer yandan da Gezi’de yitirilen hayatları şehitlikle tamlayan, ya da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla iktidara “savaş açan” söylem ve yapıları daha iyi anlamamıza katkıda bulunurdu. Bu eksiklikler elbette ki birer temennidir: yazarın ve diğer araştırmacıların ileride sorabileceği sorularla ilgili birer öneridir. 

TÜRKİYE’DE MİLİTARİZM: ZİHNİYET, PRATİK VE PROPAGANDA, Güven Gürkan Öztan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014.

Militarizmin Görünmez Ayrıcalığı (Nurseli Yeşim SÜNBÜLOĞLU ile Söyleşi: Burak Özçetin)

Militarizmi merkeze alan sayımızda konuyla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birine –Erkek Millet Asker Millet (2013, İletişim)– imza atan Nurseli Yeşim Sünbüloğlu ile bir söyleşi yaptık.

Kitabın adından başlayalım istersen. “Erkek Millet Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)ler”. Buradaki “ve” tesadüfi bir yan yana gelmekten ziyade köklü bir rabıtayı anlatıyor sanırım?

Kesinlikle. Kitabın temelini oluşturan bu üç kavramın birbirine ne denli bağlı olduğunu anlamak için “Egemen bir erkeklik anlayışına dayanmasaydı militarizm meşruiyetini nasıl kurardı?” ya da “Militarist idealleri benimsemek ve militarist pratikleri gerçekleştirmek erkeklere hangi ayrıcalıkları sağlıyor?” gibi soruların cevaplarını düşünmemiz yeterli. Üstelik bu üçlü birbirini hayatın çok farklı alanlarında besliyor ve bu faaliyet her alanda aynı derecede göze çarpmayabiliyor. Militarizm, milliyetçilik ve normatif erkeklik bu topraklarda hegemonik bir konuma sahipler ve hegemonik olmak zaten öncelikle doğallaştırılmış hale gelmek, dolayısıyla da “görünmez” olmak demek. Bize düşen iş de, bu alanları tek tek irdeleyip gün yüzüne çıkarmak. Kitapta yer alan makalelerin bu anlamda önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Tanıl Bora, Arus Yumul ve Nazan Üstündağ’ın katkıları olan makaleler sırasıyla futbol, mizah ve beden-şiddet-direniş konuları bağlamında erkekliğin ve cinselliğin milliyetçi militarist kodlar aracılığıyla hangi şekillerde düzenlendiğini irdeliyor. Tahmin edileceği üzere, askerlikle doğrudan ve dolaylı ilişkili kavramlar ve deneyimler derlemede önemli bir odak noktası. Ayşe Gül Altınay, Ömer Turan ve Barış Çoban’ın makaleleri doğrudan kışla deneyimi üzerine. Altınay’ın makalesi disipline edici bir pratik olarak zorunlu askerliğe ve bu pratiğin eğitimle ilişkisine dair kapsamlı bir bakış niteliğinde. Turan’ın makalesi çatışma bölgesi dışındaki zorunlu askerlik deneyimlerine odaklanarak kışlanın ne derece ideolojik bir mekan olarak ele alınabileceği sorusuna yanıt arıyor. Çoban ise kışladaki iktidar işleyişini, “gösteri iktidarı” kavramı üzerinden bir okumaya tabi tutuyor. Derlemede yine zorunlu askerliği merkeze alarak militarist ideolojinin çeperinde konumlandırılmış grupların deneyimlerini irdeleyen makaleler de bulunuyor. Bu irdelemeyi Senem Kaptan asker anneleri, Alp Biricik erkek eşcinseller, Can Açıksöz ve ben de Güneydoğu gazileri üzerinden gerçekleştiriyoruz. Meselenin tarihsel boyutunu da ihmal etmiş değiliz. Yaşar Tolga Cora Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı dönemlerinde beden terbiyesi ve ulus-devletin ideal erkek kurgusunu, Güven Gürkan Öztan ise ordu-millet mitinin milli kimlik yaratma sürecindeki kritik rolünü inceliyorlar. Tebessüm Öztan ve Şafak Aykaç’ın makaleleri sırasıyla Kore Savaşı dönemi militarizminin sinemaya yansımasını ve 1990’larda şehitlik fenomeninin yükselişini ele alıyor. Bu tarihsel izlekteki son noktayı Murat Belge’nin 2010 yılında gündeme gelen profesyonel ordu sistemine geçişin mümkün olup olmadığına yanıt arayan makalesi koyuyor.   
  
Kitabın ve giriş yazısının temel iddiası militarizmin askeri alanla sınırlı olmadığı, aksine askeri ile sivil arasındaki sınırların silinmesi ya da bulanıklaşması anlamına geldiği. Bu bulanıklaşmayı günümüzde en çok hayatın hangi alanlarında gözlemliyoruz?

Biliyorsun, militarizm en basit tanımlamayla askerî değerlerin yüceltilmesi ve bu değerlerin sivil hayatın düzenlenmesinde önemli bir yere sahip olması demek. Bu tanımlamadan yola çıkarak zorunlu askerliğin ve onu teşvik eden söylemlerin militarizmin temel direği olduğunu görebiliyoruz. Militarizmi aynı zamanda askerî-sivil ayrımının bulanıklaşması olarak düşünmek ise gündelik hayata biraz daha yakından bakmayı gerektiriyor. Birkaç gün önce sosyal medyada rastladığım bir ilan buna iyi bir örnek bence. Bahsettiğim, bir evcil hayvanı sahiplendirme ilanı, dolayısıyla militarizmle doğrudan hiçbir ilgisi yok – ta ki “askerliğini yapmamış olanlara sahiplendirme yapılmayacaktır” notuyla karşılaşana kadar! Başka bir açıklama yapılmadığı için ilan sahibinin askerliğe yüklediği anlamlarla ilgili ancak tahminde bulunabiliyoruz. Türkiyelilerin askerliğe yükledikleri anlamlarla ilgili daha fazla araştırmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Elbette bu konuda çok kıymetli çalışmalar var; aklıma ilk olarak Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabı geliyor mesela. Senem Kaptan’ın derlemede yer alan çalışması da bir başka örnek. Ayrıca halihazırda Kürt erkeklerinin kışla deneyimlerine dair bir çalışma yapıldığını biliyorum. Toplumun içindeki farklı grupların askerliği nasıl algıladıklarını ve doğrudan ya da dolaylı nasıl deneyimlediklerini daha çok örnek üzerinden bilirsek Türkiye’de militarizmin haritasını daha gerçeğe yakın çıkarma şansımız olur. Oysa halkın askerlikle ve askerlerle ilgili ne “düşündüğünü” biz en çok sivil ve askerî iktidarın ağzından duyuyoruz. Askerliğin bu denli yüceltildiği bir memlekette profesyonel orduya başvuru neden bu kadar az ya da neden muazzam sayıda asker kaçağı var sorularını göz ardı etmemek gerekiyor .  
        
Militarizmin bu topraklara ve insanlarına böylesine nüfuz etmesinin temel sebepleri nelerdir sence?

En başta zorunlu askerlik. Askerlik her şeyden önce toplumun içindeki politik, ekonomik, etnik, topumsal cinsiyete dair hiyerarşileri toplumun bir yarısına iyice belletme amacı güden bir pratik. Zorunlu askerin kendiden kudretli olanlara boyun eğmeyi öğrenmesi karşılığında özellikle toplumsal cinsiyet üzerinden iktidardan pay almasına dayalı bir pratikten bahsediyoruz burada. Bu yönüyle diğer kurumların, mesela eğitim sisteminin, temel amaçlarıyla örtüştüğü çok nokta var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak hepimiz her an devletin dirliği ve düzenliğine hizmete çağrılmaya alışığız zaten. Dolayısıyla hala bir ölçüde geçerliliği olan feda kültürü militarizmin varlığını sürdürmesi için elverişli bir zemin oluşturuyor. Yalnız son dönemde özellikle orta sınıflar nezdinde feda kültürünün etkisinin zayıflamaya başladığı gözleminin yapıldığını da belirtmek gerek. Bu da askerlik yükümlülüğünün giderek daha fazla alt sınıflarla ilişkilendirilmesi sonucunu doğuruyor. Militarizmi besleyen bir diğer etken de askerliğin romantize edilmesi. Güneydoğu gazileriyle yaptığım mülakatlarda zaman zaman karşıma çıkan bir ifade, “Askerlik bize oyun gibi geliyordu”. Burada toplumun şiddetle ilişkisinin askerlik algısını şekillendirdiğini söylemek mümkün. Şiddet ve fiziksel güç uygulamanın yüceltildiği bir toplumda askerliğin silaha erişim ayrıcalığı olarak da algılanıyor olmasına şaşırmamak gerek.     
        
Kitaptaki yazılarda militarizmin daha ziyade resmi ideoloji ve sağ siyasal ideolojiler ile bağlantısına değinilmiş. Bu tercihin sebebini sorayım ilk olarak. İkinci olarak solun militarizmle imtihanı hakkında neler söyleyebilirsin?

Militarizmi sağ ideolojiler çerçeveside ele almanın çok bilinçli bir tercih olmadığını itiraf edeyim. Sol ve militarizm ilişkisine bakmamış olamayı kitabın önemli bir eksiği olarak not etmiş olalım. Behice Boran başkanlığındaki Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Kore Savaşı’na karşı çıkması gibi yüz akı örnekler olmakla birlikte biraz önce tarif etmeye çalıştığım iklimden solun etkilenmemiş olması elbette düşünülemez. Solun militarizmle ilgili tarihsel tutumunu analiz etmek de şüphesiz çok önemli ama benim esas dikkatimi çeken, bu kadar yoğun militarizm ve askerî vesayet tartışmalarının yapıldığı bir dönemde yaygın diyebileceğimiz bir sıklıkta kullanılan “Gezi şehidi” tanımlaması. Bu tanımı kullandığına çok şaşırdığım sol tandanslı kişiler oldu. Muhtemelen üstüne fazla düşünmeden kullanılıyor ama önemli olan tam da bu zaten. Gezi direnişi ve onu takip eden süreçte devletin büyük bir aymazlıkla insanları öldürmesinin kahrediciliğini ve yitirilen canların kıymetini ifade etmenin tek yolunu hala “şehitlik” kavramında buluyorsak, onca tartışmaya rağmen militarizm capcanlı varlığını sürdürüyor demektir. Ya da biz militarizm tartıştığımızı zannederken aslında tartışmalarımız çoğunlukla Silahlı Kuvvetlerin siyasetteki rolü ile sınırlı kalmış demektir.   
    
