Demokrasinin Gizlediği Diktatörlük (Ergin YILDIZOĞLU)


Francis Fukuyama, yatırım bankası Merril Lynch’in, 1990’lerde Küreselleşme üzerine düzenlediği bir toplantıda konuşurken, Amerika’nın en gelişmiş kapitalist ülke olmasından hareketle, modelinin her yerde benimsenmesinin kopyalanmasının mantıken uygun olduğunu savunuyordu. Bu saptamadan hareketle bugün kapitalist/parlamenter demokrasinin en gelişmiş biçiminin de Amerika’da olduğunu varsayabiliriz.

Öyleyse, Marx’ın “bir türü anlamak için en gelişmiş örneğine bakmak gerekir” uyarısından hareketle, kapitalist/parlamenter demokrasiyi anlayabilmek için Amerika’daki örneğine bakmayı deneyebiliriz.

Bu konuda,  Anayasa Profesörü Michael Glennon’un, geçtiğimiz aylarda yayımlanan, Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet başlıklı kitabı bize yardımcı olabilir. Glennon Amerikan devletine kadro yetiştiren okullardan birinde çalışıyor olmanın ötesinde, on yıllardır Washington’da Senato-Meclis Komisyonlarına, her iki partiden senatörlere danışmanlık yapan, Financial Times’ın deyimiyle “içerden” biri. Glennon’un ayrıntılı, akademik açıdan mükemmel kitabı, ilk kez içerden birinin elinden liberal demokrasinin üzerindeki “seçimlerle gelen halkın temsilcileri” örtüsünü kaldırarak özünü görmemize olanak veriyor.

Glennon, Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor. Senato komisyonlarına seçilen “politikacıların”  hemen hepsinin daha önce bu güvenlik aparatında çalışmış ya da bu aparatla çalışmış insanlardan oluşuyor olması da bu yapılanmanın bir başka özelliği.

Dahası Glennon’un esas kalkış noktası, İngiltere devleti üzerine 19. Yüzyılda, bir Anayasa uzmanı olan Walter Bagehot tarafından yapılmış bir çalışma. Bu çalışma İngiltere bağlamında, Glennon da Amerika özelinde, aslında biri ötekini gizleyen, biri göstermelik diğeri gizlenen esas, iki hükümetin (yönetimin) olduğunu ortaya koyuyor. Bunlardan biri halkın ilgisini üzerinde tutuyor, kamuoyunu oyalıyor, şekillendiriyor, kendi seçtiği temsilcileri tarafından yönetildiğine ikna ediyor. Bu sırada tüm önemli kararlar, halkın gözünden uzak; Anayasal kısıtlamalardan yalıtılmış; yalnızca kendi içinde, kendisi tarafından denetleneni kendi içinde hesap veren bir güvenlik bürokrasisi tarafından alınıyor.

Glennon, bu durumu gizlemeye yetecek kadar istisnanın da her zaman söz konusu olduğunu, bu konunun asla ihmal edilmediğini de vurguluyor.

Kararlar, yasa taslakları bu aparatın uzmanları tarafından formüle ediliyor, bu uzmanlarla birlikte çalışan komisyonlarda elden geçiyor; Başkanın, yasamanın önüne geliyor. Glennon “hiçbir başkan Ulusal Güvenlik konseyinde yapılan önerileri göz ardı edemez”, “kulağına fısıldanan öneriyi geri çeviremez, CIA her istediğini her zaman alır” diyor. Bu yüzden hükümetler geliyor ve gidiyor, güvenlik politikaları değişmiyor. Örneğin Bush’tan Obama’ya ulusal güvenlik konusunda tam bir süreklilik ve aynı eğilim üzerinde gelişme gözleniyor. Obama seçim kampanyasında Bush’un dış politikasını, iç güvenlik, izleme gözleme dinleme pratiklerini sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçildikten sonra bu uygulamalara devam etmekle kalmadı bunları daha da geliştirdi, güçlendirdi.

