“Güzel” öykü nedir? (Taylan KARA)

Ercan Kesal’ın bu kitabındaki öykülerin yarısından fazlasını Radikal Gazetesi’ndeki köşe yazılarından okumuştum. Kitap bu yazıların toplanmasından oluşuyor. Yazar yıllarca taşrada, kendisinin adlandırmasıyla “bozkır”da doktorluk yapmış. Öykülerin hemen hepsinin merkezinde bu var.

Kitaptaki öykülerde insanlık durumları vardır ve öykülerin içerdiği insanlık durumları gerçektir. Gerçeklikten kasıt, yaşamdaki olayları bire bir yansıtması, yaşamın olduğu gibi temsili değildir. Gerçi Peri Gazozu kitabı hemen tamamen otobiyografiktir, yazarın yaşadıklarından alınmıştır ancak bunun bence hiçbir önemi yoktur. Bu öyküleri “güzel” kılan yaşanmış olmaları değildir, bir olayın “yaşanmış” olması, onun edebi olarak değerli olmasına yetmez. Sahiden yaşanmış bir olay, edebiyatta ele alındığında gerçekliğini yitirebilir. Bu tamamen nasıl ele alındığına bağlıdır. Don Kişot gerçektir, Raskolnikof gerçektir; gerçekten yaşamışlar mıdır? Bize ne… Ne fark eder?

Bu öyküleri “güzel” kılan en önemli unsuru yazar en başta kendisi ifade etmiş. Kitap Bergman’dan bellekle ilgili bir alıntıyla başlıyor. Yazarın öyküleri tam da alıntı yaptığı o paragrafla uyum içinde. Öykülerin çoğu birbirleriyle bir nesne, bir çağrışım ya da bir cümleyle bağlanan iki ya da üç parçadan oluşuyor. Hatta bu Ercan Kesal’ın öykülerinde neredeyse bir kural gibi. “Ne alakası var baba”, “yorgan”, “ceket çıktığında”, “korkma bırak ellerini”, “kestaneden duduk olur mu?” bu parçalı öykülerin tipik birer örneği.

Yazar bir nesne, bir cümle ya da bir imgeden yola çıkıp bellekte sıçramalar yapıyor. Çocukken yaşanan bir sahneyle doktorken yaşanan bir sahne (korkma bırak ellerini), bozkırdaki bir kasabayla Erivan’daki bir pazar yeri (kestaneden duduk olur mu?) böylece birbirine bağlanıyor.

Bellek, bu öykülerin temel taşı: çünkü yazar “yazmadan” önce “hatırlıyor”.

Bu öyküler için anahtar sözcükler verseydim ilk iki sözcük kesinlikle “bellek” ve “çağrışım” olurdu. Tam karşılamamakla birlikte belki “nostalji” sözcüğünü de yedekte tutardım.

Bu sözcüklerle tanıtılan öykülerde hemen daima bir tehdit kenarda durmuştur. Kişisel bir gözlemim şudur ki böylesi öykülerdeki en büyük tuzak sıklıkla çiğ bir duygusallığa düşmeleridir. İnsanla ilişkilenmenin en kolay yolu duygulardır ve öyküye yüklenen duygu, “aşırı doz”da öykünün edebi niteliğine zarar verir. Bunun çokça örneği piyasada vardır. Bu kitaba başlarken doğrusu bu korkum vardı. Ancak bu öykülerde yazar asla böyle bir tuzağa düşmemiş: duygu olması gerektiği yerde, olması gerektiği kadar… (Olması gereken doz ne kadardır?) Bu öyküleri “güzel” yapan nedenlerden birisi de bu.

Yine anı-otobiyografi temelindeki öyküleri için ikinci bir tuzak, gerçekçilik diye yaşamı olduğu gibi yansıtması, “bunların hepsi gerçek” yargısının arkasına saklanarak bunu bir edebiyat başarısı olarak görmeleridir. Bu kitapta bunların hiçbirisi yok.

Yazar yine kitabın başında “okur hikayelerimi okumak yerine “seyretsin” istedim.” diye yazıyor. Yazarın aynı zamanda bir senarist olduğunu, sinemayla ilişkisini sonradan öğrendim, ancak hiç şaşırmadım. Çünkü bu öyküleri gerçekten de seyredilmesi için yazdığı belli. Bunu uzun betimlemeler, nesnelerin ayrıntılarını anlatarak yapmıyor: çağrışımlar yardımıyla değişik zamanlarda ve mekanlarda atmosfer yaratarak başarıyor. Bu öykülerin “güzel” olmasının nedenlerinden birisi de bu özgünlük.

Bütün teorik çözümlemeler bir yana, bir edebiyat eserini “güzel” kılan en önemli unsurlardan birisi okuru o temayla ilgili olarak derinleştirmesidir. Teması aşk olan bir kitabı okuduktan sonra aşka bakarken eskisine göre daha çok şey görmüyorsanız o kitabı niçin okudunuz? Batı cephesinde yeni birşey yok kitabını okuduktan sonra savaşa bakışınız hala romandan önceki gibiyse o kitabı okumasanız da olurdu. “”Kötü” edebiyat bu anlamda “lüzumsuz”dur. Derinleştirmeyen edebiyat sığlaştırır. Peri Gazozu kitabından sonra “bozkır”da daha çok şey görmeye başladım. Bu “güzel” edebiyatın bir başka niteliğidir.

PERİ GAZOZU, Ercan Kesal, İletişim Yayınları, 2013.

Devlet-Sivil Toplum Dikotomisi (Onur KARTAL)

Mark Neocleous, ilk kez 1996’da yayınlanan ve NotaBene Yayınları tarafından bu yıl Türkçeye çevrilen Sivil Toplumu Yönetmek adlı çalışmasında, siyaset kuramı için hala güncelliğini koruyan, kendi siyasal gerçekliğimizdeyse oldukça can alıcı bir yerde duran devlet ve sivil toplum ilişkisine odaklanıyor. Bunu yaparken Hegel’den Marx’a, Lenin’den Gramsci’ye ve nihayet Althusser’den Foucault’ya doğru uzunca bir hat çiziyor. Bu yolda ilk itirazını, devleti analizinin merkezinden çıkaran kuramsal yaklaşımlara yöneltiyor ve üretim ilişkilerinin oluşturulmasında ve yeniden üretiminde devletin varlığını merkeze oturtmayan bir devlet kuramının inşa edilemeyeceğini öne sürüyor. Tabii hemen devletin rolünü fazlasıyla abartan, sivil toplumu görmezden gelen bir rotanın da siyaset kuramına yolunu kaybettireceği uyarısında bulunuyor ki, Neocleous’un ikinci itirazı tam da bu hattı hedef alıyor. Neocleous’un son itirazı ise devlet-sivil toplum ayrımını daha baştan kenara iten Atlhusserci ve Foucaultcu persfektife yönelik. Bu üç itiraz doğrultusunda Neocleous, katkıda bulunma niyetinde olduğu “ortodoks olmayan” bir Marksist devlet kuramının Hegel’den ayrı düşünülemeyeceğini iddia ediyor. Hegelci devlet/sivil toplum kavrayışına çalışmasında geniş bir yer ayırması bundandır.

Hegel, sivil toplumu, aile ve devlet arasında duran üçüncü bir boyut olarak kuramlaştırırken, bu kavrama başvurmasındaki neden, “sosyoekonomik özgürlük, endüstriyel faaliyet ve mücadele” temelinde vücut bulan toplumsal ilişkiler alanını anlama çabasıydı. Bu alan modern dünyanın alametifarikası olarak anlaşılmayı beklemekteydi. Marx’a Hegel’den miras kalan, aile ve devlet arasındaki bu üçüncü boyuttu. Nitekim bütün kıyamet, “bir dizi birbirine kenetlenmiş mekanizma sayesinde yapısal olarak bütünleşmiş” bu iki unsurun, devletin ve sivil toplumun kesiştiği yerde kopmaktaydı. Sivil toplum, Hegel’e göre de “savurganlık” ve “yoksulluğun” aşırı uçlarını kapsamaktaydı; ancak ona göre bu durum değiştirilebilir değildi, bu nedenle Hegel’in devlet tahayyülü, sınıfsal bir çözümlemeye kapısını kapatmaktaydı. “İşçi sınıfının sivil toplumun ürünü olmasına, en çok sivil toplumun işleyişinden dolayı tehlikeye düşmesine ve sivil toplum açısından en büyük tehdidi bu sınıfın oluşturmasına rağmen, Hegel’in kuramsal şemasında bu sınıfa yer yok”tu.

Neocleous’a göre Marx’ın Hegel eleştirisinin merkezini, işçi sınıfının sivil toplumdaki bu yok-yeri oluşturmaktadır. Ne var ki, Marx da aynı yanılgının kurbanı olacaktır. Zira Marx’ta da işçi sınıfı, bir sınıf olduğu ölçüde sivil topluma ait değildir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin girişinde Marx şöyle diyecektir: “kurtuluşun olumlu olanağı nerede bulunur? Bizim yanıtımız şudur. ‘Sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir sınıfın oluşumunda’”. Ancak Marx’ın asıl katkısı, sivil toplum analizini siyasal iktisadın çerçevesinden geliştirmesindedir. O da Hegel gibi yoksulluğun sivil toplumla ilişkisini kabul etmektedir belki ama aynı zamanda siyasal iktisadın “içkin bir eleştirisiyle” onu alt etmeyi amaç edinmiştir. Marx’ın bu konum alışı, onun sivil toplumu ücretli emek ve özel mülkiyet ilişkisi üzerinden anlamasını sağlayacaktır. Marx’ın sivil toplum perspektifini derinleştiren tam olarak budur.

Sıra Lenin’e geldiğinde devlet/sivil toplum tartışması ciddi manada kan kaybeder. Lenin, Kautsky, Luxemburg ve Bernstein’la hiç değilse bir hususta, devlet iktidarından her söz edişlerinde, devlet ve sivil toplumdan çok, altyapı ve üstyapı ilişkisini düşünmede yan yana gelirler. Böylece “devlet sivil toplumla olan ilişkisinden büyük bir kuramsal kayıpla soyutlanır ve sonunda yönetime ilişkin her türlü değerlendirmeden uzaklaşarak Parlamento’ya indirgenir”. Lenin’in devlet iktidarına ilişkin kuramlaştırma teşebbüsünde iki zaafı vardır: Emperyalizm kategorisine olan bağlılığı ve işçi sınıfını sivil toplumun bir parçası olarak algılayamaması. Bunların toplam etkisi, devlet iktidarında yönetsel mekanizmaların peyda olmasında sınıf mücadelesinin oynadığı başrolün yok sayılması olacaktır.

Gramsci ise, sivil topluma itibarını yeniden kazandırır. Zira devlet iktidarını pekiştiren asli unsur olarak sivil toplumu adres gösterir. Öyle ki, Batının kendine özgü devlet/sivil toplum örgütlenmesi, yine kendine özgü bir ilişkiselliği ihtiva etmektedir; devlet krize girdiği anda, sivil toplumun sağlam yapısı kontrolü sağlayacaktır. Batıda devrimci teşebbüslerin başarıyla sonuçlanmasının temel nedenlerinden biri de sivil toplumun varlığı ve niteliğidir. Dolayısıyla devlet iktidarının analizinde sivil toplum, Gramsci’yle birlikte yeniden etrafından dolaşılamayacak bir unsur olarak işaretlenecektir. Beri yandan sivil toplum bileşenlerinin artan karmaşıklığı ve bu karmaşıklığın devlet iktidarını pekiştiren mahiyeti, devrime giden yolda askeri öncü savaşının birinci basamaktaki yerini uzun soluklu ideolojik ve kültürel bir mücadeleye bırakması demektir. Tabii Gramsci’nin sivil topluma biçtiği belirleyici rol, Neocleous’a göre arka planda devletin görece özerk sivil toplum alanlarına müdahalesiyle söz konusu olabilmektedir. Bu ise devlet ve sivil toplum ayrımının devlet lehine yeniden belirsizleşmesi tehlikesini doğuracaktır. Sivil toplumun devletle bütünleşmesi, “etrafı devlet tarafından kuşatılan sivil toplum ve devletin bir ve aynı olarak tanımlanması sonucuna götür”ecektir. Bu rota tutturulduğunda varılacak yer, tüm egemenlik formlarının devlet başlığı altında sınıflandırılmasıdır.

Gramsci’de belli belirsiz kendisini gösteren devlet/sivil toplum ayrımının yok sayılması riski, bir yönüyle Althusser’de diğer yönüyle de Foucault’da vücuda gelir. Atlhusser’le birlikte, “egemenlik kurumlarının farklı fonksiyonları arasında ayrım yapmanın olanaksızlaşması sonucunda tüm aygıtlar devlet aygıtı gibi kuramsallaştırıl”ırken Foucault, söz konusu ayrımın yanında devlet kavramını da lügatinden çıkardığından toplumsal alanı baştan aşağı kuşatan bir iktidar ilişkileri kavrayışına hapsolur. Haliyle devlet kavramını baş tacı eden Althusser’le hiçe sayan Foucault’nun, Hegel, Marx ve Gramsci’nin devleti ve sivil toplumu kendilerine özgü pozisyonlarından ve karmaşık birlikteliklerinden hareketle odağa aldıkları bir gelenekten kopma noktasında yolları kesişir. Her iki yol da siyaseti iflasa götürecektir. Neocleous’un bilhassa Althusser ve Foucault düşüncesine getirdiği radikal itirazlar, daha derinlemesine bir tartışmayı hak eder elbette. Gelgelelim yapıtının, bugünün siyasal sorunlarının büyük bir çoğunluğunun kümelendiği yere, devletin sivil toplumla ilişkilendiği toplumsal uzama odaklanmasından ve bu dikotomoyi yok sayan ya da kutuplarından birini diğeri içinde boğan bir perspektifin devlet iktidarına karşı yürütülecek mücadele imkanlarını perdeleyeceği yönündeki uyarısından güç aldığını da teslim etmek gerekir.

Mark Neocleous, Sivil Toplumu Yönetmek, çev. Bahadır Ahıska, Notabene Yayınları, Ankara: 2013

Rönesans’a “Türkçe” Yolculuk Zamanı (Merve TOKGÖZ)

Bir kitap düşünün ki Rönesans sanatçılarının hayat hikâyelerini konu edinsin ve bu kitap sanat tarihine kaynaklık etsin. Üstelik yüzlerce yıllık yaşına rağmen önemini yitirmeyen ve sanat tarihçileri için elzem olan bu kitap Türkiyeli okurun raflarında yer bulamasın. Durum böyleyken Sel Yayıncılık’ın kısa süre önce yayımladığı, “sanat dizisi” kitapları arasındaki yerini alan Giorgio Vasari’nin mevzu bahis Sanatçıların Hayat Hikâyeleri kitabı Türkçeye kazandırıldı. Bu vesileyle Elif Gökteke’nin çevirmenliğiyle ve Uşun Tükel’in kitaba ve kitabın yazarına dair ayrıntılı sunuşuyla birlikte kitap, sanat tarihinin kökenleri, gelişimi ve doruğa ulaştığı döneme ilişkin okurun kütüphanesindeki boşluğu gidermiş olacak.

