Mektup Roman Örneği: Genç Werther’in Acıları (Vedat ÇETİN)

Her edebi metin, okuruna ulaşmak üzere yazılmış bir mektuptur bir anlamda. “Mektup roman” dediğimiz yazım tekniğinde mektup, romanın bünyesine dâhil olduğunda roman yazarına geniş olanaklar tanır, ama belli kuralları vardır. Bir anlatım tekniği olarak mektup romanlar, yazarların yaşamlarını, yaratım süreçlerini ve bunalımlarını yansıtırken olay değil durum ağırlıklı, anonim değil bireye odaklıdır ve birinci tekil şahıs ağzından yazılır.  Kahramanların duygu dünyaları aracısız, doğrudan anlatılır. Mektup roman tekniğine verebileceğimiz en iyi örneklerden biri, Johann Wolfgang von Goethe’nin yazmış olduğu “Genç Werther’in Acıları” adlı romanıdır.

Goethe’nin hayatından bir kesit

Goethe, 1771’de Strasburg’da hukuk eğitimini tamamladıktan sonra Frankfurt’a gider. Babasının yönlendirmesiyle avukatlık stajını yapmak üzere Wetzlar’a gitmeyi kabul eder ve “Yüksek Mahkeme” bünyesinde çalışmaya başlar. Burada Yüksek Mahkeme Sekreteri Johann Christian Kestner ve Kestner’in nişanlısı Charlotte Buff (Romandaki “Lotte” karakteri)  ile tanışır ve Lotte’ye ölesiye âşık olur. Lotte ile Kestner’in yanında sonsuz acılar ve sonsuz ama kırık sevinçler içinde geçirdiği aylardan sonra, tek çıkar yolu sessizce kaçmakta bulur.

Bu acı aşk tecrübesini, bilgi dağarcığıyla yoğurarak arka planda dönemi, eskiye karşı yeniyi çıkararak yazmaya başlar ve bir buçuk yıllık çalışma sonunda “Genç Werther’in Acıları” (Die Leiden des jungen Werthers) adlı roman ortaya çıkar. Bu eser, basımı ve dağıtımını izleyen kısa süre içerisinde, Goethe’yi tüm Avrupa’da ün sahibi yapar. Werther, arkadaşı Wilhelm’e yazdığı mektuplar, Goethe’nin Charlotte’ye söyleyemedikleri, yazamadıklarıdır bir bakıma.  

Yine aynı çevrede yaşayan Karl Wilhelm Jerusalem adlı bir memur, Braunschweig’lı elçi Höfler’in yanında çalışmakta, elçilik sekreterlerinden birinin karısını umutsuzca, karşılık görmeden sevmektedir. Jerusalem, 1772 yılının Ekimi’nde kendini vurur. Bu umutsuz aşk hikâyesi, intihar ve intihar biçimi, romanın 2. bölümünde yer almaktadır.

Goethe, eserin son sahnesinde beynine kurşun sıkan Werther’le birlikte kendisinin de aşk acısını sonlandırmış olur. Kitap yayınlandıktan bir yıl sonra,  1775’te Dük Karl August’un çağrılısı olarak Saksonya-Weimar Dükalığı’nın merkezi Weimar’a gittiğinde 26 yaşındadır. Goethe, kendini geçmişe bağlayan tüm bağlardan kopmuş olarak yaşamını sürdürür ve kısa bir süre sonra yeni bir aşka kapı aralayacağı Charlotte von Stein’le karşılaşır.

Werther’in Aşk -Soyluların İnsanlık- Trajedisi

Lotte gayretli, çalışkan, becerikli, toplumda saygınlığıyla bilinen kocasına bağlı ve kendi tutkularından korkup gerileyebilen, böylece sendeleyen bir burjuva kadınıdır.

Werther ise, son derece duyarlı, her türlü izlenime açık, içinde bulunduğu toplumun genel kuralları, yaşayış biçimi ve ahlâk anlayışıyla da sürekli çatışma içerisindedir.

Lukács’a göre Werther’in aşk trajedisi, sadece umutsuz bir aşk ilişkisinin doğurduğu bir trajedinin anlatımı değil, 1789 Fransız devriminin hazırlanma sürecinde burjuva toplumunun içinde doğup ortaya çıkan o yeni insanı öne çıkarıyor. Goethe, bu yeni insanı canlandırıp anlatırken onu Almanya’nın soylu kesimlerinin, bir yandan da dar kafalı, muhafazakâr burjuvazisinin karşısına koyuyor.
 