Son on yılın gözde konularından biri askeri vesayetin ve militarizmin geriletilmesi ve sivilleşme iddiası. Bu konuda neler söyleyebilirsin? Değişen ve süreklilik arz eden şeyler neler?

Bu ülkede militarizmi tartışmak uzun sürecek netameli bir süreçten geçmek demek. Askerlikle ve askerlerle ilgili varsayımlarımızla yüzleşmek, militarizmin şekillendirdiği değer yargılarımızın yerine yenilerini koymak demek. Elbette askerî vesayetin geriletilmiş olması bu yüzleşme sürecini kolaylaştıracak bir gelişme. Ancak biliyoruz ki, sona erdirilmesi gereken askerî vesayetin çerçevesi Silahlı Kuvvetler ve AKP ilişkisi üzerinden çizildi ve bunun dışına taşmaması için azami çaba gösterildi. Bunun için Ergenekon davası sürecine bakmak yeterli. Bu dava esas yapması gereken şeyi, yani askerlerin Kürtlere karşı işledikleri suçları yargılama işini yapmadı. Kürt mağdurların davaya müdahilliği kabul edilmedi. Dolayısıyla devlet sürecin en başında özellikle 1990’lı yıllarda yürürlükte olan askerî çözümün meşruiyetini tartışmaya açmaya niyetli ve istekli olmadığını göstermiş oldu. Nitekim geldiğimiz nokta Roboski katliamı oldu. Ahmet İnsel’in zamanında dikkat çektiği gibi, Roboski ile birlikte iktidar partisi ve Silahlı Kuvvetler aynı iktidar bloğunun içinde yerlerini almış oldular. Bu durum ortada dururken askerî vesayet ve militarizm tartışmalarının iddia edildiği kadar etkili olduğunu düşünmek pek mümkün görünmüyor. Ancak şunu da atlamamak gerek: Asker Hakları İnisiyatifi’nin çabalarıyla dolaşıma giren “asker hakkı” kavramının, yani askerliğin etrafındaki kutsallık halesinin zayıflamasının ve kötü muamelenin askerliğin doğal bir parçası sayılmasının sorunsallaştırılmasının görünürlük kazanması ve toplumsal ve siyasi kabul görmesi askerî vesayetin güçlü olduğu bir ortamda mümkün olmazdı.   
   
Kitabın özgün katkılarından biri erkeklik hallerini ve hegemonik erkeklik söylemini irdelemesi. Görece yeni bir çalışma alanı. Erkeklik hallerini çalışmak neden önemli?

Toplumdaki birçok eşitsizlik normatif cinsiyet pratikleri ve söylemleri ile bağlantılı. İktidar ilişkilerini temeline alan her çalışma alanında önceliğin görece güçsüz kesimlere verildiğini görüyoruz, ki bu çok anlaşılır bir tercih. Özerk bir disiplin olarak erkeklik çalışmaları da uzun bir kadın çalışmaları/feminist araştırma geçmişini takiben ancak 1990’larda ortaya çıkıyor ve hegemonik erkeklik de bu disiplinin ürettiği en etkili kavram. Hegemonik erkeklik temelde, kadın/erkek kategorik yaklaşımının tüm erkekleri erk sahibi olarak kodlamasına karşı çıkan ve erkeklerin erkeklik iktidarıyla farklı ve eşitsiz şekillerde ilişkilendiklerini savunan bir kavram. Dolayısıyla bu teorik yaklaşım eril iktidarın hangi koşullarda sürdürüldüğü, bu iktidarın sürmesi için kadınlardan ve erkeklerden hangi yollarla rıza devşirildiği, özne- eril iktidar ilişkisinin çelişkileri ve kırılganlıkları gibi konuların incelikli analizine olanak sağlıyor. Türkiye’de oldukça yeni sayılabilecek bir çalışma alanı olmasına rağmen erkekliğin çeşitli veçhelerini konu alan giderek artan sayıda nitelikli çalışma yapılması sevindirici. Eylül ayında düzenleyeceğimiz 1. Uluslararası Erkekler ve Erkeklikler Konferansı’na tahminimizin üstünde bir sayıda başvuru gelmesi de Türkiye’de bu alana artan ilginin kanıtı. Bu konferansta erkekleri ve erkeklikleri yeni toplumsal hareketler, militarizm, beden ve cinsellik gibi birçok farklı konu bağlamında tartışmaya açacağız. Bu vesileyle konuyla ilgili herkesi 11-13 Eylül’de İzmir’e davet etmiş olalım. Konferansla ilgili ayrıntılı bilgi için internet adresi, http://icsmsymposium.org.

ERKEK MİLLET ASKER MİLLET, Der. Nurseli Yeşim Sinbüloğlu, İletişim Yayınları, 2013.
     

Neoliberalizmin Labaratuvarı Şili (Tezcan KARAKUŞ CANDAN ile Söyleşi: Mualla UÇMANER)

Türkiye’de yerel seçimlerde AKP’nin otoriter yönetimi ve yolsuzluk iddialarına rağmen %45 oy almasının arka planın sosyolojik olarak araştırılması dillendirilirken, gözler bir kez daha Neoliberal Politikaların laboratuvarı olan Şili’ye ve Pinochet diktatörlüğüne çevrildi. BirGün Kitap olarak NotaBene yayınlarından çıkan Neoliberal Laboratuvar: Şili, Türkiye ile benzerlikler kıyaslar farklar kitabının yazarı Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan ile neoliberal politikaların laboratuvarı olan Şili ile Şili’den 40 yıl sonra ülkemizde yaşanan benzerlikleri konuştuk.

Nedir bu Şili ile Türkiye arasındaki benzerliğe yapılan vurgunun arka planı?

T.K.C: Neo-liberal politikaların yaşama geçirildiği ilk ülke Şili oldu. 1973 yılında gerçekleştirilen “Pinochet Askeri Darbesi” ile uygulanmaya başlayan neo-liberal politikalarla Şili, bu süreçte bir anlamda “laboratuvar” işlevi üstlendi. Şili’de uygulanan siyasi ekonomik ve baskı politikaları daha sonra diğer ülkelere transfer edildi. Şili’de 17 yıl süren Pinochet diktatörlüğü ile hayata geçirilin neoliberal politikalar, Türkiye’de de 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte önce Özal dönemi ile sonrasında ise ikinci yapısal dönüşümler olarak nitelenen, eğitim sağlık, emeklilik, konut ve adalet politikaları AKP hükümeti ile yaşama geçirildi.
Neoliberal politikaların uygulanmasında ister askeri ister sivil olsun baskıcı rejimler kaçınılmaz. Çünkü insana ait tüm yaşamsal değerlerin bir meta haline dönüştürülerek alt üst edildiği bir sistem ancak baskıcı rejimlerle gerçekleşebilmektedir.

Neoliberal politikalar baskıcı rejimlerle hayat geçiriliyor dediniz, bütün bunlara rağmen hem 40 yıl önce Şili’de Pinochet’e hem de günümüzde AKP’ye verilen halk desteğini nasıl değerlendiriyorsunuz.


T.K.C: Şili’de Pinochet’in diktatörlüğü 17 partinin içerisinde olduğu cephe örgütlenmesi ile 1989 yılında devrildi.  Böylece Pinochet Seçimle devrilen ilk diktatör oldu. Pinochet karşıtı cephe %55 hayır oyu ile zafer kazanırken, Pinochet onca vahşete katliama, yakınlarının ve kendisinin adının karıştığı yüzlerce yolsuzluk dosyasına rağmen yinede %44 oy almıştı. Pinochet’in 17 yıllık diktatörlük uygulamalarına, katliamlarına rağmen bu derece oy almasının arkasında, neo-liberal politikaların halk nezdinde yarattığı görece yaşam standartlarının arttırılması yatmaktadır.  Nitekim Pinochet’e oy verenler onun vahşet ve yolsuzluklarını bilmelerine rağmen “çocuklarım okula gidebiliyor, kredi ile ev alabiliyoruz, özel hastaneye gidebiliyoruz” diyerek oy verme nedenlerini açıklamışlardır. Bugün AKP hükümetinin totaliter yaklaşımlarına rağmen oylarının yüksek olmasının arkasında da yatan, neo liberalizmin, yaşam standartlarını görece arttırması tuzağıdır. Kredilendirme ve özelleştirme yoluyla oluşturulan, sahip olma “ihtimal”lerinin arttırılmasıdır. Yoksulların ve orta sınıfın, kredi ile TOKİ evlerine sahip olabilmesi, kredi ile araba alabilme ihtimali, özel hastaneye gidebilmesi, hızlı trene ve uçağa binebilme ihtimalleri çoğaldıkça, neo-liberalizmin, yanıltıcı dev aynası topluma yansıyor ve gerçeklerden uzak, en temel insani değerlerden uzaklaşan neoliberal toplum oluşuyor. Üzerine birde dinsel motifler eklenince, sadece kendi yaşamını devam ettiren, ahlak, adalet, dayanışma, emek, insan hakları kavramlarının derinden sarsıldığı neoliberal bireylerin yanılsamaları ile belirlenen bir sürecin ortasında gerçekler, yanılsamalarla kapatılıyor. Birey önce yalnızlaştırılıyor, sorunları ile baş başa bırakılıyor ve sonra sadece hayatını idame edecek, barınacak, çalışacak bir yardım süreci ile iktidara göbekten bağlanıyor. Neoliberalizm insanın özdeğerlerini yok ediyor, insanları toplumsallıktan, insanı insan yapan değerlerden uzaklaştırıyor.

Toplumun neo-liberal yanılsama aynasını kıracak bir süreç başlayana kadar belli ki bizim ülkemiz de, bu böyle devam edecek. Gezi direnişi bu aynada önemli bir çatlak oluşturdu. Bu dönemde gelişen dayanışma dinamikleri Türkiye’de umut yarattı. Ancak bu umudu destekleyecek, aynayı kıracak ve akıl tutulmasını dağıtacak, neo- liberal politikalara karşı, halkçı politikaları benimseyecek bir siyasal güç, henüz yaratılabilmiş değil.

