Kitap Sayfası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Sayfası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Edebiyat Bir Hiç Değildir (Ömer İZGEÇ)

Romancılığımızda son dönemlerde hikayenin üsluptan daha öne çıktığı söylenebilir. Anlatım biçiminin hikâyenin gerisinde kalmasını farklı nedenlerle açıklamak mümkün. Görünen o ki çoksatan olgusunun son yıllarda ülkemizde karşılığını bulmasıyla birlikte revaçta olan konulara eğilen ve hızlı tüketilebilen metinler okuyucuları olduğu kadar yazarları ve yazar adaylarını da cezbediyor. Edebiyatın dönüştürücü gücünün yerini oyalayıcılığa ve müşterek olana dahil olma dürtüsüne bıraktığı böylesi bir ortamda, yazının özünde olan dil işçiliğinin, üslûp arayışının önemlerini kaybettiği görülüyor. Edebiyatı insan ruhunun arkeolojisini yapmak, özde olanı anlamak, haksızlığın ve zulmün karşısında direnmek için bir araç belleyen yazarlar ise her daim olduğu gibi bir vaha etkisi yaratıyor. Bu yazarlar anlattıklarına olduğu kadar biçeme de özen gösterip, her cümlenin üzerinde itinayla sebat ederek ve anlatılarıyla uyumlu bir dilin izini sürmekte direterek gerçek edebiyatın neferliğini üstleniyorlar. Son dönem romancılarımızdan Hüseyin Kıran, Barış Bıçakçı ve Ayhan Geçgin bunlardan birkaçı.

Ayhan Geçgin hayatın içinde anlam bulan, okuyucusuna üstten bakmayan felsefi anlatıları ve her cümlesi üzerinde uzun uzun çalıştığı belli olan metinleriyle tıpkı Barış Bıçakçı gibi kavramların etrafında onlara dokunarak kirletmeden, sömürmeden sakince dolanır. Geçgin’in 2011 yılında yayınlanan Son Adım’da otuzlu yaşlarında İstanbul’da babaannesiyle yaşayan Ali İhsan’nın hikâyesi anlatılır. Şehirde doğmuş ama asla şehirli olamamış Ali İhsan’ın hikâyesi Albert Camus’nun yabancısıyla, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’iyle, Kafka’nın ve Dostoyevski’nin karakteriyle aynı eksende yol alır. Kitabın ilk bölümlerinde bireyin hayat karşısındaki umarsızlığı, kimliğinden ve köklerinden kopmuşluğu neredeyse hikâyesiz ama dolu dolu bir anlatıyla aktarılır. Gerisi edebiyat tutkununun temaşasıdır.

“Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum da yok –ya da öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece, bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.”

Ali İhsan’ın kafasının içinde dönenler şehrin kalabalığındaki keşmekeşte, bulutların ayrışıp yayılmasında, denizin üstünde tüten buğuda can bulur. Geçgin’in gösterişten uzak, ilmek ilmek işlenmiş ve her şeyden önemlisi diliyle ahenk içindeki anlatımının sinemadaki karşılığı Tarkovsky, Kieślowski ve Nuri Bilge Ceylandır demek yanlış olmaz sanırım. Ali İhsan düşünür, hep kendi içine konuşur. Böylesi “olaysız”, felsefi tınılar taşıyan ağır bir anlatının etrafında konuşlanmış hendeklerden biri olan yeknesaklığa düşmeden yol almak ise gerçek bir hüner işidir. Geçgin Son Adım’da bazı bazı bu hendeklerin yamacına değin sürüklenmesine karşın ustalıkla anlatısını sürdürmeyi beceriyor.

Hiçe indirgenemeyen

Son Adım’ın ilk bölümü diyebileceğimiz 178 sayfalık kısmında anlatılan, İstanbul’a yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin ikinci kuşaktan fertlerinin kentle ve kökleriyle kurdukları ya da kuramadıkları bağdır. Ancak böyle kestirip atmak haksızlık olur, zira Ali İhsan’ın hikâyesi büyük edebiyatcıların anlatılarında olduğu gibi evrenseldir de. Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir uyumsuz adamın yaşadıklarını anlatırken hiçbir yere ait olamama gibi bir membadan katreler damıtıp okuyucusuna sunar. Bu ait olamama mefhumu, Geçgin karakterlerini Barış Bıçakçı’nınkilerden farklı bir yerde konumlandırır. Hüseyin Kıran’ın ve Ayhan Geçgin’in metinlerinin aksine “ev” Barış Bıçakçı’nın hikâyelerinde sığınılacak, içinde kendiyle ve sevdikleriyle bağ kurulabilecek son kaleler olarak belirir. Oysa Kıran’ın karakterleri gibi Geçgin’in Ali İnsan’ı da kendiyle dahi bağ kurmakta zorluk çeker.

“Ev, diyorsun kendi kendine, ama bir evim yok. Daha önce ev dediğim de aslında bir tür hücreydi, buradan daha değişik olsa bile öyleydi, bunu hep hissettim. Aslında hiçbir zaman bir evi, kendimi evimde hissedeceğim bir evi hayal edemedim.”

Ali İhsan’ın bakımını yaptığı yarı yatalak babaannesiyle bile bir duygu birliği yoktur. Kısacası Ali İhsan ıssızdır; evde, dışarıda, başkalarıyla beraberken, bir başınayken. Ancak Geçgin’in Son Adım’da kolaycı bir karamsarlığı kendine siper etmediğini de belirtmek gerekir.

Düşündüğü şekilde olmasa da Ali İhsan’ın hayatı babaannenin ölümüyle değişir. Babaannenin vasiyeti gereği ve içten içe bir kopuş, bir yeniden doğuş itkisiyle yaşlı kadını gömmek üzere ecdadının topraklarına, ülkenin doğusuna gider. Bu yolculuğun başlangıcı kitabın ikinci bölümüne giriştir. İkinci bölümde Ali İhsan kendi içinden de ıssız bir coğrafyayla ve oranın insanlarıyla karşılaşır. Bu kendi içindeki çoraklığın cisimleşmiş halidir. Ayhan Geçgin’in bu ikinci bölümle, ilkinde konu edilen varoluşsal kaygıları toplumsal bir yere oturtması edebiyatın zaferlerindendir. Şiddetten, zulümden, yoksulluktan, karanlıktan kaçanların tüm bunları içlerinde taşımaya mahkûm edilişlerinin hikâyesidir anlatılan. Son Adım’da yaşamın felsefi hakikatiyle siyasal hakikati birbirini kirletmeden, zehirlemeden iç içe geçer. Bu anlatıda muktedirin adaletsizliği, yaşatılanların us dışılığı iki cümleye sığabilir.

“Bir neden arayışı kendinde ya da ötekilerde bir suçlu aramaya götürüyor. Ayrıca onlar da sizi bizzat buraya getirerek burada olmaları için kendilerine bir neden yaratmış oluyor.”

Kitabın son kısımlarındaki işkence sahnelerinde ise Ali İhsan, Hüseyin Kıran’ın Resul’üne yarenlik eder. Yaşanan, yaşatılan zulmün anlatıldığı, erkin acımasızlığının ve kirinin ortaya döküldüğü bölümler yer yer beden-bilinç ilişkisinin de sorgulandığı felsefi bir damar bulur. Felsefe ile siyasetin iç içe geçerek birbirini desteklediği ve çoğalttığı bu bölümler kitabı zulmü lanetleyen, işkencelerin ve infazların karanlığını ayan eden bir çığlığa dönüştürür.

Ayhan Geçgin her şeye rağmen karanlık anlatısını edebiyatın dönüştürücü etkisinden direnç dolu bir umut devşirerek sona taşır. Ali İhsan işkencecilerine "Sizin bilmediğiniz bir gerçek var,” der, “İnsan bir hiç değildir… Gerçeği mi istiyorsunuz. İşte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır... Binlerce bedeni parçalasanız bile bu gerçeği asla öğrenemeyeceksiniz.” Edebiyatın içinde de yok edilemez bir şey vardır, gerçek yazının içinde, ne yapılırsa yapılsın hiçe indirgenemeyecek bir şey. Son Adım bize bunu yeniden hatırlatıyor.

SON ADIM, Ayhan Geçgin, Metis Yayınları.

‘Kurtarıcılar’ karşıtlarına dönüşünce… (Aysel SAĞIR)

Bazı biyografiler vardır çeperlerini aşarak biyografinin de ötesine geçer(ler). Gece Yarısında Aydınlık’ı böyle nitelendirebiliriz. Zira tarihsel, siyasal yaşanmışlıklarla birlikte, felsefi çıkarımları da zorunlu kılıyor. Bunu ise Amerikan kökenli komünist Noel Field’ın üvey kızı olan Alman kökenli Erica Wallach (1922-1993) sağlıyor bize.

Wallach’ın kitaba konu olan serüveni ise üvey babası Noel Field’ı bulmak için gittiği Doğu Berlin’de başlıyor. Doğu Berlin’de 1950 yılında tutuklanan Wallach, tutuklanmasının ardından yıllarca sorgulanmakla kalmıyor, ölüm hücrelerine konuluyor, ardından idama mahkum ediliyor. Ancak Stalin ölüyor ve olayların seyri değişmeye başlıyor. Böylelikle ölümden kurtulan Wallach, Rusya Kuzey Kutbu’nda bulunan Vorkuta’da çalışma kamplarına gönderiliyor. Ardından Kruşçev dönemi gelince Wallach aklanıyor. Böylelikle, 5 yıllık bir yaşanmışlığın ardından, Wallach tarafından kaleme alınan otobiyografik metin, Gece Yarısında Aydınlık çıkıyor ortaya. Aynı zamanda metin, reel sosyalist sistemlerin niye çöktüğüne yönelik sorulara da gizli yanıt veriyor. Zira Wallach’ın yaşadıkları, Hitler rejimini aratmayan uygulamaları çağrıştırıyor. Sözkonusu uygulamalar ise, eski rejimin neden olduğu haksızlıkları hedef alarak yeni bir düzen kuran güçler tarafından gerçekleştiriliyor. Fakat, amaca giden yolda kullanılan araçların niteliği gibi etik mesele, Doğu Bloku ve SSCB sürecinin bir kesitinin canlı tanıklığının tanıklığını yapmamızla can alıcı hale geliyor.

Korkunç İvan’ın katkıları 

Ancak, bu tanıklıklığın okuyucuda ikili duygu ve algılama durumu yarattığının altını çizmekte fayda var. Başta Amerika olmak üzere, dünya kapitalizminin SSCB sürecinin başlangıcından bitişine kadar her türlü itibarsızlaştırma yöntemleriyle peşini bırakmadığı gerçeği, bu ikili durumu geriye dönük besliyor. Ama metin, gerçeğe artık büyük bir cesaretle bakarak, düşünce yapımızı tekrar gözden geçirme konusunda okuyucuyu uyarıyor. Tabii sadece bu kadar değil, yeniyle eski arasındaki benzerlikler, karşıtların buluştuğu noktalar gibi Marksist düşünceyi besleyen felsefe(ler)yi göz önünde bulundurunca, konunun özü de kitapta yazılanlarla bütünleşiyor.

Wallach, bütün bunları söylemekten öte düşündürüyor. O, başından geçenleri, yaşadıklarını anlatıyor sadece. “Kendimi, geçmişi düşünmeye zorladım. Mahpusluğumun ilk döneminde yüzleşmeye hala çok kapalıydım. Kendi içime fazlasıyla kapanmıştım ve kederim, kaderimin yol açtığı kederim, geçmişe uzaklıkla ve nesnellikle yatışabiliyordu. Bugünün acılarının her damlasını tatmak istiyordum. Ve bugün, tabii ki yalnızca gerçek bir trajediden ibaretti. Dünyaya getirmiş olduğum çocuklarımı kaybetmiştim. Hayatım daha iki yıl önce başlamıştı ve o, çektiğim işkenceyle, beş-altı saat Caraway’ın ve Korkunç İvan’ın katkılarıyla. Umutsuzca acı çekmenin zevkinden kendimi çekip almak bana ihanet gibi geliyordu. Daha sonraları cesaretimi toplayıp hayatın gerçekleriyle yüzleşinceye kadar bu böyle sürdü.”

Doğu Berlin’e gidince... 

Yalnız her şeyden önce, Wallach neden tutuklanıyor? CIA ajanı olmakla suçlanmaktadır. Ama kanıt(lar) yoktur. Bu olasılık yüzünden, işkence görmüş, uzun tutukluluk süreci yaşamıştır. Yani, “bir insan aksi ispat edilene kadar masumdur” türünden geçerli olan hukuksal yaklaşım bura(lar)da yürürlükte değildir. Wallach’ın yaşadıkları, paronayaya yakalanmış yöneticilerin sistemleştirdikleri mekanizmaları hatırlatıyor demek yetmez. Hemen akla Stalin geliyor tabii. Ancak, Stalin’nden bir iki kere bahsediyor Wallach. Yani Stalin öldüğünde. Bunun sonucu olarak da ölüm cezasından kurtuluyor. Aslında Wallach, üvey annesi ve babası gibi komünizme inanıyor. Yaşadıklarına rağmen düşüncelerinde herhangi bir değişiklik olduğunu gözlemlemiyoruz. Zira yazar, sosyalizm karşıtlarının yaptığı gibi karalama mantığıyla hareket etmiyor. Bu önemli. Onun yönetimle yüzleşme süreci, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi rejiminin kurbanlarına yardımcı olmuş, Komintern’in açığa çıkmamış görevlilerinden biri ve aynı zamanda GPU ile bağları olan üvey babası Noel Field’in, Çekoslavakya’da bir üniversitede görev almak üzere gittiği Prag’da, 1949 yılında ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Üvey annesi Herta Field da kocasının CIA tarafından kaçırıldığını düşünerek, Çekoslavak Komünist Partisi’nin yöneticileriyle bu durumu görüşmek üzere Prag’a gidip kaybolunca, Wallach onları aramak için kolları sıvıyor. Amerikalı kocasının soyadını alan Noel’in üvey kızı Erica Wallach, komünist geçmişi dolayısıyla Amerika’ya kabul edilmiyor. Bu durum ise onun üyesi olduğu Alman Komünist Partisi’nden ayrılmasına neden oluyor. Wallach’ın Alman Komünist Partisi’yle olan hikayesi daha sonradan, üvey babası ve annesinin akıbetini öğrenmek için gittiği Doğu Berlin’de tutuklanması, ardından da Sibirya’nın çok daha ötesindeki toplama kamplarına kadar devam eden süreci kapsıyor.