Glennon İngiltere’de, burası en ileri kapitalist ülkeyken, hegemonyasının zirvesindeyken gözlemlenmiş bu gizli yönetimin, esas devlet-iş yapan devlet yapısının, Amerikan devletinde de, II. Dünya savaşından sonra, ABD hegemonyası kurulurken, Truman döneminde oluşmaya başladığını anlatıyor. Glennon’un bu oluşma sürecine ilişkin anlattıkları, sürecin bir komplo biçiminde değil, devleti oluşturan güvenlik ağının karşısına gelen gereksinimlere verdiği tepkilerden, iç ve dış tehlike, risk algısından kaynaklandığını gösteriyor. Kısacası karşımızdaki, kapitalist sınıf-kapitalist ekonomi-hegemonya süreci gibi parametrelerin altında şekillenen yapısal, adeta kendiliğinden bir süreç.

Truman dâhil, her iki partiden birçok temsilci, senatör, “başımıza polis devleti gelecek”, CIA- FBI “gestapo olacak”, Pentagon “Alman genelkurmayına benzemeye başladı” gibi ifadelerle kaygılarını dile getiriyorlar ama gelişmeleri engelleyemiyorlar. Dahası o günden bu yana seçilmiş politikacıların kaygıları eleştirileri, bu güvenlik aparatının, daha da yayılarak, merkezileşerek denetimden daha da uzaklaşarak adeta bir otokrasiye dönüşmesini de engelleyememiş.

Washington Post’un 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasına göre bugünlerde, bu güvenlik aparatı en azından 46 federal bürodan, 2000 özel şirketten, milyondan fazla çalışandan oluşuyor ve yılda bir triyon dolar harcıyor. Glennon Savunma Bakanlığının yaklaşık 700.000 personelinden yalnızca 250’sini devlet başkanının atayabildiğini vurguluyor.

Tüm bunlar beni “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür” saptamasının ötesine, parlamenter demokrasi, seçimler, seçilmiş yöneticiler aslında, devletin özünü, gerçek yöneticileri, güç merkezlerini gizleyen bir örtüdür düşüncesine, oradan da, muhafazakâr kesimler arasında gelişen “demokrasi özgürlükleri (kapitalist özgürlükleri) sınırlıyor” tartışmasını anımsayarak, artık kapitalist demokrasinin hiçbir biçimi mümkün değil galiba sonucuna götürdü.

NATIONAL SECURITY AND DOUBLE GOVERNMENT, Michael J. Glennon, Oxford University Press, New York, 2014.

Arendt, Totalitarizm ve İdeoloji (Melek ZORLU)

Siyaset bilimi literatürü açısından en temel ve yanıtlanması zor sorulardan birinin kitlelerin baskıcı rejimlere hangi koşularda, neden ve nasıl destek verdiğinin açıklanması olduğu söylenebilir. Bugün Türkiye’de de siyasi iktidarın niteliğindeki dönüşüme odaklanırken sürdürülen rejim tartışmalarında bu soruya verilen olası yanıtlar belirleyici olmaktadır. Bu soruya yanıt ararken, siyasetin pratikteki formunun teorideki gibi adalet ve erdem gibi kavramlarla yürümediği; kitlelerin çoğunlukla kendi adlarına karar verilmesine sessiz bir onay verdikleri; temsil sisteminin çoğu zaman sonucu baştan belli bir gösteriyle sonuçlandığı ya da modern toplumun ortaya çıkardığı çeşitli muarızların totaliter yönetimlere kapı araladığına vurgu yapılmaktadır. Pek çok yaklaşım siyasi iktidarın kendini kurduğu koşullara odaklanarak yayılan şiddetin, korkunun ve ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının kitleleri baskıcı ve tahakkümcü rejimlere destek vermeye ittiğini belirtmektedir.