Pinochet diktatörlüğünün seçimle 17 partinin bir araya geldiği bir cephe örgütlenmesi ile devrildiğini söylediniz. Şili’den bugünün Türkiyesine bakıldığında cephe örgütlenmesi için ne düşünüyorsunuz.

T.K.C: Şili’de bir uzlaşma ve cephe örgütlenmesi kültürü hep vardı. Sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’yi seçimlerle iktidara getiren “Unidad Popular” Halk Birliği cephe örgütlenmesiydi. Pinochet’in 17 yıllık diktatörlüğünü de deviren 17 partinin oluşturduğu cephe örgütlenmesiydi. Siyasette cephe ve uzlaşma kültürü yukarıdan aşağıya zorunluluklar üzerinden oluşturulmaz. Bugün bizde yerel seçimler sürecinde ortaya çıkan durum adaylar üzerinden yukarıdan aşağıya bir arayış olarak yapılandırılmıştır. Bu bir cephe kültürü oluşturmaktan öte, tâbi olma durumunu ortaya çıkartmıştır. Bugün AKP’nin neoliberal politikaları ve dini kullanarak arkasına aldığı rüzgârı kesmek için bir cephe örgütlenmesine olan ihtiyaç aşikârdır. Ancak cephe örgütlenmesi programlar ve ilkeler düzeyinde gerçekleşmez ise kalıcı bir kültür yaratmaktan öte, toplumsal dejenerasyona neden olur.

Haklıyız Kaybedeceğiz (Yalçın HAFÇI)

     “Başkası için yaşayanın, kendisi için öldüğünü düne kadar bilmezdim.” (Mağluplar)
   
“Haklıyız kazanacağız!” Bu slogan yıllardır meydanlarda duymaya alıştığımız bir haykırış. Hatta futbol takımlarının marşı haline bile geldi. Oysa güzel retoriğindeki adalet vurgusuna rağmen, bir gerçeklikten çok bir dileyiş vardır bu sloganda. Her slogan inançlı birinin duasına benzer bir parça. İdealize edilmiş bir dünyaya dair söylenmiş bütün sözler, bu dünyanın gerçekliği karşısında tuzla buz olurlar. Tarih bunun tanığıdır, inkârla dokunmuş resmi tarihlerden bahsetmiyorum elbette. Haklılar kaybetmiştir hep. Leonard Cohen’in de bir şarkısında dediği gibi “zarlar hileliydi/ iyi oğlanlar kaybetti/ herkes biliyor bunu.”
   
Doğrusunu isterseniz, haklılar nadiren kazandığında bile fazla zaman geçmeden haksız olmuşlardır. Çünkü muktedir olmuşlardır ve onların kazancı başkalarının mağlubiyeti üzerine kurulmuştur. Yunanlı şair Fhilemen, “hiçbir hekim, dostlarının bile sağlığından hoşlanmaz” dermiş. Hele ki bu durum toplumsallaştığında, akıl alır da yürek almaz nice vahşet yaşandı bu dünyada. İnsanın ya da insanlığın karşısına hep şu ikilem çıkmıştır: Haklı olmak mı, kazanmak mı? İnsan değilse de insanlık, nesnellik adına kazanmayı tercih etti. Bu yüzden masumiyet daima tekildir.
   
Peki, masumiyet nedir? Aslında her kavram gibi bunu tanımlayanın da yenenler olduğu düşünülürse, böyle bir gerçek de yoktur. Ama yine de masumiyeti tanımlayanlar, sahici anlamda masum olabilirler, diyebiliriz. Hatta kendilerini suçlu hisseder böyleleri. Çünkü bu dünyada vicdanlarına mağlup olmayanların masum kalması mümkün değildir. Onlar dünyayı değiştirmek adına alabildiğine eşitsiz bir savaşa girmişlerdir. Sonra her put yıkıcısının içindeki yıkılmaz putları görüp derin bir iç çekişle huzurdan çekilmişlerdir. Rüyası görülen orman mahşerdir. Her şeyi bütün şiddetiyle anladıktan sonra koro kavgalardan solo yenilgiler kalmıştır. Ateş düştüğü yeri yakar tabi. Ama ateş düştüğü yeri aydınlatır da. Belki de dünyayı genetik şifresine dek çözebilmenin tek yolu felakettir. Ve yalnızsındır, yapayalnızsındır. İnsan böylesi anlarda “yüce” değerlere sığınma ihtiyacı duyar, belki de bütün yolların son durağı aşktır. Ama ölüp de dirilmek için, kül olana dek yanmak için her şey bir bahanedir…
   
Mehmet Taşdemir’in son romanı Mağluplar, bir yarayı deşer gibi işte böylesi hayatları konu ediniyor. Bireyden topluma, hayalden gerçeğe, geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa uzanan bir yazar olan Taşdemir’in öykülerle başlayan yolculuğu romanlarla sürüyor. Huzursuzlar, mağluplar, şarkılarını kaybetmişler, Araftakiler, alınlarındaki yazı yüreklerindeki sözlerle yazılmamışlar, hayatla memat arasında aşka doyumsuzca susamışlar, kısacası dünyadan umutlarını kesip, kendi benliklerinde sancıyla ışık arayanlar, yaşamın acı suyuyla yoğrulmuş karakterler var onun kitaplarında. Mağluplar’ın daha ilk sayfasındaki Romain Gary’e ait şu epigraf, nasıl bir dünyanın eşiğinde olduğumuzu bize haber veriyor: “İnsan bir hiç uğruna yanmışsa sönmek daha acıklı olur.”
   
Romanın odağındaki karakter Nazif Gölgesiz, eski bir siyasi mahpustur, alnında soğuk bir mühürle dolaşmaktadır. Soyadı bütün hayatını kuşatmıştır neredeyse. Zaten romandaki bütün isimler göndermeli olarak seçilmiş, kahramanımızın ya çok susacağı, ya da çok konuşacağı travmatik deneyimleri vardır geçmişinde. Yaşamda susmuştur ama yazarak konuşmaya kaptırmıştır kendini, belki de sözünün kesilmeyeceği tek edim o olduğu için. Dışarı çıkar çıkmaz bir kitabı yayınlansa da, beklediği ilgiyi bulamamıştır. Bir hiç olduğu için yazdığını düşünür. O da bütün yazarlar gibi olduğundan daha büyük görünmek için edebiyata yönelmiştir. Laf aramızda, egolarına rağmen içten içe bütün yazarlar bilirler bu zaaflarını. Ama bir yanılgıdır bu. Çünkü yazarlar sandıklarından bile daha büyüktürler kanımca. Zira hayat denen duvarda oyuklar açıp, yeni bir göz edinmek ve bu gözü başkalarına da sunmak kolay bir iş değildir. Dünyayı yeniden kurgulamak, dahası yazarken yaşamı, kendimizi, dolayısıyla başkalarını da gerçek manada anlamak az buz bir şey değildir. Gerçek anlamda kazanmak da budur. Galiptir bu yolda mağlup bile, diyerek tekrar romanımıza dönersek; kahramanımız kirasını zar zor ödediği eski bir Rum evinde bir başına, yoksul ve bohem bir hayat sürmektedir.
   
Tam burada anti-kahramanımız ev sahibi Fettah’a da değinmek gerekir. Madam Lena’nın evlerine hileyle sahip olmuş bir Kürt’tür Fettah. Yıllar evvel boşaltılan köyündeki evi yakılmıştır. Domino taşları gibi birbirinin üzerine devrilir kötülük ve kötülüklerin kökeninde ise daima iktidarların parmağı vardır. Madam Lena’lar kaybetmiş, Fettah’lar kazanmıştır görünürde. Ama Fettah’sa insanlığını kaybetmiştir. Romandaki insansı betimleme nedeniyle ona öfke duymaktan çok, zavallılığına acırız. Taşdemir, karakterlerine karşı son derece merhametlidir. Yazarın merhametini önemserim ben. Sanki bir yazar karakterlerine karşı nasıl davranıyorsa, size de öyle davranır gibi gelir bana. Elbette merhametse anlamaktan, nedenlerin nedenlerini anlamaktan doğar.
   
Romanın başından sonuna kadar kahramanımızın babası ölüm döşeğindedir. Ölmek için oğluna bir mektup yazarak yanına çağırmıştır. Ama oğlu yıllar önce bıraktığı yurduna bir türlü dönememektedir. Çünkü İthaki’ye dönemeyecek kadar sert bir mağlubiyet yaşamıştır. Aldığı biletlerin hepsi bir bir yanmıştır. Babanın Araftaki hali, oğulu da özetlemektedir. Yakup’un Yusuf’a duyduğu hasret vardır bu bekleyişte. Oysa Yusuf iç dünyasıyla kuyudan bile çıkamamıştır henüz. Aslında baba çoktan ölmüştür. Bir şey öğrenilmezse gerçek sayılmaz türü bir kaçış bulunur bu eve gidememe halinde. Belki onun bir bölümde söylediği gibi, gitmek de, gitmemek de ölüm gibidir. Ölüm ise arzulayıp da yaşayamamaktan kaynaklanır. Tıpkı Nevzat Çelik’in şu dizeleri gibi: “Ölümü özledim anne/ yaşamak isterken delicesine.”
   