Bu duruma ilişkin örnek vermek gerekirse… Werther, bir akşam “asil topluluk” üyelerinin eğlenceli yemekli toplantısına katılır, katılımcılar tarafından istenmeyince oradan çıkmak zorunda kalır. “Bu pek de asil topluluktan sıyrılıp biraz yürüdüm, açık bir arabaya bindim ve M…’ye gittim. Oradaki tepeden günbatımını izlerken Homeros’tan Odysseia’sının geri dönüşünü, iyi yürekli domuz çobanından nasıl konukseverlik gördüğünü anlatan muhteşem ezgileri okudum. Her şey düzeldi o zaman.”

İntihar gecesi okuduğu son kitap ise burjuva edebiyatının doruğunu temsil eden G. E. Lessing’in “Emilia Galotti” adlı oyunudur. İlk kez 7 Mart 1772'de sahnelenen oyun, “Burjuva trajedisi”ni yansıtmaktadır.

Aşk ile okunan kitap

“Genç Werther’in Acıları” yayınlandığı yıllarda bir intihar salgınına yol açar. Goethe’nin yaşadığı yıllar içinde en çok baskı yapan ve başta Fransızca olmak üzere sırasıyla İngilizce ve İtalyancaya çevrilen bu kitabı farklı tepkilerle karşılanır. Werther’in duygusal, içine kapanık, dış dünyadan yalıtılmış kişiliğinin sonucu olarak anlaşılan intihar çözümüne karşı, sonu farklı biten Werther’ler bile yazılır.

Bu arada, Thomas Mann, öylesine derin bir okuma gerçekleştirir ki, deyim yerindeyse “Lotte Weimar’da” adlı romanıyla esin kaynağı “Genç Werther’in Acıları” eserini devam ettirir.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: 240 yıl önce yazılan “Genç Werther’in Acıları” adlı eserin klasikler arasında yer almasının ve insanlar tarafından çok okunuyor olmasının sebebini, “geçmişten günümüze varoluş sorunlarından ‘imkansız aşk’ acısının benzerliği”ne yorumlayabiliriz. Ama romanın asıl başarısı, “çok katmanlı, iyi kurgulanmış ve tekil yaşanmışlıkları genel toplumsal bir bunalımın eşliğinde çok iyi bir dille anlatabilmesidir,” demek daha doğrudur.


GENÇ WERTHER'İN ACILARI, J.W. Goethe, (Çev.) Nihat Ülner, Öteki Yayınları, 2000.

Kedi Mektupları (Nilüfer ALTUNKAYA)

Her sanat türünün iletişimsel işlevi düşünüldüğünde mektup sadece edebi bir tür olarak çıkmaz karşımıza… İnsanın kendisini anlatma gereksiniminin yaşamını sürdürmek için gereken asgari ihtiyaçları karşılamak ya da toplumsal yapının unsurlarını kalıcılaştırmak sonrasında birdenbire beliriverdiğini söyleyebilir miyiz? İnsan büyünün olağandışılığından yazının olağan evrenine geçerken de ontolojik bir sorunsalla içgüdüsel olarak mücadele ediyordu belki de… Öyleyse ‘mektup’ hep vardı ama onu okumak zaman aldı ve henüz tamamen okunmuş olduğunu düşünmek için çok erken.

Oya Baydar’ın “Kedi Mektupları”,  kedilerin birbirleriyle haberleşmek ve insanların dünyası hakkında daha derin bilgiler edinmek amacıyla kokularıyla yazdıkları (daktilo kullanan bir kedi dışında)  mektupların ana kurguyu sağladığı bir roman. Romanda kedilerin varoluşsal sorunları ve sahiplerinin dünyasında olan bitenler hakkındaki merakları farklı bakış açılarıyla oldukça zenginleştirilmiştir. Yaşamları bir şekilde kesişmiş olan insanların ve kedilerin hem ayrı hem iç içe akan yaşantılarına yönelik gözlemler felsefi soruların pekiştirildiği bir nitelik kazanmıştır.

