Platon’un Diyalogları (Selcan KARABULUT)

Doğal felsefe, bilim ve batı felsefesinin temellerini atan, matematikçi ve felsefi diyalog yazarı Platon düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir kuşkusuz. Felsefede yazılı geleneği başlatmış olması, eserleri günümüze kadar ulaşan ilk filozof olma özelliğini taşımasına olanak sağlamıştır. Kendi görüşlerinin yanı sıra hocası Sokrates’in düşüncelerini de yazıya aktararak hem entelektüel hem sanatsal açıdan büyük bir katkı sağlamıştır. Ayrıca, kaleme aldığı eşsiz diyaloglarla yüzyıllardır edebiyat dünyasında da etkisini sürdürmektedir.

Platon diyalogları gençlik, geçiş, olgunluk ve yaşlılık dönemleri olmak üzere dört ana bölümde incelenmektedir.

Yunan edebiyatının en seçkin eserlerinden biri olan Phaidon düşünürün geçiş döneminde kaleme aldığı oldukça önemli bir diyalogdur. Hem doğada hem de sosyal hayatta mutlak ve değişmez olanı irdelemiş olan Platon, geçiş dönemi çalışmalarında ahlakçı ve toplumsal incelemeleri için sofist öğretiyi temel almıştır genel olarak. Onların hazza dayanan hayat görüşlerinin karşına da hocası Sokrates’in “iyi” kavramı ile çıkmıştır.

Ruhun ölümsüzlüğü üzerine yazılmış olan Phaidon, ruhun duyuüstü olma özelliği ve ebediliği üzerine söyleşiler içerir. Eserde iletilmek istenen asıl düşünce elde edilen bilgilerin bir anımsama olduğudur. Ayrıca Platon’un idealar öğretisini geliştirdiği diyalog olma özelliğini de taşımaktadır. Diyalog bir tiyatro sahnesinin sergilenmesi gibi şekillenir. Ölmek üzere olan Sokrates ruhun ölümsüzlüğüne gerçekten inandığı için mutlu bir insan portresi çizer. Bedensel özellikler yok olup gitse de ruh asla yok olmaz. Bu nedenle insan, ruhunu ölümsüz şeylerle doldurmalıdır. Ruhu ölümsüzlükle doldurmanın tek yolu ise iyi bir insan olmaktan geçer. Bedensel hazlardan uzak durup ruhsal hazlara yönelen kişiler iyi olarak nitelendirilmişlerdir ve dolayısıyla onların ölümden korkmalarına gerek yoktur.

Yeri oldukça tartışmalı olan diğer önemli bir diyalog da “Şölen”dir. Çoğu yorumcuya göre bir geçiş eseri, bir grup yorumcuya göre ise olgunluk dönemine ait bir eser olarak nitelenen Şölen’in konusu aşktır. Aşka övgü dolu söyleşiler içeren bu eser, düşünürün en verimli çağında kaleme aldığı, felsefe ile edebiyatı bir araya getirdiği bir başyapıt niteliğindedir adeta. Eros’un dolayısıyla aşkın doğuşu, amacı ve doğası ele alınmaktadır. Bu aşk dört büyük aşk teorisinden biri olan Sokratik/ Platonik aşktır. Birebir çevrildiğinde “birlikte içme” anlamına gelen Symposion, fikir tartışmalarının yapıldığı, ilahi ve şiirlerin okunduğu manevi bir şölendir. Ayrıca Eski Yunan kültürüne ait kavramları içermesi açısından da oldukça önemlidir bu diyalog.