Öte yandan, kahramanımızın hapisten yeni çıktığını belirtmiştik. Sabahını göremeyeceğinizi sandığınız nice gece geçirdikten sonra, durmuş bir saatin içinizde yeniden çalışmaya başlamasına benzer bu. Ama hayatla aranızda kapatılması zor mesafeler açılmıştır. Belalı geçmişinizin ve sabıkanızın sizi adım adım takip etmesi bir yana, pek çok konuda hayata karşı körelmişsinizdir. Örneğin hayatınızın ortasında olmanıza karşın karşı cinse dair hiçbir deneyiminizin olmaması bile büyük bir sorundur. Anlatamazsınız bile ve aslında bizi en çok da anlatmakta zorlandığımız şeyler anlatır. Kafka, cinsellik yaşamış bir erkekle, yaşamamış olanın bir olmadığını belirtir örneğin…
   
Romandaki kahramanımız da yayınevine ulaşan Hazin Hanım isimli bir okurun mesajından hareketle, ağlamayı anımsatan gülünç hayaller kurmaya başlar. Ama adı hayat olsa da, ölümle randevulaşmış başka bir karakterle kesişir yolu. Ona umutsuzca âşık olurken, hem kahramanımızın, hem de bizim içimizde onun hikâyesi de başlar, geçmişteki yasak aşkından dağlarda kaybolan küçük oğlu Wenda’ya kadar. Zaten birine âşık olmak demek, tüm yoğunluğuyla içimizde onun hikâyesinin başlaması demek değil midir? Aslında onun hikâyesi de aynıdır. Herkes mağluptur. Dinlediği hikâyelere para ödeyerek varını yoğunu harcayan ve sonrasında başkalarının hikâyesini dinleyerek hayatını sürdüren Hazin de, içerden çıktıktan sonra başka bir yol tutarak (para)kazanmayı amaçlayan Rüstem de, sol memesinin eksikliğini göğsünde bir uçurum gibi taşıyan Heves da mağluptur. Çünkü hepsi de haklıdır…
   
Bu sırada devreye edebiyat giriyor işte. Büyük büyük gerçeklerin bitip, kurguyla yaratılan dünyanın sınırında ötekini anlamaya başlıyorsunuz. Bu romanı yazar hayal etti, o halde gerçekten daha katmerli bir gerçektir. Bu sebeple edebiyat, mağlupların ana dilidir. Yalnızca edebiyat mağluplardan bahsedebilir. Yeri gelmişken belirtelim, romanda bol miktarda güçlü metaforla kurulan sürrealist bölüm var. İronik de diyebilirim. Çünkü baş aşağı şekillenmiş hayatı ve dili yeniden baş aşağı çeviriyor yazar. Devletin, toplumun ve her türlü iktidarın çarpık dilini ve zihnini paramparça ederken, insanın nasıl bir abuklaşma içine düşebileceğini yoğun ve şiirsel bir dille görünür kılıyor. Bir bakıma Derrida’nın yapıbozumunu içeriyor bu. Ki ona göre yaşamak durduk yere öğrenilemez, sadece bir başkasından ve ölümden bir şeyler öğrenebilir insan. Mağluplar’ı da bu gözle okumalıyız işte.
   
Öte yandan, Taşdemir’in kitaplarında, temaları kadar üslubu ve bakış açısı da imzası sayılır. Onun dünyayı bize yansıttığı kırık ve buğulu bir aynası var. Öyle ki o, bize bir panayır yerini bile anlatsa, son derece politik, son derece protest, son derece hüzünlü ve son derece kanatlı cümlelerden oluşan bir hikâye dinleyebiliriz. Değinilmesi gereken bir başka husus da onun, derinliği yüzeye çıkaran anlatımı. Bu yanıyla hikâye karaktere değil, karakterler hikâyeye neden oluyor. Tüm bunlar Mağluplar’da daha da belirginleşmiş. Bu sayede aldığımız haz, okumanın ateşleyici gücü oluyor. Ama bu roman kolay okunsa da, kolay hazmedilecek bir anlatı değil kesinlikle.     

MAĞLUPLAR, Mehmet Taşdemir, Agora Kitaplığı, 2014.

Lirik Şiiri Canevinden Vurmak, Y Kuşağının Sesi Gövdeleşiyor (Arif ERGUVAN)

Şakir Özüdoğru’nun merakla beklenen ikinci kitabı Arzu Kuaförü geçtiğimiz günlerde Yasakmeyve şiir dizisinden çıktı. Yasakmeyve’nin böylesi bir kitabı yayınlamasından dolayı Enver Ercan’nın tebrik etmek gerekiyor sanırım. Şiirin muhafazakar kodlarına pek uyduğunu söyleyemeyeceğimiz bu kitap şiirin saç şeklini de biraz olsun değiştireceğe benziyor.

Felix Guattari, Maurice Blancot, Jean Cocteau, Emil Cioran gibi önemli düşünürlerin metinlerine ithafen başlanan kitabın bölümleri bizi neyle karşılaşacağımız konusunda uyarıyor gibi. Çok sağlam altmetinlerin ortaya çıkardığı bu şiir-antişiirler çağın karşılaştığı bütün problemlerden beslenirken, zevkli  bir okuma da sağlıyor.

Lirik şiir canevinden vurulmuşa benziyor. Şakir özellikle lirizmi ve müziği şiirinden tereyağından kıl çeker gibi uzaklaştırmış. Böylesine bir şiirin eksik olabileceği tasavvuru inanın bu kitapta işlemiyor. Korkusuzca ve kendi keyfiyetince kaybolan bir ritimle gövdeleşiyor şiir biz onun eksikliğini hiç yaşamadan. Sanılmasın ki okurken zorlanıyor okur, tam tersine son derece kolaylıkla okunabilen bir kitap mevcut elimizde, kelimelerin ve anlatımın gücü her bakımdan baskın çıkıyor çünkü.

“mesela, sigaralar azalmadan önce bir hava vardı”, Şakir’in şiiri çok da bilinmeyen ve Gezi isyanında varlığı tahmin edilen Y kuşağını gövdeleştiriyor, onu her yönüyle, karşılaştığı bütün problemleriyle, nasıl kavranılacağının bilenememesiyle anlamlandırmaya götürüyor. Bu kuşağın dili ve yazdığı metin, var ettiği ruh, bu ülkenin yüzyıllardır verdiği mücadelenin yarattığı en acayip mahlukat çünkü. Böyle bir mahlukatın iç sesiyle yazılan bir şiirin alayından ve sabıkasından artık kurtuluş yok gibi, peki buna uygun kılığı dikebilecek mi sözün sahibi olduğunu düşünenler, galiba bu pek de kimsenin umurunda değil. Köksüzlükle ve ne idüğü belirsizlikle suçlanan kucağın suçsuzluğa karşı bir meyili varmış gibi. Çağrılmayan Yakup’un şimdisini yazıyor zira örneğin kitapta Şakir, Ortam Adamı Niyazi, hadi işin içinden çıkar mısınız? “kız kesmekten geliyorum, dedi Niyazi”.
Şöyle söylemek belki yanlış olmaz Arzu Kuaförü’ne girdiğimizde kitabın içindeki şair aygıtı devamlı çalışır vaziyette: “içimden dedi, adam, bir dev uçak/ havalanacak gibi oluveriyor sana bakınca.”. dilin verdiğini kabul etmeyen bir şair de var karşımızda bu da sıkıca biline. Biraz da küçümsenen bir dille bakılan kuşağın şairaneliğinden şüphe edenler açısından bulunmaz örnekler içeriyor kitap, neyin neden nasıl yazıldığı ihtimallerden uzak bir metinle karşı karşıyayız, nasıl belki de neyi belirleyen mor ışık gibi kitabın içlerine doğru yayılıyor çünkü. Nesir şiirden dize şiire oradan dipnotlu şiire kadar genişleyen bir renk yelpazesi var bu kuaförde.

Behzat Ç.’yi de iyi bilirdik zaten. Dipnotlu şiirle karşımıza çıkacağında ise kendisiyle beraber bir kuşağın hafıza kaydını da beraberinde getirmiş. “bir uzun denim pantolon bir anorak mont eko meko ayaklarında bir köye yerleşelim” Bu dizenin gerçekleşme ihtimalini kaçımız sevmez değil mi, Dipnot’ta da bunu söylüyor zaten. Atilla İlhan’ın dipnot anlayışından farklı olarak şiirin bizzat içine giren ve şiirle eskilerin tabiriyle mündemiç  olan dipnotlar şiirin şairle olan tarihini halka arz ediyor. Y kuşağı bazı şeylerin bazen bilinmesi istiyor efendiler. Hava müzesindeki  devasa bombalara bakıp “insan insana bunu atar mı lan” demek belki de her şeyden daha mühim olabiliyor.

Kadınlıklar, erkeklikler, iş çıkışı barlarda içilen onca şey, bir dilemma olarak beden ve insan biçimleri, küresel bir çağın dinine onun yaşam formuna katılan bir şiirle onu anlamlandırarak, içini boşaltarak ve içini doldurarak, düşüncenin ayakta duramayan kılavuzunda önüne deneysel sıfatlarını dahi koymaya gerek duyulmadan şimdilerin pertavsız şiirini yazıyor Şakir. Evet nitelikli şiirin havzası genişliyor.

ARZU KUAFÖRÜ, Şakir Özüdoğru, Komşu Yayınları, 2014.

Öykünün Yeni Seslerinden Biri (Başak BAYSALLI)

İyi Pazarlar, İyi Pazartesiler Ayşegül Ural’ın ilk kitabı. Yazarın on üç öyküden oluşan bu kitabı eylül ayında Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık tarafından yayımlandı.
         
Klasik çizgiden uzakta modernist bir yaklaşımla yaratılan öykülerin kurgusundaki hareketlilik, ayrıntılardaki canlılık dikkati çeken ilk özellikler. Kısa cümleler, çarpıcı betimlemeler kitabın bir solukta okunmasını sağlıyor.
         
İnsanın sıkıntılı anlarına odaklanan öykülerle okurun karşısına çıkıyor Ayşegül Ural. Özellikle kitabın ilk öyküsü olan “Tosbağa”da karakterin sıkıntılı ruh hali öykünün daha ilk cümlelerinde okuru karşılıyor: “‘Öldün artık. Burası da cehennem, keyfine bak!’ deseler, inanacağım. Öyle bastı sıcak. Sanki göğüs kafesimde iki boksör dövüşüyor. Birbiri ardına sert yumruklar indiriyorlar karşılıklı. İkisi de yıkılmıyor. Kıran kırana mı derler. Kalabalık ayakta. Kirli sarı bir ışık. Hava pis. Yıkılacak mıyım? Her şey çift çift. Adamın biri nargilesinin dumanını gözüme üflüyor. Az önce zaman geçsin diye bakındığım çilekli milekli tokalar şimdi yüzüme şaklıyor.” Karakterin hissettiği iç sıkıntısı, betimlenen sıcak ve pis havayla bütünleşerek yerleşiyor metnin içine. Kişi-mekan ilişkisinde öne çıkan bu ayrıntı sıkıntının okura ulaşmasını kolaylaştırıyor. Okur, daha ilk cümlelerde karakterle bütünleşerek onun penceresinden bakmaya başlıyor: “Bankanın önünde para çekmek için bekliyordum. Telefonun gıcırdadığını duydum. Avucumda sıkmışım. Ellerim bembeyaz, yüzüm kıpkırmızı. Biliyorum.” Kısa ve çarpıcı cümleler metnin akıcı olmasını, okurun da iletiye zorlanmadan ulaşmasını sağlıyor.
         