Romandaki ana sorunsal çok katmanlıdır. Türkiye-Almanya ekseninde, Berlin Duvarı’nın yıkılışına tanık olan siyasi sürgünlerin hem ‘ütopik’ sosyalist ideolojilerinin çöküşünü hem de ülkede yaşanan darbelerin sarsıntılarını kendi öznellikleriyle yorumlayışları kedilerin dünyasıyla çakışarak aktarılmaktadır.
12 Mart ve sonrası, Berlin Duvarı’nın yıkılması, dogmatikleştirilen her ideolojinin birbirine benzerliğinin kaçınılmazlığı gibi birçok soruna dokunma cesaretini göstermiştir Oya Baydar bu romanıyla… Roman, Batı ve Doğu’nun yaşam tarzlarının eleştirilmesi, siyasi sürgünlerin yaşamına ışık tutması, kedi özelinde hayvanların insanlar dünyasında yaşadıkları çatışmaları vurgulaması, yaşamın anlamı, insanın varoluş sorunları gibi derin yanıtlar isteyen sorular sorması bakımından da önemlidir. Kedilerin bakış açısının son derece gerçekçi olması romanın akıcılığını ve inandırıcılığını güçlendirirken anlamsal zemindeki sosyal ve siyasi meselelerin farklı kimlikteki kişilerin kendi algı dünyalarına göre konumlanışı ile yanıtların çoğaltılması amaçlanmıştır.
Kedi Mektupları, bir siyasi yenilginin ve aslında dünyanın yeniden farklı değerlerle kurulmasında sosyalist kanadın yıkılışının altında kalan bireysel dramların yakın plandan ele alınışının romanıdır. Mektupların sahibi olan kedilerin bol bol ‘mırnavlaştıkları’ ve sahipleriyle olan ilişkilerini zaman zaman kedi olmak ve insan olmak arasındaki farklılıkları kendi dilleri, dünyaları, içgüdüleri ve keskin sezgileriyle yorumlamaya çalıştıkları, evcilleşmek ve özgür kalmak arasındaki seçimlerini yaparken verdikleri ödünlerle yüzleştikleri bir dünyaları vardır. Ve bu kedilerin sahipleri diğerleri gibi değildir. Hem yanıtını bilmedikleri soruları sordukları hem de boyun eğmedikleri için…

Elbette ele alınan konular çok ağır bedelleri olan sosyal travmalardır ve romanın kahramanları bundan en çok etkilenen devrimcilerden seçilmiştir. Yaşanan mücadelenin özünün yeterince kavranamamış olması bu insanların ödedikleri bedelle yüzleşirken yaşadıkları dramı arttırmış gibidir.

Zaman zaman kedilerin sahipleri hakkında ulaşmaya çalıştıkları gerçekleri birbirlerine yazdıkları koku mektuplarıyla çözmeye çalışmaları üzerine yaptıkları yorumlar ve aşırı yorumlar bir yineleme zaafı yaratmaktadır. Ve yenilginin meşrulaştırılması adına kahramanlar aracılığıyla yıkılışın karşısında farklı yanıtlar aranılması okura benimsetilemeyen bir  ‘çok yönlülük’ içermektedir. Yazarın antisosyalist bir ideolojiyi bu yenilginin gerekçesi olarak göstermesini de bireysel trajedilerin sosyolojik oluşumların önüne geçmesini de bir özeleştiri olarak değerlendirmek mümkündür. Ama bu hesaplaşma, aslında en iyi çözümün yanıtı olmayan soruların sorulmaması noktasında net bir bireysel pragmatizme vardırılmaktadır. Yani yazarın varoluşsal mücadelesini bireysel ve güncel kurtuluştan yana kullanması, bu iç hesaplaşmayı dayatması olarak da yorumlanabilir. Burada eleştirmek istediğim noktanın elbette yazarın yaşadığı iç hesaplaşmalarının ya da ideolojik sorgulamalarının içeriği olmadığını,  bunların okura aktarılış biçimi olduğunu vurgulamak isterim.
Ayrıca ne yazık ki kedilerin cinselliği yaşamalarındaki doğallığın vurgulanması adına da yapılsa, insanların cinsel hayatlarına kedilerin gözüyle bakılmaya çabasıyla da olsa hoş görülemeyecek bir cinsel asimetri olduğunu hissettim roman boyunca.