Hannah Arendt’in yakın zamanda çevrilen Totalitarizmin Kaynakları eserinin üçüncü cildi olan Totalitarizm kitabı, yanıt bulunması zor bir soru gibi görünen, kitlelerin totaliter yönetimlere neden destek verdiği sorusu üzerine yeniden düşünmemize olanak sunuyor.

Klasik diktatörlükten farklı olarak toplum üzerindeki tahakkümü tanımlamak için kullanılan totaliter kavramı, ilk kez 1920’lerin başında kavrama olumlu anlam yükleyen İtalyan faşizminin kurucuları tarafından kullanılmıştır. Siyasal terminolojinin yönetim biçimini tanımlayan diğer kavramlarından farklı biçimde modern zamanlara ait bir olguya referansla “modern diktatörlükler”i tanımlanmak için kullanılan totalitarizm kavramı üzerinde tam bir uzlaşma yoktur. İktidarın niteliğine odaklı totalitarizm tanımlarının kitle olgusuyla ilişkiyi açıklayamadığı söylenebilir. Arendt ise Totalitarizm’de kitlelerin totaliter yönetimlere hangi koşullarda ve nasıl destekledikleri sorusuna totaliter hareketlerle totaliter iktidar arasındaki ilişkiyi inceleyerek yanıt bulmaya çalışmıştır. Ancak bunu yaparken tüm ideolojileri bir arada değerlendirmekte ve iktidarın hangi sınıflarla ittifak halinde olduğu, hangi sınıflara karşı kurulduğu, bu ittifakların nasıl değiştiğini görmezden gelmektedir.

Arendt’e göre demokratik özgürlükler ve siyasal haklar yalnızca siyasete katılım olduğunda anlam kazanır. Bireyin kamusal ve siyasal özgürlüklerinin tanınmasına, yurttaş olarak eyleme olanaklarına ve kamusal işlere katılıma yaptığı vurgu Arendt’in Antik Yunan’da bulduğu ideal siyaset etme biçiminin belirleyici unsurudur. Kuramsal yaklaşımını kamusallığın gelişmesi ve siyasete aktif katılımın önemi üzerine inşa eden Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması, kitlelerin kimi zaman aktif kimi zaman sessiz onayla totaliter yönetimlere verdikleri destek üzerine yoğunlaşmıştır: “Kitle davranışı ve kitle psikolojisi üzerine olan tüm literatür, antiklere oldukça tanıdık gelen, demokrasi ile diktatörlük arasındaki, ayaktakımı yönetimi ile tiranlık arasındaki yakınlık fikrini kanıtlamış ve popülerleştirmiştir”(s.53).

Arendt’e göre Avrupa’da burjuvazinin egemen olduğu sınıf sisteminin çöküşü ve onun yıkımından doğan kitleler, totaliter hareketlerin yükselişinin başlıca nedenidir. Sınıflı toplum, ülke yönetimi konusunda bireysel ve kişisel sorumluluk hissettirecek yurttaşlığın gelişmesini önlemiştir (s. 50) tespitini dillendiren Arendt, totaliter hareketlerin bütünleşmiş değil aksine ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin, izole olmuş insan yığınlarından oluştuğunu belirtir. Arendt’in ifadeleriyle, “ …‘ben’liğe karşı kayıtsızlık aşırı bireyciliğin ürünüdür ve bir kitle fenomeninin ifadesidir” (s. 52). Arendt’e göre ikiyüzlü ve çıkarcı burjuva toplumunun temsil sistemi yanılsaması ve bu idealin çöküşüyle yalnızca yığınların kaldığı koşullarda, kitlelerin Alman faşizminde olduğu gibi ırk temelli ya da Sovyetlerde olduğu gibi sınıf temelinde örgütlenmesinin ayrıcı bir anlamı kalmamaktadır.