Kitaptaki tüm öykülerde iç konuşmaların, kısa, çoğu zaman tamamlanmamış cümlelerin yer alması modern öykü geleneğine yazarı yaklaştıran özellikler. Klasik öykünün yapı unsurlarını, giriş-gelişme-sonuç bölümlerini reddeden bir yaklaşımla oluşturulan bu öykülerde merak uyandıracak bir olay, belirgin bir son yer almıyor. Kişinin içinde bulunduğu herhangi bir âna odaklanan öykülerde zaman kırılmaları, ruhsal çözümlemeler ve betimlemeler ağır basıyor.
         
Kitapta yer alan bir diğer öykü “Patobur”da da yapının klasik çizgiden oldukça uzaklaştığı görülüyor:
          “Aynı masa, aynı düzen, aynı oturuş. Hiç şaşmıyor. Ben de hazır buldum, alt kattaki kafeye kuşbakışı oturdum.
          /
          Süreli özgürlüğün başka bir sürümü döner kapıdan geçiyor. Bakmadan görmeye, çiğnemeden yutmaya, dinlemeden söylemeye, anlamadan gülmeye, bir cep telefonuna bakıp çıkmaya, bankamatiklerin önünde sıralanmaya, koridorlarda fırdolayı dönmeye.
          /
          Az çoksa, hiç ne?”
         
Öyküden alıntılanan bu bölümde de yazarın alışılmışın dışında yapı özelliklerini tercih ettiği, klasik öykünün sınırlarını zorladığı açıkça görülüyor.
         
Tüm öykülerde yaratılan hüzünlü atmosfer, zaman zaman şiirsel bir dille okurun karşısına çıkıyor. “Kuzguncuk” adlı öyküde yer alan “Bir ayağımın denizde olmasıyla mutlu olmayacaktım ki, oturduğum yerde oturduğum için mutsuz olayım. Güneş çıksa? Düşünecek son bir cümlem var, kulağım sıcak, yağmur geliyor.” ifadeleriyle “Lütfen Ama”nın son cümleleri bunlardan yalnızca birkaçı: “Akşamüstü, avuç içi sıcaklığında. Yalnız onunla değerlendiğini bilenlerle, dünyanın ucunda bir ada. Dalgaların giderek inceldiği kıyıda, kendini gün ışığının en güzeliyle gönendiren az sayıda insan. Deniz, ıslak kumların üzerine küçük tepeler çizip çizip çekiliyor. “Lütfen ama…” Gözlerim yerde. Kiremitrengi çakıllar, suskun galetacı, çocuklar, açıkta bir yelkenli, yunuslar. Ancak avuç içi sıcaklığında görülüyor.”
         
Ayşegül Ural, bu ilk kitabındaki öykülerle modernist kurguyu incelikli bir üslûpla birleştirerek geleneğe dahil olmak için bir adım atıyor.

  
İYİ PAZARLAR, İYİ PAZARTESİLER, Ayşegül Ural, Aylak Adam Yayınları, 2013.

Acı Gerçeklerden Tatlı Hikâyelere Kaçmak (Tuğba GÜRBÜZ)

Bazı evlerde kara adamlar vardır, her zaman kara olmayan, renk değiştiren. Mavi olduğunda annelere iyi davranan, kırmızı ya da turuncu olduğunda şeker getiren... Agata'nın en sevdiği renk mavidir bu yüzden. Bir anda renk değiştirir adam, kalbi, yüzü kararır. Kapkara sesiyle bağırır, annesini ağlatır. Agata, korkudan sandalyenin altına girer ve bekler. Kara adamın gitmesini, annesinin ağlamasının bitmesini... Neyse ki artık tilki var, Agata'yı hayatın acı gerçeklerinden tatlı hikâyelere kaçıran, mavi gözlü bir tilki.
    
Hikâye Ormanı, İtalyan yazar Angela Nanetti'nin türkçeye çevrilen ikinci eseri. Dedem Bir Kiraz Ağacı adlı kitabında ölüm temasını sıcak, dokunaklı bir dille anlatan yazar, aynı ustalığı aile içi şiddet konusunu ele alan Hikâye Ormanı'nda da sürdürüyor.
   
Bir orman hayal edin. Dallardaki örümcek ağlarından, bitki köklerine, ağaçlardan, yapraklardan su çukurlarına kadar her yer hikâyelerle dolu. Yaprak hışırtılarının, ağaç dallarının, titreyen örümcek ağlarının sesi, usul usul havaya karışıyor, hava taşıyor sesleri, en güzel hikâyeleri. Bu ormanda başlayıp Agata'nın evinde devam eden iki yaralı yüreğin dostluk ve yaralarını sağaltma hikâyesi sizlere anlatmak istediğim.
   Karlı bir günde tilki, kapana sıkışır. Anlarız ki, tilkilerin de kara adamları vardır. Sadece tilkilerin mi? Kuşların, tavşanların, ceylanların, hatta balıkların... Avcının karısının mantosuna kürk yaka, kızının odasına post olur. Sıkıldıklarında  onu bir çuvalın içine tıkıştırıp bit pazarına götürüp satarlar. Kim mi alır? Tabii ki Agata. Annesi dolabı açar, tilkiyi mantosunun omuzlarına dolar. Beklerken tilki sıkıntıdan patlar. Bir gün evde yalnız kalacak olan Agata, annesinden izin alıp onu odasına götürene kadar.
  
Tilki geleli beri Agata mutludur, ne kara adamın gelip annesini ağlatmasından korkar ne de kötü rüyalar görmekten. Tilkinin bazen üzgün olduğu gözünden kaçmaz. Onun ormana geri dönmek istemesinden korkar ama “Gitmek ister misin?” diye de sorar. Çünkü sevmek karşındakinin isteklerine engel olmamaktır. “Aklımdan bile geçirmedim.” der Tilki. Ayaklarının üzerinde duramadığı için üzgündür. Bay Vincenzo, tilkinin içini samanla doldurur diker, ayaklarının altına bir de tekerlek yerleştirir. Tilki artık ayaktadır. Zaman zaman ormana geri dönmeyi düşünse de Agata'yla kalır. Kara adamdan korkmadığını söyler, çünkü sevmek yanındaki senden çok korktuğunda onu rahatlatmak için cesur görünmektir.

Kara adam döner, bağırır, tilkiyi fırlatıp atar, kuyruğu kopan tilki daha fazla dayanamaz. Hikâye ormanına dönmek üzere yola çıkar. Agata, kedi İsidoro, kolu kopuk bir bebek Valentino da bu yolculuğa katılır. Küçük grup dinlenmek üzere bir banka oturur. Tilki, bütün gece sürecek uzun bir hikâye anlatmaya koyulur.

Agata, sabah yatağında uyanır. Tilki, bebek, her şey yerli yerindedir. Anlar ki hepsi kötü bir rüyadır. Mutfağa gider. “Günaydın, uykucubaşı!” der babası, gülümser. Hep birlikte pazar kahvaltısı yaparken Agata'nın gördüğü rüyayı dinler.

“Ya ben? Kara adam olarak mı kaldım yoksa iyi adam oldum mu?” diye sordu babası. “Bilmiyorum, rüya bitti. Ama biliyor musun baba, Kara Adam'lar gerçekten var.”

HİKÂYE ORMANI, Angela Nanetti, (Çev.) Filiz Özdem, YKY, 6-10 yaş

Perde’nin “Kara”lığı (Tezcan TOPAL)

Üniversite hayatım boyunca Prof. Dr. Hüseyin Köse’nin derslerine katıldığım için kendimi şanslı hissediyorum. Öyle ki, hem şiir kitaplarını hem de akademik çalışmalarını okumanın dışında kendisini yakından tanıma şansı da yakaladım. Üzülmüş Evler Kraliçesi, Mahvedici Melek, Orada Olmayan Adam, Unutma Mesafesi gibi şiir kitaplarının yanı sıra, Bourdieu Medyaya Karşı, Medyatik Parodigma, Alternatif Medya, Medya ve Tüketim Sosyolojisi, Medya Mahrem, Flanör Düşünce ve Eric Dacheux’nun Kamusal Alan adlı kitabının tercümesi.

 İran sinemasının “yaralı bilinç”inin dolaysız ürünü sayılabilecek filmlerle çokça haşır neşir olmayan birisi olarak, Hüseyin Köse’nin son kitabı Kara Perde’de bahsi geçen çoğu filmi ilk kez duyuyordum. En azından Hüseyin Köse’nin ele aldığı Macidi filmlerini… Aslına bakarsanız, Hüseyin Köse’nin derlemiş olduğu bir kitap, Kara Perde- İran Yönetmen Sineması Üzerine Okumalar… Kitap, masama usulca gelip yerleştiğinde, Bahman Gobadi'nin yazıp yönettiği ve başrollerinde Monica Bellucci, Behruz Vüsuki, Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk, Beren Saat ve Beçlim Bilgin’in yer aldığı Gergedan Mevsimi filminin afişinden kopma bir kapağa bakmaktan kendimi kurtarıp sayfaları çevirdim. Önsöz’de ‘niçin Beyaz Perde değil de Kara Perde?’ sorusunu yanıtlıyor Köse, bu sorudan yola çıkalım ilkin diyor; “sinemaya ilişkin bu en iyimser, en yalın, en yaygın nitelemenin; ‘Beyaz Perde’nin ters-yüz edilmiş sentaktik ve semantiğinden. İran sinemasının, genel sinema sanatının büyük gerçekliğine; ‘opus magnum’una tasallut eden tefekkürünün kendine özgü bir iç hatlar terminali oluşundan belki de. İçinde tüm renklerin temerküz ettiği bir duraktan… Perde’nin ‘kara’lığı, yargı gücünün uzlaşımcı estetizminden belirgin bir sapma açısı her şeyden önce, unutuşun kapkara belleğinde bembeyaz bir leke…”