Philebos’da ise Platon’un hayatı boyunca üzerinde önemle durduğu bir konu olan “iyi hayat nedir?” düşüncesi son kez ve oldukça ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir. Bu eser düşünürün doğa meselelerini de ele alarak yeni bir dünya görüşüne ulaşmaya çalıştığı ve daha gerçekçi görüşlere sahip olduğu yaşlılık dönemine aittir. Bu diyalogda Protagoras, Gorgias ve Phadion’da ele almış olduğu hazcılık konusunu da tekrar tartışmaktadır. Daha doğrusu hazzın iyi yaşamdaki yerini belirleme çabasındadır. Ona göre haz, sadece fiziksel eksikliklerin giderilmesi değildir aynı zamanda ruhu zenginleştiren ve entelektüel açıdan yetkinlik sağlayan manevi bir olgudur.

Hocası Sokrates’in fikirlerine olan bağlılığını eserlerinde hissettirmiş olan Platon, felsefesini sürekli geliştirmiş ve olgunlaştırmış bir filozoftur. Phaidon, Philebos ve Şölen de onun Sokratesçi dönemini yansıtan en temel metinlerindendir. Bu üç eser eski Yunanca aslından,“Classical Loeb Library” edisyonları baz alınarak, Furkan Akder’in çevirisiyle okuyucusuyla yeniden buluşuyor. Phaidon, Philebos ve Şölen’in yanı sıra Platon Bütün Yapıtları dizisinde düşünürün diğer diyalogları; Mektuplar, Kriton, Ion, Alkibiades I-II, Euthyphron, Küçük Hippias, Meneksenos, Gorgias, Sokrates’in Savunması, Devlet Adamı, Menon, Sofist ve Lakhes de bulunuyor. Prof. Dr. Ahmet Cevizci tarafından yayıma hazırlanan bu eserler günümüz insanının fikirlerine ışık tutmaya devam ediyor.

Phaidon, Philebos, Şölen/ Platon/ Çev: Furkan Akderin/ Say Yayınları

Biyografik Romandan Daha Fazla (Bora ERDAĞI)

Sinema tarihi ve eleştirisi alanında yıllardır fikir üreten bir yazar Zahit Atam. Onu, okurlar Görüntü dergisinden Yeni İnsan Yeni Sinema’ya, Modern Zamanlar’dan Birgün’e değin birçok dergi ve gazete yazısından tanıyor. İlk kitabı Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması (2011) yayımlanmasından kısa bir süre sonra tükendi ve genişletilmiş II. Baskısı bekleniyor. Atam’ın sinema yazıları Türkiye’nin politik ve güncel gerçekliğini dikkate aldığı için sosyal medyada Atam hakkında olumlu ve olumsuz çok sayıda “entry” bulunuyor.

Atam’ın bu günlerde üç ciltlik yeni kitabı okurlarla buluştu: Türkiyenin Ruhu: Direnmenin Trajedisi- I, II, III. Direnmenin Trajedisi’nde Atam okurlarına öncelikle roman çerçevesine sıkışmış bir (oto)biyografi sunuyor. Bu (oto)biyografinin kahramanı, son yıllarda Birgün gazetesindeki makalelerinde de Atam’ın sık sık gündeme getirdiği ve tartıştığı isim Yılmaz Pütün, nam-ı diğer Yılmaz Güney. Atam, Güney’in biyografisini “Türkiye’nin Ruhu”nu deşifre eden bir aydınlık olarak görüyor. Bu yüzden hem Güney’i hem de Türkiye Ruhu’nu direnmenin epik doğası ile yeniden okunabilir hale getiriyor. Elbette Güney hakkında şimdiye değin yayınlanmış az da olsa birçok yapıt bulunuyor. Bu yapıtların sahipleri arasında Atilla Dorsay, Avni Bektaş, Turan Feyzioğlu, M. Şehmus Güzel, Ağah Özgüç, Hasan Dönmez, Mahmut Baksi, Ahmet Boğa, Ahmet Kahraman, Hasan Kıyafet ve başkaca birkaçını saymak mümkün. Bu yazarların büyük çoğunluğu ya doğrudan Güney ile ilgili kendi izlenimlerini, anılarını ya da onun sineması üzerine değerlendirmelerini serimliyorlar. Dolayısıyla Atam’ın çalışması önemli bir açıdan bu yazarların çalışmalarından farklılaşıyor. Bu fark, Atam’ın biyografik notlarla Güney’in sinemasal değerlendirmelerinin altında yatan fikirsel bağları ortaya çıkarması ile, deyim yerindeyse tek bir bedende eritmesiyle olgunlaşıyor.