Ancak yazar, yaşadıklarını, başına gelen bir felaket şeklinde anlatmıyor. İçinde bulunduğu ağır koşulları, duygulardan arındırılmış bir yaklaşımla sergiliyor. Sorgucularını beden dilleriyle tarif ederek, onların kişilikleriyle ilgili ayrıntılı betimlemeler yapan Wallach, kendi çıkmazları, dayanma gücü, iflas ettiği noktaları da aynı ayrıntılı anlatımla sergiliyor. Dehşetengiz uygulamalara dikkat çekerken de oldukça esprili, yer yer de metaforik dil kullandığını belirtmekte fayda var. Bu arada, Wallach’ın yaşadıkları, insan yapısının sınırlarıyla ilgili düşündürüyor. Zira Wallach, Sibirya’nın da ötelerinde bulunan Vorkuta’da tıpkı tutululuk sürecinde olduğu gibi aynı dayanıklılığı gösteriyor.

Kadın Çalışma Kampı Rejimi 

Rus ve Alman sorgucuları ayrı ayrı yerlere koyuyor Wallach. Her iki toplum bireylerinin farklı özellikleri onun üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler yaratıyor. Aynı şeyi gittiği cezaevleri için de yapıyor. Alman-Rus cezaevlerini de bu zeminde değerlendiriyor. Gardiyanlar, temizlik görevlileri ve sorgucular gibi en alttan, en üste görev yelpazesinde yer alan kişileri de karakter özelliklerine göre sınıflandırıyor Wallach. Genelleme yapmadan onları davranışlarıyla birlikte gözlemliyor. Böylelikle, aynı şeyi yapıyor olsalar da yaklaşımlardaki farklılığı ve ayrıntıları gözeterek, kişileri birbirlerinden ayırma gibi bir süzgeç kullanıyor. Vorkuta’ya çalışma kampına geldiğinde ise, okuyucuyla tanıştırdığı cezaevi personeli portrelerine bu kez de çok sayıda halktan kişiler ekleniyor. “Yeni evim sonuncusuna fazlasıyla benziyordu; fakat bu çok daha büyük bir kompleks, gerçek bir kamptı: Pretshakhtnaya Kadın Çalışma Kampı Rejimi. Ölü, cansız bir yerdi. Her şey kahverengi, gri ya da karaydı... Buralarda kalanların büyük çoğunluğu Batı Ukrayna’dan köylü kadınlardı. Kendi dillerinde konuşuyorlardı. Ruslardan da Almanlardan da baskı gördüklerinden her ikisinden de nefret ediyorlardı. Çoğunun, Vorkuta’da neden bulunduklarına ilişkin fikri yoktu. Savaş sırasında Almanlara çalışmışlardı – bazen gönüllü olarak; ama daha çok çalşmaya zorlanarak- ve ‘kurtarıcılardan’ gördükleri muamele, onların tüm illüzyonlarını ortadan kaldırmıştı. Bu muamele onları, can düşmanları Rusları bile tercih eder hale getirmişti. Ülkelerine döner dönmez Sovyet hükümeti, onları yargılamaya bile gerek görmeden, on ila yirmi beş yıl arasında cezayı yapıştırıvermişti. Hiçbirinin politika hakkında en ufak bir fikri yoktu.”

Bütün bunlar size neyi çağrıştırıyor? Wallach’ın anlatıkları, Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Anılar”' (1861) adlı kitabında altını çizdiği, “Bir toplumun uygarlık seviyesi hapishanelerine girince anlaşılabilir” düşüncesini akla getiriyor.

GECE YARISINDA AYDINLIK, Erica Wallach, Çev: Gün Zileli, Ayrıntı Yayınları

Olduğu Kadar Güzel Öyküler (Ayşegül TÖZEREN)

Mahir Ünsal Eriş’in haziran sonlarında okurla buluşan ikinci kitabı, Olduğu Kadar Güzeldik, ilk kitabı olan Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… ile birlikte değerlendirildiğinde, yazarın aynı öyküyü yazmakta olduğunu ve aynı öyküde ısrar edeceğini gösteriyor.

Eriş, yeni kitabında da, okurunu ısrarla Türkiye Cumhuriyeti’nin 1980 sonrasındaki kronolojisi içinde bir rüya görmeye çağırıyor. Öykü evini, toplumun tüketim kültürünün hâkimiyeti altına girmediği, iktisadi aklın yegâne yöneten olmadığı, gösteri “poplumuna” dönüşmediği bir yerde kuruyor. 90’lı yıllarda hızlanan kentleşmeye dayalı değişim merkezde daha etkili olurken, çevreye daha geç yayıldı. Yazar, çocukluğunu ve erken gençlik yıllarını Çanakkale gibi bir sahil kentinde geçirmesini, bu bağlamda, bir avantaja dönüştürmüş durumda. Çağdaşlarından farklı olarak, kentleşmeyle birlikte ele alınan yabancılaşma, içe dönüş, yalnızlık gibi temaları tercih etmiyor. Öykülerinde mahalle olgusu hala varlığını hissettirirken, insanların “mahalle ahalisi” olarak konumlanışları ve bu ilişki ağı içindeki rolleri konu edilebiliyor. Eriş’in öykülerinin okura sıcak gelmesinin sırrı biraz da burada saklı.

Eriş, bir önceki öykü kitabında olduğu gibi, Olduğu Kadar Güzeldik isimli kitabında da repertuarını değiştirmiyor. Okurun alışık olduğu gibi taşra sıkıntısını değil de, taşranın sıcaklığını konu eden yazar, aslında hepimizin bildiği şeyleri anlatıyor. Ancak öykülerine hâkim olan iyimser havanın içine yedirilmiş olumsuzlamalarla, anlatım içinde boşluklar bırakarak yarattığı gerilim duygusuyla, ütopyasını Barış Gümüşbaş’ın aktardığı Iser’in kuramına paralel biçimde henüz değil’le artık değil arasında kurarak, okura tanıdık olanı yabancı kılıyor. Sonra istediği gibi gerçekliği yeniden kurarak okuru ikna ediyor. Oysa bu bir tuzak: Metin okunur, yaşanmaz ki. Belki Erdek diye, Çanakkale diye, Biga Tostu diye bir şey yok.

Eriş, Çanakkale’yi, Biga’yı yazmıyor; kendi Çanakkale’sini, Biga’sını yazıyor. Yazarın ütopyası da burada başlıyor. Ütopyasını gelecek yerine geçmişte kuruyor. Ütopyasına dönmek, yazar için, evine dönmek demek, anayurduna dönmek demek, çocukluğuna dönmek demek… Tasarladığı o ülke, deniz, kıyı, güvenli bir coğrafya. Huzurlu Erdek, Biga, Susurluk bir anlamda “ana kucağı”. Bundan, Eriş, ütopyasını dişil sembollerle anlatmayı tercih ediyor. Ütopyasına, Türkan Şoray da dâhil.

Eril bir sembolik değer taşıyan devrim, yazar tarafından ütopyasının merkezine yerleştirilebilirdi. Ancak Eriş ütopyasını dişil sembollerle kurmayı tercih ediyor. Öykülerdeki anlatıcılar için devrim, babalarının ya da ağabeylerinin rüyaları. Anlatıcıların babayla da dertleri var, rüyayla da. Belki bundan dolayı devrimci ağabeyler, devrim ve baba mesafeli anlatılıyor. Eriş, paradoksal biçimde, babayı öldürdüğü tek öyküsünü kadın bir anlatıcıya söyletiyor.

Eriş’in metinlerine yayılmış olan iyilik özlemi, korsan kitap satmak, hırsızlık yapmak gibi ahlaki kriz anlarından besleniyor. Yazar, okuruna iyiliğin ahlakçılıkla ilgisi olmadığını ve iyiliğin aslında “koşulsuz olduğunu” da söylüyor. Öykülerdeki umut bile karakterlerin sıfırı tükettiği anda ortaya çıkıyor. Bu, Ulus Baker’in aktardığı biçimiyle Bloch’un umut ilkesini akla getiriyor.

Mahir Ünsal Eriş, son kitabıyla belki, biraz da Ah Muhsin Ünlü’nün şiirini hatırlatıyor: Haziran sonlarında çocukluğumuzu ucundan yakıyoruz...

Olduğu kadar Güzeldik, Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınları

Çiçek Kokan Şiirler (Abuzer GÜLPINAR)

Ahmet Ada’nın yeni şiir kitabı “ Çiçek Kokan Ağzı “ bu hafta raflarda yerini aldı. Kitap tek bir bölümden oluşuyor. Her ne kadar şair, herhangi bir bölümlendirme yoluna gitmemiş olsa bile kitap doğal seyri içinde üç bölüme ayrılmış: Kadınlar, Çiçek Kokan Ağzı ve Aşk.

Her bir bölümü ayıran sadece temalarının bütünlüğü değil, üç bölümün de arasında yer alan “Geldiler, Geldiler II , Geldiler III” şiirleridir. Bunun yanı sıra her bölümün başında bulunan Canan Güldal’ a ait üç adet resim, bölümleri bir set gibi ayırmaktadır.

“Geldiler” şiir üçlemesi, Ahmet Ada okuyucuları için hiç yabancı değil. “Kantolar” kitabında yer alan “Libretto” şiirinin bir devamı niteliğinde. “Libretto” şiirinde Doğu’da köyleri boşaltılmış, yakılmış ve başta Adana, Mersin olmak üzere büyük kentlere göç etmek zorunda kalmış insanların hayatı anlatılmaktadır. ( Ahmet Ada, Adana doğumlu ve Mersin’de yaşamaktadır. Dolayısıyla bu yaşananlarn tanığıdır.) Onların sıkıntılarını , acılarını en yalın biçimde anlatır. Bu şiir Kürt sorunu ile ilgili fazlasıyla şey anlatmaktadır:

“… Geldiler uzak dağ köylerinden sürgün
göç edildiler. Kentin varoşlarına yerleştiler.”

“Ölülerini yakılmış köylerine gömmüşlerdi.
Köpeklerin ve jandarmaların bakışları arasında…”

“Geldiler” şiir üçlemesinde ise anlatılan yine mazlum insanların göçüdür, acılarıdır; bir farkla, özne değişmiştir. Yeni özne savaştan kaçan Iraklılardır:

“… uzak ülkelerden akrabalar geldiler
yükleri kuru incir pekmez ceviz
develerle geldiler…” (s.9)

“Deve” sözcüğü göç aracı değil, Irak’lı oluşun bir simgesi olarak okunmalıdır.

“Kadınlar” bölümünde toplam 10 şiir var. Şiirler “Kadınlar, Kadınlar I , Kadınlar III… Kadınlar X ” diye başlıklandırılmış. Bu şiirlerde kadınların sorunları, dişi bir söylemle anlatılmış. Ülkemizde, ne yazık ki “kadın “ sözcüğü ile çok sık bir arada gördüğümüz “dayak, ot çeken , taciz , kelepçe, cop, evlat acısı, pamuk toplayan …” sözcükleri ve edimler bu şiirlerde de karşımıza çıkıyor. Şair bu duruma isyan eder:

“söyleyin, hüzünle çevrilmiş midir
kadınların yüzleri? ne vakit dinecek
acıları? ne vakit özgürce dolaşacaklar
caddelerimizde “ (s.17)

Bu şiir bizi Nâzım Hikmet’in “Kadınlarımız” şiirine göndermektedir.

İkinci bölüm diyebileceğimiz “ Çiçek Kokan Ağzı” değişik temalarda 20 şiirden oluşmaktadır. Bu bölümde de toplumsal duyarlılığın işlendiği şiirler var. “Ağıt” şiiri bizi 34 kişinin öldüğü Uludere katliamına götürür:

“ katırlar katırlar ah katırlar
ah işte taşıyor ölülerimizi…” (s.27)

Cumartesi Anneleri ve onlarla simgeleşen Berfo Ana, başka bir şiirde karşımıza çıkıyor:
“… gece uzun sürüyor yarın cumartesi
İçerenköy’den Galatasaray Meydanı’na
hava soğuk, şubatın mavi rengi
Cumartesi Annelerinin yüzünde…” (S.30)

Son bölüm olan “Aşk” , toplam 30 şiirden oluşuyor ve şiirler “ Aşk, Aşk II, Aşk III … Aşk XXX” olarak başlıklandırılmış. Bu şiirlerde körleştiren değil üreten bir aşkla karşı karşıyayız. İmgelerle örülmüş 30 aşk şiiri:

“bu sendeki çiçek açma zamanı
bende sevinç patlaması” (S.64)

Kitapta ölüm teması da göze çarpıyor. “Ölüm korkusu” diyemeyiz buna “ölüm kaygısı” daha doğru :

“ günleri sayılı bir ihtiyar mıyım?
bu kışı çıkarabilecek miyim ?”(s.19)

“ yavaş yavaş yaklaşıyorum ölüme…
Pars, usulca götürecek ben yoksulu…

bir ağaç altı mı olur, deniz kıyısı mı
kim bilir ne zaman gelecek” (s.26)

“Pars” , Ahmet Ada’nın birçok şiirinde karşımıza çıkan ölümün imgesidir. Ahmet Ada imgeye dayanan bir şiir yazıyor: “günlerin sabanı“, “güneşin orağı” gibi değişik bağdaştırmalarla kuruyor imgelerini.

Ahmet Ada’nın bu kitabında derinlik ve anlam çoğalması bizi bekliyor. Üzerinde uzun uzun durmak, düşünmek gerekiyor. Bireysel acıları, sevinçleriyle yaşadığı toplumun havasını soluyoruz bu şiirlerde. Okurun her okumada yeni ve daha önce fark etmediği anlamlar üreteceği bir şiir kitabı bu.

ÇİÇEK KOKAN AĞZI, Ahmet Ada, Şiirden Yayınları

Sorgulanmayan Hayat Yaşamaya Değmez (Ali BİLGENOĞLU)

20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Bertrand Russell (1872-1970) filozof ve politikacı kimliklerinin yanı sıra aktivist yönüyle hafızalarda yer edinmiş bir aydın. Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren kararlı bir anti-militarist ve anti-emperyalist tutumunu, Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmaya ve Vietnam Savaşı’na muhalefeti ile sürdüren Russell, en çok kendi ismiyle anılan Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi/Russell Mahkemesi ile tanınmaktadır.