İlk baskısını 1550, ikinci ve daha kapsamlı olan baskısını 1568 yılında yapan kitaba Vasari pek çok sanatçının biyografisini dahil etmiş. Sel Yayıncılık’ın bize ulaştırdığı Sanatçıların Hayat Hikâyeleri versiyonu ise Vasari’nin kitabına dahil ettiği tüm sanatçıları içermekten ziyade, seçkilerden oluşturulan George Bull’ın İngilizce çevirisi Lives Of The Artists’i esas almış.

Vasari’nin sanatın kökenlerine dair görüşlerine yer vererek başladığı kitabı, ilkçağdan ortaçağa kadar sanatın halipürmelalinin değerlendirmesini içeriyor. Kitap üç bölümden ve her bölüm için yazılmış üç önsözden oluşuyor. Vasari önsözlerde ele aldığı dönemin ekseriyetle sanata yaklaşımını, sanatsal yapıtların geçmiş dönemlere kıyasla biçemlerini, sanatçıların kendi dönemlerini ve gelecek dönemleri nasıl etkilediklerini dile getiriyor. Unutmadan şunu da eklemek gerek: Vasari kitabını kronolojik bir sıralamadan ziyade ekollere ve üsluplara göre ele aldığını belirtiyor. Bunun bir tür mükemmellik sıralaması olduğu da söylenebilir. Zira yaratıcılığını yitirmiş olan sanat, Vasari’nin de kitabında birinci sırayı verdiği yeniden doğuşa ilk katkıyı sunan Cimabue ile yavaş yavaş ışıldamaya başlar. İkinci bölümde Uccello, Brunelleschi, Donatello, Mantegna gibi isimlerle daha büyük bir atak yapan sanatın hızla gelişmekte olduğunu ve üçüncü bölümde ise Leonardo Da Vinci, Raffaello ve Michelangelo gibi dehalarla nasıl doruğa ulaştığını Vasari zaman zaman şiirsel bir anlatıya kayan kendine has üslubuyla dile getiriyor. Ezcümle Vasari’nin kendi deyimiyle dönemler “iyi, daha iyi ve en iyi” olacak şekilde birbirinden ayırt ediliyor.

Vasari’nin ilk sanat tarihi kitabı olma niteliğine sahip bu yapıtı salt kuru bir tarih anlatısından ibaret değil. Bu tarih anlayışı kitabın tümüne tesir etmekle kalmamış, Vasari’nin ikinci önsözünün giriş bölümünde de açık ve seçik bir biçimde kendine yer bulmuş. Georgio Vasari sanatçıların biyografilerini ele alırken çıplak ve dümdüz bir üslubu hiç benimsememiş, zaman zaman anekdotlarla anlatısını renklendirmiş. Kendisi de bir sanatçı olan Vasari, ele aldığı isimlerin mimar, heykeltıraş ya da ressam olmaları fark etmeksizin yapıtları kendi sanatçılığına yaraşır bir dille yazıya dökmüş ve hatta okuyucunun hafızasında yüzlerce yıllık heykelleri, tabloları canlandırabilmeyi başarmış. Bu anlamda Michelangelo’nun yapıtlarını betimleyişindeki heyecan, haz, sürükleyici anlatım, poetik dil zirveye çıkmış. Öyledir ki Vasari, Michelangelo’yu tanrısal bir konuma yerleştirir. Michelangelo’nun cenaze merasimi hazırlıklarını anlatırken Vasari bu tanrısallaştırmanın salt betimleme olmadığını ortaya koyar. Oradakilerle birlikte tabuttaki cesedi gördüklerinde bedenin yirmi beş gündür hiç çürümediğini ve hatta pırıl pırıl göründüğünü belirten Vasari’nin gerçek bir ilahileştirmeden dem vurduğunu anlıyoruz. Öğrencisi ve dostu olan Vasari için hocası Michelangelo’nun zekâsı ve yapıtları kusursuz, mükemmelliğin ötesinde, yaratıcı bir güce sahiptir. Rönesans’ın da isim babası olan Vasari’ye göre Michelangelo sanatı yeniden doğurandır. Sayfalarca, tüm detaylarına kadar anlatılan yapıtların dışında Michelangelo’nun hayatına dair de pek çok bilgiye kitaptan ulaşmak mümkün. Michelangelo ile Vasari arasındaki mektuplar ve papalarla olan diyaloglar da anekdotlar halinde biyografide yer buluyor.

Vasari’nin her bir sanatçı için özenerek yazdığı sunuşlar da es geçilmemeli. Okurun kitaptan uzaklaşmasına, soğumasına sebep vermeyecek bir akıcılıkta kaleme alınan sunuşlar, Vasari’nin kitabını kupkuru bir anlatımdan uzak kılmış. Sunuşların yanı sıra, biyografi içinde sanatçılara dair yer verdiği ilginç bilgiler de okurun ilgisini, merakını yitirmemesi adına önemlidir. Burada bir örnek verilebilir: Leonardo Da Vinci’nin sanatçı kişiliğinin yanında sanatçının insani tarafına ilişkin ufak tefek bilgiler verir Vasari. “Sözgelimi, sık sık, kuş satılan yerlerden geçerken, istenen ücreti ödeyip kuşları kafeslerinden çıkarıyor, yitirdikleri özgürlüğü onlara geri vererek hayvancıkları havaya salıyordu.” (s. 221) diyerek Leonardo Da Vinci’den söz eden Vasari, bunun gibi küçük ama ilgi çekici bilgilerle okur ile arasındaki bağı canlı tutmayı başarmış. Büyük isimlerden yine Leonardo’nun doğaçlama şiir okuyuşu, Michelangelo’nun hazır cevaplılığı ya da bunların yanında sanatçıların mezar kitabeleri de bu canlılığa katkı sunmuş.

Son olarak, Sanatçıların Hayat Hikâyeleri’nin konuyla çok içli dışlı olmayan ama bir yandan da Rönesans’a ve dönemin büyük sanatçılarına dair ilk elden bilgi edinmek isteyen meraklı okur için seçki olması bir kolaylık sağlıyor. Ne var ki akademik anlamda böyle bir yapıtın tamamının Türkçeye çevrilmemiş olması da giderilmesi gereken bir eksiklik olarak hâlâ karşımızda duruyor.

SANATÇILARIN HAYAT HİKÂYELERİ, Giorgio Vasari, Çev. Elif Gökteke, Sel Yayıncılık, 2013.

Rüyalar Tanrı’nın Bizimle Konuşma Yolu (Gülşah ELİKBANK ile Söyleşi: Haldun ALKANAT)

Gülşah Elikbank özellikle genç okurların yakından tanıdığı bir isim. Türk fantastik edebiyatında eserler veren nadir kadın yazarlardan biri. Günebakan Üçlemesi’nden sonra şimdi de karşımıza bilimsel alt yapısı güçlü, insanı her sayfasında şaşırtan, macera dozu yüksek bir romanla, Uykusuzlar’la çıktı. Biz de kendisiyle yeni romanını ve rüyaların gizemini konuştuk. 

Son romanınız Uykusuzlar’da aslında ana kahraman “rüyalar”… Bugüne kadar genelde romanlarda metafor olarak kullanılmış bir kavramı romanın ana eksenine oturtmaya nasıl karar verdiniz?
Rüyalar, çocukluğumdan beri ilgimi çekmiştir ya da tam tersi ben rüyaların ilgisini çeken biriydim. Çocukken, birçok rüyam birebir gerçekleşmiştir. Tabii çocuk aklıyla insan ne olduğunu bir türlü kavrayamıyor, kimseye de soramıyor. Kendini çok kötü hissediyor. Büyüdükçe ve rüyalar konusunda bilgim artıkça bende bir tuhaflık olmadığını, başıma gelen şeyin de Duru Görü’den başka bir şey olmadığını anlayıp rahatladım. Ayrıca şöyle düşünüyorum, rüyalar Tanrı’nın bizimle konuşma yolu, olabilir. Üstelik en iyi yanı, kişiye özel oluşu. Bu durumda kendi rüyalarımızın alfabesini öğrenmemiz lazım.

Aslında Uykusuzlar’da duru görüden daha ziyade bilinçli rüya görme konusunu irdelemişsiniz. Bu seçim neden?

Bilinçli rüya görme her insanın öğrenebileceği hatta öğrenmesi gereken bir şey. Geçmişte birçok mutlu kabile rüyaları bir bilim dalı olarak ele almış. Hayatımızın neredeyse üçte birini uykuda geçirdiğimiz düşünülürse, bunun sadece bedenimiz dinlensin, diye bize bahşedildiğini düşünemeyiz. Çünkü beden dinleniyor ama uykuda zihin hala aktif, çalışıyor. Peki neden bizim için çalışmasın? Bunun kolay gözüken ama sabır isteyen bir yolu da var!

Okurlarınıza bu kavramları anlatmak için nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

Rüyaları bilimsel olarak inceledim fakat bunun yanında Sufi’likteki rüya bilincini, eski kabilelerin rüyalar konusunda neler yaptığını da araştırdım. Felsefe her zaman ilgi alanım olmuştur, bu romanda da romanın alt katmanlarına inandığım felsefeyi yerleştirdim. Ayrıca Lucid Dreaming dediğimiz bilinçli rüya görme konusu, Amerika’da rüya laboratuarlarında bile öğreniliyor. Biz de pek adını anan yok gerçi, ama olacak. 2012 Aralık ayı, Maya Kehanetlerinde sona eren o uyarıcı tarih, çok önemli.

Evet, romanda Maya kehanetlerinden de bahsediyorsunuz. Fakat biraz daha farklı bir bakış açınız var. Tabii tüm bunlar fantastik bir kurgunun etrafında şekilleniyor. Neden fantastik? 

Hayalleri özgür bırakmanın, bilinçaltının kelimelere serbestçe dökülmesinin en iyi yolu; fantazyanın yolu bence. Ben genelde görünenlerin ardına bakmayı tercih ederim. Öğretilenler ya da ezberletilenler değil, bir adım sonrasıdır romanlarımın konusu. Maya Kehanetleri de benim algımla yer alıyor romanda. Ayrıca yaşadığımız hayatın gerçekliğinden nasıl bu kadar eminiz ki, benim yazdıklarım hayal ürünü ya da fantastik oluyor. Belki de tam tersidir. Üstelik fantastik metinler en iyi isyan metinleridir, benim de insanlığın geldiği noktaya, durduğu yere itirazım var!

Rüyalardan, bilinçaltından bahsederken aşkı da unutmuyorsunuz. Romanlarınız da aşkın tadı yoğun olarak hissediliyor. Aşk, romanın neresinde sizce?

Aşk, hayatın neresindeyse romanın da orasında aslında yani tam ortasında, içinde, ruhunda. 28 yaşındaki bir kadının, Nina’nın öyküsü bu. Onun kurulu düzeni ile imkansız ama tutkulu aşkı arasında kalışını anlatıyorum. Gerçeklikle bir bağ arıyorsak, en güçlü bağı bu aşktır. Bir de tabii anne-kız arasındaki o hasret ve yarım kalmışlık… Annesini küçük yaşta kaybeden bir kadın, Nina.

Romanın arka kapağında İnci Aral’ın yazısını görüyoruz. Bir ustadan onay almak size ne hissettirdi?

İnci Aral en sevdiğim romancılardandır. Her yazdığı romandan, öyküden sonra, bir gün ben de böyle yazmalıyım, diye hırslandığım bir isimdir. Böylesine hayranlık duyduğum bir yazarın romanımı beğenmesi, bir de arka kapak yazısını yazması şüphesiz benim için çok değerli. Ustalardan el almak çok önemli, hele bu isim edebiyatın en güçlü karakterlerini yaratan İnci Aral ise. Beni çok mutlu etti.

Kolektif bilinçaltı gibi gizemli bir konuya da değiniyorsunuz, Uykusuzlar’da. Sizce romanın en önemli gizemi hangisi?

Aslında yaşamın tamamı, aldığımız soluk bile gizemli benim için. Harika bir oluşumun içindeyiz. Evren, tüm kusurlarımıza rağmen, kusursuz yaşıyor. Ben insanın sırrını, hakikatin ne olduğunu arıyorum ve bunu okurlarımla birlikte yapıyorum. Aslına kalemim de elim de bu yolda, birer aracı. Kelimeler dile gelmek için insanlara ihtiyaç duyar, hepsi bu. Kolektif bilinçaltına inanmamaksa elde değil, yoksa bunca yıldır insanoğlunun gelişimini, hep ileriye giden zihinsel özelliklerini nasıl açıklayacağız? Biz mükemmele doğru evrilmek zorundayız zaten.

Bundan sonra yazın hayatınızda ne gibi hedefleriniz var?

Hedef koyarak yol alabilen biri değilim. Aynı anda iki-üç romanı okuduğum gibi, aynı zamanda farklı konuları yazabiliyorum fakat sonra rota birden şaşıyor. Zaman ve rüyalar ne gösterecek bakalım…

UYKUSUZLAR, Gülşah Elikbank, İthaki Yayınları, 2013.

"Bulutların Arasında" saklanmış hikâyeler (Funda DEMİR)

Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey...

Bir sabah çatısından yoksul kuşların havalandığı evden bir çocuk çıktı... Saat 7'yi biraz geçiyordu. Annesi kahvaltı hazırlarken, babası işe gitmek için hazırlanıyordu. Ablaları vardı çocuğun. Sabahın kör vakti evdeki hareketlenmeden şikayet edip, uykusuzluktan dert yanıyorlardı. Bir gece önce oturdukları mahalle, yaşadıkları memleket karabasan saldırısına uğramış, insanlar sokaklara çıkıp karabasanı kovmak için avaz avaz bağırmaşlardı. Çocuk da sokaktaydı. Eve dönüp bölüp pörçük uyuduğunda rüyasında gördüğü tek şey bir kaç gün sonra okulda gerçekleşecek olan kep töreniydi.

İşte o sabah ekmek almak için dışarı çıktığında etrafta hâlâ keskin bir koku vardı. Ciğerleri dolduran, insana boğulacakmış hissi veren ve saklanan ne kadar göz yaşı varsa serbest bırakan bu şey, karabasanın zehiriydi. Aradan saatler geçmesine rağmen zehir etkisini kaybetmemişti.