Direnmenin Trajedisi’nde Güney kendi hayatını kendisi anlatıyor fakat her ne kadar anlatıcı Güney olsa da, anlatıcı gerçek Güney değil, gerçeğin bir similasyonu. Bu yüzden roman bir biyografi romanı, aksi olsaydı otobiyografik bir eserden söz edebilirdik. Roman kahramanı olarak Güney hem kendi yaşamını dile getiriyor hem de yaşamının anlarına sıkışmış “Türkiye Ruhu”nun sinemasıyla ilişkisini. Böylece Atam, Güney üzerinden epik bir roman denemesine girişiyor. Bir yandan herkes ve her şey gerçek yine aynı şeyler başka bir açıdan romansal hakikatin parçası. Belki okurlar tam bu yüzden Atam’ın “deneme”ye ya da “yaşam-anlatısı”na yaslandığı yoğun monologlarında, Güney ile özdeşleşmiş başka bir anlatıcıyla karşı karşıya kaldıklarını düşünebilirler. Bunda pek haksız sayılmazlar, fakat burada bir acil çıkış kapısı bulunmaktadır: Direnmenin Trajedisi bir roman. Dolayısıyla Güney’in azlığı ya da fazlalığı tamamen Atam’ın sanatının ölçüsüne ait. Monologlardaki didaktik anlatının ağırlaştığı bölümler, Güney’in gündelik hayatı sanki tamamen bilinçli bir şekilde yaşıyormuş gibi anlatığı kısımlar, direnişin trajikleşmesinin doğrudan Türkiye Ruhu kurgusuymuş gibi olduğu ayrıntılar okur açısından kantarın topuzunun kaçtığı şeklinde yorumlanabilir. Fakat yine de bütün bunlar ifade edilmeden Güney ve sineması nasıl anlaşılabilir ki? Örnek vererek bu kastımı açıklamaya çalışalım:

“Bu düşüncelerle daldığım yerden kalktım, yorgunum şimdi, bir bardak çaya uzandım, Yılmaz biraz köyüne dönsen iyi edersin, kitlen de ve kentin de yerin dibine batsın, yordu seni, onun üzerine düşünmeye ara ver ki zihninin derinliklerinden yeni, fark etmediğin imgeler geldiğinde yeniden düşünesin, hakikat yalnızca yeni şeyleri düşünmekle ve icat etmekle olmaz, biraz da eskinin ve gizli kalanın zihnine gelip bütünüyle gözüne yeni bir biçimde görünmesiyle olur, kendini dinlemek için kendinin konuşmasına izin verecek, bekleyecek sabrın da olmalı, dinlenmek istiyorsan Halil’in Remzi’nin köyüne marş marş!” (s. 178).

Bu alıntının hemen öncesinde Güney, kalabalık ve birey arasındaki varoluşsal kaygılara dair uzunca bir tartışma ve çözümleme yapıyor. Nihayetinde kendisini alıntıdaki gibi teselli ediyor. Aslında teselli ettiği söylenemez, bir noktaya gelip arayışı için yeni bir es veriyor, çünkü bu çözümleme bir ders olarak sonlanıyor:

“Sözün varsa söylemenin yolunu da, üslubunu da öğrenmelisin, nasıl dert ortağı kıymetliyse, ortak dertleri anlatmak da hüner ister, en ortak olanda en ayrıksı karakteri birleştirirsen gerisini gayrı düşünme.” (s. 178).