Tüm nesnellik zaaflarına rağmen, kedilerin ve sahiplerinin arasındaki hem bütünsel olarak ilişki ve iletişim ağı hem de farklılıkları başarılı bir şekilde aktarıldığı için özgün bir mektup romandır, Kedi Mektupları…  Kedilerin de sahiplerinin de birer karakter olarak kedilerin bakış açısıyla anlatılması zıtlıklara ve karşılaştırmalara dayalı bir anlatımı zorunlu kılsa da gayet başarılı bir şekilde beklentiyi karşılamaktadır. İnsanın özellikle de kadının devrimci mücadeleden yenik çıktıktan sonra yaşama tutunmak adına çocuk sahibi olmayı seçmesi intihar eden kahramanın umutsuzluğuna hak verilse de zayıf da olsa bir ümit ışığının olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Romanın sonunda herkes kendine istediği yanıtı verebilir, ben şöyle diyorum: İnsanın tek özgürlüğü ölümü seçme özgürlüğüyse yaşamı seçmek için sadece ‘kedi gibi yaşayıp gitmek’ bir seçimsizlik olsa gerek… Çünkü insanın daha yaşanılır bir dünyayı hayal etmesi ve bu dünya uğruna bir taraf olması bir kedi gibi yaşayıp gidemeyeceği içindir.


KEDİ MEKTUPLARI, Oya Baydar, Can Yayınları, 2013.      

Leyla Erbil ve Mektuplar (Şükrü KELEŞ)

Mektup formu monolog metin olarak kabul edilebilir ve kimi özellikleri nedeniyle edebi nitelik taşıyabilir. Habermas, mektup roman biçiminde verilen eserlerin 18. yy.’da ağırlık kazandığını söyler. Choderlos De Laclos’un “Tehlikeli İlişkiler”i dönemin (1782) öne çıkan mektup roman biçiminde yazılmış kitaplarından biridir sözgelimi. Kimi edebiyat tarihçilerine göre mektup roman formunda yazılmış eserlerin ilk yayınlamalarının izi bu tarihten birkaç yüzyıl öncesine dek sürülebilir. Çağdaş edebiyatta Yourcenar’ın “Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı”nı, John Berger’in “A’dan X’e Mektupları”nı düşünün. Bu kitaplar, mektup roman türünün en iyi örnekleri arasındadır. Leyla Erbil’in “Mektup Aşkları” benzer bir övgüyü hak eder, edebiyatımızın bu türde verilmiş yetkin kitaplarından biridir.

Temel soru şu: Mektup roman formunda yazılı eserleri edebi açıdan değerli kılan nedir?
Biraz açalım. Leyla Erbil kitaplarını ve özellikle de Mektup Aşkları’nı odağa taşıdığımızda onun yazısını değerli kılan unsurları belirlemek güç. Erbil hakkında söz alırken toplumsal yaşamdaki dengesizliklere, birçoğu sinir bozucu kendinden menkul değer yargılarına, ahlâk kurallarının içine sıkışıp kalmış karakterlerinin varoluş çabalarına, kadın erkek ilişkilerinde ağırlıklı olarak hissedilen cinsel sorunlara, iletişememe durumlarına değinmeden geçiştirmek düşünülemez. Leyla Erbil, Mektup Aşkları’nda birbirinden farklı yaşam formlarını deneyimleyen karakterlerin yaşamı nasıl algıladıklarını ve diğer insanlarla ilişkilerindeki açmazlarını monolog metinlere yaslanarak yazar. Erbil, toplumda verili olandan rahatsızlık duyan ve birbirlerine mektup yazan arkadaşların, sevgililerin kendilerine özgü biricik seslerini duyurur bu kitapta. Erbil yazısını değerli kılan kahramanlarının yaşadığı cesaretsizliği, aşksızlığı, kendini bir türlü değiştirememenin sancısını duyurabilmesinden gelir. Mektup Aşkları’nı okurken yoğun bir rahatsızlık duygusunun içimizde kıpırdadığını hissederiz. Kurgudaki gerçeklik o kadar tanıdıktır ki kahramanların yaşadığı rahatsızlık okurda yankısını bulur. Karakterlerin kendi hayatları hakkında karar verememeleri, belirledikleri eylem planları, çizdikleri yol haritalarında hep bir duygusal gerilim hissedilir. Erbil’in mektuplarında gerilimin kıvrılıp uyuduğu yer toplumun ta kendisidir. Sistem işlemeye devam ededursun Erbil’in keskin zekâsına, tespitlerine, nüktedan kalemine, hatta kurgusal zekâsına çekilir, kurgusal mektuplarında ona bir kez daha vuruluruz. 