Nasyonal sosyalizmi ve sosyalizmi totalitarizm altında değerlendiren Arendt, totaliter hareketlerin “tahakküm düşünceleri, hiçbir devletin, hiçbir katkısız şiddet aygıtının asla elde edemeyeceği, ancak sürekli devinen bir hareketin her bir bireyi yaşam alanlarında kalıcı olarak tahakküm altına alınması gibi bir şeydir” (s.68) der. Totalitarizm dışarıdan tahakküm kurmakla yetinmez; devlet ve polis terörüyle yetinen faşizmden farkı buradadır. Arendt, bu noktada, Almanya’da faşizm öncesi koşullar ile Rusya’nın Ekim Devrimi öncesindeki durumunu ve bu hareketlerin kitlelerden destek alması dışında ortaklaştırılamayacağını gözden kaçırmaktadır. Sosyalizm ile faşizmi bir görme çabası Arendt’in ideoloji ile totaliterlikle arasında kurduğu bağda da açığa çıkmaktadır. “Kitle insanının standartlarını yalnızca ve hatta özellikle bir zamanlar ait olduğu belli bir sınıf belirlemez; daha çok, toplumun tüm sınıflarının örtük biçimde ve anlamlandırmadan aynen paylaştığı etki ve kanaatlerin yayılması belirler”(s. 49) savını ileri süren Arendt açısından tüm ideolojiler totaliter nitelikler taşır; ister ırkçılık ister komünizm olsun, totaliter hareketler tarafından geliştirilirler. Tarihle uğraşmak, her şeyi açıklama iddiasıyla tarihi yeniden yazma çabası, her türlü deneyimden bağımsızlık, düşman yaratma pratiklerinde olduğu gibi düşünceyi deneyim ve gerçeklikten kurtulmuş olarak kurma çabası totaliter hareketlerin ortak ideolojik yönleridir. Arendt’e göre bu, gerçeklikle bağı kopuk olsa da kendi içinde tutarlı bir kurgu olarak işler.

Arendt için yalnızca ayaktakımı olarak tanımladığı kitlelerin desteğinden ziyade seçkinlerin desteği de totaliter hareketlerin anlaşılmasında önemli bir ipucudur. Çağın genel deneyimleriyle ilgili bir düş kırıklığı içindeki seçkinler açısından “açıkça saçma önermeleri kabul etmek sofuca bağlılıklar haline gelmiş eski doğruları kabul etmekten daha kolay” olmuştur (s.81). Sanayi devriminden bu yana modern kitlelerin laneti olarak tarif ettiği, emperyalizmin yükselişi, siyasal kurumlar ve toplumsal geleneklerin yıkılışıyla devam eden, burjuva toplumunun ikiyüzlü ve çıkarcı yanlarının beslediği, köksüzlük ve gereksizlik duygularıyla birleşen terk edilmişlik duygusunu Arendt, öncelikle seçkinler açısından onları totaliter rejimlere desteğe iten “intihar niteliğinde bir kaçış” olarak değerlendirir.

Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması Türkiye’deki siyasi rejimin niteliğinde otoriterlikten totaliterliğe doğru dönüşüm var mı sorularını bir ölçüde cevaplayabilir. Hükümetin yalnızca muhaliflere değil, toplumda Aleviler, Kürtler, ateistler gibi “ayrıksı” olarak algıladığı tüm kesimlerine yönelik “açılım” söylemiyle yürüttüğü politikalar, düşman yaratma söylemi, radikal söylemlere seçkinlerin verdikleri destek gibi pek çok olgu, rejimin niteliğinde totalitarizme doğru bir gidiş olduğu yönündeki tespiti destekler niteliktedir. Ancak egemen sınıf ittifaklarının kitleleri siyasi yönden denetim altında tutmak amacıyla merkezi ve baskıcı devlet otoritesinin kurulması yönündeki politikalarının değerlendirirken siyasi iktidarın hangi sınıfların çıkarlarının temsil ettiği, kimin ittifak içersinde olduğunun da ideolojik arka planı belirlediğini akılda tutmak gerekmektedir. Sonuç olarak Arendt’in ideolojiye yüklediği olumsuz anlam aracılığıyla tüm ideolojileri eşitleyen çıkarsamalarının idealist bir yaklaşımın ürünü olduğu, totalitarizm kavrayışının da siyasete katılımı idealize eden yaklaşımının ve kitle korkusunun gölgesinde kaldığı söylenebilir.

TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI - 3 TOTALİTARİZM, Hannah Arendt, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.


İmtiyaz, Güvenlik, Diktatörlük (Onur KARTAL)

“Hiçbir şey Schmitt’in ‘liberalizm olağanüstü durumları görmezden gelir; liberal devlet, meseleleri tartışmakla yetinen ve ‘istisnai durumlar’ hakkında ‘kararlar alma’ yeteneğinden yoksun olan ‘zayıf’ bir devlettir’ şeklindeki önermesi kadar gerçeklerden uzak olamaz. Hiçbir şey liberalizmin ve devletin doğru kavranmasına Schmitt’in bu önermesi kadar zarar veremez.”
Mark Neocleous

Diktatörlüğün uzunca bir süredir, Schmitt’in meşhur “egemen olağanüstü hale karar verendir” savı üzerinden tartışılmasına aşinayız. Yabancısı olduğumuz şey, Chantal Mouffe’un “Schmitt’e rağmen Schmitt’le birlikte düşünme” önerisinin liberal demokratik iktidar mantığı tarafından kusursuzca hayata geçirildiği fikri. Günümüzde olağanüstü hal yetkisini faşist diktatörlüklerin ayırıcı bir özelliği olarak işaretlemenin ve özgürlük-güvenlik dengesi üzerinde vücuda gelen liberal demokratik iktidar paradigmasını faşizm ya da diktatörlük kategorileriyle birlikte düşünmenin yasak edildiği bir siyasal söylemin giderek sağlamlaştığına tanık oluyoruz.

İşte Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi adlı çalışmasında (I) liberal düşünce geleneğinin hukuk içerisinde imtiyaz mantığına alan açarak olağanüstü hal yetkilerine sunduğu kuramsal zemini teşhir etmeye (II) olağanüstü hal yetkileri altında egemen iktidarın şiddet pratiklerinin meşruiyet zeminini güvenlik üzerinden kuran liberal demokratik siyasetin faşizm ve diktatörlükle olan kan bağını ifşa etmeye son olarak da (III) olağanüstü hali hukukdışılıkla eşleyerek sırtını hukuka yaslayan bir muhalefetin yerine hukuku yerinden eden Benjaminci bir devrimci şiddeti siyaset kuramında yeniden sahneye çıkarmaya teşebbüs ediyor.

I
Neocleous, ideolojinin ayırt edici özelliklerinden birinin “fikirlere öyle yaptığını sezdirmeden bir açıklık veya doğallık atfetmesi” olduğuna dikkat çekerken, özgürlük ile güvenlik arasındaki kadim denge arayışında, liberal ideolojinin sürekli özgürlük saflarında pozisyon aldığı yönünde bir yanılsamanın egemen olmasından şikâyetçidir: “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil güvenliktir” (s.19). Liberal düşünce geleneği Locke’tan miras aldığı imtiyaz kavramından, güvenlik adına olağanüstü hal yöntemlerini uygulamak adına faydalanır. Dolayısıyla liberalizm, özgürlük namına güvenliğin dayatılmasına direnmez. Güvenlik toplumu için gerekli mekanizmaları bizzat geliştirir. Devletin “en anti-liberal” eylemlerinin liberalizmin temel kavramları aracılığıyla hayata geçirilmesinde hiçbir tezat olmayışının altında bu durum yatar.