Kendisini aklın inançların önünde yer alması gerektiğine inanan bir rasyonalist olarak tanımlayan Russell’ın bu çerçevede kaleme aldığı metinler ve yaptığı konuşmalardan oluşan Sorgulayan Denemeler isimli eseri ilk kez 1928’de yayımlanırken; Türkçe çevirisi ise 90’ların ortalarında TÜBİTAK Yayınları tarafından okurla buluşturulmuştu. Uzun bir zaman sonra bu kitap, bugünlerde Say Yayınları’nın Modern Düşünce Dizisi’nin bir parçası olarak raflardaki yerini aldı.

Sorgulayan Denemeler, eski tabirle ismi ile müsemma bir eser. Bilimden rasyonaliteye, inanç kavramından iyilik-kötülük çatışmasına ve özgürlük-otorite çelişkisine uzanan geniş bir yelpazede verili durumun yeniden mercek altına alındığı bu kitapta Russell’ın özellikle özgür düşünce, ifade hürriyetinin önündeki engeller konusunda söyledikleri bugünlerde bir kez daha okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer.

Russell, “İngiltere’de küfür yasalarına göre Hıristiyan dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara aykırıdır” ve “Amerika’da hiç kimse anarşiye karşı olduğunu kesin bir biçimde beyan etmedikçe ülkeye giremez” vb. cümlelerle 1920’lerin Batı dünyasındaki fikir ve ifade özgürlüğünün halini gözler önüne seriyor. Düşünce hürriyetinin ancak buna karşı olan yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılması ile hayat bulabileceğinin vurgulandığı satırlarda memleket okurunun aklına yakın geçmişte yaşanan 141, 142, 163 ve 301 mağduriyetleri geliyor.

Milli eğitim ve propaganda bahsinde ise Russell, ulus devletlerin birer “makbul yurttaş” yetiştirme aracı olarak gördüğü eğitim anlayışını ustalıkla eleştiriyor. Batı dünyasından ve uzak doğudan verdiği döneme ait örneklerle milli eğitimin ulusu yücelten, ötekini ise düşman/kötü olarak konumlandıran resmi anlayışına muhalefetini seslendiriyor. İmanlı bir rasyonalist olarak sorgu sual etmeksizin kabullenmeyi, aklı devreden çıkarmayı reddeden Russell, bu manada resmi tarih öğretimini de, milliyetçilik anlayışını da bu kapsamda değerlendiriyor. Zira milliyetçilik, yazara göre, en açık ifadesiyle “kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın uç örneğidir”.

Russell’ın üzerinde önemle durduğu ve okurda zamanımıza dair çağrışımlar uyandıran bir diğer konu ise liyakat meselesi. İstihdam söz konusu olduğunda tek ölçüt olarak ehliyet sahibi olmanın göz önünde bulundurulması gerektiğine inanan yazar, bunun yaygın bir şekilde ihmalinin pek çok toplumsal sorunun ardında yatan neden olduğuna işaret ediyor. Bu hususta verdiği örnekle de deyim yerindeyse on ikiden vuruyor: “1920’lerin Amerika’sında Rockefeller aleyhinde fikir beyan eden bir profesörün Amerikan üniversitelerinde iş bulabilmesi imkânsızdır”. Bu cümledeki birkaç kelimeyi değiştirerek günümüze ve ülkemize uyarlamak gayet mümkün, öyle değil mi?

İnançlı bir savaş karşıtı olan Russell’ın bu konudaki ifadelerine de bir cümle ile olsa değinmemek olmaz. Ülkesi İngiltere’de halktan toplanan vergilerin bir kısmı eğitim ve sağlığa ayrılırken, hatırı sayılır bir bölümünün gelmiş ve gelecek savaşlar için ödeneklere, silahlanmaya ayrılmasından şikâyet eden yazar şu ifadeleriyle bir kez daha memleket okurunu aktüel çağrışımlarla baş başa bırakıyor: “Benzersiz bir polis örgütümüz var; bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak, bir bölümü ise yeni ve yapıcı siyasi fikirleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor”.

Russell’ın 1920’lerin dünyasından içinde bulunduğumuz zamana dair birçok paralelliğin kurulabilecek metinleri farklı konuları ele alsa da bir şekilde ortak bir nokta üzerinde yoğunlaşıyor: Bağımsız aklın, objektif muhakemenin sürekli devrede olduğu, kesin inançların her daim sorgulamaya tabi tutulduğu, hakikati aramanın sonsuzluğunun bilincinde olunan farklı bir düşünce sistematiği. Russell bu bağlamda Sokrates’e atfedilen “sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez” ifadesini 20. yüzyılda benzer bir içerikle yeniden üretiyor.

Türkçe’de “Aylaklığa Övgü”, “Evlilik ve Ahlak” ve “Mutlu Olma Sanatı” gibi kitaplarıyla bilinen Bertrand Russell’ın Sorgulayan Denemeler’i geçmişten bugüne dünyaya, tekelci-saldırgan kapitalizm ve güç ilişkileri bağlamında müesses nizama dair kafa yoranlar için ciddi bir kaynak niteliğinde.

SORGULAYAN DENEMELER, Bertrand Russell, Say Yayınları, 2013.

Sarkaç: Narsizm ve Hayatım (Bora ERDAĞI)

Belirli isimler ve/ya olaylar azıcık kültürlenmiş insanları klişelere götürür. O klişelerin derinliklerine inme şansı yakalayıncaya kadar da, isimlerin ve/ya olayların yerini klişeler doldurmaya devam eder. Yıllar yılları takip ettikçe eğer hayal kırıklıkları ortaya çıkmaya başlıyorsa ve işin kötü tarafı bu hayal kırıklıkları klişeleri zedelemeye başlıyorsa, ortaya daha büyük ve köklü bir kırılma çıkar. Aslında o artık bir ayrılık olarak kırılmadan çok, kırılmanın kendisi olarak var olan bir durumdur: Hüzün. Hüzün, hakkında en az konuşabileceğimiz ama en çok yaşadığımızı düşündüğümüz tek kişilik kendilik durumumuzdur.

Sevan Nişanyan Aslanlı Yol’u okuyacak olanlara bu kitabın aslında “hayatının hüznü” olduğunu ifade ediyor. Ne güzel. Nişanyan Sezar’ın hakkını Sezar’a verecek cüretle hüznünü okuyucuyla, özelde de Anahit’le paylaşıyor. Teşbihte hata olmaz denilir, o halde Nişanyan’ı bir dil/akıl cambazı olarak bilen tüm okurlar gibi ben de beklentilerim konusunda hayal kırıklığına uğramayacağımı düşünüyorum.

Türkçe’deki “Özyaşam Öyküleri”: Nişanyan’ın özyaşam öyküsüne geçmeden bir durumu tespit etmek faydalı olabilir. Türkçede özyaşam öyküsü yazma geleneği ve/ya armağan kitap hazırlama çabaları tam bir fecaat. Bunun genel sebebi ülkemizin halet-i ruhiyesinin ağır bir hasar görmüş olması olabilir ve bununla alakalı olarak, psişik itkilerimizin gerçeklik konusundaki tüm tanıklıklarımızı zedeliyor olması bir başka sebep olarak sayılabilir. Bu sebepler dolayısıyla kimsenin ne kendisi ne de başkaları hakkında doğru düzgün düşün(e)mediği ortada. Abartılar, anılar, aba altından sopa göstermeler, aklımda öyle yer etmişler, hatırladığım kadarıyla bu şekliyle olmuştular, kısaca; ne şiş yansın ne de kebap” triplerinden “oh oldu, benden sonra tufanı şimdi gördün mü”ye kadar giden eyyamcılık örnekleri... Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Yayınları tarafından Arda Denkel’in ani ölü nedeniyle hazırlanan armağan kitabı okuyunca, tamam dedim, bu ülkede dostluk da eleştiri de hak getirecek düzeyde (Armağan kitap 85 sayfacık). Denkel’in analitik felsefe içinde yaptıkları ortada, yayımlarının çoğunun uluslararası felsefe çevrelerinde yankı bulduğu biliniyor. Eee nasıl böyle bir armağan kitap hazırlanır, bilemiyorum. Sadece Denkel’in değil, zaten çoğu armağan kitap, armağana layık görülene adanmış gibi değil. Kel alaka yazılar, dostlar alışverişte görsün laf kalabalıkları dolup taşıyor sayfalar boyunca. Elbette iyi örnekler de var ama bunlar, kaideyi bozmuyorlar.

Yaşam öyküsü yazma konuları ise biraz daha karmaşık. Akademik dünyamız niceliksel kalabalıklaşma ile geliştikçe, yaşam öyküsü anlatıları sayıca az olmasına rağmen giderek arttı. Sonuç sıkı bir kurulaşma ve hayranlık gösterisine dönüştü. Gökhan Atılgan’ın Yordam Kitap’tan çıkan Behice Boran denemesi gibi denemelere hızla ihtiyacımız var. Konu özyaşam öykülerine gelince, bu bahsi kapatalım. Nerede Terry Eagleton’ın Kapı Bekçisi kitabı nerede bizde nadiren de olsa ortaya çıkanlar. Tabii bizdeki durumun özel bir iki tarafı da var. Çoğu önemli yazar zaten yazdıklarında kendini anlatıyor ve aslında özyaşam öykümü yazarsam narsistik bir çaba içinde görünürüm kaygısı ile hareket ediyor. Fakat aslında yazdıklarında kendini yazarak zaten bütün hayatını narsistik bir uzama yerleştirmiş, bunu düşünmüyor. Bir de kendine karşı sürekli hınç besleyenler var, onlar da söyledim ruhumu kurtardım aymazlığında. Gerçi onların çoğu gazetecilik ya da köşe yazarlığı zanaatını yaptığı için belki de zamanın kendileri üzerindeki izlerinden kurtulma itkisini benimsemek durumundalar. Bourdeiu’nun dediği gibi, herkes kendi geldiği yerden, dilinden, bir şeylerinden kurtulmak ister, onların ki de o minval. Allah sonumuzu hayr etsin.

Aslanlı Yol ve Nişanyan: Kitabı okuduğumda iki şeye kanaat getirdim. Birincisi Wittgeinstein’ın “herkes evini kafasında taşır” sözüne ve ikincisi zekâ ve akıl ancak bir rastlantıyla bu kadar yolunda kalabilir fikri. İlkini Nişanyan’ın bütün anlattığı hikâyelerde, tanıklıklarda, olaylarda görmek mümkün. Biraz abartacağım ama mübareğin görmediği yer, gitmediği kapı, okumadığı kitap, yapmadığı haylazlık, tanışmadığı entelijensiya, aşmadığı yol kalmamış... Kusuruma bakılmasın ama sanırım Nişanyan’ın ilk tanıştığı zamanlardaki Murat Belge ve Ömer Laçiner isimlerinden ikincisine neredeyse tüm Türkiye olarak benzediğimiz için, Aslanlı Yol’u Nişanyan’ın kaçış güzergâhları rehberiymiş gibi hayranlıkla okudum. Fakat niyetim Nişanyan’ın kaçış hikâyelerinden çok, kitap boyunca, hüznü ile ilgilenmekti. Maalesef bulduğum şey hüzünden çok neşe, yargılamadan çok değini, ithamdan çok tespit oldu. Elbette arada bir hayal kırıklıklarına rastladım ama onlar kadı kızında da olacak türden olağanlaşmış durumlardı. Bütün arayışlarım tersine bulgularla fethedilmiş oldu.

Gerçi Aslanlı Yol iddiasından uzaklaşmış da olsa, beni kendisine yaklaştırmayı becerdi. Şöyle ki, onun gibi şanslı entelektüellerin geçtiği yollardan benim gibiler ancak on yıllar sonra belki geçebilir, hatta geçmek için karınca adımları atarak beklemeye devam ediyor da olabilir, sorun Nişanyan’ın bilgisi ve/ya görgüsü değil, sorun onun anlattıklarında bir hüznün örgütlenemeyeceği gerçeği. Yani hüzne sahip değildir demek istemem, ama anladığım kadarıyla, arada bir hayal kırıklıkları ile yetinen biri. Başka bir ifade ile onun sorunu ve beni de kendisine yaklaştıran sorun; herkesin evini kendi kafasında taşıyor olması gerçeği. Öyle ya her ilişki ve/ya karşılaşma büyük resmin içinde benzer sonuca sahip oluyorsa, ha Nişanyan gibi kaçarak/uzaklaşarak ha benim gibi durarak yaşa, ne fark eder. Ev olduğu yerde durmaktadır. Önemli olan evin içi, hareketin evin içinde nasıl bir anlam ürettiği. Oğlunu anlamak için çaba sarf eden Sona teyze sonuna kadar haklı. Eğer Nişanyan’ın evindeki hüznü anlasaydı, o da oğlunun duyarlılıkların ritmine dair bir söz söyleyebilirdi, tıpkı bizim gibi. Ama söyleyemiyor. Görünen o ki, Nişanyan hep buzdağının görünen yanını anlatıyor.

İlkiyle bağlı olarak bir başka mevzu; Nişanyan’ın gözü karalığının etrafında örülen mitos; başı belaya giren ama sürekli bu belalardan kurtulan biri. Ne güzel söylüyor Sevan Belgeseli’nde Arsen: “Babam dedi ki Türkiye Cumhuriyet’inde her şey teoriktir, hadi bakalım giriyoruz”. İşte bu; babanın mitos haline dönmesi durumudur, tehlikelidir. Mitos bir kere ortaya çıktıktan sonra eksiltmenin ya da artırmanın bir anlamı yoktur. Zaten Arsen’de babasının bazı tepkilerini anlayamadığını söylüyor. Farklı şeyleri aynı jargonla Ali Nesin, Müjde Tönbekici, Osman Kavala, Özlem Beyarslan ve diğer çocuklar da anlatıyor. Sanki Nişanyan’ı insan olarak sevmemizi değil de saymamızı ister gibiler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratları, Nişanyan’ın deyimiyle, onun ne yaptığını biliyorlar. Bu yüzden onun “deli cesareti” karşısında diz çökmezler. Eğer bugüne kadar işler yolunda gittiyse, bu özünde yapılanların genel bir onay kazandığı anlamına gelir ve olayların absürd niteliklerinin de gözden kaçırılmaması gerekir. Elbette, ayrıyeten ilişkilerin ve şimdiye kadar kazanılmış deneyimlerin bu belalardan kurtulmak için yeterli malzemeyi sağladığı da düşünülmelidir. Ben Nişanyan’ı şahsen tanımıyorum ama onun hüznünün varolduğuna inanıyorum. Bu kadar inatçı bir savaşçı bu hüznü ortaya koyabilirse, ölümsüz birkaç esere imza atabilir. Anlattıklarının ve anlatılanların devede kulak olduğu o kadar belli ki, azıcık açık olmak onu kuşaklar boyu daha iyi tanımamızı sağlayacaktır.