Yukarıda sorduğumuz soruyu yanıtlamaya çalışırken hangi metinlerin bu bağlamda değerlendirilebileceği sorusunu sormak gerekir ki, işte tam da burada, mektup formunun edebiyat için açtığı olanaklar üzerine düşünmeye devam edebilelim. Eğer temel amaç mektup roman biçiminde yazılı bir esere edebi açıdan değerini teslim etmekse kimi sınırlar belirlemek türün gelişimi açısından yaşamsal önemdedir. Mektup romanda yazar, kurmaca yaratıcısıdır. Mektup Aşkları’nda Erbil, birbirini öğrencilik yıllarında tanımış, her biri başka ülkede, başka şehirde yaşayan kadınların ve bu kadınlarla ilişkilenen adamların iç dökmeleri üzerine çatar kitabını. Kitaptaki hiçbir mektup, yaşayan ya da ölü bir kişiyi doğrudan işaret etmez. Mektup yazan ya da mektup yazılan kişilerle ortak bir yaşamı, deyişi paylaşmanız olasıdır. Kurmaca bir hayaldir, evet ama kurmaca bir o kadar da gerçekçidir ki Erbil’in yazısında isimleri değiştirdiğimizde mektuplardan birini yazmış ya da bize yazılmış olduğunu düşünebiliriz.

Diğer taraftan kurgulanmamış mektupların edebi niteliğinden ziyade bir tür belge niteliğinde olduğu söylenebilir. Mektup formundaki bir belgenin içeriği, yazıldığı döneme ilişkin bilgiler içerebilir, evet. Politik atmosfer, toplum yaşantısı, mektup yazarının yazarken amaçlamadığı ama bir biçimde yazıya sinmiş olan birçok detay, mektupların arka fonunda kendine yer bulabilir. Bir araştırıcı arka fonu yorumlayıp kimi çıkarımlarda bulunabilir. Sanki, artık, burası tarihçilerin araştırma alanına girer ve sözü daha çok uzatmadan işi ehline bırakmak daha yerinde olur.

Unutulmamalıdır ki, belge niteliği taşıyan bir yazının/mektubun kimi durumlarda mektup yazarının sadece mektup yazdığı kişiyle söyleşiyor oluşu mektubu “mahremiyet” alanına çeker. Bir adın altında yıllarca kurmaca eserler vermiş olan yazarların ölümünden sonra okurla buluşan “özel” mektuplarına özenle yaklaşılması beklenir. Mahremiyet, birinin kendisiyle diğer insanlar arasına bir sınır koymasını gerekli kıldığından sır ve gizlilik gibi kavramlardan bağımsız düşünülemez. Mahremiyetin sınırlarının çoğu zaman belirsizliği, kişiye özel ve başkalarınca bilinmemesi gereken durumları içerir. Mahremiyetin ihlali toplumsal-kültürel yozlaşmayla yakından ilişkilidir. Sözgelimi bir yazarın “aşk” mektuplarının yayınlanmasının sorumluluğunu, bir başka ifadeyle yazarı okuru karşısında çıplak bırakmanın sorumluluğunu kim üstlenebilir? Hayatta olan ve kendi özerkliği içinde karar alan yazarlardan söz etmiyorum. Artık yaşamayan, yaşadığı dönem içinde yazdığı mektupları bir gün yayınlatmayı dahi düşünmeyen/düşünemeyen yazarların mektuplarını yayınlamanın oldukça “cesur” bir hareket olduğunu düşünüyorum. Yazarın değerler evrenini yakından bilen birinin ‘yaşasaydı şöyle yapar, böyle ederdi’ diyebilen birinin dâhi argümanlarına kuşkuyla yaklaşılması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle artık kendi hayatı hakkında karar veremeyecek, ölmüş olan yazarların rızasının dışında yayınlanan -özel- mektuplarının “yazara saygısızlık”ı çağrıştıran bir yanı var. İnsana saygısızlık, o ismin önünde duran yazarlık durumuna saygısızlık… Yazarın erişimimize engellediği -aşk- mektuplarının onun rızası dışında yayınlanması hiçbir gerekçeyle haklı çıkarılamaz. Bu türden metinlerin yayınlanması insana saygı ilkesini zedelediğinden niyet iyi de olsa, sonuç kötüdür her zaman.