Eli cebine gitti çocuğun, bir mendil bulup ağzını burnunu kapamaktı niyeti. Durdu olduğu yerde. Karabasanın gölgesi çok yakındaydı, hissetti. Göğe çevirdi başını, ve bir bulut elini uzatıp çekti O'nu. Uyusun, uyusun da büyüsün anasının kuzusu diye. Sonrası koşturma, bitmeyen ayak sesleri. Yardım çığlıkları. Hastane koridorları, ameliyathaneler, hınca hınç dolu sokaklar. Hesap soran, karabasanın karşısına dikilen insanlar... Bunların hiç birini duymadı çocuk. O büyük beyaz bulutun üzerinde derin bir uykudaydı. Karabasanın zehirinden kurtulmanın tek yolu bulutların arasında uyumaktı. Kimse farketmedi, durup dinlendiğini. Uyudu çocuk ve cebinden dökülen misketler ayağına dolandı karabasanın. Yolunu şaşırttı,tökezletti. "14 yaşında bir çocuğu karşına alırsan sonunu elbette misketler yazar elbet pis canavar!" diye bağırdı olup biteni izleyen ve buluttan yardım isteyen güvercin. Onun da canı yanmıştı zehirden... Geceleri gökyüzünden onları izleyen yıldızlar derler ki o güvercin üstüne yorgan olmuş, yoldaş olmuş çocuğun başucunda.

O bulutların arasında son zamanlarda okumaktan çok keyif aldığım başka bir hikâye daha var aslında. O da çocuğun ki kadar hüzünlü ama bir o kadar umut dolu bir öykü. Andrê Neves tarafından yazılan "Bulutların Arasında" Nesin Yayınevi'nin Çocuk Cenneti Kitaplığı serisinden oldukça dokunaklı, güzel olan ne varsa her şeyi kısacık bir hikâyeye sığdırmayı başarmış bir kitap.

Her şey birden bire olmuştu. Bulutlar kentin üstünü kaplamıştı. Bunu ilk olarak hep gökyüzüne bakan kız fark etti ve yalnızca kendine ait bir bulutu olmasını hayâl ederek düşünün peşinden yola koyuldu. Düş kuracak vakti olmayan kent sakinleri kızın aklının bir karış havada olduğunu düşündüler. Gel zaman git zaman kızın hikâyesi gökyüzünü seyretmeyi hiç sevmeyen çocuğun kulağına gitti. Çocuk en yükseğe tırmanmaya başlayan kızın cesaretine hayran kalmıştı. Kız sonunda çocuğun yaşadığı dağa da tırmanmış hatta evine kadar girmişti. Bulutları almak isteyen kızın gülümsemesi çocuk için dünyadaki en güzel şeydi artık. Ve bundan sonra kız hep gülsün diye onun için bir şey yapmaya karar verdi. Şiirsel anlatımıyla dikkat çeken bu güzel öykü resimleriyle de bambaşka bir dünyanın kapısını aralıyor sanki. 3-7 yaş arasına hitap etse de kesinlikle daha büyüklerin de hoşlanacağı bir kitap.

Bir kişinin başlattığı serüven bir kenti sararsa herkes bilir ki gökyüzünde sadece kuşlar uçmuyordur artık. Bulutların Arasında bunu bir kez daha hatırlattı bana.

Şimdi senin sıran çocuk. Sevinçten ağlamayı hatırlat bize. Bir kentin üzerine umut yağmurları serp uyuduğun bulutun üzerinden...Islanalım suyunda. "Hilesiz kucaklamak istiyorum / Dünyayı şehri ve seni... " Direndin onca zamandır, şimdi uyanma vaktidir bilesin. Uyan gözünü sevdiğim. Uyan Berkin!

Bulutların Arasında
Yazar/Hazırlayan: Andre Neves
Tür: Çocuk Öykü
1. Basım: Kasım 2012
ISBN: 978-605-5794-96-5
Sayfa Sayısı: 32
Ebat: 21,5x27
Fiyat: 12.00

‘Sinema Kuramları’ Üzerine (Ulaş Başar GEZGİN)


Türkiye’de sinema eleştirisinin cılız kalmasında, sinema kuramları üstüne özgün üretimlerin az sayıda olmasının etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sinema kuramı kitaplarının çoğu, çeviri ve bunlar, kuram klasiklerinin çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Sinemanın dışarıdan gelmesi gibi, kuram da dışarıdan geliyor. Sinemacılık, bu topraklarda yavaş yavaş yeşerirken, her zaman kuramlara dönüp bakmaya gereksinim duyacak; çünkü kuram, sinemanın bir ‘yabancı kopyası’ olarak ‘gelişme’ olasılığına karşı, en güçlü panzehirlerden biri. İşte Yard.Doç.Dr. Zeynep Özarslan’ın editörlüğünü yaptığı ‘Sinema Kuramları: Beyazperdeyi Aydınlatan Kuramcılar’ kitabı (Su Yayınevi, 2013), tam da bu boşluğu dolduruyor. Serinin 1. cildi olan bu kitap, tümüyle Türkiyeli yazarlardan oluşan bir seçki. Doç.Dr. Burak Buyan, Hugo Münsterberg’i; Öğr.Gör. Arda Erdikmen, Rudolf Julius Arnheim’ı; Prof.Dr. Selahattin Yıldız, Vesvolod İllarionoviç Pudovkin’i; Prof.Dr. Bülent Küçükerdoğan ve Yard.Doç.Dr. Deniz Yengin, Sergei Mihailoviç Eisenstein’ı; Yard.Doç.Dr. Nihan Gider Işıkman, Dziga Vertov’u; Doç.Dr. Battal Odabaş, Andre Bazin’i; Yard.Doç.Dr. Zeynep Özarslan, Siegfried Kracauer’ı ve Prof.Dr. Mutlu Parkan ile Prof.Dr. Ertan Yılmaz, Jean Luc Godard’ı yazmış. Zaten bu kadar sinema ustasını biraraya getirmiş bir kitabı okumamak olmaz.

Kitap, 4 bölümden oluşuyor: Birinci bölümde, ‘İlk Film Kuramcıları’ başlığı altında, Münsterberg ve Arnheim yer alırken; ‘Biçimci Film Kuramcıları’ başlıklı ikinci bölümdeki ustalar, Pudovkin, Eisenstein ve Vertov. Onları ‘Gerçekçi Film Kuramcıları’ olarak, Bazin ve Kracauer izliyor. Kitap, ‘Biçimciliğin ve Gerçekçiliğin Sentezi’ başlığı altında, Godard’ı konu alarak son buluyor. Tarihsel bir sıralamaya bağlı kalan kitapta, filme psikolojik ve sanatsal açıdan yaklaşan kuramcılara ağırlık verildiği görülüyor.

Psikoloji biliminin kurucularından biri olarak bilinen Münsterberg’in tiyatroyla filmi karşılaştırması ve filme Kantçı bir açıdan yaklaşması, dikkate değer. Arnheim da, Münsterberg gibi, bir Gestalt psikologu. Onun bakışında da, görsel algının ağırlığı görüyoruz. Arnheim, sinemanın ilk yıllarında, “sinema sanat mıdır değil midir?” tartışmasında, ‘sanattır’ cephesinde yer alırken; aynı zamanda, her filme çekilenin sinema ve dolayısıyla sanat sayılamayacağını belirtiyor. Ayrıca, kamera açısının görsel algıya etkisini ilk çalışanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

Üç Sovyet sinemacısının konu edildiği ikinci bölümde, hem Sovyetlerin ilk yıllarının atmosferi ve siyasal tartışmaları hem de buna rağmen biçime odaklanan yaklaşımlar, başarılı bir biçimde sunuluyor. Dönemin sinemacılığı, Hollywood’dan birçok noktada ayrılıyor. Bunlardan biri de, yıldız oyuncuların olmaması ve bunun yerine, halkın, beyaz perdede olağan giysileriyle görünmesi. Diyalektik kurgu ve simgesel anlatım, çeşitli filmlerden örneklerle sunuluyor. Sovyet sinemacıları, az önce anılan “sinema sanat mıdır?” sorusuna, “sinemayı sanat yapan, kurgudur” diyerek son noktayı koyuyor. Pudovkin’in kullandığı kurucu kurgu, yapısal kurgu ve bağlantısal kurgu öğeleri, ayrıntılarıyla açıklanıyor. Eisenstein’ın film dili gramerinin öğeleri sıralanıyor; ölçümlü kurgu, tartımlı kurgu, titremsel kurgu, üsttitremli kurgu ve anlıksal kurgu gibi sınıflandırmalar anılıyor. Vertov ise, özgün yaklaşımıyla, Pudovkin’den ve Eisenstein’dan ayrılıyor.

Üçüncü bölümde, Sovyet sinemacılarından farklı düşünen Bazin ve Kracauer konu ediliyor. Bu kuramcılar, gerçeği eğip büken ve böylece kurmacaya (fiction) yönelen kurguya (editing, montage) karşı çıkarak, izleyicinin gerçekliği yaşayabilmesi için uzun planlara ağırlık veriyorlar ve biçimcileri kurgu yoluyla kendi tercihlerini izleyiciye dayatmakla suçluyorlar. Gerçekçilere göre, “kamera gerçekliği dönüştürmez, açığa çıkarır ve sinemayı diğer sanatlardan ayıran da bu olanağıdır” (s.153). Kracauer’in Nazizm ve Alman sinemacılığı üstüne değerlendirmeleri, anmaya değer.

Son bölüm, hem biçimcilerden hem de gerçekçilerden etkiler taşıyan Godard üstüne yapılan bir söyleşiden oluşuyor. Editörün bu bölüm için hazırladığı girişte, Yeni Dalga Sineması’nın özellikleri sıralandıktan sonra, Godard sinemacılığın 7 temel erdeminden (geçişsiz anlatı, yabancılaşma, saydamlığa karşı öne çıkma, tek anlatıma karşı çok anlatım, sona karşı açık uç, hoşlanmaya karşı rahatsız olma ve kurmacaya karşı gerçek) sözediliyor. Godard’ın tüm sıradışılığına karşın, yıldız oyuncularla çalışması, dikkat çekici. Bir hayli keyifli olan söyleşi, Godard’ın gençlik dönemindeki toplumsal koşulları aktardıktan sonra, ustanın yapıtları ve yaşamına ilişkin renkli bir resim sunuyor.

Kitabın editörü olan Zeynep Özarslan, 2. cildin ‘Beyaz Perdeyi Aydınlatan Kuramlar’ başlığını taşıyacağını ve içeriğinin tür ve auteur kuramı tartışmaları, göstergebilimsel kuram, ‘cinema verite’, 3. sinema kuramı, feminist film kuramı, psikanalitik film kuramı, anlatısal film kuramı, dogma film kuramı, queer film kuramı ve Noel Burch’un film kuramı gibi geniş bir yelpazeyi kapsadığını belirtiyor. Biz de, “heyecanla bekliyoruz!” diyoruz.

Kapitalizmin Doğuşu: Renkli Bir Tarih (Bulut YAVUZ)

Kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı sorusu on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarında en çok sorulan sorulardan birisi olsa da bu soruya verilen cevaplar genelde birbirine benzer. Sömürgecilik ile ortaya çıkan uzak pazarlar, burjuva sınıfının yükselişi, protestan ahlakı gibi nedenler sıralanır; ama asıl mesele olan bu değişimlerin nedeni ve tarihsel gelişimi, yaratılmak istenen ideoloji yararına hep yanıtsız bırakılmıştır: İnsanları kapitalist tarzda örgütlenmeye iten şey nedir? Buna verilen cevaplar ağırlıklı olarak bir zorunluluk fikrine dayandırılmıştır. Mesele zorunluluğa dayandırıldığı zaman da soru, “neden kapitalist örgütlenme”den çıkıp, bu zorunluluğu sağlayan ilke nedir haline dönüşür. Werner Sombart Aşk, Lüks ve Kapitalizm’de işte tam da bu tip bir tarihyazımının karşısına dikilecek ve meseleyi geçiş döneminin kendisinde arayacaktır.

Sombart “Yeni Toplum” başlıklı bölümde yeni düzenin başlangıcını prenslik saraylarının ortaya çıkması ile başlatır. Soyluların ve kitabın en önemli öğesi olan kadınların buluşup gündem belirlediği yerlerdir bu saraylar. Kadının kapitalizmin doğuşu ile ilgisini ise “kadınlar aracılığıyla entrika, çapkınlık ve lüks doğmuştur” (s. 25) şeklinde özetleyecektir Sombart. Kitabın bu bölümü, gayrimenkullerden oluşan servet anlayışının ortaçağın sonlarında, İtalya’nın Afrika’daki zengin maden yataklarının işletilmesi ve Doğu’nun yağmalanması ile büyük parasal birikimlere dönüşmesini betimleyerek “Ticaret Çağı”na girilmesini serimler. İtalya dışında diğer ülkeler de gelecek yüzyıllarda yavaş yavaş sahneye çıkacaktır. Yeni soyluluğun, yani artık biriken servet ile beraber satın alınabilir bir şey olan soyluluğun gelişimine odaklanır Sombart.

İkinci bölüm olan “Büyükkent”, büyükkentlerin isimlerinden, nüfus bilgilerine ve bunların belli senelerdeki verilerine kadar ayrıntılı bir şekilde incelenmesine ayrılmıştır. Ayrıca, büyükkentlerin nasıl oluştuğunu, asıl oluşum nedenlerini ve iç dinamiklerini ele alır. Bu araştırmada yaygın kanı olan ticaret kentlerinin hızlı büyümesinin bir masal olduğu kanıtlanır: “(...) Bristol gibi salt ticaret kentlerinin (...) nüfusu 30-40.000’i geçmiyor; oysa Londra bu arada çoktan yarım milyonu aşmıştır bile.” (s. 59) şeklinde dile getirecektir Sombart bu durumu. Büyükkenti oluşturan asıl unsur olarak prensler, ruhban sınıf ve derebeyleri gibi büyük tüketicilerin etrafında yeşeren bir büyükkent portresi çıkacaktır önümüze. Bunu hem istatistikler hem de XVIII. yüzyılın kent kuramcılarının yazıları ile sağlam bir temele oturtmayı da ihmal etmez Sombart. Kitabın büyük bir araştırma sonucu yazıldığı her satırda kendisini belli ediyor zaten.