Nişanyan’ın Aslanlı Yol’u narsistik sarkaç tarafından tehdit edilen bir hayatın hikâyesi. Bir ucunda yaptıklarıyla zaferleri elde eden ve onlarca tanıkla yaşayan, diğer taraftan kendisini hakkında hiç bir gerçek bir derinliğe sahip olmadığımız. Bir yanıyla aydınlık diğer yanıyla karanlık, ortası yok. Sona teyze, ben ve Anahit hüznünü bize açan gerçek Sevan Nişanyan’ı bekliyoruz. Elbette anlatılanlar gerçektir ama buzdağının görünen yüzü gibi.

Sevan Nişanyan, Aslanlı Yol, İstanbul, Liberte Yayınları, 2012, 360 sayfa.

Türkçe Şiirin “Kapı Bekçisi”nin Paralaksı (Bora ERDAĞI)

Terry Eagleton’un özyaşam öyküsünü anlatmayı denediği bir kitabın adı Kapı Bekçisi. Eagleton kitabında kendisiyle birlikte İrlandalı olmanın, yoksulluğun, Katolikliğin ve her şeye rağmen varolma mücadelesinin sınırlarını ifade eder. Bunu her zamanki gibi trajediden daha ziyade ironiye yatkın diliyle gerçekleştirir. Kapı Bekçisi’nin kaderi Marksist kültüralist ve estet Raymond Williams’la tanıştıklarında çoktan değişmeye başlar... Williams herkese ve her şeye rağmen onlarca entelektüelin yetişmesine nasıl yardımcı olduysa, Eagleton için de aynısını yapar ve öğrencisi Eagleton’ın önünü de açar. Eagleton açılan kapıdan geçer ve zamanla kapı bekçiliğinden kurtulur. Eagleton’ı Eagleton yapan değerler belirginleşmeye başladıkça Williams ile arasındaki entelektüel ilişki iyice eleştirel nitelik kazanır ve her ikisinin de yolu çatallanarak büyür.

Türkiye’de ve özellikle Türkçe yazın alanında Eagleton-Williams ilişkisine benzer örnek neredeyse yoktur. Bu yüzden eleştiri geleneğimizin bazı klişeleri can bezdirici şekilde tekrarlanıp durur. Romancılar, öykücüler, şairler, felsefeciler, sosyologlar, psikologlar, her daldan akademisyenler ve kültür insanları önce eleştiri geleneğimizin zayıflığından dem vurur, sonra dünya yazını karşısında Türkçenin yetersizliğinden ve eleştiri geleneğinin kısırlığından. Ama yine de büyük çoğunluk kuşaklararası eleştirel geleneğin neden oluşturulamadığını, yayınevleri ve dergilerin icazetinden kurtulan bir geleneğin neden yaratılamadığını, tekil örneklerin verimliliklerinin neden sınırlı kaldığını ve özel olarak belirli bir türe odaklanan eleştirmenlerin neden yalnızlaştırıldığını aklının ucuna bile getirmezler. Yine aynı çoğunluk aklının ucuna bile getirmediklerine mukabil olarak, tekil örnekler çevresinde topaklanmış bir grubun edebiyat duyarlılığının ne derece yoksullaştırıcı olduğunu ifade ederek eleştirmenlerin sıtkını sıyırır. Böyle bir sıkıntıyı aşmak için maalesef ne akademiler ne de edebiyat ortamları yeterince cüretkar olamamaktadır. Her şeye karşın Eagleton-Williams ilişkisi, içinde bulunduğumuz koşullar altında ancak akademide kotarılacakmış gibi görünmektedir. Sanırım bu akademide kolektif çalışmaya inanan şimdiki kuşağın omuzlarında gelişecek gibi.

Bütün bunlardan dolayı günümüzde Türkçe edebiyat eleştirisi giderek daha fazla kırılgan ve kendinden menkul başlangıçlara ev sahipliği yapmak durumunda kalmaktadır. Utku Özmakas’ın şiir eleştirisindeki yanlızlığını bu büyük resmin içinde değerlendirmek, Özmakas’a hakkını teslim etmek için önemli görünmektedir. Özmakas’ın son kitabı Şiir için Paralaks (2013), bir önceki kitabı Şiirimizde Milenyum Kuşağı (2008) şiimizin “genç kuşağı”nın nabzına dokunmak çabasında olan şiirimizin “genç eleştirmenin” çalışmaları.

Şiir için Paralaks kitabı “İkinci Yeni’den Günümüze Alternatif Bir Şiir Tarihi” alt başlığını taşımaktadır. Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm İkinci Yeni’nin önemli şairleri Turgut Uyar’ın, Ece Ayhan’ın, Cemal Süreyya’nın, Edip Cansever’in ve “gencölen” Engin Günçe’nin şiirlerine dair çözümleme ve eleştirel yaklaşımları içermektedir. İkinci bölüm ilk bölümle yanyana okunabilecek bir sonraki şiir evrenine; Enis Akın’ın, Osman Konuk’un, Akif Kurtuluş’un, Necmi Zekâ’nın şiirlerine dair. İlk iki bölümde “ustalığımız acemilik” düsturunun ustalığına ve bu şiirin politik ve felsefi niteliğine dair düşünceler serimlenmektedir. Bu serimlenme bir başka bağlamda İkinci Yeni şiirinin yıllar içinde nasıl farklı öznel bağlamlarla belirli bir yolu katettiğini göstermektedir. Özmakas bu serüveni eksiklik olarak görülenin ayna aracılığıyla keşfi, keşfedilenin sıkıntısı, mutluluk arayışı ve ironik varoluşu, bütün bu duyguların ve düşüncelerin artık süreksizleştirilmesi, rönesans estetiği ile buluşturulması, ne yapmalı diyecek kadar yeniden yorumlanması gibi bağlamlarla değerlendirmektedir. Fakat üçüncü bölüm giderek ustalığımız acemilik düsturunun sarihleştiği ve ustalıktan uzaklaşmanın kökleştiği bir dönemin şairlerini ele almaktadır. Bunlar Murat Menteş, Onur Caymaz, Gonca Özmen, Can Bahadır Yüce, Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu, Serkan Ozan Özağaç, Selahattin Yolgiden, Ercan Yılmaz gibi şairler. Özmakas bu şairleri bir araya getirirken temel olarak onların gelenekle ve güncel gelişmeler ile kurduğu bağı sorgulamaktadır. Ayrıca Yalçın Armağan’ın İmkansız Özerklik kitabını, İkinci Yeni bağlamında ortaya koyduğu tezlerini tartışmaktadır. Özmakas “nostaljiye sıkışan” bu şairlerin kendilerine dair görüleriyle, şiir ödüllerinin kazandırdığı konumları da sorgulamaktadır. Dördüncü bölümde ise tek makale bulunmaktadır, “Büyük T İle”. Özmakas üçüncü bölümde şiirlere ve şairlere yönelik yapmaya çalıştığını, eleştirinin kendisine de yönelterek, şunu tespit etmektedir:

“Kısacası, eleştirinin müdahale etmek olduğunu unuttuk, yeniden hatırlamak zorundayız. Bunu hatırlamamız gereken iki alan var: Birincisi, eleştiriyi araçsallaştırarak ihtiyaç merkezli bir eleştiri anlayışı kurmaya çabalayan ve eleştirinin tırnaklarını törpülüyerek onu evcilleştiren piyasa güdümlü konjonktürün uzamı. İkincisi ise bir yandan eleştiriyi ikinciliğe mahkum ederek bilinenleri onaylayacak bir mühre çeviren, öte yandan ‘şair kartviziti’nin çekiciliğini edebiyatın eşitlik kuran ve müdahale eden gücünün yerine koymaya çabalayan şiirin kendi iç uzamı.” (295)

Özmakas’ın eleştirel yaklaşımı iki şeye meydan okumaktadır: Piyasaya ve güncel şiirin kendisine. Bu meydan okuma Şiir İçin Paralaks bağlamında kısmen gerçekleştirilememiş olsa da oldukça önemli. Belki Özmakas kitabın 2. baskısında özellikle 3. bölümde adını zikrettiği şairlerin şiirlerine dair de makaleler yazarak, bu eksikliği giderir. Özmakas’ın kitabı genel olarak şiir ve edebiyat eleştirisi ile ilgilenenlerin okuması gereken bir eser.

Utku Özmakas, Şiir İçin Paralaks, İstanbul: 160. Kilometre, 2013.

Devletten Alevilere: Ama Sizin Adınız Ne? Benim Dengemi Bozmayınız. (Selbin YILMAZ)

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından Pınar Ecevitoğlu ve Ayhan Yalçınkaya’nın birlikte kaleme aldığı ‘Aleviler Artık Burada Oturmuyor’, Dipnot Yayınevi aracılığıyla, Haziran ayının başında raflardaki yerini aldı. Bu isme aşina olanlar olabileceğinden, şu küçük teknik bilgiyi hatırlatmakta fayda var. Bu başlıkla, 2011 yılında Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı aracılığıyla, yine aynı isimler tarafından ‘Alevi Çalıştayları Nihai Raporu Üstüne Bir Değerlendirme’ kaleme alınmıştı. Bilindiği gibi, çeşitli ‘açılım’ süreçlerinde, bir ‘Alevi açılımı’ da iktidar tarafından uygulamaya konulmuştu ve düzenlenen Alevi Çalıştayları sonucunda bir ‘Nihai Rapor’ çıkıvermişti ortaya; sanki böylesine politik bir meselenin bir nihayeti olabilirmiş gibi. Kitap, tümüyle sanki bir teknisyen edasıyla bir raportör tarafından yazılan bu rapora eleştiri ve cevap niteliğinde olmakla birlikte, aslında her anlamıyla ele aldığı –siyasal, sosyolojik ve kültürel- incelikli bir Alevi sorunu tartışması yürütüyor. Bir yandan da uyarıyor: Açılırken dikkat etmekte fayda var!

Kitabın en muazzam tarafı ise, raflarda birkaç kategoriye koymak mümkünken –siyaset, sosyoloji, yeni çıkanlar, çok satanlar- aslında bir hikâyeyi anlatıyor oluşu: Alevilerin hikâyesini. Danimarkalı yazar Isak Dinesen’in de dediği gibi, “Hikâye haline getirildiklerinde ya da haklarında bir hikâye anlatıldığında bütün dertler katlanılır olur.” Burada altını çizmek istediğim nokta, bütün bir siyasal meseleyi bir dert, bir acı üzerinden okumak değil –ki bu da Aleviler örneğinde gayet meşrudur- bir hikâye anlatıcısının bir gerçekliği anlatıyor oluşudur. Dinesen’in bizi çağırdığı şeye bakın ve dolayısıyla bu kitabın da: “Hikayeden sonra görmek ve gözden geçirmek gibi bir ayrıcalığımız olacaktır ve yargı günü denen bu değilse nedir?”[1] O zaman Alevilik üzerine yargı yetimiz ne âlemde, bu kitaptan doğru bir bakalım.

Aleviliği ‘Bir’e Tamamlamak!

Kitabın ilk bölümü ‘Ön Rapor’dan Nihai Rapora Alevi Çalıştayları’ adı altında, açılım süreci içerisinde, devletle Aleviler arasında nasıl bir diyalog kurulduğunu, müzakerelerin hangi doğrultuda işlediğini inceliyor, ‘diyalog’ ve ‘müzakere’ kavramlarına mesafede durarak. Yazarlar, ‘açılım’ veya ‘süreç’ gibi son dönem siyasi moda akımlarının, aslında tam da liberal ideolojinin son dönemlerde kutsallaştırdığı bir siyaset yapma tarzı olduğunu iddia ediyorlar. Tüm bunlar da elbette ‘kardeşlik’ kisvesi adı altında yapılıyor. Ancak, diyalog, çağrıyı yapan devlet ve çağrılan ‘öteki’den menkul olduğundan, hâlihazırda var olan ‘öteki’lik ya da ayrı, yabancı olma durumları pekiştirilmiş oluyor; iki taraf arasındaki yarılma artık mutlak olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü bu çağrı, devlet kendini merkez olarak ilan ettiğinden, tamamen ideolojik bir yapı sergiliyor. Devlet, diyalog içerisinde diyalogun taraflarından biri olmaktan ziyade, tam bir demagog havasıyla siyasetini sürdürüyor; tek derdi yığınları ikna etmek olan bir demagog. Bunun için de, sorunun kendisini de, karşısındaki muhatabını da kendi belirliyor. Örneğin, Alevilerin yıllardır mücadelesini verdiği meseleler –zorunlu din dersleri, Cemevleri, Diyanet İşleri Bakanlığı, Madımak Oteli’nin müze yapılması- sadece Alevilerin kendi kuruntularıymış, kendi dertleriymiş gibi, Aleviler karşı yönde ikna edilmeye çalışılıyor; sanki devlet bu işlerin dibinde kıyısında değilmiş gibi. Zaten masanın öbür tarafında devlet değil de, Sünniler oturuyor ve sorunu Alevilik ile Sünnilik arasındaki dinsel ve sosyolojik bir meseleye indirgeyerek, asıl aktör olan devlet toplantıdan gizlice sıvışmaya bakıyor. Neden muhatabın Sünniler olduğuna tek bir yanıt verebiliyor yazarlar: Alevilerin taleplerinin bir sınırı var; o sınır da hâkim inanç grubunun çıkarlarından başkası değil.

Sorunun yeniden inşasından sonra, sorunun tarafları da yeniden inşa ediliyor. Dediğimiz gibi, Sünniler masaya çoktan davet edildi. Ama zorunlu din dersinin kaldırılması talebi yönündeki tartışmaya, Aleviler, örgütleri nezdinde hiçbir zaman çağrılmadı. Tüm bu meseleler, elbette ki, Sünni teologlara emanet edildi. İşin vahimi, Aleviler de bu yeniden inşaya boyun eğmek zorunda kaldılar ve ön raporda da belirtildiği gibi, Alevilerin artık kendilerini net bir şekilde tanımlama zamanları geldi; çünkü devlet bu çoğullukla baş edemiyor. Farklı Alevi gruplarının söyleyeceği tek tek ve dolayısıyla çeşitli şeylerden ziyade, tek bir anlatı işleri oldukça kolaylaştıracak gibi görünüyor. Çünkü tanımladıktan sonra, tahakküm altına almak daha kolay gibi görünüyor. Bu sayede devlet, ilk iş tanımlamayı başardıktan sonra, kendi kontrolü altında Aleviliği yeniden yapılandırmayı hedefliyor; hem de zamanında Sünnilik üzerinde tatbik ettiği gibi: kurumsallaştırarak.