Orhan Veli’nin aşk mektuplarını okumadım, merak da etmiyorum açıkçası. Bu yazıda sizlerle paylaşmak için Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı aşk mektuplarını aldım… -on dört lira-. Leylim Leylim’in nasıl kitaplaştırıldığı hakkında yazılan sunuş yazısını okudum, sunulan argümanları bir okur olarak ne yeterli ne de samimi buldum. Sunuş yazısından mektupların basılmasına Leyla Erbil’in önce karşı çıktığını fakat sonrasında kararını değiştirerek ölümünden önce görmek istediğini öğrendim. Bu bilginin üstünde çok durmadım. Elimde tuttuğum kitap, on dördüncü baskı. Bilmiyorum, belki de bir yayıncılık başarısı… Meraklı okurun baskı sayısını arttıracağı öngörülebilir. Ahmet Arif’in bir mektubunu okudum, sonra diğer mektubunu okumaya başladım. İkinci mektubu okurken kendimi kötü hissedip kitabı kapadım. Kitabı kapadım ya… bir yazarın ölümünün ardından onun yerine, onun hakkında konuşmanın, sırları hakkında karar almanın ne kadar da kolay olabileceğini düşünüyorum bugünlerde. Böyle olmamalı sanki.

Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum.




MEKTUP AŞKLARI,  Leylâ Erbil, İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.


Handan: Aşk ve Vicdan (Nilgün ÇELİK)

Halide Edib Adıvar’ın “Handan” romanı vicdan üzerine kurulu edebi mektuplardan oluşur. Handan, aile yaşamı hakkında sorgulayıcı, ilişkiler hakkında sosyal ve psikolojik vurguları olan bir romandır. Belki de bu nedenle edebiyatımızda hâlâ önemini korumaktadır. Romanın siyasi olarak, toplumsal olarak ve ailevi ilişkiler bağlamında incelenmesi olasıdır. Romanda, başkarakter Refik Cemal,  eşi Neriman’a bağlıyken de, ihanete adım atarken de, diğer kahraman Server’in, Handan’dan nefret etme sebebinde de vicdan vardır. Ve tabii ki Handan’ın sonu da vicdanla şekillenir.

Roman 1902’de Refik Cemal’in yakın arkadaşı Server’e mektubuyla başlar. R. Cemal evlilik haberini verirken, Neriman’ı “güvenilir, sakin” ve güzel bulduğunu anlatır. Neriman’ın memleket sorunlarına seyirci olduğunu, “ot” düzeyinde ilgilendiğini söylese de cümlenin ardına “bir ot, bir çiçek, bir şey!” (s, 27) diye de eklemeyi unutmaz. Adıvar, sosyal yaşam içinde kadının durumuna ince ama güçlü bir gönderme yapar. R. Cemal  memleket sorunlarına kayıtsız kalmayan bir erkektir; hayatını paylaştığı kadının da sadece “güvenilir” olması ona kâfi gelmeyecektir.

Handan, kardeşi kadar yakın olan akrabası Neriman’ın aksine, öğrenmeye açık, meraklı, dikkat çeken, tavır ve sözleriyle  şaşırtan  genç bir kadındır. Handan aldığı eğitim ve öğrenme gayreti ile gelecekte halk için bilinçli uğraşlar peşinde olmak isterken karşısına, eğitimine destek olan öğretmen,  sosyalist Nazım çıkar. Nazım’ın, Handan’ın ruhuna hitap etmeden yaptığı evlilik teklifi kötü günlerin başlangıcı olur. Bu aşka sonuna kadar hazır iken, teklifin sadece siyasi davaya ortak edilmek istendiği için yapıldığını sanması ve onu reddetmesi hayatı boyunca taşıyacağı  bir kambur olur.

Refik Cemal ve Server, arkadaşları Nazım’ın ölümünün ardından Handan’ı sorumlu tutsalar da uzun süre yüzleşemezler. Ancak R. Cemal’in  Server’e yazdığı mektupta Handan’ın iç dünyasına şaşkınlıkla yakınlaştığı görülür: “… Bu kadının gözleri lakırdı söylüyor, Server. Adeta nazarlarındaki derin ve elemli şeye titredim, ürperdim, fakat mağlûp olmak istemedim…” (s,106).  Adıvar karakterlerin ruhsal ayrıntılarını kişiliklerine öyle yerleştirmiştir ki hiçbir kelime ne fazla ne de aykırı gelir okuyucuya.  Önyargıların o günlerde de bugün gibi tehlikesine, her duruşun bir sonuç olduğuna dikkati çeker.