“Aşkın Dünyevileşmesi” ve “Lüksün Gelişmesi” başlıklı bölümlerse okurken insanın tebessüm etmesine de neden olan kitabın ana çekirdeğini oluşturur. “Aşkın Dünyevileşmesi”, ortaçağda Tanrı’ya adanmış olan fenomenin, yani Tanrı sevgisi ve Tanrı tarafından kutsanmış kurumsal “aşk”ın (evlilik), özgür dünyevi aşka dönüşümünü göstermeye ayrılmıştır. Dünyevi aşka geçişi araştırmak adına sanat tarihinden yararlanan yazar, gerçekte aşkın zaten doğası gereği gayrimeşru bir nitelikte olduğunu belirtmeyi de ihmal etmez. Bu bölümün bitiş kısmı kurtizanlara ayrılmıştır. Kurtizan’ın günümüzde tam karşılığı olmasa da, literatürde bu kavram için kibar fahişe ya da metres kullanılmaktadır. Soylu, kibar ve zeki kadınlardır kurtizanlar. Sombart, pek çok ülke için sayılarından içeriklerine kadar, bu kadınları anlatır bize. “Metresler Çağı” böylece başlamış olur. Lüksün gelişimi bu çağ ile başlar ve Fransız Devrimi’ne kadar da sürer.

“Lüksün Gelişmesi” başlıklı bölüm ise lüksün nicel ve nitel olarak anlamlarından başlar ve lüks ile inceltilmiş eşyalar arasındaki bağı kurarak devam eder. Sarayların harcamalarından, metreslerin kendisinin yaptığı ya da metresler için yapılan harcamalara kadar geniş bir istatistik yelpazesi gözümüzün önüne serilir. Soylu sınıfın harcama yapma şeklinin incelmiş üretim yapan insanları sermaye biriktirmeye nasıl ittiği açıkça gösterilir. Lüksün genel gelişim eğilimleri, evin içindeki ve kente ait lüksün geniş yelpazesi ile Sombart, kapitalizmin doğduğunu söylediği dünyanın bütün envanterini vermiştir artık. Geriye kapitalizmin bu anlattıkları ile nasıl doğduğunu ortaya koymak kalmıştır. “Kapitalizmin Lüksten Doğması” başlıklı son bölüm de bu meseleye odaklanır. Sombart burada, kapitalizm hakkındaki yaygın kanılarla mücadeleye girişir. Lüks meselesinin piyasa ile ilişkilendirilmemesi sonucunda, kapitalizmin uzak pazara, çoklu sürüme ve ihracata dayalı bir şekilde ortaya çıkan bir sistem olarak görülmüş olmasını eleştirir. Bölümün geri kalanı, ticaret, tarım ve endüstrinin lüksle olan ilişkisini ortaya koyarak kapitalizmin nasıl ortaya çıktığını gözler önüne sermeye çalışır.

Kitabın okuma açısından pek çok zorluğu da beraberinde getirdiğini göz ardı etmemek gerekir. Öncelikle kitapta Sombart’ın kullandığı ölçü ve para birimleri coğrafyamız için oldukça yabancı. Kitapta tutarlılık için kullandığı istatistiksel yöntem de okumayı oldukça zorlaştırıyor. Öte yandan, tarihyazımı için yararlandığı sanat ve o dönemin ünlü simalarına ait sözler, insanı kitabın devamını okumaya teşvik ediyor. Kapitalizm üzerine yazılmış kitaplar içerisinde, okuru karanlık bir dünyaya hapsetmeden söz üretebilen nadir kitaplardan birisi.

Aşk, Lüks ve Kapitalizm, Werner SOMBART, Pharmakon Kitap

Gezi Direnişi Türk Edebiyatında Bir Kırılma Yaratabilir mi? (Başak BAYSALLI)

Edebiyatın konusu insandır. İnsan, tüm çıplaklığıyla, gerçeğiyle yerleşir metnin içine. Yüzyıllardır böyledir bu. İnsanın sevinci, acısı, umutları, hayalleri, sıradan yaşamı, varoluş sancısı edebiyatın başlıca uğraşıdır.

İnsan, yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. Edebi eser, insan gerçeğini yansıtırken topluma da ayna tutar. Toplumu etkileyen siyasi ve sosyal olaylar edebiyatı şekillendirir. Türk edebiyatı da diğer ülkelerin edebiyatları gibi doğduğu ve geliştiği toprakların siyasi/sosyal olaylarından etkilenir. Zaman içerisinde toplumun yaşadığı değişiklikler edebiyata yansır, bu durum farklı dönemlerde farklı edebiyat anlayışlarının ortaya çıkmasını sağlar. Özellikle Cumhuriyet’in ilanını takip eden süreçte gelişen edebiyatın, dönemlere ayrılmasında daha önceki yıllarda olduğu gibi yine siyasi olaylar ölçüt olarak kullanılır.

1923’ten günümüze dek uzanan Türk edebiyatını düşündüğümüzde, dönemleri ayıran tarihlerin Türkiye’nin yakın tarihinde meydana gelen önemli siyasi olayları işaret ettiğini görebiliriz. “1923-1940/1940-1960/1960-1980/80 Sonrası” olarak adlandırılan dönemlerin başlangıç ve bitiş tarihleri dikkat çekicidir. 1923, yeni bir rejimin ilanını; 1940, İkinci Dünya Savaşı’nı ve çok partili sisteme geçiş yolundaki hazırlıkları; 1960, ilk askerî darbeyi; 1980, 12 Mart 1971 muhtırasının ardından ordunun üçüncü kez yönetimi ele geçirmesini işaret eder. Ve bu köklü değişiklikler yankısını edebi eserlerde bulur.

1923-1940 yılları arasında gelişen edebiyatın toplumsal konuları ele alması, Anadolu’ya yönelmesi tesadüfi değildir. Bu yıllarda savaşın etkileri ve yeni kurulan devletin yaşadığı sorunlar, yazar ve şairleri toplumun ortak duygularını anlatmaya iter. Anadolu insanının yaşayışı bu dönem eserlerinin başlıca konusudur. Serbest nazım ve toplumcu şiirin temsilcisi kabul edilen Nazım Hikmet bu dönemde insanın emeğini ve mücadelesini anlatmaya başlar, Türk şiiri “serbest şiir” ifadesiyle ilk kez karşılaşır. İdeolojinin şiire yol göstermesi, yine Türk şiiri için yeni bir özelliktir. Romanda ve öyküde bu yıllarda Sabahattin Ali, toplumcu gerçekçiliği bilinçli bir şekilde savunan yazarlardan biridir.

1940-1960 yılları arasında baskının gölgesinde şekillenen farklı sanat anlayışları ortaya çıkar. 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri’nin kuruluşuyla edebiyatta köye yöneliş başlar. Roman ve öyküde Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt köy ve Anadolu gerçeğini dile getiren eserlerle öne çıkar ve bu aydınların üzerindeki baskı günden güne artar. 1948’de Sabahattin Ali’nin sadece düşündüklerini dile getirdiği için öldürülmesi bu baskının en somut kanıtıdır. 1950’de Demokrat Parti’nin yirmi yedi yıllık tek parti dönemini sona erdirerek iktidara gelmesi tarihin seyrini değiştiren önemli bir olaydır. İktidar değişir, ancak baskı devam eder. 1955’te yaşanan 6-7 Eylül Olayları sonucunda aydınlar, eşitlik ve adalet üzerine daha çok söz söylemeyi tercih eder. 1960’ta askerî darbeyle sonuçlanacak olan bu dönemde uygulanan baskı nedeniyle bireyin iç dünyasına yönelen İkinci Yeni şairleri de göze çarpar.

1960-1980 dönemi, edebiyatın iki askerî darbe arasında şekillendiği yıllardır. 1960’ta askerî darbenin etkileri edebiyata doğrudan yansır. Bu yıllarda, sonradan “İkinci Yeni Sonrası Toplumcu Şiir” olarak adlandırılacak olan bir şiir anlayışı oluşmaya başlar. 1961 anayasasıyla gelen özgürlükler, Nazım Hikmet’in kitaplarının yeniden yayımlanmasını, “Yeni Gerçek”, “Halkın Dostları”, “Militan” gibi dergilerin çıkarılmasını, Marksist felsefeyi benimseyen toplumcu gerçekçi şairlerin halkın ve işçi sınıfının sorunlarını politik bir bakışla ortaya koymasını sağlar. Umut, direniş ve isyan şiirde öne çıkan temalar olur. Dönem şairlerinden biri olan Ataol Behramoğlu’nun “Bırakın, beyaz/İpek gibi yağan karın altında/Hayallerimiz olsun/Yaşayalım/Özgür/Güzel/Düşünceli” dizelerinde olduğu gibi şiire açık bir anlatım egemen olur. Roman ve öyküde de 1960’tan itibaren yaşanan siyasi ve sosyal olaylar Rıfat Ilgaz, Abbas Sayar, Bekir Yıldız, Vedat Türkali, Adalet Ağaoğlu gibi yazarların eserlerine toplumsal sorunlar ekseninde yerleşir; Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay’da da bireyin yaşadığı dünyaya yabancılaşması olarak belirir. 12 Eylül 1980’de askerî darbe ile tarihte olduğu gibi edebiyatta da bir dönem kapanır. Bu süreçte birçok kitap yasaklanır; eşitliği, özgürlüğü, adaleti savunan ve eserlerinde bu konulara yer veren sanatçılardan bazıları cezaevlerine girer, bir kısmı ülkeden ayrılmak durumunda kalır. Düşünce susturulur.

Düşüncenin susturulduğu, baskı altına alındığı dönemlerde edebiyat da susar; ancak bu suskunluk bir süre devam eder, sonra taşar.

“31 Mayıs 2013” belki de bu suskunluğun artık sonuna gelindiğinin habercisiydi. Bir muhtıra, iki darbe ve defalarca baskıya maruz kalan bir halkın uyanışıydı. 1980’den sonra ülkemizin üzerine çökmüş olan sisin dağılışı, isyanın dile gelişi, bir parkta umudun yeniden filizlenişiydi. Uyanışın, yeniden farkında oluşun, unuttuklarımızı hatırlamanın günüydü."
“İyi bir masala ihtiyacım var benim, başka bir şeye değil.”(1) diye başladı bu tarihten sonra yazılanlar. Direniş öyküleri kaleme alındı birer birer. Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir kuşak olarak bilinen gençlerin yarattığı öyküler, yazarların duygu ve düşünce dünyasında yeniden hayat buldu. “Bağzı Şeylere Öyküler” bu topraklardaki bir direnişten doğdu. Edebiyat, bir kez daha yaşadığı çağın tanığı oldu. Yaşama, ölüme, isyana, umuda dair biriken sözcükler kâğıda döküldü. Bugünlere dair bir iz oldu yazılanlar. Bir umut, bir başlangıç, bir kırılma noktası…

Acının, sevincin, öfkenin, sevginin ve daha nice duygunun öykülerde nasıl dile getirildiğine tanık oluyoruz bir kez daha. 2002 yılından itibaren baskının ve sansürün, egemenliği yavaş yavaş ele geçirdiği bu topraklarda edebiyatın, toplumun sesine kulak verdiğini, varolmaya dair atılan çığlıkları duyduğunu görüyoruz.

Bir yandan yıkımı, ölümü ve yokluğu; diğer yandan yıldızları, gökkuşağını, okyanusları, “tepeden tırnağa çiçek açmış ağacı” düşünerek hatırlıyoruz bir kez daha insan olduğumuzu.

Ve bir parça aydınlık için, unutmamak için hafızamıza kazıyoruz bugüne dair yazılanları.

“Her gecenin bir sabahı vardır/Bu ülkede bile”  (Ferid Edgü, Gezi-Yorum)

(1) Burak Eldem, #DirenAklım/Başlangıç, Sayfa6 Yayınları, İstanbul, 2013, (s.15).


Bağzı Şeylere Öyküler, Hazırlayan: Kadir Yüksel, Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, Eylül 2013


Gezi Üzerine İki Kitap (Dinçer DEMİRKENT)

Bildik bir cümleyle başlayalım: Kriz düşünceyi derinleştirmeye, eleştiriyi keskinleştirmeye zorlar. Atıllık ve rutinin yerini sıradışı olan alır. İngilizcedeki ve aynı aileden olan birçok dildeki kriz, kritik ve eleştiri arasındaki bağın bununla bir ilişkisi olsa gerektir. Türkiye’nin muhtelif mekânlarında yanan barikatlar, dumana boğulmuş sokaklar, politikleşmemiş bir eleştirinin politikleşmesinin, kritiğin sokağa dökülmesinin sonucuydu. Bir halk ayaklanmasına dönüşen ve belki de Lenin’e atıfla söyleyebileceğimiz ‘halkın kendiliğinden yaratıcılığının’ alışık olmadığımız bir örneğiyle karşılaştık. Hareketi, düşünceyi kışkırtan direniş duruldu. Haziran’ı sokaklarda geçirenlerin bir kısmı daha Haziran günleri bitmeden biriktirdiklerini kaleme almaya başladılar. Onlarca kitap halihazırda elimizde. Onlarca dergi Gezi’yi anlamaya, düşünmeye, derinleştirmeye, büyütmeye katkı yapmak için basıldı.

Bu yazıda iki kitaba dikkat çekmek istiyorum. Bu kitapların hem içerik hem biçim açısından belli bir temsil gücünün olduğunu varsayarak. Varsayımın temelinde birkaç şey var. Birincisi, Gezi direnişi üzerine yazılan kitapların, özellikle de ilk çıkan kitapların önemli bir kısmı bir günce, kronoloji içeriyor. Bu kayıt tutma hali, olayın bir anını bile kaçırmama fikriyle anlam kazanabilir. Düşünce hayatımızda genel sonuçların, anlamlı bütünlerin daha değerli kabul edildiğini varsayarsak eylem günlüğü tutan kitapların gösterdiğinin -iddialı bir ifadeyle- düşünce hayatımızda zaman ve bütünlük algılarımızda bir değişme olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi varsayım kitap tasarımlarının Gezi ile birlikte değişmesi. Basitçe görsel kullanımı vs. gibi teknik değişikliklerden bahsetmiyorum. Gezi’den kopma duygusu verebilecek herhangi bir ifadeden kaçınmak gibi, sürekli kendini hatırlatan bir kaotik durumun kitapların içerisine yedirildiğini söylemek mümkün. Bunun kötü ve iyi örneklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Burada kısaca tanıtılacak olan iki kitap bunun iyi örneklerinden.