Sonuç olarak, Alevilerin farklılıkları, aslında bir çeşitlilik bu yanıyla da çok değerli bir şey olarak görülmesi gerekirken, devlet onu ‘bir’e tamamlamak istiyor ve kendi aklının ve makuliyet alanının dışında olan her şeye yaptığı gibi, Aleviliği ‘marjinallik’, ‘belirsizlik’ ve ‘sapkınlık’ la itham ediyor. Öncelikle İslam dini altında kabul görmeyen Alevilik, daha sonrasında Türk-Sünni devlet tarafından kurumsallaştırılarak Müslümanlık çatısı altında tekrar kurulmaya çalışılıyor. Bu durumda, hangi tarafın ‘belirsiz’ olduğunu düşünmekten başka çare kalmıyor.

Alevilerin Talepleri Talep midir?

Kitabın ikinci bölümüne geçmeden Nihai Rapor’un ve raportörün belirttiği tüm şeyleri toptan reddettiklerini belirtiyor yazarlar. Bu noktadan sonra Alevilerin bugüne kadar ne talep ettiklerini, bu talepler karşısında nasıl bir tutumla karşılaştıklarını zaman zaman tarihsel ve politik, zaman zaman da teolojik bir anlatıyla tartışmaya açıyorlar. Alevilerin, en önemli taleplerinden birisi, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kaldırılması. Bu talebin ardında da sadece kendi ‘çıkarları’ yok; böylesine bir kurumun ülkedeki bütün dinleri belli bir denetime tabii tuttuğunu, Sünnilerin de bu hegemonyadan kurtulmaları gerektiğini belirtiyorlar. Elbette ki bu talep devletin belirlediği ‘makuliyet alanı’ içerisindeki alana denk düşmüyor; tamamıyla bu alanın dışında ve tartışmaya gerek hatta izin bile yok.

Devamında, zorunlu din derslerinin kaldırılması talebi meselesi geliyor. Bu dersin, her ne kadar ‘Din Kültürü’ olarak adlandırılmış olursa olsun; pratikte tam bir ‘din eğitimi’ dersi olarak işlev gördüğüne dikkat çekiliyor. Tabii ki Sünniliğin hegemonyasında bir din eğitimi. Cemevlerine ibadethane statüsü tanınması talebi de, devlet tarafından yine otoriter ve ‘Ben bilirim’ tavrıyla bastırılıyor ve camii ile cemevinin aynı statüde olması, en başından beri süregelen ‘birlik ve beraberlik’ ve ‘eşitlik’ algısına ters düştüğü için her daim reddediliyor. Bununla birlikte, Hacı Bektaş Dergâhı’nın iadesi talebi, Madımak Oteli’nin utanç müzesine dönüştürülmesi talebi, YGS’de sorulan sekiz adet Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi sorularının niteliği ve hizmet ettiği amaç, Dersim ve Dersim Kızılbaşlarıyla ilgili sorunlar ve talepler, okullardaki ve kamu kuruluşlarındaki ayrımcılığa karşı çeşitli talepler tüm inceliklerine kadar irdeleniyor. Alevilerin taleplerine dair çok geniş bir anlatıyla meseleyi gözler önüne seriyor.

Yazarlar, kitabın başından beri Alevi sorununun politik bir mesele olduğunu ve verilecek mücadelenin de tamamen politik olduğunu savunmakla beraber; kitabın son kısımlarında az da olsa teolojik denebilecek bir tartışma yürütüyorlar. Asıl meselenin bu olmadığı aşikar; ancak karşı tarafın yanlış olan ya da ideolojik olan Alevilik algısını yıkmak için; Alevilerin kim oldukları ve ne talep ettiklerinden ziyade, Aleviliğin ‘ne’ olduğuna da değinmek gerekebiliyor. Bu anlamda, bu teolojik tartışma, Alevilikle bizi daha yakına getiriyor ve belki de en baştan tanıştırıyor.

Sonuç: Özgürlüğe Yer Var mı?

Hem devletin Çalıştaylar süresindeki tutumuna bir cevap, belki de bir başkaldırı olarak okunabilecek bu kitap, Alevi sorunu üzerine pek çok konuda daha önce düşünmediğimiz, bilmediğimiz bakış açılarını da gözler önüne seriyor. Bu başkaldırı, Çalıştayların ve raporun reddiyesinden kaynaklanıyor aslında. Bu tüm kapıları kapatan ve dolayısıyla Alevileri de –devletin tabiriyle- ‘kendi sorunları’ ile başbaşa bırakan bir reddiye değil. Evet, Nihai Rapor ve Çalıştaylar sürecinde Alevileri İslam çatısı altında denetim altına almaya çalışan tutum, toptan reddediliyor; ancak, bu Alevileri örgütlemeye, daha doğrusu nerede duracaklarını göstermeye yönelik bir tutum. Yazarlar, ‘Biz Aleviler’ olarak diye söze başlarken, devleti ve onun kurucu metni anayasayı tartışmaya her zaman hazır olduklarının altını çiziyorlar. Kamusal ve siyasal alandan çekilmediklerini ve raportörün iddia ettiği gibi, Aleviliğin ‘giderek kendini sorunsallaştıran bir olgu’ olmasından ziyade gayet de toplumsal bir gerçekliğe tekabül ettiğini herkese göstermeye hazır olduklarını söylüyorlar.

Diyalog adı altında tarafları bir tartışmadan ziyade, bir yükümlülüğe, bir zorunluluğa sevk eden devlet ve daha doğrusu hükümet, Alevi sorununa bir milat biçtiğini iddia ederken, yazarlarımız uyarıyor: Milattan söz eden çarmıhını yanında taşımalı. Devlet bu yüzleşmeye hazır mı, onu bilmiyoruz. Çarmıhını yanında taşımasa, taşıyamasa bile en azından bu diyalog çağrılarında özgürlüğe de yer verse belki birkaç olumlu adım atılabilir. Fransa, Naziler tarafından işgal edildiği dört yıl boyunca, Fransız aydınlar da birer direnişçi, birer meydan okuyucu haline geldiler, uzun bir aradan sonra. Bu aydınlardan biri, şöyle tanımlıyordu hareketi: “Birlikte yediğimiz her yemeğe özgürlük de çağrılıdır. İskemle boş kalır ama o yer her zaman ayrılır.”[2] İşte, ‘süreç’ ve ‘diyalog’ adını verdiğimiz şey, tam da böyle bir mantıkla ilerlemeye başladığı zaman bir anlama kavuşacaktır. Sonunda ne olacağını hiç kimse öngöremez, çünkü süreç tam da böyle bir şeydir; önceden belirlenmediyse eğer. Özgürlük ancak böyle bir koşulda, herhangi bir akşam masadaki yerini alabilir.


[1] Arendt, H. ‘Hakikat/Doğruluk ve Siyaset’, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, 2012, s.317.
[2] Arendt, H. ‘Geçmişle Gelecek Arasındaki Uçurum’, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, 2012, s.13.

Sokaktakilerin Ellerindeki İskambil Kağıtları (Aysel SAĞIR)


Jilet Sinan, sosyolojinin de içinde olduğu bir çok alt metin sunuyor. Bu kadar değil elbette, güçlü çağrışımları var. Gönül Kıvılcım, eserinde, Panait Istrati’nin Arkadaş’nı, Kemallettin Tuğcu’nun tüm karakterlerini 21.yüzyılın kent merkezlerine taşımış dememiz abartı olmaz. Buna Tarık Dursun K’yı, kısmen Sait Faik’i de ekleyebiliriz. Yelpazeyi daha da genişletip, kent merkezlerinde kimsesiz kalmış, gençlerin ve çocukların hikayelerini yazan diğer yazarları da tabii. Ama bu kez karşımızda, film kahramanlarıyla özdeşleşmiş, yiğitlik, cesaret, onur gibi değerleri ağzından düşürmeyen saf, bıçkın kasabalı gençler yok. Onların kentlerin kuytuluklarına düştükleri anda sıkı sıkı sarıldıkları dostluk-arkadaşlık da. Açıkçası, onların bir yüzyıl sonraki halleri var. Kasaba(lar)ın koruyucu uzaklığı bu kez tamamiyle yitirilmiş. Artık ne kasaba, ne anne-baba, ne de onları anlamaya, merhamet göstermeye, görmeye müsait bir bir toplum. Kıvılcım’ın karakterleri. üzerinde durdukları kaygan bir zeminde –aslında zemin de değil- varolma mücadelesi veriyorlar.

Uzun ve ağır yolculuk

Eserinde, Deli Yunus, Kunt, Kinova, Jilet, Cingöz, Fırlama, Gül gibi karakterlerin tümüyle sokakta tanıştırıyor bize yazar. Ama bu kez tanık olduğumuz başka bir sokak. İnşaat alanlarından arta kalmış duvar dipleri, caddelerin altına döşenen beton borular, mağazaların klima çıkışları size neyi hatırlatıyor?  Sözkonusu yerleri onlarca çocuk-gencin mekan edinmesi bizi şaşırtmıyor.  “Tinerci” çocuklar bu kez de edebiyatın öznesi olarak çıkıyorlar karşımıza. Bir birinci tekil kişi anlatıyor onları bizlere. Yani baş kahraman Jilet Sinan. Ara ara da üçüncü tekil kişi giriyor araya. Jilet’le lunaparkta tanışıyoruz ilkin. O da bizi alıp, en yakın arkadaşı Kunt’a götürüyor, ardından da diğerleri geliyor. Sonra onların teker teker iç dünyalarına doğru yolculuk yapıyoruz. Ancak bu yolculuğun çok uzun olduğunu söylemekte yarar var. Uzunluğu ağırlığından. Zira Kıvılcım, edebiyatın gerçeği iyice yoğurup, rengini alabildiğine parlattığı ayrıntılarda oyalanmamıza izin vermiyor. Zaman ve mekan arasındaki mesafeyi de açmıyor. Her şey şimdiki zamanda ve mekanda yanı başımızda olup bitiyor. Ağırlığı da bu yüzde. Evden adımımızı dışarı atıp rotayı kentin diplerine çevirdiğimizde onlarla karşılaşabiliriz. Dipler derken yanlış anlaşılmasın, en geniş ve işlek caddelerin ortasında gözümüzün içine kadar giriyorlar elbette. Ama görmüyoruz yine de. Sadece bir görüntü, hatta ve hatta karmaşanın basit bir dekoru ve ayrıntısı olduklarını kim söyledi bize? Bu imajı biz mi yarattık? Düşündüklerini, hissettiklerini, hayal kurduklarını, bizim önemli bir parçamız olduklarını biliyor muyduk? Kriminalize edildikleri için tanışmaya bir türlü yanaşmadığımız, kentin öteki yüzünün insanlarının dünyasıyla tanıştıran yazar, anlattığı yaşamlara bizi de ortak ediyor.

Ötekileri de aşan ötekiler

Zira şehir, mekanlar ve olaylar çok tanıdık. Ancak uçların arası oldukça açık. Ötekileri de aşan ötekiler bu kez söz konusu olanlar. Istrati’nin, Tarık Dursun K.’nın karakterlerinin 21.yüzyılın İstanbul’daki halleri de diyebiliriz tanık olduklarımıza. Ama bu kez kayboldukları yerin öncesi ve sonrasını bilmiyorlar. Aralarındaki önemli farklardan biri olarak gösterebiliriz bunu. Şöyle ki, Kıvılcım daha doğuştan kaybettirilenleri tema olarak yerleştirmiş kitabına. Onların öykülerinden roman yapmış. Belki de, K’nın ve Istrati’nin dile getirdiği yaşamların bugüne gelmiş sosyolojik betimlemesiyle karşı karşıyayız. Kapitalizmin bugün geldiği aşamada, ötekileştirdiği ve daha da yoksullaştırdığı özneyle yani. Romanda tanık olduğumuz yaşamlar ise oldukça sert. Sert demek yetmez elbette. Sokağın adaletsizliği de diyemeyiz buna. Zira sokakta olup biten tüm olumsuzlukların, kendini korumaya almış insanların acımasızlığına ve korkaklığına bir kanıt oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dışarda sık karşılaşıp göremediğimiz ama, kitapta yakınlık kurduğumuz, Fırlama, Jilet, Kunt, Kinova, Cingöz’ün yaşadıklarına yaptığımız tanıklık da bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Gazetelerin üçüncü sayfalarının daha da genişleyip, sayfalarca drama tanıklık etmek de denilebilir buna. Ama bunun yetersiz ve eksik bir tanımlama olacak. Şöyle bir soru sorabiliriz; yapıttaki karakterler hangi yaşamları yansıtıyor?
Kunt’un, Jilet’in, Cingöz’ün, Fırlama’nın temsil ettiği kesimler olduğunu, bunun da romanın başka bir alt metni olduğunu belirtmekte yarar var. Zira tanıştığımız karakterler bizi alıp ülkenin sosyolojik tarihinde gezindiriyor; “Mecburi göçmeniz. Yerleşemiyor, sokaklara sığamıyoruz. Hayatımız bir balkondan ötekine köşe kapmaca. Vakti gelince iplerden toplanıyor, sepetlerle bayram gezilerine, günlük alışverişlere çıkarılıyoruz. Büyüklerimizin aklına şehri ziyaret düşmeyegörsün, piyango bize vuruyor. Eskişehir, İzmit, Bursa... İkinci bir emre kadar cümlemizin topu atılıyor, memleketin mutena köşelerine sürülüyoruz...”

Mademki belalılar topluyor parsayı...