Handan Hüsnü Paşa ile evlenir, daha doğrusu mutsuz yaşantısını ona adar. Adıvar, sevgisiz yapılan evliliklerin sızısını anlatırken, aile ortamında takındıkları maskeleri bir bir açığa çıkarır. Aralarındaki sevgisiz, yorgun evlilikte biri diğerinin geçmişini, diğeri şimdiki ihaneti kabul ederken, hâlâ her ikisi de beğenilme ve beğenme, aidiyet duygusunu arar. Handan eşinin ihanetini ruhen asla kabul etmemiş, hesapsız içine atmıştır. Oysa, o herkesin hayatında yer alabilecek, yokluğu boşluk yaratacak egemen bir karakterdir. O kadar ki, evine ve karısına sadakatle bağlı R.Cemal bile Neriman’ın boşluğunu Handanla doldurmak isteyecektir.

Romandan okuyucuya kalan sosyal yaşamdan, takılan maskelerden, silah olarak kullanılan önyargılardan çok aşkın acısıdır. Belki de yazarın önemle vurguladığı yaşananlar her ne olursa olsun aşkın vicdanla barınmayacağıdır. Handan her ikisini de terk etmek istediğinde dahi aşk yanı başındaydı… Siz hangisini tercih ederdiniz?

HANDAN, Halide Edib Adıvar, Can Yayınları, 11. Basım 2013

Mektuplarda Kadın Sesi (Yasemin YILMAZ)

 20. ve 21. yüzyılın öne çıkan edebiyat tarihi çalışmalarından birisi kadın yazarların ürettikleri eserlerin antolojiler formatında toplanması ve bu şekilde bir kadın edebiyatı arşivi oluşturulmasına yöneliktir. Yazılan eserlerin tür, biçimsel özellikler ve yazıldıkları dönemler çerçevesinde sınıflandırıldığı bu çalışmalarda mektup ve günlük türünde yazılan metinler özellikle 18. yüzyıl ve sonrasında çoğalmaya başlar. Jane Austen ve Charlotte Bronte 18. yüzyıl kadın mektup romanlarının öne çıkan iki ismidir ve bu türde verilen eserler 1960 ve 1970'lerin feminist hareketleriyle de birlikte edebiyatta erkek iktidarını sorgulamaya başlamıştır. 20. yüzyıl öncesinde gölgede kalan ve hatta 'edebi' görülmeyen metinler otobiyografi ve etnografya külliyatında önemli bir yer edinmeye başlamıştır. Son otuz yılda giderek önem kazanan mektup romanlarda kadın yazarlar önceleri yok sayılan sorunların varlıklarını kabul ettirmiş ve onları sorgulamaya açmıştır. Metinlerde altı çizilenin kadının toplum ve ev yaşamında konumlandırılması ve kendini ifade etmesinin önündeki zorluklar olduğu görülür. Farklı coğrafyalardan kadın yazarların mektup romanlar türünde verdiği eserlerde, yazmak kadın yazar için gündelik olandan kaçış ve benliğe dönüştür. Kadınların mektup romanlar türünde eserler vermesi elbette sadece son otuz yılda görülen bir durum değildir. Yeni olan edebiyat tarihinde var olan eserlere yeni bir gözle bakılması ve kadın yazarların edebiyat kanonundaki varlıklarının kabul edilmesidir.