II
Liberalizm orijini gereği devlet aklının temel ilkeleriyle arasına mesafe koymaya çalışır belki ama en nihayetinde imtiyaz, istisna ve olağanüstü hal pratikleri gibi siyasal diktatörlüğün temel ilkelerinden istifade etmekten de hiçbir zaman geri durmaz. Kapıyı güvenlik adına olağanüstü hale araladığında faşizmi de içeri alır: “Faşizmin yeniden canlanmasının, bugün toplumun güvenlik adına seferber edilmesi yoluyla gerçekleşeceği açıktır. Bu faşist seferberlik potansiyeli, faşizmin liberalizmden ve kapitalizmden ayrı bir siyasi güç olmak şöyle dursun, aslında liberal kapitalizmin bir doppelgängeri olduğunun altını bir kez daha çizmektedir” (s.21). Gelgelelim liberal geleneğin marifeti, bu yol arkadaşlığını sürekli maskelemesi ve bir yandan devlet iktidarının şiddet gücünü, imtiyaz tasarrufuna hukuk içinde bir alan açarak tartışılmaz hale getirip diğer yandan tüm muhalefeti hukuk alanına doğru itmesidir. Burada kabahat bir yönüyle de siyaset kuramında olağanüstü hali, hukukun içinden doğan bir şey olarak değil de hukuku askıya alan bir durum olarak tarif etme yönündeki siyasal kuramsal eğilimdedir. Benjamin’in olağanüstü halin artık kural olduğu yönlü meşhur tespitini manipüle ederek legal/illegal dikotomisine tercüme eden bu eğilimin arkasında, tüm muhalefeti hukukun çatısı altında toplamaya dair bir çağrı saklıdır.

III
Neocleous, olağanüstü hal durumlarında hukukun askıya alınması bir yana “olağanüstü koşullarda” başvurulan şiddet eylemlerinin bizzat hukuk aracılığıyla meşrulaştırıldığını, şiddetin hukuka karşı değil bizzat hukukun şiddeti olduğunu tarihsel verilerle ortaya koyarken eleştirisinin merkezine söz konusu eğilimi de yerleştirir: “‘Normal’ olanı ‘olağanüstü’ olandan ayırarak ikincisini ‘istisna’ kabul eden bu yaklaşım, normallik ile olağanüstülüğü iki farklı ve birbirinden ayrılabilir fenomenler olarak gören liberal aklı taklit etmektedir” (s. 105). Bu öncüller üzerinde yükselecek bir siyasal argümantasyonun, hukuku kutsallaştırmak dışında bir seçeneği yoktur. Oysa Neocleous’a göre, “olağanüstü yöntemlerin tarihi bize bir şey söylüyorsa eğer, bu, devlet şiddetine verilecek en etkisiz yanıtın hukukun egemenliğinde ısrar etmek olduğudur” (s. 109). Devlet şiddetine yasallık talebiyle karşı durmak yerine Neocleous radikal bir biçimde şiddeti merkeze alan bir karşı-siyaset formunu geliştirmeyi önerir. Zira ona göre güvenlik-hukuk-devlet üçgeninde görünüşe gelen liberal demokrasinin diktatöryel ve faşizan karakterini ancak hukukun kendi tekeline alamadığı bir politik şiddet yerinden edebilir. Solun önemli bir bölümünün hesaplaşması gereken şey, olağanüstü hali tartışırken devrimci şiddetin mümkün ve gerekli olduğuna hiç değinmemesi, “hukukun egemenliğinin çok daha konforlu dünyası uğruna” politik şiddeti gündeminden tamamen çıkarmasıdır.