Daha çok Jilet’in peşine takılarak takip ettiğimiz romanda, bir İstanbul turuna çıkıyoruz. “Kabuklarımızdan zorla çıkardılar bizi. Başımıza kaka kaka dünyanın düz değil yuvarlak olduğunu öğrettiler” diyen Jilet, şöyle devam ediyor; “Belalıydık bundan böyle. Mademki belalılar topluyordu parsayı, defterini dürecektik topunun. Av köpekleriydik. Geceleri köşelerde mazın (zengin, paralı kimse)  adam bekledik. Cüzdanı vermedi mi acımadık, apandistini aldık. Yakalanınca polis dövemeden, jiletle kolumuzu bacağımızı kestik, façamızı kendimiz attık.” Jilet’in bizimle konuşmayı kestiği noktalarda, anlatmaya başlayan üçüncü kişiyle ise biraz daha yakınlaşıyoruz olaylara. “Gül, Jilet Sinan’ı Özgürlük Meydanı’nda soğuğun ortasında bulduğu o akşamdan beri ilk kez delice korktu. Jilet’in yüzü, sırtı ve kolunun altı kadar kullandığı kelimeler de sokakta aldığı darbelerin izini taşıyordu. Sokağın cehennemi günlerinden yorgun düşen Gül’ün omuzları çöktü. Parkta yaşlı gözlerle ölümü bekleyen gazinin göğsündeki onur madalyası kir, babası vitrindeki koket bebeği alamadığı için ağlayan çocuğun melül bakışları ve sokağın delisinin kekeme cümleleri Gül’ün üstüne iğneleniyordu. Ağırlaştıkça ağırlaştı Gül. Sokakta yaşam sadece kir, pas ve açlıkla değil, şiddet ve ölümle de sırt sırta, diye düşündü. Şiddet, sokaktakilerin elinde iskambil kağıtlarıydı.”

Sokakta yaşayan ve yaşayanlarla ilgili duyduğumuz, tanık olduğumuz bölük pörçük hikayeler, bir edebiyat eseri olarak karşımıza çıkarken aynı zamanda sosyolojik gerçekliği de birebir yansıtıyor. Böylelikle de uçları bir çok esere alt yapı oluşturacak zeminlere doğru uzanıyor. Zira sokaktaki yaşamların biçimleri egemen söylem tarafından tümüyle kriminal olaylar olarak yansıtıldığından, edebiyat bunu kırarak önemli bir yalanı da açığa çıkarmış oluyor. Jilet Sinan’da ise bu fazlasıyla var.

JİLET SİNAN, Gönül Kıvılcım, Ayrıntı Yayınları

Japonya’nın Usta Kalemiyle Bugünü Kucaklamak (Şenay EROĞLU AKSOY)

Cuniçiro Tanizaki, Uzakdoğu rüzgârını yaşadığı kültüre yaslanarak, şaşırtıcı öykü kişileriyle okura taşıyor. Seçimlerini saplantıya dönüştüren başat kahramanları, gerilim yüklü bir atmosfer ışığında etkileyici kılıyor. Yazarın Poe’dan etkilenmiş olduğunu bilmekse kaleminin beslendiği damarları kavramamıza, yürüdüğü yenilikçi yolu seçerken kimlere eğilip, hangi metinlerin satır aralarında durakladığını anlamamıza yardımcı oluyor.

Tanizaki’nin beş öyküden oluşan kitabı kısa ve uzun öykülerin yan yana sunulduğu hoş bir bileşim. Kitaptaki kimi öykülerin 1900’lü yılların başlarında yazılmış olması yazarın “kalıcılık” eşiğini çoktan atladığının bir göstergesi. Çocuklar adlı öykünün de bu tarihlerde yazıldığını düşünürsek, Tanizaki’nin cesurca yeni okumalar yaptığını söyleyebiliriz. Çocukluğun güzellendiği bir edebi algılayış biçimine itiraz, bir yeniden yorumlamadır onun öyküsü. Farklı sosyal sınıflardan gelen çocukların, oyun oynarken bile kendilerine dayatılan rolleri tutkuyla sahiplenip korkusuzca açık ettiklerini gösterir. Her oyunda biraz daha acımasızlaşan zengin çocuğu, zengin çocuğa, yine onun çizdiği sınırlar içinde, kendi yöntemleriyle oyun arkadaşlığı eden seyisin oğlu, öykü anlatıcısı ve zengin çocuğun üvey ablası. - metresten olan abla- Bu üç çocuk arasında sadizmin sınırlarında oynanan oyunlar ve hepsinin de bu şaşırtıcı paylaşımdan anlam veremedikleri bir keyif alması… Çocuklar arasında geçen şiddet vurgusuyla Sineklerin Tanrısı adlı romanı anımsatsa da William Golding’e kıyasla Tanizaki metnine daha mesafeli bir yerde durmaktadır. Golding iktidar olgusunu sağlam bir önerme olarak okura iletirken, Tanizaki insanı merkeze taşıyarak, dört çocuğa da eşit mesafede durup okuru boşlukları doldurmaya çağıracaktır. Gerilimin alttan alta işlendiği öykü farklı bileşenleri de bir zenginlik olarak içinde barındırır. Malikânede canavarlaşan zengin çocuğun okuldaki silik kişiliği; ablanın erkek çocuklarla iktidar mücadelesine girişmesi; kahramanların, aralarındaki sosyal ve sınıfsal farkındalığı hiç unutmadan, çocuk dünyasında varlık göstermeye çalışmaları vb.

Kitabın en uzun öyküsü Sazende Şunkin’dir. Şişirilmiş bir egoya sahip Şunkin ve onun hizmetkârı Sasuke’nin tuhaf ilişkisidir öykü konusu edilen. Kör efendisine hastalıklı duygularla bağlanan hizmetkâr Sasuke, Şunkin’i anlayabilmek için kendi gözlerini kör edecek kadar ileri gidecektir. Tanımlanması zor, ayrıksı bir ilişkidir onların arasındaki de… Her zaman beraber olmaları, cinsel ilişkide bulunmaları, bir çocuk sahibi olmaları- ki çocuk Şunkin’in isteğiyle doğumun ardından evlatlık verilir-aynı evde yaşamalarına rağmen aralarında eşitleyici bir ilişki kurulmaz/kurulamaz. Ölüm ânına kadar efendi- hizmetkâr olarak devam eden ilişki öykü kahramanları tarafından sorgulanmaz. Okuru rahatsız eden hiçbir şey öykü kahramanlarınca fark edilmez, sorgulanmaz.

Tanizaki öyküleri çizgidışı kişiliklerin başat rollerde yer aldığı anlatılardan oluşur. Dövme yaparak yaşamını kazanan delikanlının, güzelliğine hayran olduğu genç kızın bedenini tutkuyla işlemesi, “oburlukları yüzünden bütün yıl koca bir göbekle dolaşmak zorunda kalan” Ağzının Tadını Bilenler Kulübü ve Konfüçyüs’ü bile şaşırtan kraliçe…

Tanizaki öykülerini kendi dilinde biricik yemek, müzik aleti, yöresel bebek adlarıyla zenginleştirerek okurun ilgisini artırır.

Yıllar önce yazılmış Sazende Şunkin çağının çok önünde konu seçimi ve cesur çıkışlarıyla yılları kucaklayan bir yüksekten, sapasağlam bir duruşla okuru kucaklar. Japon Edebiyatının aykırı, usta kalemi Tanizaki’ye bir de öykünün büyülü penceresinden bakmaya ne dersiniz?

Sazende Şunkin, Cuniçiro Tanizaki, Can Yayınları

Ebeveynlerimizi Affedelim (Feride Cihan GÖKTAN)

Okuduğumuz bir roman bittiğinde, hani o en son sayfayı okuyup kitabın arka kapağı üzerine düşüncelere dalıyorsanız o kitap biraz da size aittir. Bir parçası size geçmiştir; şimdi biraz daha farklısınızdır; sanki dünyayı daha iyi anlamış, biraz daha büyümüş hatta yaşlanmış gibi hissedersiniz kendinizi. Elinizdeki kitabın çok gündemde olmasıyla veya yazarının çok bilindik olmasıyla ilgili bir durum değildir bu. Hiç ismini duymadığınız bir yazar veya popüler kitap listelerinde olmayan tesadüfen elinize geçen bir kitap olabilir sizi büyüten hatta yaşlandıran.

İzmirli yazar Melih Ergen’in son kitabı Sağır Bellek’ i uçak yolculuğum sırasında okurken hava türbülansına karıştığını hissettim ruhumdaki sarsıntıların. Roman içimizden birinin öyküsü. Sıra dışı demeyeceğim tam tersine çok hayata dair. Zaten insanı çarpan, ruhundaki hava boşluklarını oluşturan sarsıntıda bu nedenle. İçimizden birilerine ait sıradan yaşam öykülerinin okuyana bu kadar geçivermesi. Hatta kitabın bir yerinde şöyle bir not düşmüşüm: “Bazen okuduklarımın derinliğine yazarın sözcükleri bile yetişememiş sadece hissediyorum,” diye… Evet, Melih Ergen’in kitabı okumaktan öte hissetmek için kaleme alınmış gibi. Yazar okuyucuya sözcüklerin daha ötesini geçiriyor… Roman kahramanı Mahmut’un babasının cenazesinden dönerken bir sürü ayrıntının içinde “ben ağlamadım” itirafıyla aslında kitabın hatta bütün bir hayatın özeti verilmiş gibi sarsılıyorsunuz. Ağlamadım, diyor roman kahramanı. Hayatın türlü acımasızlıklarına, adaletsizliğine, bir türlü akıl erdiremediğimiz gizemine en çelimsiz zayıf haliyle çaresizce karşı duran sıradan insanın hüngür hüngür, fırtına fırtına, bağıra bağıra ağlamasından bile daha sarsıcı daha dokunaklı ve daha ağlatıcı “ben ağlamadım” cümlesi. Hissediyorsunuz işte! O bir kelimeyle kocaman acımasız dünyayı hissediyorsunuz ve büyüyorsunuz hatta biraz da yaşlanıyorsunuz tabii ki…

Roman baba oğul ilişkisinin en karanlık, en kuytu köşelerinde geziniyor aslında hepimizin bildiği ama gitmekten korktuğu karanlık dehlizler. Sizi elinizden tutup görüp de görmezden geldiğiniz veya bilip de girmeye korktuğunuz belki de hiç bilmediğiniz ruhumuzun o karanlık dar sokaklarına götürüyor sizi yazar. Psikolojik derinliğin bu kadar çok hissedilmesi yazarın betimlemelerindeki ustalığının yanı sıra anlatış akışının naif ve çok samimi olması bence. Roman, 1940-1960 yılları arasında ki Türkiye cumhuriyeti Devlet Demiryolları işletmelerinin fon olarak kullanıldığı bir zaman diliminden biraz daha eskilere gidip devamında da şimdiki modern zamanların yalnızlaşmış insanlık hallerine kadar uzanan bir dönemde çeşitli olaylar zinciriyle birlikte anlatılıyor. Bütün romanın merkezinde hayat, ölüm, aşk, kuşaklar arası çatışmalar, yalnızlık ve çaresizlikler, kazanıp aslında kaybettiklerimiz kısaca insana dair her şey var. Kitap boyunca kulağınıza gelen bir de müzik sesi var. Eskilerin o içli şarkıları bir taş plakta dönüyormuş gibi.

Bu kitabı okurken bir arkadaşımın yıllarca önce söylediğini hatırladım. Şöyle demişti : “Ebeveynlerimizi affettiğimiz zaman gerçekten özgür oluruz.” Melih Ergen de işte tam bunu anlatıyor. Kırık dökük parçalanmış paralanmış hayatlarımızda affederek, affedilerek özgür olabileceğimizi. Yaşamak ölümün neresindedir dediğimizde belki de gerçekten yaşamaya başladığımızı...

Bir kitabı bitirdikten sonra arka kapağına bakıp düşüncelere dalıp gitmek istiyorsanız Melih Ergen’in bu kitabını bulup okuyunuz lütfen.

SAĞIR BELLEK, Melih Ergen, Kanguru Yayınları, 2013.

Platon’un Diyalogları (Selcan KARABULUT)

Doğal felsefe, bilim ve batı felsefesinin temellerini atan, matematikçi ve felsefi diyalog yazarı Platon düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir kuşkusuz. Felsefede yazılı geleneği başlatmış olması, eserleri günümüze kadar ulaşan ilk filozof olma özelliğini taşımasına olanak sağlamıştır. Kendi görüşlerinin yanı sıra hocası Sokrates’in düşüncelerini de yazıya aktararak hem entelektüel hem sanatsal açıdan büyük bir katkı sağlamıştır. Ayrıca, kaleme aldığı eşsiz diyaloglarla yüzyıllardır edebiyat dünyasında da etkisini sürdürmektedir.

Platon diyalogları gençlik, geçiş, olgunluk ve yaşlılık dönemleri olmak üzere dört ana bölümde incelenmektedir.

Yunan edebiyatının en seçkin eserlerinden biri olan Phaidon düşünürün geçiş döneminde kaleme aldığı oldukça önemli bir diyalogdur. Hem doğada hem de sosyal hayatta mutlak ve değişmez olanı irdelemiş olan Platon, geçiş dönemi çalışmalarında ahlakçı ve toplumsal incelemeleri için sofist öğretiyi temel almıştır genel olarak. Onların hazza dayanan hayat görüşlerinin karşına da hocası Sokrates’in “iyi” kavramı ile çıkmıştır.

Ruhun ölümsüzlüğü üzerine yazılmış olan Phaidon, ruhun duyuüstü olma özelliği ve ebediliği üzerine söyleşiler içerir. Eserde iletilmek istenen asıl düşünce elde edilen bilgilerin bir anımsama olduğudur. Ayrıca Platon’un idealar öğretisini geliştirdiği diyalog olma özelliğini de taşımaktadır. Diyalog bir tiyatro sahnesinin sergilenmesi gibi şekillenir. Ölmek üzere olan Sokrates ruhun ölümsüzlüğüne gerçekten inandığı için mutlu bir insan portresi çizer. Bedensel özellikler yok olup gitse de ruh asla yok olmaz. Bu nedenle insan, ruhunu ölümsüz şeylerle doldurmalıdır. Ruhu ölümsüzlükle doldurmanın tek yolu ise iyi bir insan olmaktan geçer. Bedensel hazlardan uzak durup ruhsal hazlara yönelen kişiler iyi olarak nitelendirilmişlerdir ve dolayısıyla onların ölümden korkmalarına gerek yoktur.

Yeri oldukça tartışmalı olan diğer önemli bir diyalog da “Şölen”dir. Çoğu yorumcuya göre bir geçiş eseri, bir grup yorumcuya göre ise olgunluk dönemine ait bir eser olarak nitelenen Şölen’in konusu aşktır. Aşka övgü dolu söyleşiler içeren bu eser, düşünürün en verimli çağında kaleme aldığı, felsefe ile edebiyatı bir araya getirdiği bir başyapıt niteliğindedir adeta. Eros’un dolayısıyla aşkın doğuşu, amacı ve doğası ele alınmaktadır. Bu aşk dört büyük aşk teorisinden biri olan Sokratik/ Platonik aşktır. Birebir çevrildiğinde “birlikte içme” anlamına gelen Symposion, fikir tartışmalarının yapıldığı, ilahi ve şiirlerin okunduğu manevi bir şölendir. Ayrıca Eski Yunan kültürüne ait kavramları içermesi açısından da oldukça önemlidir bu diyalog.