Devrim Göz Kırptı

Temmuz ayında Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan ‘Devrim Taksim’de Göz Kırptı’ başlıklı kitap yaklaşık 300 sayfalık bir günce ile birlikte röportajlar, kısa yazılar ve belge niteliğinde fotoğraflardan oluşuyor. Kitap içinde pankart fotoğrafları, sosyal medyada yansıyan yaratıcı eleştiriler çok iyi yerleştirilmiş. Kaldıraç Yayınevi’nin kitabındaki günce benim karşılaştıklarım arasında en ayrıntılı olarak kaleme alınmış olanı. Türkiye’nin eylem olan neredeyse her yerindeki olaylar saat aktarılmış, burada eylemcilerin doğrudan aktarımlarının kitaba yardımcı olduğunu söylemeye gerek yok. Günce sadece bir kronolojiden ibaret değil, deneyimler ve hatırlatmalar da önemli yer tutuyor.

Kitabın ikinci bölümü röportajlardan oluşuyor. Sırrı Süreyya Önder, İhsan Eliaçık, Sayfı Sarısülük, Seyit Kartal, Cömert Ailesi, Çarşı grubu ve Anti-Kapitalist Müslümanlar ile söyleşiler yapılmış. Sayfı Sarısülük’ün Ethem için, Cömert ailesinin Abdullah için, Seyit Kartal’ın Mehmet için söylediklerini kuru kelimelerle tarif etmeye girişmeyeceğim elbette, ama okumak, bu sözleri bilmek, biriktirmek gerektiğini söylemekle yetineceğim.

Yazılar eylem içinde, eylemin içinden yazılmış yazılar. Yine deneyimi kelimelere büründürme yanı ağır basıyor. Fakat Boysan Yakar ve Sibel Yerdeniz’in yazılarına birkaç cümleyle ayrıca değinmek istiyorum. Boysan Yakar’ın yazısı LGBT hareketinin Gezi’ye ne kattığını ve devrimin hareketleri aracılığıyla nasıl “kadına, anaya, ibneye, mora, yeşile, kızıla, sola ve halka büründüğünü” anlatıyor. Sibel Yerdeniz’in yazısı marjinalin, çapulcunun hayatın nasıl bir şey olduğunu hatırlattığını gösteren, hayatı çoğaltmaya dönük bir yazı.

Kitabın en sonunda yer alan afişler Gezi sürecinde muhalefetin içinde yer alan çeşitli yapıların neyi nasıl dediğini görmek için başlangıç düzeyinde bir bakışa yardımcı olabilir.

Orta Sınıf Terimine Politik İtiraz

Yine temsil edici bir yana sahip olduğunu düşündüğüm ikinci kitap NotaBene Yayınevi’nden Özay Göztepe’nin editörlüğünde çıkan ‘Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler’. Kitap Kaldıraç Yayınevi’nin hazırladığı esere nazaran biraz daha geç basılmış. Sendika.org için yapılan söyleşiler kitaba zemin hazırlamış ve birkaç noktayı kuşatmayı tasarlayan bir çalışma ortaya çıkmış. Bu noktalar sınıf meselesi, Gezi’ye Türkiye dışından bakış ve toplumsal hareketlerin perspektifinden Gezi direnişi olarak belirlenmiş. Yine de kitaba rengini verenin sınıf analizi, daha doğrusu orta sınıf teriminin yaygın kullanımına itiraz olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın tasarımında her yazının başında Gezi’den bir duvar yazısının kullanması dikkat çekiyor.

Korkut Boratav’ın çok okunmuş olduğunu tahmin ettiğim Sendika.org röportajı kitaptaki ilk yazı. Boratav’ın Gezi’yi ‘olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı’ olarak tanımlamasının hâkim analize meydan okuyuculuğu sanırım kitaba da perspektifini kazandırıyor. Ardından Tonak’ın üretken emek kavramına getirdiği eleştiri ya da katkının özetini sunduğu ve Gezi’nin sınıfsal haritasını çıkarmada kullanılacak ölçüt üzerine yazısı Boratav’ın politik-sınıfsal analizini daha akademik-sınıfsal bir yorumla destekliyor. Aynı bölümde yer alan Yalçın Bürkev söyleşisi beklenebileceği gibi bu tartışmaya değinse de biraz uzağında. Orta sınıf analizine ise yoksullaşan ya da proleterleşen orta sınıflar söylemi üzerinden giriyor. Bürkev daha ziyade politik bir hat çekme uğraşında. Ulusalcı kesimlere, solun mevcut kalıplarına ve Kürt ulusal hareketine yönelttiği eleştiriler ve beklentiler bunun ürünü. Değinmek istediğim diğer yazılar baştaki sınıf odaklı hattan siyasalı odağa alan bir hatta çekilmiş. Örneğin Metin Özuğurlu Gezi’nin ‘hangi kaideler üzerinde yeniden bir toplum oluşturacağız’ sorusuna bir yanıt olduğunu, AKP’nin kurucu işlevine kurucu bir karşı çıkış olduğunu vurguluyor. Yasemin Özdek’in yazısı temsil kavramına odaklanmış ve ilgiye hak ediyor. Özdek, yazısında temsil mekanizmalarının çöktüğünü, Gezi’nin bir doğrudan demokrasi talebi olduğunu ve dolayısıyla halk egemenliği fikri üzerine korkmadan kafa yormamız gerektiğini ima ediyor.

Kitabın ikinci bölümü dünyanın farklı yerlerinden düşünürler ile Gezi konusunda yapılmış söyleşiler, Benan Eres’in Türkiye-Brezilya karşılaştırması ve Kansu Yıldırım ile Ebubekir Aykut’un İhvan AKP hattından Siyasal İslam neoliberalizm birlikteliğini ele alan yazılarını içeriyor. Son bölüm Gezi direnişi ekseninde toplumsal hareketler içinden ve toplumsal hareketler üzerine değini ve makalelerden oluşuyor.

Gezi direnişi üzerine çok düşüneceğiz, eyleyeceğiz. Okuyacağız, yazacağız da. Ellerimiz kazmak, düşüncemiz gelişmek zorunda, en azından bir daha geleceğini biliyoruz, mecbur olmadığımızı da kime güveneceğimizi de biliyoruz. Direnişi farklı açılar sunan, farklı tasarımlara sahip bu iki kitabı yazılış, söyleniş zamanlarını da akılda tutarak değerlendirmekte fayda var.

Devrim Taksim’de Göz Kırptı, Kaldıraç Yayınları, 2013.
Özay Göztepe (ed.), Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, NotaBene Yayınları, 2013.


Sokaktan Pamuk Prensesliğe Bir "Tarih" Olarak Gezi (Ayhan YALÇINKAYA)

Eğer Badioucu anlamda Gezi’yi bir olay olarak yani “herhangi bir durumun ‘normal düzeni’nden radikal bir kopuş, durumun kendini yeniden üreten düzenini, yani tekrarı kesintiye uğratan” ve en önemlisi “durumun içinden bakıldığında ‘imkansız olan’ı gerçekleştiren kurucu bir edimden çok, verili durumun başka türlü de olabileceğine dair yeni ihtimalleri mümkün kılan bir kırılma anı” (1) olarak kabul edersek ve bu olayın üzerine düşünmekten anladığımız şey, olayı felsefi olarak kavrama ya da çerçeveleme ve buradan hareketle zifiri karanlığın vaad ettiği şafak üzerine söz geliştirmeyse, felsefi etkinliğin yine Badiou’nun yaklaşımı doğrultusunda “felsefi-olmayan alanlara”, felsefenin koşulları olarak kabul edilebilecek bilim, siyaset, sanat ve aşka dayandığını da söyleyebiliriz. (2) daha da açık anlamı, Badiou’ya göre, “felsefenin felsefi olmayan buluşların sonrasında olay mahalline vardığı”dır. Kestirmeden, felsefe ancak cinayetten sonra oradadır: Katil ve maktul karşı karşıyayken, katil maktulü apaçık bir biçimde öldürme edimiyle meşgulken, yani ölme ve öldürme bütün buz gibi gerçekliğiyle gözlerimizin önündeyken felsefe orada yoktur. Kan sızar, beden soğur, katil gecenin karanlığında gözden kaybolur ve nihayet o karanlıkta felsefe belirir. Anlaşıldığı gibi, felsefenin eli de ayağı da ağırdır; her iki anlamda da. Eğer bunu gözden kaçırırsak, gün ortasında yaşanan, yaşanmakta olan, içinden hali hazırda geçmekte olduğumuz olay mahalline varan felsefeci, eğer kendisi cinayetten sonra olay yerine dönmekten kendini alamamış katil değilse, “açılın ben doktorum” diyerek vardığı yerden, bir karikatüristimizin (Suat Özkan, “Kırık Leblebi”, Leman, 2013/39, 25.09.2013) hoş bir ifadesiyle “açılın ben ilacım” diyene kendisini kovma ya da reddetme hakkını da tanıyordur. Çünkü henüz onun derdi olay değildir; kendi dertlerine olayı vesile kılmaktadır; olay için orada değil, yine Badioucu bağlamda, olaya sadakat için olayı elbisesinden soyundurmaya değil, kendisine sadakat adına olaya elbise giydirmeye oradadır.

Monokl yayınlarından, 2013 Ağustos ayında çıkan, dolayısıyla hazırlıklarının Temmuz ayı içinde, yani Gezi olayı daha yaşanırken tamamlandığını kabul edebileceğimiz, Direnişi Düşünmek 2013 Taksim Gezi Olayları adlı kitap tam da bu erken gelmeye kalkmanın ya da zaten hiç ayrılmamış olmanın bir örneği. Bu bakımdan da esasen Gezi olayı üstüne bir kitap olmaktan çok, Gezi’yi vesile kılarak kendi doktorluğunun altını çizmeye çalışan bir derleme. Kitabın “içindekiler”i bile ilk elde fikir veriyor. Kitap giriş bölümüyle birlikte, dört bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde (s.17-29) polisin başvurduğu şiddetin aşırılığıyla ilgili, bunun Türkiye’nin geleceği için iyi şeyler vaat etmediği fikrine dayalı ve buna karşı başta uluslararası kuruluşlar olmak üzere herkesi hükümetten hesap sormaya çağıran kısa bir imza kampanyası metni ve bu metnin çeşitli dillerdeki çevirileri ile metne imza koyan düşünürlerin listesi yer alıyor. Ayrıca yine aynı bölümde bu metne ilişkin destek sözleri ve metin bağlamında kaleme alınmış, Bernard Stiegler ve Jacob Rogozinski’nin kısacık mektupları var. Birinci bölüm (s. 33-159) kitabın ana gövdesini oluşturma iddiasında olsa da ana gövde aslında Soysal ve Çelebi imzalarıyla sınırlı. Bu bölümde Ahmet Sosyal imzalı bir, Volkan Çelebi imzalı dört, Gökbörü Sarp Tanyıldız, Işık Ergüden, Gizem Çıtak ve Gökhan Kodalak imzalı birer yazı ile Jean-Luc Nancy’nin bir sayfalık kısa bir seslenişi; Slavoj Zizek ile Alain Badou’nun kısacık birer Gezi değerlendirmesi yer alıyor. İkinci bölüm (s. 163-227) tümüyle Ahmet Soysal’a ayrılmış ve bu yazıların özel olarak Gezi direnişiyle ilgisi yok. En yenisi 28 Nisan 2013 tarihini taşıyor. (Diğerleri Aralık 2011, Ağustos 2008, 2003 tarihli.) Üçüncü bölüm de (s. 286-231) yine doğrudan Gezi süreciyle ilgisiz. Bu bölüm de yine Ahmet Soysal’ın 2011 tarihli bir yazısıyla açılıyor ve Badiou’nun 2011 Aralık ayında gerçekleştirilen bir sempozyumda sunduğu iki bildirisi, devamında aynı sempozyumda Badiou ile yapılan bir açık oturumun bant çözümü yer alıyor ve nihayet Volkan Çelebi’nin bir başka yazısıyla bölüm kapanıyor. Ancak kitap bitti derken, “çerçeve dışı” başlığıyla Ahmet Soysal’ın baskı sırasında unutulduğu için, bir yazısından önce yer alması gerektiği belirtilen altı sayfalık bir metnine yer veriliyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Bu bir Ahmet Soysal ve Volkan Çelebi kitabı. Ancak bu iki ismin taşıyıcısı olarak Alain Badiou öne sürülüyor; zemin olarak da Gezi direnişi ya da olayı.

Hazır Elbise

Doğrudan Gezi’ye ayrıldığı görülen birinci bölümde Volkan Çelebi’nin Gezi’yle ilgili ilk yazısı, ismiyle müsemma, “Taksim Direnişi’nden İzlenimler”den ibaret. Bu izlenimlerin gerilerek kurutulmuş bir dille kaleme alınmaktan öte herhangi bir özelliği yok. Belki tek özellik olarak Murat Belge ve şakirtlerinin başımıza bela ettiği, şimdiki zamanı sabitlemeye, bütün zamanları şimdiki zaman olarak doldurmaya çalışan ve aynı ölçüde de dondurmaya yönelik, şimdiki zamanlı eski Yeni Gündem haber dilinin hortlatılması sayılabilir (“devrimciler ile anarşistleri hemen fark ediyorum”, “işte görüyorum ruhların nasıl da (…) yeni bir dünyayı ürettiğini” gibi). Belki buna en fazlasından yarım cümlelere tam cümle muamelesi çekilerek elde edilmeye çalışılan yazınsal etki de eklenebilir. Aynı bölümde aynı yazarın “Olaydaki düşünce”, “Geziden izler” ve “Dıştakilerin ortaklığı” başlıklarını taşıyan üç yazısı daha var. İkinci yazı arkasına Badiou’nun kavram setini almış gibi gözüküyor ama Badio’nun felsefeye bakışını çelecek mahiyette, hemen “yaşamdaki bir kırılma, yaşamdaki bir kıyılanma [ne demekse bu?] bir en-yakındalaşma [bunun ne demek olduğunu sormayacağım ama kıyılanmayla ilişkisini kurcalamak eğlenceli olabilir] halinde bir olay vuku bulurken felsefe artık fark etmek üzerine değil; fark yapmak üzere yola çıkar” diyerek Badiou’ya sırtını dönüveriyor. Bu haliyle de belki Badiou felsefesinin yarattığı farka eklemlenebilecekken bildik klişeleri yeniden üretmeye soyunmayı tercih ediyor. Üçüncü yazı izlenimlerin ötesinde bir analiz iddiasında ama ne yazık ki iddiası olayın sürekliliği bakımından ekonomik özgürleşme safhasına geçilmesine yapılan vurgu ve doğrudan Badiou’dan ödünç alındığı apaçık olan (aynı kitapta Badiou metinlerine bakılabilir) devlet iktidarıyla girilecek eşitsiz bir savaşa enerji toplamak ve aktarmaktan öte bu enerjinin demokratik bir toplum örgütlenmesine aktarılması gerektiğine ilişkin fikir dışında yeni bir şey söylemiyor. Bu bölümdeki son Çelebi yazısı, “Dıştakilerin Ortaklığı” ise, bu kitap değerlendirme yazısının giriş sözlerini kaleme almaya zorlayan şey: Yani yine Badiou’nun rüzgarını arkamıza alırsak, olayın olmaması, olay olmaklığıyla olanaksız olduğuna göre, nasılsa olacak olan her ya da herhangi bir olmamış olay için herhangi bir mahalli olay mahalline dönüştürerek bekleme yazısı! Elbisemiz hazır da içine girecek beden nerede?