1960’ların başlarında “özgürlükçü sinema ortamı”nı kısa bir süre sonra gerçekleşen İslam Devrimi’yle (1970’lerin sonları) birlikte kaybeden İran kültür sanat ortamı, uzun bir süre devlet sansürüne yenik düşse de, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ana akım sinema eğilimine alternatif oluşturmayı da bilecekti. 
Üç bölümden oluşan Kara Perde’nin ilk perdesi Seçil Büker’in, Hana Makhmalbaf’ın Utanç filmine dair yazısıyla açılıyor; savaşların çocuklar üzerinde bıraktığı yıkımı kavramaya çalışıyor yazar, şiddetin oyun dürtüsüyle birlikte sahnelenmesi üzerinden. Hemen ardından Nihat Nuyan’dan, Bahman Ghobadi’nin “imaj tipini”, film başlıklarının metaforik değerini, Ghobadi’nin Kürt halkının uzun süren dramını anlatırken şiirselliği bırakmayışını okuyoruz. Derya Önder’in Füruğ Ferruhzad’ın şiir-sinema ilişkisine eğilen yazısında Ev Karadır’ın acı hikâyesine bir kez daha tanık oluyoruz. Sayfaları çevirince Mevlana’dan alıntıyla giriş yapan Ömer Alanka’nın “Ayın Arkasındaki Güneş Mohsen Mahmelbaf Sinemasında Sır ve Kadın Denklemi” başlıklı yazıya rastlıyoruz. Muhsin Mahmelbaf sinemasını ele alan Alanka,  Kandahar ve Gabbeh filmlerini inceliyor. Bu bölümün sonunda kitabın editörü Hüseyin Köse’nin “Göz Suçlarının Yükü: ‘Beed-e Majnoon’da Görmenin Karanlık Renkleri Üzerine” başlıklı yazısı karşılıyor okuyucuyu. İran sinemasının “farsi” sinema eğiliminden bir süre sonra “entelektüel” yönelimli bir sinemaya evrimle nedenlerini, bu çerçevede Majid Macidi’nin film söyleminin İran toplumundaki kültürel ve ahlaksal karşılığını, hangi sanat çevrelerince ve hangi estetik/etik değerler açısından itibar gördüğünü tahlil ediyor Köse ve şöyle devam ediyor: “… yine aynı güçlü esinle, Macidi de tüm diğerleri gibi 1960’ların sonlarında etkisini Mehrcuyi’nin Gav (inek) isimli filmiyle gösteren İran sinemasının ‘yeni dalga’sına kapılanlardan birisi olacaktır. Macidi, kendine özgü şiirsel üslubu ve patetik anlatım tarzıyla her iki türsel yapılaşmayı da gözetiyor görünen filmlerinin genel karakteristiğinden kaynaklanan nedenlerle hem ortalama sinema izleyicisinin hem de entelektüel sanat çevrelerinin beğenisine mazhar oluyor.”

Kitabın ikinci bölümünde Bahman Ghobadi sinemasını bu kez Ahmet Ergenç aralıyor. Peşinden Özgür İpek, Abbas Kiarostami sinemasını irdeliyor, Özge Özdüzen’in ise “Samira Makhmalbaf Sinemasının Gerçeklik, Sansür ve Mekânla imtihanı” başlıklı yazısıyla karşılaşıyoruz. Burak Bakır, İran’da sinemanın “estetik ve siyasal oluşum süreci”ne eğilirken, Ahmet Oktan, Baran filmi bağlamında gelişen sıra dışı bir aşk ilişkisinin “Teklik ve Çocukluk Halleri”ne odaklanıyor.

Üçüncü bölümde Ertuğrul Akgün Cafer Panahi sinemasına değinirken Nezih Orhon, 2000’lerin modern İran sinemasını temelde dört tematik çerçevede düşünmememizi tavsiye ediyor. Ali Sadidi Heris, Mehrjui’nin İran sinemasının gelişimine yaptığı katkıları irdelerken bir sonraki yazıda Farhad Eivazi’nin “Zamanın Füruğ’u: Rakshan Bani Etemad” başlıklı yazısıyla karşılaşıyoruz. Son olarak Ahmet Sarı’nın “Asghar Farhadı Düğümü” ve Gökçen Civaş’ın “Self-Oryantalizm Kıskacında Kandahar’a Yolculuk” başlıklı yazılarıyla kitap tamamlanıyor. Perde’nin arkasındakileri merak edenlere…

KARA PERDE, Der. Hüseyin Köse, Ayrıntı Yayınları, 2014.

Hayatta Kalma Öyküleri (Selçuk UYGUR)

Dünyaca ünlü İtalyan yazar ve kimyager Primo Levi’nin Periyodik Tablo’su birçok otorite tarafından 20. yüzyılın en iyi kitaplarından biri olarak kabul edilmiş ve 2000 yılında İngiltere’deki Kraliyet Bilim akademisi (Royal Institute of Britain) tarafından “Yazılmış en iyi bilim kitabı” sıfatına layık görülmüştür. Lakin Periyodik Tablo’nun yalnızca bir bilim kitabı değil, aynı zamanda bir günlük, bir hatıra, bir felsefe, bir otobiyografidir. Levi, bir kimyager olmasından mütevellit kitabındaki öyküleri Periyodik Tablo’ya göre oluşturup hikâyelerine Demir, Altın, Cıva gibi elementlerin isimlerini vererek her elementin temel özelliklerini, anlattığı öykünün temel unsurlarına metafor olacak paralelde biçimlendiriyor.

Yazara, Alman ölüm kampında geçirdiği 11 ayını anlattığı Bunlar Da Mı İnsan? gibi, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı trajedisinin kanlı pençeleri arasında kıvranırken yaşadığı hatıralarını anlattığı kitaplarından aşinayız. Zira savaş döneminde Levi, Piedmont’taki bir direniş örgütüne katılmış ve yakalandığında hem partizan, hem de Yahudi olması dolayısıyla iki defa hapı yutarak Auschwitz’e gönderilmişti. Nazilerle yaşadığı trajik tecrübe birçok yazar gibi kendisinin de yaşam, psikoloji ve yazınını biçimlendirdiyse de Periyodik Tablo’da Levi bu varoluştan sıyrılıp Auschwitz’e yalnızca kitabının bir bölümünü ayırarak İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki öğrencilik, iş, arkadaşlık ve aşk hayatını anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’na dair yazı ve romanlarıyla ünlü olan Levi’nin bu projesi başlangıçta şüpheyle karşılanmış olsa da, karakterlerine kattığı derinlik ve yalın anlatım, ona bu kitabıyla bir “İkinci Dünya Savaşı Mağduru” pozisyonundan sıyırıp bir sanatçı sıfatı kazandırarak yazarın Umberto Eco ve Italo Calvino gibi çağdaşları çapında övgü almasına neden olduğunu belirtmekte de yarar var.

Levi, bahsettiğimiz bağlamda önceki kitaplarına kıyasla daha geniş bir çerçevede yazarak her konuyu doğası gereği bir elementle eşleştiriyor. Örneğin, Argon’un ender bulunan ve eylemsiz bir gaz olması Levi’nin bu elementi 1500’lerde İspanya’daki Yahudi techiri sırasında İtalya’ya yerleşen, çok çalışan fakat “Kendi ruhlarında oldukça eylemsiz, spekülasyonlara, varsayıma dayalı sohbetlere, zarif, karmaşık ve gereksiz tartışmalara meyilli” olan atalarıyla özdeşleştiriyor.

Bir başka hikâye, “Vanadyum”da, Levi’nin savaş döneminden sonra çalıştığı vernik şirketinde buluyoruz kendimizi. Yazarın, Almanya’daki bir başka şirketten yaptığı vanadyum ihracatı için görüştüğü Dr. Müller’in Levi’nin Auschwitz’de köle işçi olarak çalıştırıldığı laboratuvarın başında olan Dr. Müller olduğunu fark etmesi ise geçmiş trajedilerin mazinin gölgeleri arasında bekleyerek insanın yakasını nasıl bırakmadığını gösteren (ve yapısı gereği vanadyumun özelliklerine atfedilen) dramatik bir çerçevede kaleme alınıyor.

Levi’nin berrak üslubuyla anlattığı yukarıdakilere benzer otobiyografik öyküler faşizm döneminde toplumsallık ve bireysellik, bilinç ve bilinçaltı ideal ve gerçek arasında bölünerek yabancılaştırılmış bir bireyin hayatına kimyasal metaforlarla ışık tutuyor. Kimisi hatıra, kimisi kurgu, kimisi düşüncelerden mütevellit toplamda 21 öyküden oluşan Periyodik Tablo insan ruhunun özüne ulaşan derinliği ve Levi’nin madde ve manaya erişmek için çıktığı arayışta bulduğu duygusal ve entelektüel unsurlar okuyucuya otoriterliğe ve faşizme karşı umut teşkil edecek eşsiz bir hazine sunuyor.  Italo Calvino’nun da belirttiği üzere Periyodik Tablo bu yönleriyle “Çağımızın en önemli ve yetenekli yazarlarından birinin ruh dünyasına açılan muhteşem bir pencere.”



PERİYODİK TABLO, Primo Levi, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.

İsyanın Twit Hali (Diyar SARAÇOĞLU)

Sosyal medya ve sokak ilişkisi Gezi'den sonra daha sık konuşulmaya, tartışılmaya başlandı; Gezi İsyanı'nda sosyal medyanın rolü neydi sorusuna türlü yanıtlar verildi. Sosyal medyanınn ayaklanmalardaki rolü aslında Gezi'den önce de dünyada tartışılan bir konuydu. Özellikle 2011 yılından itibaren ayaklanmalar ve arkasındaki toplumsal muhalefetin sosyal medya ile ilişkisi önemli bir konu, yanıtlar bulunması gereken bir sorular yumağıydı.

Paolo Gerbaudo'nun bu  soruların birçoğuna yanıt aradığı kitabı Twitler ve Sokaklar Osman Akınhay'ın çevirisi ile Agora Kitaplığı'ndan yayınlandı. Gerbaudo kitabında bir yandan 2011 yılından sonra gerçekleşen ayaklanmalarda sosyal medyanın rolünü tartışırken öte yandan Facebook ve Twitter'ı ayaklanmaların baş aktörü olarak gören tekno-iyimser  (Clay Shirky) ve züppece ve elitist olarak nitelendirdiği tekno-kötümser yorumlarla (Evgeny Morozov, Malcom Gladwell) hesaplaşıyor. Bu iki yaklaşımın da belirlenimci yorumlarını eleştiriyor. Gerbaudo ayrıca Castells'in ağ, Hardt ve Negri'nin de küme tanımlamaları üzerinden günümüzün ayaklanmalarını ve sosyal medyanın bu ayaklanmalardaki rolünü tartışmalarını sıkı sıkıya eleştiriyor. Ayaklanmaları bilişsel ilişkiler üzerinden tanımlayan bu yorumları sonraki bölümlerde göstereceği gibi mekânlarla ilişkileri üzerinden çürütüyor.