Güney’in Direnmenin Trajedisi’nde sürekli olarak bu şekilde kendiyle, toplumla, sinemayla didişmesi bir yerden sonra romanın kahramanına hiçbir hareket imkanı bırakmıyor. Güney’in “kendimle konuşmalar” tadında bir anlatısına dönüyor. Açıkçası bu edebi bir sanat olarak romanın giderek niteliğini kaybetmesine ama Güney’in gözünden bir Türkiye Ruhu anlatısı olarak ise başka bir anlamda değer kazanmasına yol açıyor. Enis Batur Nedim Gürsel’e Boğazkesen romanında tarihsel hakikatlere sadık kalacaksın diye tarih yazmışsın, Yalçın Küçük’e de 21 Yaşında Bir Çocuk Fatih tarih kitabında dilsel anlatıya çok yaslanması nedeniyle roman yazmışsın der. Belki okurda Atam’a bu minval üzerinden itiraz edebilir, fakat haksız çıkar, çünkü Direnmenin Trajedisi biyografi roman. Bu yüzden hem Gürsel’in hem de Küçük’ün hassasiyetini içeriyor.

Direnmenin Trajedisi’nin üslubunu açıklayalım derken Güney’i gözardı etmiş olduk. Aslında romanın edebi değeri bir yana konacaksa, ortaya çıkan Güney profili gerçekten direnmenin, isyanın, kendini yaratmanın bir hikâyesi. Atam yoksulluktan, yokluktan, bilgisizlikten, aşağılanma ve ötelenmeden yavaş yavaş varoluşsal olarak bir benlik, kişilik olarak Güney’in nasıl olgunlaştığını net olarak ortaya koyuyor. Güney’in temas kurduğu kişiler, bu kişilerin zamanın ruhuna rağmen Güney ile kurduğu bağlar net olarak çiziliyor. Halit Refiğ’ten Ömer Lütfi Akad’a, Tuncel Kurtiz’den Halil Ergün’e, Orhan Hançerlioğlu’ndan Onat Kutlar’a Türkiye Ruhunun altmışlar, yetmişler ikliminde kimler varsa, hepsi Güney’in anlatısında canlı birer kişilik olarak cisimleşiyor. Çünkü Güney çatlağını arayan su gibi sürekli bireysel ve toplumsal çelişkilerin üzerine gidiyor. İnsanlardaki bireysel varoluşun yüzlerine; rahatlığa, kibre, budalalılığa, çalışkanlığa, teslimiyete, budalalığa önem vermiyor, aksine adaletsizliği, kötülüğü değiştirmek istemelerini önemsiyor ve onların dertlerinin peşindeyken kuracakları kolektif başkaldırının kendisini önemsiyor ve teşvik ediyor. Böylece kişileri değil, kişilerin toplumsal varoluşunu mahkum ederek dostluklar geliştiriyor ya da düşmanlık kazanıyor. Atam’ın Güney anlatısı bu duruşun oldukça gerçekçi ve tutarlı sunumuna sahip.

“Şimdi işi rast giden herkes bir yabancı gibi geçiyor yanımdan, sanki beni unutmuş ve varlığım yokluğa dönüşmüş gibi, hiç aldırış etmeden, kayıtsız bakışlarla geçiyorlar yanımdan, bazıları yolunu değiştiriyor, bazıları buna bile lüzum duymuyor, sözümüzün kıymeti az. Diyorum ki ne oluyor bu soğuk bakışlar diye kendime, çünkü sorarsam, onların soğukluğuyla kibirleri arasında kaybolan hallerindeki suçluluk yarasını kanatmış olurum daha da kötü olur.” (s. 327).

Atam, Yılmaz Güney ve Türkiye tarihi meraklısı okurlar için üç ciltlik anlatı boyunca okuru hem kendisiyle yüzleşmeye hem de Türkiye Ruhunun bazı derin hastalıklarından kurtulmanın yolunu arıyor. Güney bağlamında yeniden Türkiye’yi tartışmak açısından mutlaka okunmalı.

Zahit Atam, Türkiyenin Ruhu: Direnmenin Trajedisi- I, II, III, İstanbul: Cadde Yayınları, 2013.