Cinayetini arayan Volkan Çelebi’nin imdadına, olmuş bütün cinayetlerin peşinden dededen kalma pertavsızıyla, bizzat kitabın kendi ifadesiyle “felsefe yazarı” Ahmet Soysal koşuyor. Ahmet Soysal’ın kitabın ikinci bölümünü oluşturan yazılarına hiç değinmeyeceğim. Birinci bölümde yer alan “Bir ayaklanmanın ardından” başlıklı yazısıyla yetineceğim. Anlaşılan ayaklanma bitmiş, Soysal ardından yazmaya girişmiş bile. Zaten Soysal, kitaba unutulduğu için sonradan eklenen yazısında [alelacele toparlanmış bir kitapta ortaya çıkan bir hatanın nasıl felsefeleştirilebileceğinin bir örneğini merak edenler bu yazıya bakmalı] bu ayaklanma “bitmemiş olarak bitiyor” diyerek çoktan son noktayı koymuş bile; Gezi, geze geze bitivermiş. Ama bu son noktanın kerameti Soysal’ın yazdıklarının içeriğiyle değil, kendi keyfi iradesiyle malül.

Soysal, bu yazısında kitabın bütünün vaz ettiği bütün ruhu inkar etmekle yetinmeyip ayaklar altına alan ve yetmezmiş gibi, bir de hedef gösteren düşünsel ve retorik bir nobranlığın örneğini veriyor. Bizzat taşıyıcısı tarafından eskitildiği hissine kapılmaksızın düşünülemeyecek olan eski bir sosyalist dilin terminolojisine hapsolmuş Soysal, aynı dili hala sürdürmekte kararlı olanların çok daha başarılı bir biçimde yaptığı Gezi analizlerinin indirgemecilikten gayrı özgünlüğü olmayan bir örneğiyle karşımıza çıkıyor. Bu örneğin Gezi’nin bileşenlerinden ne Anti-kapitalist Müslümanlara, ne örgütsel olarak atıl kalsalar da sokaklarda yer alan Kürtlere, ne Çarşı ve diğer taraftar topluluklarına ve hatta ne de sosyalist olduğu kabul edilebilecek gruplara ilişkin yeni hiçbir sözü yok. Ama sıfat çok! Kürt hareketinin topyekun ulusalcılıkla damgalanması, taraftar gruplarının aynı ölçüde topyekun ve cebi dolu holiganlığa indirgenmesi, Alevilerin zaten adının bile anılmayıp Gazi’nin alt sınıflarına sürülmesi, ilkel mi ilkel bir din anlayışı, bir çeşit treking olarak direndiği söylenen küçük burjuvaların varlığı dışında… Soysal’ın Çelebi’ye sunduğu beden bu; Çelebi’nin her şeye karşın uzak kalmaya çalıştığı bir nobranlıkla bıçaklanıp öldürülmüş bir beden. Bir alıntı yapayım yeter: “Politik düşünce, neyin istendiğini (vurgu aslında) formüle etmektir. Kimi “entelektüel” sol dergiler, olayları algılamak için, içinden çıkmayı pek beceremedikleri “sofistike” bir çağdaş felsefe batağına saplandılar. Yok Deleuze’e, Negri’ye, Badiou’ya göndermeler!...İlla yabancı referanslar, illa “arzu makinaları”, “organsız beden”, “çokluk” vs kavramları!...Bu göndermeler tabii ki işe yarayabilir ama şu an şu durumda felsefi “lagaluga” yapmaya gerek yok!” Eğer Soysal’ın üslubuna uyarak devam edersek, “Alem buysa”, bizzat Soysal’ın editörlerinden biri olduğu bu kitap tam da “felsefi lagaluganın kralı” sayılabilir! Ama bu elimizdeki kitaba büyük bir haksızlık olacaktır.

Bu kitapta, Badiou’nun metinlerinin değeri dışında [ama bu metinlere ulaşmak için bu kitaba mecbur olmadığımız gerçeği bir yana], kitabı kesinlikle okunmaya değer kılan en az iki yazı var. Biri, Işık Ergüden’in “lagalugası”: “Tekil Çokluklar: Yeniden Komünizm Yeniden Anarşizm”, diğeri ise Gökhan Kodalak’ın “Gezi ve Yeni Çevre Tahayyülleri”. İkisi de mutlaka hak ettikleri dikkat ve özenle okunmalı. Ayrıca Gökbörü Sarp Tanyıldız ile Gizem Çıtak’ın içtenlikli yazıları insanın içine su serpiyor.

Bu Daha Başlangıç

Gezi olayı kuşkusuz çok boyutlu olarak tartışılacak ve bu tartışma uzun bir zamana yayılacak. Çünkü “bu daha başlangıç” ve her başlangıç gibi sözcüklerini aramakla meşgul. Adlandırmadan başlayarak (halk, ahali, kitle, çokluk, çoğulluk, sınıf, Kürt…Alevi’yi bu listeye ekleyemiyorum; her zamanki gibi onlar yoklar; onların varlığı ancak bir azınlık mezhep ya da alt sınıfların varlığıyla anılmaya değer görülüyor) olayın mahiyetine (direniş, başkaldırı, ayaklanma, devrim, isyan, vs.), olayın coğrafyalarına (Gezi, Gazi, Armutlu, Tuzluçayır, Dikmen, Kuğulu, Kızılay, Dersim, Eskişehir, vs.); olayın mekanlarından (meydan, sokak, mahalle, okul, park, vs.) olayın hacmine ve bu hacmin yayılma kapasitesine kadar birçok tartışma başlığı herkesi davet ediyor. Ancak eğer Gezi’yi bir olay olarak kabul edeceksek, -Badiou ile başladık, onunla bitirelim o halde- olaya, durumda açtığı yarıktan, -durumun dilinin ötesinde, olayı model yerine koymadan ve onun bir olanaktan başka bir şey olmadığını ihmal etmeksizin, “felsefe[nin] yerleşik bir düşünsel düzeni tersine çeviren ve makbul değerlerin ötesinde yeni değerler yaratan (…) bir düzenleme edimi” olduğu kabulüyle- kendisini yol yerine koymayan, yol olarak dayatmayan, bütün gücünü karanlık bir yolda ışık olmaktan alan bir felsefenin diliyle bakma olanağını da yine bizzat Gezi veriyor diyebiliriz. Bu olanağı değerlendirebildiğimiz ölçüde fikren de “tarihi uyandırabiliriz.” Aksi hali düşünmek bile istemem: Levinas’ın tümlükten kaçarken İsrail dolusuna tutulmasını hatırlamak yeterlidir belki.

(1) Duygu Türk, Öteki, Düşman, Olay: Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 222 ve devamı.

(2) Alain Badiou, Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe, Çev. B. Özkul-E.Ünal, Encore Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013.

Direnişi Düşünmek 2013 Taksim Gezi Olayları, Monokl Yayınları, Ağustos 2013.

Köstebek Başını Çıkardı (Foti BENLİSOY ile Söyleşi: Sanem YARDIMCI-Dinçer DEMİRKENT)

Gezi direnişi, bir şeyler bekliyormuş, bir yerlerde saklanıyormuş da aradığını bulunca yapacağını yapan yaratıcı pratikler dizisini ortaya çıkardı. Bu pratikler birçok yöntemle kaydedildi. Makalelerde, öykülerde yer buldu. Daha Haziran günlerinden başlamak üzere bir Gezi literatürü böylece oluşmaya başladı. Bu literatürün genişleyeceğine ve derinleşeceğine şüphe yok. Gezi üzerine yazdıkları Agora’dan yayımlanan Foti Benlisoy ile kitabı, direnişi ve Gezi sürecinde oluşan literatürü konuştuk.

Gezi direnişine dair yazdıklarınız kitaplaştırıldı, “Türkiye’nin Enterasan Başlangıcı” başlığı ile yayınlandı. Biraz kitabın içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Gezi hakkında yazıp çizerken mümkün mertebe direnişi, dünyada yaşanan başka direnişlerle birarada düşünmeye çalıştım. Sadece AKP’nin oluşturduğu otoriter rejime karşı bir patlamayla değil, çok daha radikal imaları olan bir hareketle, çoğu zaman üç-beş ağaç diye küçümsediğimiz, kökeni itibariyle radikal imalara sahip bir hareketle karşı karşıyayız. Yani ortak bir alanın, müştereklerimizin sermaye tarafından temellük edilmesi, müşterek bir alana el konması, AVM’leştirmesi, kar konusu yapılması... Bu kökenin anti neoliberal bir içeriği, antikapitalist bir iması var. Bu muhteva ve imaya sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Sahip çıkmanın bir yolu da Gezi'yi yaşadığımız çağda neoliberal otoriterizme karşı açığa çıkan direnişlerle aynı bağlamda düşünebilmek. Son zamanlarda özellikle Tayyip Erdoğan’ın Mısır örneğini, Gezi direnişini demokrasi karşıtlığı ve darbecilikle suçlayarak itibarsızlaştırmak için kullandığına şahit olduk. Ama aynı zamanda Mısır’da yaşanan mücadelelerle bizim ülkemizde yaşanan mücadelelerin kaderinin aslında ortak olduğunu da görmüş olduk. 30 Haziran’da kitle kalkışması oluyor, 3 Temmuz’da ordu iktidara el koyuyor. Mısır’daki gelişmeler farklı gelişiyor olsaydı, bizim mücadelemiz de farklı olacaktı. Dolayısıyla kaderleri birbirine bağlı bütün bu mücadeleleri ortak düşünmenin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Bir başka yapmaya çalıştığım, Gezi’yi bir stratejik bağlam içerisinde düşünmeye çalışmak. Direnişi teraziye koymak, tartmak ondan sonuçlar çıkarmak için bir taraftan çok erken. Sıcağı sıcağına çıkardığımız sonuçların çoğu yanlışlanabilir elbette. Ama yine bu sıcağı sıcağına yapılan stratejik tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yapmaya çalıştığım, Gezi'ye dışarıdan bakan, Gezi'ye hangi sosyal faktörler, hangi nedenler yol açtı gibi bir soğuk, kuru nedensellik ortaya koymaktan ziyade aslında direnişle açığa çıkan ve kendimi de parçası hissettiğim dinamiğin nereye yürüdüğü ve nereye yürüyebileceği, karşısındaki engellerin neler olduğu, nerede tahkimat yapması gerektiği gibi ortak sorulara kendimce cevap aramaya çalışmak. Daha doğrusu bu sorular etrafında yürütülmesi gereken kolektif bir tartışmaya katkı sunmak. Yapmaya çalıştığım Gezi hakkında bir kitap yazmaktan ziyade Gezi üzerine kolektif bir düşünme pratiğinin bir parçası olmak.

Gezi direnişine dair belki de herkesin uzlaştığı bir konu varsa o da onun beklenmedik oluşuydu.

Geçmiş mücadelelerin toplamının bir izi var bu patlamada elbette. Marx’ın köstebek metaforunu kullanmayı seviyorum. Bir tarihsel-devrimci kriz anında, daha önce yer altında sessizce, görünmeden kazan köstebek, topraktan başını çıkarmış olur. Ancak bu kriz anının şekillenmesinde, köstebeğin daha önce açtığı tünellerin, çukurların, o görünmez kazı faaliyetinin çok önemli bir payı var. Ancak Gezi'nin geçmiş mücadelelerin, örneğin kentsel dönüşüm alanındaki mücadelenin doğrudan bir sonucu olduğunu da söyleyemeyiz. Yani Türkiye’deki solun ve toplumsal mücadelelerin yarattığı birikimin evrimsel bir sonucuyla, niceliksel birikiminin yarattığı niteliksel bir sıçramayla karşı karşıya değiliz. Beklenmedik bir hadiseyle, bir önceki siyasal zamanda bir kırılmaya yol açan ve bizi başka bir siyasal zamana taşıyan bir olayla karşı karşıyayız. Neoliberal otoriterizme karşı farklı ulusal bağlamlarda farklı renklere bürünen bir mücadele dalgasının biz de Gezi’yle birlikte bir parçası olduk. Dolayısıyla aslında o mücadele dalgasının ortak sorunları, imkânları ve kısıtlarıyla biraradayız artık.

Ortak olana saldırıya karşı gelişen tepki, Gezi Parkı’nda kütüphanenin kurulması, paranın kullanılmaması, mekânın ortaklaşa dayanışmacı bir şekilde kullanılması şeklinde açığa çıktı. Bunlar ortak olana saldırıya refleksif bir karşı koyuş olarak görülebilir mi?

Evet bu karşı koyuş özellikle Gezi Parkı'nda yaşandı. Paylaşımcı ilişkilerin hâkim olduğu, herkesin ortak kolektife ait olduğu ama kendi bağımsız varlığından da vazgeçmediği bir komün, bir başka kolektif varolma biçimi. Oradaki bu ortaklık hali, prefigüratif ve/veya performatif denebilecek bir siyaset biçimi olarak tanımlanabilir. Bu tarz-ı siyasete göre hareketin öne sürdüğü taleplerden, stratejik yönelim ve taktik hamlelerinden ya da hangi siyasal-sosyal ittifakların kurulması gereğinden ziyade önemli olan, daha paylaşımcı daha eşitlikçi daha özgürlükçü yaşam pratiklerinin “hemen şimdi ve burada inşa” edilmesidir. Bu, günümüzde dünyada bir dizi mücadelede gördüğümüz, belki zamanın ruhunda olan, “otonom” denebilecek bir siyasal hâletiruhiye. Direnişe katılan insanlara özgüven, güç ve cesaret kazandıran esas itibariyle bu boyuttu. Gezi'nin başka tür toplumsal ilişkilerin var olabileceği iddiası ve bu iddianın somut ispatı haline gelmesi, ona hem içerisinde bulunanlar hem de dışarıdan bakanlar nezdinde çok büyük bir güç ve itibar kazandırdı. Gelecek ya da gelebilecek bir başka toplumun nüvelerinin kolektif inşası yönünde bu çapta bir girişimi sanırım yaşamamıştık.

Bu deneyimin taşıyıcılarının bireyci, kendini kurtarmacı bir ideolojiden ilham alan bir kuşak olması da ya da öyle söylenegelmesi de ilginç değil mi?