Kitapta kuramsal çerçevenin ardından bir araya gelmenin koreografisi olarak tanımlanan sosyal medya platformları ve sokak ilişkisi kurulurken Tahrir, Puebla Del Sol, Zuccotti üzerinden fiziksel mekânın bu isyanlarda temel rol oynadığını yapılan görüşmeler ve eylemlerin özgün gelişimleri üzerinden değerlendiriliyor. Gerbaudo bu eylemlere katılan kitleleri tariflerken ise Laclau referanslarına başvurarak sınıfsal değerlendirmelerden uzaklaşabiliyor.

Gerbaudo ayaklanmaları değerlendirirken mekân ilişkili yorumların yanı sıra bu hareketlerin farklı gelişim evrelerinden nasıl geçtiğine de değiniyor. Farklı eylemlerde (Occupy, Tahrir) farklı sosyal medya platformlarının (Facebook, Twitter) oynadığı rollere değinen Gerbaudo genel geçer yorumlar yapmak yerine sosyal medya platformlarının eylemlerdeki özgün karakterlerini de ortaya koyuyor. Gerbaudo bu bağlamda, Kullena Khaled Said ve Democracia Real Ya Facebook sayfalarını ve Occupy Wall Street hareketinin orta çıkmasında ilk çağrıyı yapan Adbusters isimli Kanada merkezli derginin rolünü tartışıyor.
   
Kitapta mekân-ayaklanma tartışmaları haricinde yapılan özgün tartışmalardan biri de hem neo-anarşistlerin hem de neo-liberallerin sıklıkla dile getirdiği, sosyal medyanın liderlik sorununu ortadan kaldırdığı görüşü. Gerbaudo'un yorumlarına göre Tahrir eylemleri ve İndignados örneklerinin de gösterdiği gibi sosyal medya kanallarını yönetenler (Facebook sayfası ve Twitter hesabı vs.) yeni bir liderlik biçimini ortaya çıkarıyorlar. Bu liderlik biçimi internet üzerinden yürütülen ilişkide daha fazla rol alanların bir nevi önder olduğu bir ilişki oluşturuyor. Ancak ayaklanmalarda gözlemlendiği gibi eylemlilik sokaklara çıkınca bu liderlik biçimi önemini kaybetmeye başlıyor. Gerbaudo bu noktada ayaklanmalarda sosyal medya platformlarının yoğun bir biçimde kullanılmasını açıklarken yataylık potansiyelinden ziyade bu araçların aktivizm amaçlı kullanan kişilerin hegemonya mücadelesine sahne olduklarını dillendiriyor.
   
Kitabın Türkçe basımı için bir de önsöz yazılmış. Önsözde Gezi ile ilgili de değerlendirmeler yapan Gerbaudo, Gezi ile diğer ayaklanmalar arasındaki benzerliklere değiniyor. Sosyal medya platformlarının iktidarların gözetim ve denetim mekanizmalarına dahil olduğunu ve bu platformların da birer ticari kuruluşlar olduklarına vurgu yapan Gerbaudo tüm bu tehlike potansiyellerine rağmen sosyal medyada Justin Bieber fotoğraflarının yerine V for Vendetta maskelerini geçirecek eylemcilerin varlığını sürdüreceğinin altını çiziyor.

TWITLER VE SOKAKLAR, Paolo Gerbaudo, Çeviri: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2014.

Yürürüm Hatırlamayı Da (Kerim AKBAŞ)

Unutmak, yaşanmış şeyler bütününün geçici süreler için zihinde yok olmasıysa, onu sonraları tekrar tekrar hatırlamak kaçınılmazdır. İnsan her hatırladığı kavrama yeni anlamlar ifşa etmeye çalışır, acı meşrulaşır, yara daha derinden koşar gider; bir anının en önemli sonucu kendini sürekli hatırlatmasıdır.

Uzun zaman önce, Ankara’da sürekli çok uzun yollar yürüyorum, çok kısa belki de; içimde bitmek bilmeyen yürüme isteği, çok yalnızım, tek bildiğim bu. Bir şehrin uzaklığı, bir takımın şampiyon oluşu, o kitabın son cümlesi, şu mekânın çayı derken Kurtuluş Parkı’ndan Cebeci Stadı’na, Ulus’tan Balgat’a yürüyüp duruyorum. Yeni tanıştığım birinin şiiri yüzüme yüzüme çarpıyor hayatı: ‘’bak koçum! bazen yalnızca güneş çarpar bazen bütün diğer anılar / gündüz bulur seni, uzar gider insanlar; yanında bir acının başlar / dünya; korkma ne marşlar susar ne azalır hıncımız, ne sevgililer / büyür ne de biz; korkma bir gün tam da her şey bitti dediklerinde / böğürlerine bayrağımızı dikeriz!’’

Bir yazıyı ya da şiiri kendinize yakın hissetmek için sayfalarca yazılan şeyleri bir kenara bırakın, bazen bir dize yahut kelime yeter. Bahsettiğim şiir çingeneden uçurtma, şöyle bitiyor: ‘’neyse koçum sen şu göğü al şu yalancı göğü nere istersen ora koy / neyse koçum sen şu beni al şu yalancı beni nere istersen ora koy’’.

Onur Akyıl’ın ikinci şiir kitabı Unutacak Kimse Yok, tam da bu bahsettiğim gerçek üzerine kurulmuş. Yürüme isteği ansızın koşma isteğiyle yer değiştirebiliyor. Öyle ki, birbiri ardına çok kuvvetli şiirlerle başlayıp son sürat devam ediyor. Çok kolay okunabilecek, çok zahmetsiz bitebilecek kitaplardan değil elbette çünkü anlamın sınırlarını zorlayan, kendine özgü bir dille kurulan, kendi bütünlüğünü yaratan, direnilen bir hayatın ürünleri var karşımızda. Onur Akyıl’ı takip edenler bilirler, ilk defa karşılaşacaklar için şöyle söyleyeyim; oldukça içimizden olan bu çalışılmış ve sağlam dizelerin çok gür bir sese sahip olduğu gayet açık, bu bağlamda kitapla yüzleşmek pek kolay değil. Sürekli duraksayıp, düşünüp, tekrar dizeler içinde kaybolmanız olası çünkü hesap sormak ve göstermek Onur Akyıl şiirinin en önemli özelliklerinden; tabii hayat, çağ, toplum. Şiirin temeline insanı koyduğumuz zaman, insanla ilgili hiçbir şeyi dışarıda bırakamayız. Onur Akyıl’ın şiirlerinde karşımıza çıkan şey tam da bu: şiirin kendini sorgulaması, hayata dâhil olan direnmek eylemiyle yüzleşmek, toplumsal bir algı. Kitap, ‘’olmayı hatırlamak kılmış herkese…’’ ithaf edilmiş. Yukarıda bahsettiğim gibi insan hayatında hatırlamanın kaçınılmaz olduğu gerçeğini sahiplenenlere fiyakalı bir selamla başlıyor kitap.

lk şiir, çok önemli şiir ‘basmane enternasyonal’… Telaşsız, süssüz, ustaca bir söylemin ötesine geçerek, güçlü bir uyumla bildiriyor:‘’yarın ihtilal olmayacak ama bir ihtimalin yönü değişebilir’’. İlk şiirde kitabın nasıl devam edeceğine dair ipuçları var, direk önümüzden geçiyor anlam. Öyle ki bu sağlam dil tüm şiire hâkim. ‘’alnımızdaki boşluk aşktan olmalı, vurulmak için insan / bir yeri saklamalı teninde.’’
 Onur Akyıl şiirinde çok sakin bir söylemin ardında bile aslında oldukça uzun soluklu okunması gereken dizeler mevcut; bu anlamda dikkati çeken diğer bir şiir önem: ‘’kızılay’da bir öğlen hiçbir şey düşünmediğini düşün / çünkü düşünülmekten başka çaresi yoktur bir düşün’’. Hızı çok yükselttiğinde dahi rotayı şaşırmayan, gerginlik çok arttığında dahi acıyla böbürlenmeden sindirilmiş yaralar eşlik ediyor okura; kırmadan kıran, acıtmadan acıtan, korkmadan bağıran:‘’çocukların karıştığı derinliği, kirazların çocuklara açtığı yeri / halkın aşkı anladığı ilk günü düşün, düşün ki büyüsün düşün’’.

Kitabın en önemli şiirlerinden susarım az sonra, bir gerçekle sessiz sedasız yüzleşememenin sınırlarından dağılıyor hayata:‘’ne biliyorsam kaçırdım gözlerimi sakladım ne duyduysam / bazen kendimi, kimi zaman kendimi, bir ara kendimi / belki mutluluk bitirecek her şeyi, uzağım ondan, uzak / daha uzun daralıyor göğsüm daha uzun daralıyor karşılaşmak / bir yas tutuyor beni bırakmıyor, bundan sanırım sanırım bundan / buralardan değilim öyleyse, nerelerdenim nereliyim / sizden de mi değilim, öyleyse sizden de değilim / her şey ne kadar yanılıyor birbirine’’.

 Hayatın en büyük sorunlarından biri hiç kuşkusuz çağı yeterince sorgulayamamak olmuştur hep. Böyle bahsedilir her yerde; çağı anlayamamak, sorgulamamak, yetişememek. Şiirde de önemli bir yer kaplayan bu sorunun Onur Akyıl şiirinde, özellikle Unutacak Kimse Yok’ta, çok ustaca sindirildiği gayet net. Bu, bana kalırsa kitabın yerini de sağlamlaştırıyor. Öyle ki, olanı sorgulamak şiirin içinde çok daha kuvvetli bir anlamı barındırırken şiirler arasındaki bütünü de canlı tutuyor. Kitabın ilerleyen bölümlerindeki barikat maestro bu bağlamda okunabilir:’’oysa her şey bitecekti doğduğu yerde, bir rüzgar, bir başka rüzgar / şaşmıştı, aylar boyu ağzımızı yetkileriyle dağlayanlar, kalıyorduk / çözülmüyordu hiç söylemediğimiz o korkunç gerçek, alınmıştık / çünkü insan bazen yalnızca, çözülmek ister.’’ Aynı vurucu ton devam ediyor:‘’çünkü insanı kimse anlamazdı / hiç kimse insanı anlamayınca’’.

Rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu anlamlar bütününün içinde oluşan sağlam yapıda gözden kaçmaması gereken asıl önemli nokta şu: Onur Akyıl’ı okur aslında çok farklı yerlerden tanıyor; tiyatro, sinema, dizi, şiir eleştirileri, tiyatro yazıları, dergiler... Öyleyse, bu şiirlerin içinde aslında hayatın içindeki çoğu mevzu çıkıyor karşımıza. Buna yalnızlık da diyebiliriz, ayrılık da, hesap sormak da, devrimler tarihi de, bir arkadaş selamı mesela ve çingeneden uçurtma. Bu doğrultuda ’sıcak bir dokuzda’, en dikkat çeken şiirlerden biri: ‘’evler; tanrım çiçekleniyor. ceviz mobilyaların yalnızlığı / bir başka. Kimselere uyanmadan sokaklara koşalım; anlatır / bize kendi inceliğini gök. havanın karardığını durmadan’’ aynı doğrultuya şiirin vurucu sonu dahil:‘’ilk gençliğinde ölür herkes / bütün bir ömre gömülür sonra’’.

Unutacak Kimse Yok isminin insan algısını, daha isimle karşılaştığında, sarstığı gayet net. Eğer gerçekten şiir okumak istiyorsanız, Unutacak Kimse Yok asla gözden kaçmamalı.

‘’siz şimdi yalnızlık da dersiniz elleriniz unutulunca / kıydığınız kuşlara sayın. // gülümseyin, çekiyorum: / acınızı.’’

UNUTACAK KİMSE YOK, Onur Akyıl, Şiirden, 2014.

Aslında Kimse Masum Değil (Ömer İZGEÇ)

Suç Edebiyatı
Hayatının büyük bir kısmını radyo operatörlüğü yaptığı gemilerde dünyayı gezerek geçirmiş olan Cumhur Orancı’nın Acı Düşler Bulvarı isimli romanı Ayrıntı Yayınları tarafından 2012 yılında kitaplaştırılmış. Acı Düşler Bulvarı özellikle bizim edebiyatımızda üvey çocuk muâmelisi gören polisiye kurgunun güzel bir örneğini sunuyor. Daha fazla ilerlemeden önce bu “polisiye” tanımının üzerinde durulması gerektiği kanısındayım. Bu tür romanları “Suç Edebiyatı” olarak tanımlamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Zira böylesi bir tanımla, odağı iyi tarafı simgeleyen polisten alıp biraz daha orta bir noktaya çekiyor. Adâletin yerini bulmasından, suçlunun yakalanmasından, beylik iyi-kötü tanımlamalarından ziyade suçun kendisi üzerine düşünmemizi sağlıyor. Böylece insan ruhunun arkeolojisini yapmak için daha önyargısız bir mecra inşâ ediyor.

Polisiye diye adlandırılan türün maruz kaldığı hafif edebiyat yaftası, tabii ki yalnızca böylesi bir isimlendirmeden kaynaklanmıyor. İnsanın merak karşısındaki zaafı tarihte farklı şekillerde kullanılmış, bu duygudan nemalanılmış. Merak bir ilgi çekme ögesi olarak dengbejlerden ilüzyonistlere, sinemacılardan reklamcılara ve dahi çocuğuna yatsı hikâyesi anlatan dede tarafından kullanılmış, kullanılıyor. Merakın ilgi çekmedeki maharetinin farkında olan romancılar da bu bağlamda istisnâ sayılmazlar. İyi edebiyatın çok satmak, iyi yazarlığın çok okunmak olduğuna inanan, bu tehlikeli duygunun parıltısına kapılıp salt amacı okuru şaşırtmak olan yazarlar her kültürde ve zamanda ilgiye mazhar olmuşlar. Böylesi bir algı çoğunlukla maalesef edebiyatın başat işlevlerini gölgeyip, belli bir tertibe uyan eğlendirici ama süflî metinlere yol veriyor. Evrimin bir parçası olsa gerek, iyi bir okur böylesi metinlerin ayrımına kolayca varabiliyor. Donanımlı okur merakı canlı tutabilmenin her türlü anlatıda ustalık ve emek gerektiren bir meleke olduğunu da bilerek, insanı dönüştüren daha üstün bir edebiyatın bundan fazlası olduğunun ayrımına varabiliyor. Edebiyatın özünde olanı kendine dert edinen, ancak öte yandan anlatının içine merak duygusunu da katıştıran eserler ise ayrıksı bir yerde konumlanıyor. John Fowles’ın Koleksiyoncu’su ve Umberto Eco’nun Gülün Adı romanı böylesi metinlere yalnızca iki örnek.

Kimsenin Masum Olmadığı bir Hikâye

Acı Düşler Bulvarı’nda, Orancı bir cinâyetin etrafında şekillenen olayları yer yer okuyucuyu zorlayan ama bu zorlama derecesinde de onu içine çeken çetrefil bir kurguyla sunuyor. Hikâye Cihangir çevresinde işlenen bir travesti cinayetinin etrafında örülüyor. Bir cinâyet, kim olduğu belli olmayan bir katil ve sayfalarca süren merak duygusu çok bilindik bir tertip aslında. Acı Düşler Bulvarı’nı istisnaî yapanlar ise yazarın kurgu tekniği, insanın karanlık yönlerine ışık tutan hikâyesi, okuyucuyla kurduğu marazî bağ ve metindeki varoluşsal damar. Kurulan bağ marazî çünkü okur tam bir ipucuna yaklaşmışken “tanrı yazar” ilgiyi başka yöne çekiyor ya da anlatıcısının ilk etapta kendini ele vermediği yeni bir bölüme başlıyor. Metindeki
anlatıcı sürekli değişiyor ancak anlatanın kim olduğu baştan açık edilmiyor. Yazar, benzeri birçok metinde olduğunun aksine asla okuyucunun sırdaşı olmuyor. Karakterlerden daha fazla bilgiye erişimi sağlanırken, okuyucu aynı zamanda en az onlar kadar çarnaçar ve boşlukta bırakılıyor. Bu da gittikçe bir girdaba dönüşen metindeki tedirginliği, gizemi, olaylar karşısındaki etkisizlik hissini ve kaybolmuşluk duygusunu palazlıyor. Olaylar ilerledikçe metindeki birçok karakter katil adayı olmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı nedenlerden dolayı birer suçluya da dönüşüyor. Büyük gizemin –katil kim ve neden- peşine takılan okuyucu aslında kimsenin masum olmadığı tekinsiz bir hikâyenin parçası haline geliyor. Anlatıcının kimliği üzerinden kasıtlı olarak yaratılmış belirsizlik tüm bu öğelerle birleşince, metnin önemli özelliklerinden birisi olarak varoluşçu bir sızı her daim derinlerden hissettiriliyor.

Acı Düşler Bulvarı’nın bir başka izleği ise azınlıklara uygulanan şiddet. Cihangir ve çevresinde, azınlık mensubu yaşlılara karşı uygulanan şiddet ve cinayetler seçici geçirgen basınımızın bazı mecralarında yer almıştı. Bu şiddetin arkasından, gayrimüslim yaşlıların mallarına el koyan ülkücü bir çete çıkmıştı. Orancı bu suçları kurgusuna katıştırarak güdümlü şiddete de parmak basıyor. Bir travesti cinayetiyle başlayan hikâyede, suçun yalnızca kenar mahallelerde varolmadığına, şiddetin hedefine yalnızca belirli bir kesimin konulmadığına tanıklık ederken burjuva toplumunun karanlık bir tablosuyla karşılaşıyoruz. Maddî çıkarların, her türlü ahlakî ve vicdanî olgunun önüne geçtiğini gösteren anlatı, bu bağlamda bir toplum eleştirisidir de. Orancı metninde kuşatılmışlığın, kokuşmuşluğun, adalet yoksunluğunun izlerini yer yer Kafka’nın Dava’sını anıştıran bir edebi ortamda sürerken, bireysel ve toplumsal gönderileri olan hikâyesini onunla ahenk içinde yenilikçi bir kurgu üzerine inşâ ediyor. Bahsedilen tüm bu katıklarla çok daha ileri bir edebi zevk vaat edebilecek metin, tasvirlerin azlığından dolayı kimi yerlerde ebebi atmosferi yaratmakta yetersiz kalabiliyor. Yazarın kişisel bir tercihi olabilecek bu unsuru, gelecek metinler için ufak bir okur temennisi olarak bırakmak isterim.

Acı Düşler Bulvarı, karanlık anlatısına ve atmosferine rağmen barındırdığı renkli tiplerle de zevkli bir okuma serüveni vaat ediyor. Anlatıya tuhaf tipler eklendikçe, hikâye bir yandan renklenirken öte yandan daha bir karanlığa gömülüyor, zira her sayfa okuyanı anaforun merkezine daha da çekiyor. Hafiye Kahvesi’nde oturan hususî hafiye Agop Mercekyan, Sami Abi ve onun barının müdavimi Osmanlı şehzadesi, ABD’de yaşayan Türk ressam, uyuşturucu kuryesi Carlos Osman, Kolombiya mafyası, Tamara Hanım, kapalı çarşı esnafı, çete üyeleri ve bir sürpriz olarak Sevim Burak kitaptaki karakterlerden bazıları.

Son dönemlerde Murathan Mungan’nın Şairin Romanı kitabı “polisiye” ve fantastik kurguya biraz olsun saygınlık kazandırmıştı. Burhan Sönmez’in Kuzey’i ve İhsan Oktay Anar’ın tüm eserleri de keza aynı şekilde birer etki yapmıştı. Acı Düşler Bulvarı da suç edebiyatımızda kendine güzel bir yer açıp, bize bu türün iyi bir örneğini kendi dilimizde okumak fırsatı veriyor. Suçun, doyumsuz insan doğasının, çıkar söz konusu olduğunda dağılan medeniyet maskemizin üzerine düşünmemizi sağlarken, merak denilen o kadim ve hastalıklı duygumuzu da okşamaktan geri kalmıyor.


ACI DÜŞLER BULVARI, Cumhur Orancı, Ayrıntı Yayınları, 2012.