Philebos’da ise Platon’un hayatı boyunca üzerinde önemle durduğu bir konu olan “iyi hayat nedir?” düşüncesi son kez ve oldukça ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir. Bu eser düşünürün doğa meselelerini de ele alarak yeni bir dünya görüşüne ulaşmaya çalıştığı ve daha gerçekçi görüşlere sahip olduğu yaşlılık dönemine aittir. Bu diyalogda Protagoras, Gorgias ve Phadion’da ele almış olduğu hazcılık konusunu da tekrar tartışmaktadır. Daha doğrusu hazzın iyi yaşamdaki yerini belirleme çabasındadır. Ona göre haz, sadece fiziksel eksikliklerin giderilmesi değildir aynı zamanda ruhu zenginleştiren ve entelektüel açıdan yetkinlik sağlayan manevi bir olgudur.

Hocası Sokrates’in fikirlerine olan bağlılığını eserlerinde hissettirmiş olan Platon, felsefesini sürekli geliştirmiş ve olgunlaştırmış bir filozoftur. Phaidon, Philebos ve Şölen de onun Sokratesçi dönemini yansıtan en temel metinlerindendir. Bu üç eser eski Yunanca aslından,“Classical Loeb Library” edisyonları baz alınarak, Furkan Akder’in çevirisiyle okuyucusuyla yeniden buluşuyor. Phaidon, Philebos ve Şölen’in yanı sıra Platon Bütün Yapıtları dizisinde düşünürün diğer diyalogları; Mektuplar, Kriton, Ion, Alkibiades I-II, Euthyphron, Küçük Hippias, Meneksenos, Gorgias, Sokrates’in Savunması, Devlet Adamı, Menon, Sofist ve Lakhes de bulunuyor. Prof. Dr. Ahmet Cevizci tarafından yayıma hazırlanan bu eserler günümüz insanının fikirlerine ışık tutmaya devam ediyor.

Phaidon, Philebos, Şölen/ Platon/ Çev: Furkan Akderin/ Say Yayınları

Biyografik Romandan Daha Fazla (Bora ERDAĞI)

Sinema tarihi ve eleştirisi alanında yıllardır fikir üreten bir yazar Zahit Atam. Onu, okurlar Görüntü dergisinden Yeni İnsan Yeni Sinema’ya, Modern Zamanlar’dan Birgün’e değin birçok dergi ve gazete yazısından tanıyor. İlk kitabı Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması (2011) yayımlanmasından kısa bir süre sonra tükendi ve genişletilmiş II. Baskısı bekleniyor. Atam’ın sinema yazıları Türkiye’nin politik ve güncel gerçekliğini dikkate aldığı için sosyal medyada Atam hakkında olumlu ve olumsuz çok sayıda “entry” bulunuyor.

Atam’ın bu günlerde üç ciltlik yeni kitabı okurlarla buluştu: Türkiyenin Ruhu: Direnmenin Trajedisi- I, II, III. Direnmenin Trajedisi’nde Atam okurlarına öncelikle roman çerçevesine sıkışmış bir (oto)biyografi sunuyor. Bu (oto)biyografinin kahramanı, son yıllarda Birgün gazetesindeki makalelerinde de Atam’ın sık sık gündeme getirdiği ve tartıştığı isim Yılmaz Pütün, nam-ı diğer Yılmaz Güney. Atam, Güney’in biyografisini “Türkiye’nin Ruhu”nu deşifre eden bir aydınlık olarak görüyor. Bu yüzden hem Güney’i hem de Türkiye Ruhu’nu direnmenin epik doğası ile yeniden okunabilir hale getiriyor. Elbette Güney hakkında şimdiye değin yayınlanmış az da olsa birçok yapıt bulunuyor. Bu yapıtların sahipleri arasında Atilla Dorsay, Avni Bektaş, Turan Feyzioğlu, M. Şehmus Güzel, Ağah Özgüç, Hasan Dönmez, Mahmut Baksi, Ahmet Boğa, Ahmet Kahraman, Hasan Kıyafet ve başkaca birkaçını saymak mümkün. Bu yazarların büyük çoğunluğu ya doğrudan Güney ile ilgili kendi izlenimlerini, anılarını ya da onun sineması üzerine değerlendirmelerini serimliyorlar. Dolayısıyla Atam’ın çalışması önemli bir açıdan bu yazarların çalışmalarından farklılaşıyor. Bu fark, Atam’ın biyografik notlarla Güney’in sinemasal değerlendirmelerinin altında yatan fikirsel bağları ortaya çıkarması ile, deyim yerindeyse tek bir bedende eritmesiyle olgunlaşıyor.

Direnmenin Trajedisi’nde Güney kendi hayatını kendisi anlatıyor fakat her ne kadar anlatıcı Güney olsa da, anlatıcı gerçek Güney değil, gerçeğin bir similasyonu. Bu yüzden roman bir biyografi romanı, aksi olsaydı otobiyografik bir eserden söz edebilirdik. Roman kahramanı olarak Güney hem kendi yaşamını dile getiriyor hem de yaşamının anlarına sıkışmış “Türkiye Ruhu”nun sinemasıyla ilişkisini. Böylece Atam, Güney üzerinden epik bir roman denemesine girişiyor. Bir yandan herkes ve her şey gerçek yine aynı şeyler başka bir açıdan romansal hakikatin parçası. Belki okurlar tam bu yüzden Atam’ın “deneme”ye ya da “yaşam-anlatısı”na yaslandığı yoğun monologlarında, Güney ile özdeşleşmiş başka bir anlatıcıyla karşı karşıya kaldıklarını düşünebilirler. Bunda pek haksız sayılmazlar, fakat burada bir acil çıkış kapısı bulunmaktadır: Direnmenin Trajedisi bir roman. Dolayısıyla Güney’in azlığı ya da fazlalığı tamamen Atam’ın sanatının ölçüsüne ait. Monologlardaki didaktik anlatının ağırlaştığı bölümler, Güney’in gündelik hayatı sanki tamamen bilinçli bir şekilde yaşıyormuş gibi anlatığı kısımlar, direnişin trajikleşmesinin doğrudan Türkiye Ruhu kurgusuymuş gibi olduğu ayrıntılar okur açısından kantarın topuzunun kaçtığı şeklinde yorumlanabilir. Fakat yine de bütün bunlar ifade edilmeden Güney ve sineması nasıl anlaşılabilir ki? Örnek vererek bu kastımı açıklamaya çalışalım:

“Bu düşüncelerle daldığım yerden kalktım, yorgunum şimdi, bir bardak çaya uzandım, Yılmaz biraz köyüne dönsen iyi edersin, kitlen de ve kentin de yerin dibine batsın, yordu seni, onun üzerine düşünmeye ara ver ki zihninin derinliklerinden yeni, fark etmediğin imgeler geldiğinde yeniden düşünesin, hakikat yalnızca yeni şeyleri düşünmekle ve icat etmekle olmaz, biraz da eskinin ve gizli kalanın zihnine gelip bütünüyle gözüne yeni bir biçimde görünmesiyle olur, kendini dinlemek için kendinin konuşmasına izin verecek, bekleyecek sabrın da olmalı, dinlenmek istiyorsan Halil’in Remzi’nin köyüne marş marş!” (s. 178).

Bu alıntının hemen öncesinde Güney, kalabalık ve birey arasındaki varoluşsal kaygılara dair uzunca bir tartışma ve çözümleme yapıyor. Nihayetinde kendisini alıntıdaki gibi teselli ediyor. Aslında teselli ettiği söylenemez, bir noktaya gelip arayışı için yeni bir es veriyor, çünkü bu çözümleme bir ders olarak sonlanıyor:

“Sözün varsa söylemenin yolunu da, üslubunu da öğrenmelisin, nasıl dert ortağı kıymetliyse, ortak dertleri anlatmak da hüner ister, en ortak olanda en ayrıksı karakteri birleştirirsen gerisini gayrı düşünme.” (s. 178).

Güney’in Direnmenin Trajedisi’nde sürekli olarak bu şekilde kendiyle, toplumla, sinemayla didişmesi bir yerden sonra romanın kahramanına hiçbir hareket imkanı bırakmıyor. Güney’in “kendimle konuşmalar” tadında bir anlatısına dönüyor. Açıkçası bu edebi bir sanat olarak romanın giderek niteliğini kaybetmesine ama Güney’in gözünden bir Türkiye Ruhu anlatısı olarak ise başka bir anlamda değer kazanmasına yol açıyor. Enis Batur Nedim Gürsel’e Boğazkesen romanında tarihsel hakikatlere sadık kalacaksın diye tarih yazmışsın, Yalçın Küçük’e de 21 Yaşında Bir Çocuk Fatih tarih kitabında dilsel anlatıya çok yaslanması nedeniyle roman yazmışsın der. Belki okurda Atam’a bu minval üzerinden itiraz edebilir, fakat haksız çıkar, çünkü Direnmenin Trajedisi biyografi roman. Bu yüzden hem Gürsel’in hem de Küçük’ün hassasiyetini içeriyor.

Direnmenin Trajedisi’nin üslubunu açıklayalım derken Güney’i gözardı etmiş olduk. Aslında romanın edebi değeri bir yana konacaksa, ortaya çıkan Güney profili gerçekten direnmenin, isyanın, kendini yaratmanın bir hikâyesi. Atam yoksulluktan, yokluktan, bilgisizlikten, aşağılanma ve ötelenmeden yavaş yavaş varoluşsal olarak bir benlik, kişilik olarak Güney’in nasıl olgunlaştığını net olarak ortaya koyuyor. Güney’in temas kurduğu kişiler, bu kişilerin zamanın ruhuna rağmen Güney ile kurduğu bağlar net olarak çiziliyor. Halit Refiğ’ten Ömer Lütfi Akad’a, Tuncel Kurtiz’den Halil Ergün’e, Orhan Hançerlioğlu’ndan Onat Kutlar’a Türkiye Ruhunun altmışlar, yetmişler ikliminde kimler varsa, hepsi Güney’in anlatısında canlı birer kişilik olarak cisimleşiyor. Çünkü Güney çatlağını arayan su gibi sürekli bireysel ve toplumsal çelişkilerin üzerine gidiyor. İnsanlardaki bireysel varoluşun yüzlerine; rahatlığa, kibre, budalalılığa, çalışkanlığa, teslimiyete, budalalığa önem vermiyor, aksine adaletsizliği, kötülüğü değiştirmek istemelerini önemsiyor ve onların dertlerinin peşindeyken kuracakları kolektif başkaldırının kendisini önemsiyor ve teşvik ediyor. Böylece kişileri değil, kişilerin toplumsal varoluşunu mahkum ederek dostluklar geliştiriyor ya da düşmanlık kazanıyor. Atam’ın Güney anlatısı bu duruşun oldukça gerçekçi ve tutarlı sunumuna sahip.

“Şimdi işi rast giden herkes bir yabancı gibi geçiyor yanımdan, sanki beni unutmuş ve varlığım yokluğa dönüşmüş gibi, hiç aldırış etmeden, kayıtsız bakışlarla geçiyorlar yanımdan, bazıları yolunu değiştiriyor, bazıları buna bile lüzum duymuyor, sözümüzün kıymeti az. Diyorum ki ne oluyor bu soğuk bakışlar diye kendime, çünkü sorarsam, onların soğukluğuyla kibirleri arasında kaybolan hallerindeki suçluluk yarasını kanatmış olurum daha da kötü olur.” (s. 327).

Atam, Yılmaz Güney ve Türkiye tarihi meraklısı okurlar için üç ciltlik anlatı boyunca okuru hem kendisiyle yüzleşmeye hem de Türkiye Ruhunun bazı derin hastalıklarından kurtulmanın yolunu arıyor. Güney bağlamında yeniden Türkiye’yi tartışmak açısından mutlaka okunmalı.

Zahit Atam, Türkiyenin Ruhu: Direnmenin Trajedisi- I, II, III, İstanbul: Cadde Yayınları, 2013.

Sosyolojinin Postmodern Tercümanı: Zygmunt Bauman (Halil TÜRKDEN)


“Kısıtlananlar olduğu sürece özgürlük iktidardır.”

Türkiye’de yapılan akademik çevirilerden belki en önemli katkılardan birini aldığımız Bauman kitaplarından bir yenisi Ayrıntı Yayınları aracılığıyla ve Zülküf Kara’nın derlemesiyle okuyucularla buluştu. Zygmunt Bauman isminin modernlik ve post-modernlik alanında yaptığı analizler ve Türkiye’deki sosyal bilimlerin gidişatı açısından önemli bir öneme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bauman’ın “bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gereklidir” sözüyle yola çıkan Ayrıntı Yayınları’nın şu ana kadarki sekiz adet Bauman çevirisinin yanı sıra, Zülküf Kara’nın derlediği ve Bauman üzerine Türkiye’de yazılan ilk kitap olma niteliğiyle “Bauman Sosyolojisi” de okuyucularla buluştu.

Kitap hakkında konuşmaya başlamadan önce, Türkiye’deki sosyoloji biliminin önemli isimlerinin kaleme aldığı metinlerin derleme kuram kitaplarında yapılan en önemli hatalardan biri olan “düşünür hakkında aynı şeyler söyleyen, birbirini tamamıyla destekleyen, kopuk ve dağınık derleme metinleri” olmadığını hatırlatmak gerekir. Tam aksine birbirini tamamlayan ve Bauman sosyolojisi üzerine oldukça toparlayıcı bir kaynak olduğunu belirtmek gerekir.

Aslında, Bauman’ın düşünsel rotası ve sosyolojik dehasının tek bir teorik yönelime sahip olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda, böyle bir kitap derlemenin özel bir titizlik gerektirdiğini daha iyi anlayabiliriz. Farklı ekoller ve okullar çevresinde dolanması, onların arasındaki duvarlara olan tepkisi bir bakıma Bauman’ın kuramsal rotasının izini sürmeyi de zor bir maslahat haline getiriyor. Fakat, bu bile Bauman okumanın önemli getirilerinden biri olabilir. Kuramsal alandaki geçirgenliğinin yanı sıra, sosyoloji biliminin metodu hakkında da daha saydam çizgilere sahip olunması gerektiğini belirten Bauman’ın argümanları kitap genelinde bu doğrultuda sunuluyor.