Türkiye’de neoliberal kültürel formlar çok erken bir tarihten itibaren hegemonik oldu. Bu hegemonyayı Özal ile başlatabiliriz. Gezi bu hegemonyada kuşkusuz çok önemli bir kırılma. Ama buradan hareketle bir tür yeni orta sınıf tezlerinin öne sürülmesine karşı olurum. Son üç-beş sene içerisinde dünyada gerçekleşen bir dizi büyük mücadele bir orta sınıf devrimleri olarak görülüyor. Orada garip bir şey var. Eskiden orta sınıflar, dar kafalılıkla, siyasal apatiyle, hoşgörüsüzlükle özdeşleştirilirdi. Bugün, bireycilik, hazcılık, rekabetçilik, ama aynı zamanda entelektüel birikim, teknolojiyi iyi kullanmak, siyaseten ataklık, özgürlükçülük gibi özelliklerle kodlanıyor. Mesela Çağlar Keyder kabaca AKP ve onun vesayet karşıtı politikalarının yarattığı yeni orta sınıf ve yeni sivil toplum mecralarının Gezi'deki gibi direnişlere imkan verdiğini söylüyor. Çağlar Keyder’in söylediği aslında Egemen Bağış’ın söylediğinin biraz daha Marksist sosla servis edilen biçimi. Bu analize zinhar katılmıyorum. Sorunuza dönersem, neoliberalizmin kültürel hegemonyasını biz biraz fazla ciddiye almışız. Onun surlarında oluşan çatlakları pek dikkate almamışız. Gezi'nin verdiği en büyük mesaj, bu kültürel hegemonyanın ne kadar kırılgan olduğu, tam da Gezi'de açığa çıkan paylaşımcı, eşitlikçi, özgürlükçü pratikler aracılığıyla bu kültürel hegemonyaya vurmanın mümkün olduğu. Ama bunu Gezi ile bırakmamak gerekiyor. Bundan sonra toplumsal muhalefetin önünde gerçekten şöyle bir görev dikiliyor: Bu tip pratikleri daha küçük ölçekte, daha yerel ölçekte, daha sürdürülebilir ölçekte ortaya koymaya devam etmek. Yani dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi pratikleri artırmak, çoğaltmak ve siyasal sözümüzü biraz buralardan çıkartmak.

Sosyalist sol elbette eskiden beri dayanışmacı-paylaşımcı pratiklerin önemini vurguladı. Ancak uzun zamandır siyasal sözümüzle bu dayanışmacı (doğrudan) pratikler arasında doğrudan bağlantı kurmuyoruz, kuramıyoruz. Genellikle dayanışmacı pratikler ve toplumsal mücadeleler alanlarındaki faaliyetlerimizle siyasal alanda kurduğumuz söz arasında bir ayrım, daha doğrusu ciddi bir kopukluk söz konusu oluyor. Mahalle çalışmasında, dernekte, sendikada, direnişte başka konuşuyoruz, başka eyliyoruz, “büyük siyasetteyse” başka… Büyük siyaset sahnesinde adı üstünde “büyük” siyasal laflar etmeyi ve mevcut siyasal saflaşmaya bir tür cevap verme, o konjonktüre anlık bir biçimde hitap etmeyi önemsiyoruz. Daha küçük siyaset sahnesindeyse kapımızın önünü süpürüyoruz, belki “ev ödevlerimizi” yapıyoruz. Ancak bu ikisi arasında bağlantı kurmuyoruz. Sanırım Gezi’den çıkartabileceğimiz derslerden bir tanesi, mevcut ve bize dayatılmış siyasal saflaşmaları dağıtmanın yolunun işte o küçük diyebileceğimiz, bazen büyüyebilen dayanışmacı pratikler, eşitlikçi, özgürlükçü pratikler olduğu. Onları merkezi siyasal sahneye taşıyabildiğimiz oranda, siyasal sözümüzü (çoğu zaman küçümseyici bir biçimde kullanılan tabirle) “alan faaliyetinden” çıkarabildiğimizde elimizi kolumuzu bağlayan mevcut saflaşmaları dağıtıp, bir yeni hegemonik saflaşma önerebiliyoruz. Yani siyasetin kartlarının yeniden bizim durduğumuz yerden dağıtılmasını önerebilmiş oluyoruz. Ama bunu böyle üç-beş ağaç diye küçümsersek eğer, tam da önemsememiz gereken noktayı atlamış, bir kenara atmış oluruz.

Bu kuşağa dair yapılan tespitlerden biri de sol örgütlerin ağabeyliğini tanımamış ve onların yenilgilerini yaşamamış olması.

Biraz önce bu yeni kuşağın devreye soktuğu performatif siyasetten bahsettim; talepleri, ittifakları, muhatapları fazla önemsemeyen bir tarz-ı siyaset. Esas itibariyle bulunduğu alanda ve zamanda mevcut olan toplumsal ilişkilerin ötesinde bambaşka çok daha özgürlükçü ve eşitlikçi ilişkiler kurmayı önemsiyor. Bu tarz-ı siyaset tek başına kalırsa süreklilik kazanamaz, bir parantez olarak kalır. Occupy Wall Street hareketi örneğinde olduğu gibi. Hareket ortaya bir strateji çıkartamadı ve parklar bir toplanma mekanı olarak ortadan kalktıktan sonra, hareketin neredeyse tüm siyasal enerjisi, Demokrat Parti’nin seçim mekanizmasına dahil oldu. Aslında Gezi’ye baktığımızda ikinci bir kuşağın kritik varlığını da görebiliriz. 25 - 35 yaşları arasında olan, hayatının belli bir döneminde şu ya da bu biçimde solla bir rabıta kurmuş, belli bir örgütsel form içerisinde yer almış, ama hayat gailesi, solun sorunları gibi etkenler itibariyle biraz soğumuş, mesafelenmiş, ama asla sol ile teması yitirmemiş, kendisini solcu olarak tanımlamaktan imtina etmeyen bir kuşak da bu süreçte siyasete geri döndü. Performatif olanla, stratejik olanın buluşması bu iki kuşağın eseri olabilir. Sol siyasal örgütlerin içerisinde yer almış, bunlar hakkında iyi kötü eleştiriler yapmış, bunlara belki mesafe duymuş, bazen haksızca mesafe duymuş bir kuşak ile bununla hiçbir bağı olmayan dolayısıyla bunun yükünü taşımayan, bundan azade olan dolayısıyla daha atılgan olan kuşak arasında köprüler kurdu Gezi. Bu köprü kalıcılaşırsa buradan çok verimli bir etkileşim çıkacak diye düşünüyorum. Bu iki tarz-ı siyasetin bir araya gelmesi, etkileşim içerisinde olması, solun muhtemel yenilenmesi açısından çok ciddi bir imkân.

Gezi Parkı polis tarafından boşaltıldığında, direniş mahalle forumlarına kaydı. Forumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında Gezi Parkı’nın eksikliklerinden biri forumlardı. Gezi’yi bir büyük kamusal tartışma mekânı haline getirme amaçlı girişimler – daha 31 Mayıs tarihinden önce- olduysa da, bu tam anlamıyla gerçekleştirilemedi. Gezi’nin dağıtılmasının hemen ardındansa şaşırtıcı bir süratle forumlar oluşmaya başladı. Forumlar Gezi’nin hâletiruhiyesinin yerelleşmesi, Gezi’de açığa çıkmış siyasal enerjinin yaygınlaşması açısından bize çok ciddi bir imkân sundu. Bu imkân ne kadar değerlendirilebilecek, henüz emin değilim. Forum gibi doğrudan demokrasi pratiklerinin gündeme geldiği mecralar genellikle siyasallaşmanın yüksek olduğu yoğunlaştığı dönemlerde mümkün. Hareketin göreli de olsa gerilediği, siyasetin belki yanıltıcı da olsa bir “normallik” görünümü arzetmeye başladığı koşullarda forumların kitlesellik ve militanlığını muhafaza edebilmek kolay iş değil. Dolayısıyla forumlarda biriktirilmiş çok önemli deneyimlerin varlığına rağmen sürekliliğin nasıl sağlanabileceği meselesi ortada duruyor. Ancak mevcut halleriyle dahi forumlarla birlikte Türkiye’de ilk defa kitlesel bir ölçekte doğrudan demokrasi pratiklerinin gündeme geldiğini bilhassa vurgulamak ve ısrarla hatırlatmak gerekiyor. İnsanların kendi hayatlarına dair söz ürettikleri mecralar haline geldi forumlar. Bu husus bir sonraki dönemin mücadeleleri açısından, forumlar hemen yarın dağılacak olsa bile, çok önemli ve muhakkak etkisini belki bugün hemen değilse de orta vadede ortaya koyacak bir birikim oluşturdu. Bu nedenle forumlara pragmatik ve kolaycı-aceleci bir biçimde yaklaşmamak gerekiyor. Yani mesela forumları bir siyasal partinin kuruluşuna vesile kılmaktan, araçsallaştırmaktan ya da ulusal ölçekte bir siyasal kampanyanın basit bir taşıyıcısı haline getirmekten kaçınmak gerekiyor. Forumlar, çoğulcu yapılarını koruyabildikleri sürece, yereldeki somut ihtiyaçlara yanıt aradıkları ölçüde ve yereldeki direnişleri örgütleyebildiği oranda kalıcı hale gelebilirler. Mühim olan, yerellerin ihtiyaçlarını piyasa ve devlet dışı mekanizmalar geliştirerek çözebilecek, kolektiğf bir biçimde çözmeye girişebilecek mecralar olarak forumları sürdürmek. Gezi’de yaratılan enerjiyi bir anda büyük siyaset arenasına daldırıp çarçur etmek gibi bir hevese girişmezsek, Gezi ve forumlar bizim muhalefet etme pratiklerimizde niteliksel bir sıçrama anlamına gelecek.

Forumları siyasal temsil krizinin ürünü olarak değerlendirmek mümkünken, aynı forumlarda siyasal parti tartışması da yürüyebiliyor.

Gezi’nin Türkiye’deki siyasal güç dengelerini bir gecede, birkaç ay içerisinde değiştireceği yanılsamasına kapılmamamız gerekiyor. Büyük kitle hareketinin kısa sürede siyasal bir partiye dönüşebileceği gibi yanılsamaları beslememek gerekiyor. Bu, tüm bu yaşadığımız süreçte kıymetli olan pratikleri olumsuzlayan bir yol aynı zamanda. Gezi’den sandığa yönelmek, Tayyip Erdoğan’ın bizi sıkıştırmak istediği demokrasi eşittir sandık denklemine hapsolmak anlamına geliyor. Gezi’nin radikal iması, aslında devrimizin küresel direnişlerinde izlerini görebildiğimiz, daha doğrudan, daha dolayımsız bir “başka” demokrasi arayışına dair. Dolayısıyla kolay başarılar adına (AKP’yi sandıkta geriletmek mesela) hareketin en önemli kazanımlarını dağıtacak ve onu büyük hayal kırıklıklarına sürükleyecek bir yola sokmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Gezi direnişini yaratan talep “Gezi Parkı AVM olmasın” idi. Radikal anti neoliberal bir talep bu, hatta antikapitalist bir yönelimi var. Metalaşmanın yaygınlaşması ve derinleşmesine karşı bir itiraz. Bu itiraz, bu talep çok kıymetli bir başlangıç noktası. Bir de hareketin fiilen sokakta attığı bir siyasal slogan var: “Hükümet istifa!” Açıkçası bu ikisi, yani başlangıçla sokakta ifade edilen siyasal talep arasında muazzam bir boşluk var. Yani toplumsal direniş ve mücadelelerin nasıl bir yığınak ve sosyal ittifaklar aracılığıyla hükümeti sokakta geriletebilecek güç ve donanıma sahip olabileceği sorusu orta yerde duruyor. Köstebek metaforuna dönersem, köstebek başını güneşe doğru çıkartmış olsa bile, henüz aşağıdaki tüneller o kadar dar, dayanıksız ve sığ ki, oradan köstebeğin ya da çok sayıda köstebeğin çıkması öyle kolay olmayacak. Dolayısıyla bizim bir sonraki sıçramayı mümkün kılacak, bir sonraki sıçramayı daha güçlü kılacak bir kazı faaliyetine ihtiyacımız var. Bu kazı faaliyetinin amacı, direnişi toplumsal hareketlere evriltmek, direnişi toplumsal hareketler içerisinde süreğen kılabilmek. Solun yapabileceği en anlamlı şey bu direnişin siyasal ve sosyal enerjisini süreğen kılabilecek yeni mecralar icat etmek. O mecralar ekoloji hareketleri, kentsel dönüşüm karşıtı mücadeleler, güvencesizlik karşıtı mücadeleler, beyaz yakalıların örgütlenme mücadeleleri olabilir. Bu ve benzeri mücadeleler potansiyel olarak geçmişle niteliksel olarak kıyaslanamayacak büyüklükte bir kitleyle etkileşim içerisinde artık. Çok geniş bir insan topluluğu bu mücadelelere bakıyor, onlardan öğrenmek istiyor, onları kurmak, inşa etmek istiyor, onlardan etkilenmek istiyor. Sol açısından Gezi’nin somut güç ilişkilerinde hızla yaratacağı muhtemel değişimden ziyade, esas olarak bu moral güç dengesinde yaratmış olduğu değişim önemli. Çünkü komüne on dakika, on saat ya da on gün tanıklık etmiş, komünü kurmuş, inşa etmiş insanların bu sarsıcı deneyimleri, belleklerinden öyle kolay kolay silinebilecek şeyler değil. Bir kırılma noktası, hepimizin kişisel hayatında da, çok daha güçlü hissettiğimiz, kolektif eyleme kudretimize, kendi kendimizi örgütleme gücümüze, kendi kaderimize sahip çıkma enerjimize dair güvenimizi tazeleyen bir süreçle karşı karşıya kaldık. Bu moral gücün yarınki mücadelelerdeki izinin daha belirgin olması için bizim birtakım kanallar inşa etmemiz gerekiyor. Eğer mesele AKP rejimini hemen bugün geriletmek, AKP iktidarına geri adım attırmak, onu yıkmak şeklinde büyük bir siyasal hedefe kilitlenirsek büyük bir ihtimalle bir sıkışma yaşarız. Çünkü acil bir politik hedef uğruna hareketin radikal imalarını daraltmış oluruz. Oysa bizim “hükümet istifa” sloganına sosyal-sınıfsal bir muhteva vermemiz, ona Gezi’nin başlangıcındaki radikal yönelime uygun bir içerik vermemiz gerekiyor. Basitçe söyleyeyim: AKP karşıtlığına biz antikapitalist bir muhteva verebildiğimiz oranda Gezi’yi gerçek anlamda bir kırılma noktası, bir milat olarak tartışabileceğiz. Bunu yapamazsak, onu acil politik hedeflere feda edersek, geziden fazla bir şey öğrenmemiş olacağız. Geçmişte yaşadığımız bir örnekle açıklayayım: Türkiye’de Gezi ile kıyaslanabilecek bir başka kalkışma, belki “sosyal patlama”, 15-16 Haziran direnişidir. “15-16 Haziran direnişi solun bir sonraki siyasal rotasında ne gibi dönüşümlere yol açmıştır?” diye soracak olursak vereceğimiz yanıt maalesef, “Neredeyse hiç. Sanki hiç yaşanmamış gibi” şeklinde olacaktır. Yani muhtemelen 15-16 Haziran olmasaydı da sol akımların tuttuğu rotada bir farklılık olmayacaktı. Dolayısıyla Gezi gibi büyük, apansız patlamalardan öğrenmeme ihtimali de var. En ürkütücü olanı da bu. Eğer öğrenebilirsek, öğrenmeye çalışırsak sanırım bizim önümüzde belki uzun zaman sonra ilk defa, mevcut siyasal güç dengelerinde radikal bir kırılma, ezilenler lehine anlamlı bir kayma yaratma olanağı doğacak..