Kadın yazarlar tarafından kaleme alınmış mektup roman türünün en çarpıcı örneklerinden biri Amerikalı yazar Alice Walker tarafından 1982 yılında yazılmış ve dilimize Renklerden Mor adıyla çevrilmiş The Color Purple adlı roman, diğeri ise Charlotte Perkins Gilman'ın 19. yüzyılın sonlarına doğru yazdığı Sarı Duvar Kâğıdı (The Yellow Wallpaper) adlı otobiyografik öyküdür. Amerikan feminist edebiyatın iki önemli eseri kabul edilen metinlerde mektup, bir edebi tür olarak kadın sesinin topluma yöneltilen bir çağrı olarak duyulduğu metindir. Seksenden fazla mektuptan oluşan romanında Walker, Tanrı'ya ve kardeşi Nettie'ye içinde bulunduğu bunalımı aktarırken aslında birey-toplum ilişkisini en yalın haliyle anlatmaktadır. Mektupların on dört yaşında bir çocuğun gözünden yazılmış olması anlatının tonunu daha da çarpıcı kılmakta, çocuğun masumiyetiyle Afro-Amerikalılara yönelik şiddet metindeki temel zıtlığı oluşturmaktadır. On dört yaşındaki Celie'nin Tanrı'ya yazdığı kırka yakın mektupta okur Afro-Amerikan toplumunda bireye yönelik şiddeti kadın karakter üzerinden okumakta ve şiddeti aile içi ve toplumsal olmak üzere iki bağlamda ele alınmış olarak görmektedir. Walker, Celie'nin henüz ilk mektubunda babası tarafından uğradığı tecavüzü suçlanma korkusuyla kimseye anlatamamasından bahsederek yazıya konuşulamayanı duyulur kılma rolünü vermiştir. Mektup yazmak bir bakıma bir kadın olarak kendisine izin verilmeyen kamusal alana çıkma, kendisini görünür kılma eylemi, mektup bir kişisel manifesto metnidir. Mektupların alıcıya ulaşmadığı düşünüldüğünde ise yazan kişinin birincil amacının okurun kim olduğundan bağımsız olarak kendisini ifade etmek olduğu söylenebilir. Celie'nin birey olarak anlatının içinde duyulan sesi Gilman'ın Sarı Duvar Kâğıdı öyküsünde işitilen sesten farklı değildir. Ana karakter meraklı bir okurun metinde satırlar arasında gezinmesi gibi dolaşır duvar kâğıdındaki figürlerin kıvrımlarında. Doktor eşi tarafından kilitli tutulduğu odada saatlerini duvara bakarak geçiren kadın, kendisini duvardaki figürlerde gezinirken hayal ettiği an nihayet hapsolduğu odadan çıkmanın yolunu bulmuş olur. Gilman'ın duvar kâğıdı metaforuyla vurgulamak istediği, kadınların bireyselliklerini bir tür kaçma/uzaklaşma eylemi olarak gerçekleştirmeleridir. Ev yaşantısında ve genel olarak toplumda sözlü ve fiziksel şiddete, cinsel istismara maruz kalan kadınların bir portresi olarak karakterleştirilmiş Celie ve Jane'nin kaçtıkları yer satırlardır. Postalanmayan ve kimseye ulaşmayacak mektuplar yazmak bir nevi delilik belirtisi olarak görülse de yazmak kadın birey için bir tür aşkınlık hali, şiddete karşı en şiddetli başkaldırıdır.

Kadınların seslerinin duyulmadığı ve varlıklarının bir cinsel obje olarak sadece bedene indirgendiği toplumlarda yazmak, kadına kapalı tutulan toplumsal yaşama girmenin ve 'görünür' olabilmenin bir yoludur. Otobiyografilerden farklı olarak yazarın kendisini bir başkasına anlattığını mektup romanlarda yazmak kadının evde ve toplumda tanık olduğu her türlü kötülüğün okura aktarımı ve bu nedenle de 'bilinçlenen' okura sorumluluk yükleme eylemidir. Metne kaçan kadın yazarın özgürlüğü bilinçlenen ve sorumluluğu ağırlaşan okurun hapsolmuşluğuyla ters orantılıdır. Mektupları okuyan kişi - yani bizler - her mektupta toplumsal yaşamın içselleştirdiği yeni bir baskı ve şiddete tanık olur, öğrendikçe kendi hapsolmuşluğumuzun farkına varırız. Kadın yazar, sesi duyulduğu ölçüde özgürleşir ve yazarın sesini duymak anlatılan acıyı paylaşmaksa eğer okur okudukça öğrenir, öğrendikçe acı çeker. Okurun bilinçlenmesi bir özgürlük kaybıdır; mektupların ulaştığı okur artık öğrendiklerini yok sayma, bilmiyorum deme özgürlüğüne sahip değildir.     



THE COLOR PURPLE, Alice Walker, Phoenix, Orion Books, 2004.