Kitabın girişindeki ilk metin olan Zülküf Kara’nın “Bauman’ın İzinde” yazısında Bauman’ın hangi kuramsal, düşünsel ve entelektüel menşelerden beslendiğini görebiliriz. Bu yazı, sosyoloji bilimiyle uğraşmayan veya Bauman’ı tanımayan bir okuyucunun Bauman hakkında bir kitap okumak için ihtiyacı olan çok yerinde bir giriş metni olmuştur. Bauman’ın düşünsel yolculuğunda Marx’tan Habermas’a, Camus’dan Gramsci’ye ve Foucault’dan Levinas’a nasıl bir etkileşim içinde ilerlediği bu metin sayesinde kavranabilir. Kısacası, bu giriş metni aracılığıyla okuyucu Bauman sosyolojisinin ana hatların çıkarabilir ve kitabın tamamına kuş bakışı bir açıdan bakma şansı yakalayabilir.

Kitabın devamında, Sıtkı Karadeniz’in modernite ve postmodernite ekseninde Bauman’ın sosyolojisini çözümlediğini görüyoruz. Bauman’ın “Sosyolojik Düşünmek” kitabı üzerinden ilerleyen bu metinde, Bauman’ın sosyolojiyi gömen bir postmodernitenin dilinden konuşarak sosyolojiden nasıl vazgeçilemeyeceğini gösterdiğini görmek mümkün. Vazgeçmekten öte, endüstrileşmiş modern toplumun bilimi olarak bilinen sosyolojiden postmodern bir sosyoloji yaratma çabası içinde oluşu hayranlık uyandırıcıdır.

Bu derlemenin en önemli metinlerinden biri olarak Musa Öztürk’ün “Tüketici Ayartma ya da Yoksullaşarak Tüketme” yazısı da ele alınabilir. Sosyolojinin kuramsal penceresine yastığını yerleştiren yazar öncelikle küreselleşme ve onun sonucunda ortaya çıkan yoksullaşma problemine odaklanıyor. Bunu yaparken de Bauman’ın çalışma etiği ve tüketim argümanlarını tartışan yazar dünyadaki tüm ekonomik sömürüler kapsamında özellikle de gelir dağılımındaki adaletsizliğin aslında nasıl da iyi bir düelloya davet aracı olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Dünya iki sınıf insandan oluşmaktadır: tokluktan uyuyamayanlar ve açların korkusundan uyuyamayanlar.”
Kitabın yine önemli vurgularından biri olarak gördüğüm ve Bauman sosyolojisinin en önemli sorunsallarından biri olan “etik”, dört ayrı yazı üzerinden analiz ediliyor. Bu yazıların aşktan dinlere, gündelik yaşantıdan ahlak kavramına kadar geniş bir yelpazede Bauman’ı  yaşamlarımıza konuk ettiğini görüyoruz.

Belki de Türkiye örneklerinin Bauman yaklaşımıyla en sağlıklı ele alındığı bölüm olan Holocaust bölümünde Güney Çeğin Dersim’de devletin uygulamış olduğu trajik toplumsal ve askeri baskıyı “Türdeşleşme Projesinin Müphem Cüzü: Dersim, Devlet Raporları ve Kartografik Şiddet” başlığı altında ele alıyor.

Bauman’ı sosyolojiyle uğraşan ve sosyoloji eğitimi almamış okuyucular için aynı nesnellikle anlamaya ve anlatmaya odaklı bir derleme ile karşımıza çıkan “Bauman Sosyolojisi” bir kuramsal portrenin çok ötesinde bir kitap. Kuramsal ve metodolojik anlamda bu kadar saydam bir düşünselliğe sahip bir teorisyen hakkında yazılması ve yazarları birbirinden farklı yaklaşımları olmasına karşın, kitabın derli toplu bir derleme olarak okuyucularıyla buluştuğunu belirtmek gerekir.

Bauman Sosyolojisi, Der. Zülküf Kara, Ayrıntı Yayınları

‘Özgürleşmek, vicdan-gerçeklik dengesini bulabilmektir’ (Ömer F. Oyal ile Söyleşi: Aysel SAĞIR)

Bireye sunduğu yaşam alternatiflerinin görece ferahlığının yanı sıra, aynı bireyi kıskaç içine alan modern dünyanın çıkmazlarından sesleniyor Ferahlık Anına Övgü. Ömer F. Oyal, kitabında, tasavvuf yaşamının bireyleriyle, modern dünyanın sanatla içli dışlı bireylerini yan yana getiriyor. Bir çok karakterle birlikte, Tamer ve Kerem’in ana karakterler olarak öne çıktığı kitapta, olay örgüsü de bu iki karakterin temsil ettiği dünyaların karşılaşması olarak gelişiyor. Ancak, söz konusu iki uç yaşam(lar)ı karşımıza çıkaran Oyal, uçları birleştiriyor. Tamer ve Kerem aracılığıyla bireyin derinliklerinde, bilinçaltında, bilinç dışında geziniyor. İçinde yaşadığımız çağın ‘sahte’ alternatifleriyle birlikte kendimizle yüzleşme çağrısında bulunuyor adeta. Peki neden iki ayrı uç, iki ayrı alternatif? Yanıtların ucu açık. Ama bir de kitabın yazarı Ömer F. Oyal’dan dinleyelim. 

-Romanınız, tekke, efendi, şeyh, mürid gibi kavram, mekan ve ilişkiler etrafında şekilleniyor. Hatta okuyucuda, bu ilişkilerin estetize edildiği duygusu bile uyanıyor. Tüm bunları, günümüz bireyinin çıkışızlığına bir alternatif gibi mi algılamalıyız? 

Bana kalırsa sorun bireyin “çıkışı” ya da “çıkışsızlığı” değil, dert sahibi olup derdi neyse onun peşinden sonuna kadar gidebilme kararlılığında. Günümüz insanı daha fazla birey, din, inanç vb. toplumsal kabullerin, cemaat dayatmalarının dışında nefes alabilme imkanı var. Ama her şeyin olduğu gibi serbestliğin de bedeli var. Hayata ve topluma, yaşamaya anlam katan inanç sistemlerinin artık o kadar da güvenilir olmayışı kişiyi anlamsızlıkla, yabancılaşmayla karşı karşıya bırakıyor. Yani değer sorunuyla. Diyelim binli yıllarda değerler bunalımı, bireyin çıkışsızlığı gibi meseleler yoktu ama karşılığında özgürlük de yoktu. Agustinus'un yazılarında da, her türden heretikte, tasavvufta salt cemaat kurallarına ve güncel dini kurallara uyumunun işin özü olmadığına dair sayısız tartışma o zamanlar da vardı.

Romanınıza gelirsek... 

Kitaba gelirsek, tasavvuf mesellerine mutasavvıfların yaşamlarını anlatan metinlere ve dahi tasavvuf müziğine hep ilgi duymuşumdur. Bu hikayeler soyutun ve gerilimlerin basit öykülerle analtımı anlaşılması çabası olarak bana hep ilginç geldiler. Açıkçası pek çok kişi tarafından cahillikle suçlansa da gelenek budala değildir. Kendi ruh dünyası ve fikir dünyası vardır. Romanım bir tekke ile karşılaşmayı anlatıyor ama bir hidayet romanı değil. Bir karşılaşma romanı. Bu anlamda alternatif de önermiyor. Sadece iki dünyanın karşılaşması ve birbini anlayamadan teğet geçip gidişini anlatıyor. Bu anlamda şimdilerde edebiyatımızda moda olduğu gibi epey gecikmiş ve “new age” tarzında bir tasavvuf güzellemesi değil.

Bir tarafta değer yitimi içindeki karakterler, öbür yanda, tekke çevresinde yaşama karşı bir sorumluluk bir yüzleşme çabası... 

İnanç, hayata bir değerler dizgesiyle bakmaktır. Bu her tür dünya görüşü için de geçerli. Ama dinde eğer bir Tanrı tarafından sürekli denetlendiğinize, yapıp ettiğinizin sürekli hesaba vurulduğuna inanıyorsanız o taktirde sorumluluk ve yüzleşme daha vahim ve canhıraş bir hal alır. İnancı ne kadar ciddiye alırsanız kendinizi o kadar fazla didiklersiniz. Bu anlamda ortalama bir dindar inanır ama böyle değil. O, yasayı uygular o kadar. Ama tasavvuf yasanın ötesine gönderme yapar o nedenle de kişiyi kendiyle yüzleşmeye ve sorumluluğa davet eder. Bu yüzden bitip tükenmez bir sorumluluk ve yüzleşmeyle karşı karşıya kalınır. Sonsuz bir kendini didikleme yani.

Tamer Rönesans hayranı bir ressam. Ama para kazanmak için bir tekkede duvar yazısı işi alıyor... 
Hiçbir ilgisi yok. Dinsel mekanlar ve tekkeler hep var ve bunların içi hep süsleniyor. Bu da bir iş kolu. Tabi önemli, tarihi değere sahip camiler çok daha uzman ve yüksek okul mezunu ekipler tarafından onarılıyor. Söylediğiniz gibi sırf zaruretten alınan bir iş söz konusu. Para kazanmak için çoğu kez değer yargılarımızın dışındaki sorunlarla karşı karşıya geliriz. Mesela romandaki Tamer daha önce bir belediye projesi olarak duvar süslemiş, bir de barın duvarlarına resim yapmıştı. Tamer'in sorunu estetik olarak da bambaşka bir dünyayla karşılaşması. Örneğin bir kulüp duvarına New York resmi yapmak, ya da koca bir duvara ağaçlar ve insan figürleri yapmak, estetiğe dair tutkuları olan bir ressam için ne kadar düşkün bir durum olsa da aynı dünyaya aitler. Tekke tezhibi ise bambaşka bir resim ve estetik anlayışı temsil ediyor. Tamer öncelikle kendi resim tutkusu bağlamında o tutkuyu anlamsızlaştıran bir bağlamla karşılaştığı için sarsılıyor.

Kitabınızda, tekke yaşamı ve diğer ibadethaneler öne çıkıyor. Bunda, sosyal yaşamda iktidarın hakim kılmaya çalıştığı dinsel mekanlarla ilgisini düşünebilir miyiz? 

Hayır, hiç düşünmedim. Aklıma bile gelmedi. Bunun herhangi bir iktidarla ilişkili bir sorun olduğunu düşünmüyorum. İslam da, tasavvuf da bu ülkenin geleneği. Kuşkusuz gelenekten bihaber yaşamak mümkün. Yaşanıyor da. Hiç unutamadığım şeylerden birisi bir arkadaşımın Türkiye'deki Müslümanların çoğunluğunun Hanefi olduğunu bilmediğini anladığımdaki şaşkınlığımdır... Düşünmek tarihin baştan gözden geçirilmesi olduğu gibi ister istemez dahil olduğumuz geleneğin de anlaşılmasını gerektirir. Zira tüm bu tekke yaşamının, sembollerin, anlatıların, hatta ayinlerde okunan ilahilerin altında insanın evrensel değer ve anlam sorunları bulunur. Bu arada tabii ki söz konusu insansa, riyâdan hemen hiçbir topluluk azade değil.

Kafka’da da, Proust’ta da pek çok yazarda da mevcut ebeveyn izleğini sizin kitabınızda da görüyoruz. Tamer'in otorite altında büyümüş ve bu yüzünden kendi olamamış bir birey olduğunu söyleyebilir miyiz?Öncelikle bu “kendi olmak” nitelemesi sanki kişinin tüm ailevi, toplumsal “habitus”tan önce verili bir özü olduğu gibi göndermede bulunuyor. İslami tabirle fıtratı. Haliyle böyle bir şey yok. Hatta kişiliğimiz tüm bu “habitus” ile birlikte kişilik oluyor. Dünya ile birlikte yani. Bu anlamda “kendi olamamak” diye bir şey söz konusu değil. Zaten tüm bunlarla birlikte kendimiz oluyoruz. Otorite altında da büyüsem, aşırı serbestlikle de, cezaevinde de büyüsem kendim olacağım. Bireyin dünyadan korunup saklanması gereken bir özü yoktur. Elbette ki öncelikle ailemizle karşılaşıyoruz. Ailemiz tarafından büyütülüyoruz ve bu kişiliğimizi derin biçimde etkiliyor. Kendisiyle yüzleşen ailesiyle de, toplumla da yüzleşmek durumundadır. Oluşmuş bir kişiliğimiz var ama bunun yanında düşünme ve karar verme özgürlüğümüz de var. İnsan zaten bu özgürlük demek.

Son olarak, suç ve vicdanla ilgili ilgili neler söyleyebilirsiniz? Özellikle içinde yaşadığımız toplum söz konusu olduğunda. 

Vicdan sessizdir. Kendini savunmak anlamında bile sessiz. Tıpkı ahlak gibi kişinin kendisiyle baş başa olduğunda kararıyla baş başa olduğunda gerçekleşir. Başkalarının gözü önünde doğru bir şey yapıyorsanız bu toplumsal havaya riayet ettiğinizden başka bir anlama gelmeyebilir. Önemli olan kimse sizi görmüyorken vicdanın sesine uyabilmek. Tabii ki pek çoklarının da işitebilecekleri bir ses yok. Bu başka bir konu. Suç dediğimizde bununla alakalı düşünüyoruz. Toplumca, çevremizce suç olarak algılanmayan bir düşünceyi bile vicdanınız bir suç haline getirebilir. Onu sadece kendiniz biliyorsunuzdur ve başkasının hayatına bir etkisi de olmamıştır ama içinizde büyür. Bazen de gereksizce büyür. Bu elbette salt dinle ilgili değil. Mesela solcusunuz ve üç kuruş birikimimizi özelleştirilen bir kamu işletmesi hisselerinde değerlendiriyorsunuz. Bu durumda ya “hayatın gerçekleri” diyebilirsiniz ki, dünyanın ezici çoğunluğu böyle diyecektir ya da vicdanınızla cebelleşeceksiniz. Değer yargınıza bağlı vicdan bunu suç olarak görecektir. Özgürleşme çabası vicdan ile gerçeklik arasında bir denge kurabilmekte. Yoksa aşırı hassaslaşmış vicdan kişiyi tüketir. Kitaptaki ferahlamanın anlamı da bununla ilişkili zaten.