Geziden sonrası için Türkiye’deki devrimci sosyalist örgütlerin örgütsel formlarında bir değişiklik yapabileceğini, yapması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Bu vesileyle sol için örgütsel ve programatik bir yenilenme mümkün mü anlamında soruluyorsa, bu belki de ilk defa mümkün. Biz otuz yıldır solun çeşitli mecralarında solun yenilenmesi, örgütsel, programatik, politik anlamda yenilenmesinden bahsediyoruz. Ama bu yenilenmeyi mümkün kılacak, tazelenmeyi olanaklı kılıp bir kaldıraç işlevi görecek güçler yoktu ortada. Sadece fiziki güçler anlamında söylemiyorum bunu; moral güçler, özgüven anlamında da söylüyorum.

Bir önceki kuşakla eleştirel ve sorgulayıcı bir ilişki içerisine girecek, onların yaratıp biriktirdiklerini sorgulayabilecek, onlar üzerine bir şeyler bina edecek, özgüvenli, belli mücadeleler içerisinde pişmiş, deneyimler kazanmış yeni bir kuşak açığa çıkmamıştı. Bir takım parantezler var, KESK’in kuruluşu, 80’lerin sonunda, 90’ların ortasında öğrenci mücadelesi… Ama bu kitle hareketleri ulusal ölçekte siyasete etki edecek, onu süreklileştirecek bir mahiyet edinemedi. Son 20 - 30 yılda kitle mücadelelerinin cılız olduğu, siyasal apatinin hakim olduğu koşullarda bir yenilenme sol açısından mümkün olamazdı. Çünkü bizi pratikle yüzleşmeye iten yakıcı yeni sorular yoktu ortada. Ancak büyük mücadeleler yeni sorular ortaya çıkarabilir. İlk defa böylesi bir konjonktür içerisindeyiz. Yeni siyasallaşmış bir kuşak var, onlar belki on ya da yirmi yılda elde edilebilecek siyasal deneyim biriktirdiler bu kısa aralıkta. Özörgütlenme formları icat etmiş, forum yapmış, barikat kurmuş bir kuşak. Bu özgüvenli kuşakla buluşmak, bazı noktalarda ona güvenmek, teslim olmak gerekiyor. Zaten bizde sorun büyük kitle mücadelelerinin olmadığı koşullarda ya kapalı bir dogmatizme saplanıp kalmak ya da dogmatizmi eleştirmek adına bir “yeni” fetişizmine sarılmak. Ya geçmişi menkıbeleştiren, hafızayla eleştirisiz bir ilişki ya da yeniyi fetişleştirerek bir belleğe ihtiyaç duymamak, geçmiş dönemin siyasal soru ve sorunlarını, tartışmalarını bugüne tercüme etme ihtiyacı hissetmemek. Şimdi ilk defa bir kitle hareketi karşımıza çıktığında, bu ikisini bir araya getirme imkanı çıkıyor ortaya.

Gezi direnişiyle ilgili ciddi bir literatür de oluştu. Takip edebildiniz mi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Bir takım hızlı ve kolaycı sosyolojik tespitler revaçta bu ara. Mesela biraz önce bahsettiğim yeni orta sınıf tezi. Yeni iletişim teknolojilerini, sosyal medya mecralarını vurgulayan “facebook-twitter devrimleri” argümanları da moda oldu. Sanırım bu yazında bu tip kolaycı tespitleri öne çıkaran yüzeysel sosyolojizm bir müddet daha devam edecek. Öte yandan Gezi hakkında hızlı bir şekilde yayınların çıkması eleştiriliyor. Çok daha büyük siyasal altüst oluşlara dair yazılan çizilen bir takım şeylere baktığımızda tam da o anda yazılan şeylerin bir başka kıymeti olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz her şey oturduktan sonra yapılan değerlendirmelerin de kıymeti var. Ancak o anda yaşanmakta olana verilen hızlı refleksin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu refleksin sahici olması kaydıyla elbette... Bu dönemde yazılanların hareket içerisinde bıraktığı izler önemli olacak; çünkü hareket aynı zamanda sürekli olarak tartışıyor. Yürürken kolektif olarak tartışabilme kabiliyeti de olan bir hareket bu. Dolayısıyla o tartışmaya sunulan katkıların önemli olduğunu düşünüyorum.

Gezi Kitaplarına Bir Bakış (Sanem YARDIMCI)

Gezi Parkı, İstanbul’da bir parkken, gölgesinde soluklanılacak ağaçlara ev sahipliği yaparken, Türkiye tarihinin en kalabalık, en renkli direnişinin adresi, geleceğe dair umudun, daha iyi bir yaşamın sembolü haline geldi. Apansız karşılaştığımız hızla uyum gösterdiğimiz direniş günleri, kolektif yaşam pratiklerini, dayanışma deneyimlerini, belleklerimize soktu. Böylesi bir kalkışmanın, bir araya gelmenin, yayıncılık dünyasına yansıması şaşırtıcı değildi elbette. Direnişin yarattığı heyecana paralel olarak, yayıncılık dünyası sadece kitaplarda değil, Türkiye’de yayınlanan neredeyse tüm dergilerde de direnişi kendine konu edindi. Direniş bir haftayı henüz doldurmuşken günce şeklinde ilk kitap yayınlanmıştı. Bu yayıncılık faaliyeti hızından bir şey kaybetmeden, bugün bizim sayabildiğimiz kadarıyla 42 kitaba ulaştı ve bir Gezi literatürü oluştu.

Gezi’nin renkliliğini, direnmenin duygusunu, kaybettiklerimizin acısını, dayanışmanın güzelliğini yansıtmak, analiz etmek zor, hatta bazen imkansız bir iş. Buna rağmen sıcağı sıcağına iyi değerlendirmelere, özenli çalışmalara rastlamak mümkün. Öte yandan kendi şablonlarına sığmayan parçaları yok sayan, olanı biteni anlamaktan ziyade, kendi diline tercüme etmeyi tercih eden yaklaşımlar da kitaplaştı. Bir de aceleciğin kurbanı, özensiz yayınlar. Gezi literatürünün dikkat çeken noktalarından biri de, yayıncılık dünyamızın Gezi’ye dek pek yüz vermediği bol fotoğraflı kitapların, anıların raflarda yerlerini almasıydı. Fotoğrafların yoğun olarak kullanılması olumlu bir gelişme olsa da, özellikle bazı örneklerde bu konudaki deneyimsizlik ve özensizlik açığa çıktı.

AKP hükümeti, yandaş basın, polis ve yargı gücüyle direnişin yaratıcı enerjisini soğurmanın, bu enerjiyi marjinalleştirmenin peşine düştüğünü biliyoruz. Geçtiğimiz günlerde bu çabadan literatür de payına düşeni almaya başladı. Bu dosya hazırlanırken gelen Nurten Özkoray ve Erol Özkoray’ın yazılarından oluşan derleme kitap Gezi Fenomeni’ne savcılık soruşturmasının başlatıldığı haberi ilk örnek oldu. Bu konuya dair dikkat çekici bir başka nokta da, söz konusu kitabı edinmek için, internet satışı yapan sitelere girdiğimizde, yaygın kullanılan iki sitede kitabın artık satılmadığını fark etmemiz oldu. Otosansür mekanizmalarının ticari işletmelere kadar genişlediği bir ortamda Gezi’ye bakmak daha da önem kazanıyor. Direniş, ortalığı saran gaz kokusuna karşın, nefes alınabilecek nadir bir alan olarak kendini gösteriyor.

Son olarak, Gezi hareketinin güzel sloganını anarsak, konusu gibi henüz başlangıç aşamasında olan bu literatürün zamanla derinleşeceğini ve bir başka Gezi kitapları dosyası daha hazırlayacağımızı bilerek, bu dosyada bir ilk gözden geçirme yaptığımızı hatırlatalım.



Anneme Gezi Parkı'nda Olduğumu Söyleme O Beni Okulda Sanıyor
Yazar: Kolektif
Yayınevi: Parşömen Yayınları



Bağzı Şeylere Öyküler: 28 Yazardan Gezi Parkı Öyküleri
Hazırlayan: Kadir YÜKSEL
Yayınevi: Aylak Adam


Balyoz Gizli Tanık ve Gezi Parkı
Yazar: Nuh Mete YÜKSEL
Yayınevi: Alter Yayıncılık



Bir Çapulcunun Hatıra Defteri: Orantısız Zekadan Marjinal Geyikler
Yazar: Erol HIZARCI
Yayınevi: Destek Yayınları



Bu Daha Başlangıç: Sözün Özü Direnişin Gözü Yalçın Abi
Yazar: Yalçın ÇAKIR
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi



Çapulcu musun Vay Vay
Yazar: Muzaffer İzgü
Yayınevi: Bilgi Yayınevi



Çapulcu
Yazar: Bekir ÖZTÜRK
Yayınevi: Togan Yayıncılık



Çapulcuların Sosyal Medya Paylaşımları
Derleyen: Hasan KARGI
Yayınevi: Etki Yayınları



Çapulcunun Gezi Rehberi
Derleyen: Eylem AYDIN
Hemen Kitap



Devrim Taksim'de Göz Kırptı
Yazar: Kolektif
Yayınevi: Kaldıraç Yayınevi



Diren Gezi
Yazar: Zeki ÖZKORKMAZ
Yayınevi: Cumartezleri Yayınevi



#direngezi: Fotoğraflarla Taksim Gezi Parkı Olayları
Hazırlayan: Sercan CAN
Yayınevi: Zepros



Direniş Günleri: Gezi'den Tahrir'e
Yazar: Nihat GENÇ
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi


Direnişi Düşünmek 2013 Taksim Gezi Olayları
Yazar: Kolektif
Yayınevi: MonoKL


Dünyadaki İsyanların Anlamı
Yazar: Slavoj ZİZEK
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Dünyayı Durduran 60 Gün
Yazarlar: Cemil ERTEM ve Markar ESAYAN
Yayınevi: Etkileşim Yayınları



Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler
Derleyen: Özay GÖZTEPE
Yayınevi: Nota Bene Yayınları



Gezi Direnişi: Türkiye’yi Sarsan Otuz Gün
Yazarlar: Emre KONGAR ve Aykut KÜÇÜKKAYA
Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları

Gezi Direnişi: En Özel Fotoğraflarla
Hazırlayan: Ferhan BAYIR
Yayınevi: Kaynak Yayınları

Gezi Direnişi: Türkiye'nin Enteresan Başlangıcı
Yazar: Foti BENLİSOY
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Gezi Fenomeni: Bireyselleşme ve Demokrasi
Yazarlar: Erol ÖZKORAY ve Nurten ÖZKORAY
Yayınevi: İdea Politika

Gezi Günlükleri
Derleyen: Gamze ERBİL
Yayınevi: Yazılama

Gezi Parkı Çocukları
Yazar: Taner ÖZEK
Yayınevi: Ütopya Yayınevi

Gezi Parkı Destanı
Yazar: Bülent SATICI
Yayınevi: Cinius

Gezi Parkı Direniş Yazıları
Yazar: Akın OK
Yayınevi: Enki Yayınları

Gezi Parkı Direnişi: Küçük Bahçede Büyük Kıyamet
Yazar: Mustafa K. ERDEMOL
Yayınevi: Yazılama Yayınevi

Gezi Parkı Sürecine Dijital Vatandaş’ın Etkisi
Yazarlar: Meltem BANKO ve Ali Rıza BABAOĞLAN
e-kitap: www.gezikitabi.com

Gezi Ruhu: Bir İsyanın Halesi
Yazar: Osman AKINHAY
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Gezi'den Orantısız Zeka
Derleyen: Serkan AKKUŞ
Yayınevi: Sınırsız Kitap

Gezi'nin Güzel İnsanları
Yazar: Ayşe ARMAN
Yayınevi: Doğan Kitap

Gezi'nin Yükselişi, Liberallerin Düşüşü
Yazar: Cihan TUĞAL
Yayınevi: Agora Kitaplığı


Güneşin Evlatları: Bir Direniş Efsanesi
Hazırlayan: Ali Ekber ERTÜRK
Yayınevi: Tanyeri Kitap

Hakikat Kazanacak: Antenler, Rotatifler, Kitaplar Yalan Söylüyor
Yazar: Tarık ALİ
Yayınevi: Agora Kitaplığı


İsyanbul: Direniş Öyküleri
Yazar: Zeki ÖZKORKMAZ
Yayınevi: Cumartezleri Yayınevi

İsyanın Sözü: 1-8 Haziran Türkiye
Yazar: Kolektif
Yayınevi: Epos Yayınevi

Kent Hakkı’ndan İsyan’a
Yazar: E. Ahmet TONAK
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Kent, Kapital ve Gezi Direnişi
Yazar: Mustafa SÖNMEZ
Yayınevi: Nota Bene Yayınları

Occupy/İşgal Et
Yazar: Noam CHOMSKY
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Quo Vadis İstanbul?
Yazar: Atilla DORSAY
Yayınevi: Remzi Kitabevi

Sıcak Haziran: Sonraki Direnişe Mektup
Yazar: Nuray SANCAR
Yayınevi: Evrensel Basım Yayın

Sokaktaki İnsanın TC Sözlüğü
Yazar: Akdoğan ÖZKAN
Yayınevi: Notos Kitap

Taksim'de Kutsal İsyan: Ulusalcı Gözüyle Gezi Direnişi
Yazar: Kolektif
Yayınevi: İleri Yayınları