Neocleous düşüncesinin belki de en güçlü yanı buradadır: olağanüstü hal üzerinden yürütülen diktatörlük tartışmalarında Benjamin’in meşhur savı üzerinden vurgulanması gereken asıl husus, olağanüstü halin kural olduğu değil, bu duruma uygun düşecek gerçek olağanüstü halin yaratılması gerektiği tespitidir. İşbu tespit, egemen iktidarın liberal demokratik eksenli olağanüstü hal mantığının analizinde sol siyasal kuramın yüzünü hukuka değil, olağanüstü halin kendisini lağvedecek yeni bir olağanüstü halin imkânına dönmesini sağlayacaktır. Tabii her ne kadar Neocleous sözünü etmese de bu imkân zamanında bir kavramla taçlandırılmıştı. Louis Althusser’in Fransız Komünist Partisi’ni “bir sokak köpeği gibi” terk etmekle suçladığı Proletarya Diktatörlüğü ne yazık ki artık sol siyasal kuramın gündeminde değil.

GÜVENLİĞİN ELEŞTİRİSİ, Mark Neocleous, çev. Tonguç Ok, NotaBene Yayınları, Ankara, 2014.

Demokrasi ve Diktatörlük (Ebubekir AYKUT)

Günümüzde kapitalist devletler gittikçe otoriter bir biçim almaktadır. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu yeni devlet biçiminin bazı özellikleri. Elbette kapitalist devlet başından beri otoriter bir devlet biçimine meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü dolayımıyla bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik “olağanüstü” koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından “istisna hali” olarak ya da sapma olarak tanımlanıyordu; kapitalist devlet, toplumsal düzen sağlandıktan sonra eski biçimine geri dönüyordu. Ancak devlet-toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırıldığı neoliberal dönemde otoriter devlet biçimi istisna olmaktan çıkıp bir “kural” haline dönüşüp yaygınlaştı. Egemen söylem de serbest piyasanın işlemesi için etkin ve güçlü bir devletin varlığına vurgu yapmaya başladı.

Otoriter devlet biçimin kural haline geldiği bir dönemde Carl Schmitt’in siyasal argümanları, her ne kadar egemen söylem tarafından referans alınmasa da, egemen söylemin rejime dair argümanlarını tartışmak ve eleştirmek için başlangıç noktası olarak ele alındı. Schmitt Diktatörlük, Parlamenter Demokrasinin Krizi, Siyasi İlahiyat ve Siyasal Kavramı gibi eserlerini toplumsal ve siyasal kriz koşullarının ayyuka çıktığı Almanya’da bir devrimin ufukta belirdiği Weimar Dönemi’nde yazmıştı. I. Dünya Savaşı’ndan yenik olarak çıkan Almanya’nın ekonomisi, toplumsal ve siyasal düzeni harap bir haldeydi. Bu bağlamda, egemen sınıflar hegemonya tesis etmekte zorlanmaktaydı. Ülkede olağanüstü koşullar hâkimdi; proletarya ülkenin geleceğini belirleyebilecek bir siyasal güç olarak ortaya çıkmıştı, küçük burjuvazi toplumsal ve siyasal huzursuzluklara tepki göstermekteydi ve burjuvazi hegemonyasını tehdit altında hissetmekteydi. Schmitt kuramında bu koşullara çözüm olarak egemenin hukuk üzerindeki konumunu vurguladı, parlamentonun işlevsizliğine ve gereksizliğine işaret etti ve bir siyasal otoriterliği, diktatörlüğü savundu.

Egemen ve Hukuk

Schmitt, bir hukukçu olarak sıkı bir siyasal liberalizm eleştirmenidir, liberal anayasa ve hukuk kavrayışlarına daha sonra Hayek gibi liberaller tarafından da kabul edilecek esaslı eleştiriler yöneltir. Ona göre, liberalizm ya “salt hukuki ve normatif olarak geçerli olmak zorunda olan bir şey olarak” tanımladığı devleti hukuk düzeni ile eşleştirir ya da devleti düzen sağlama işlevini yerine getirirken hukukla sınırlandırılmış bir kurum olarak tanımlar. Liberal hukuk devleti geleneğinde soyut normun objektif geçerliliği kişisel emirlerin karşısına yerleştirilir. Ancak Schmitt hukuk kurallarının şekli olduğunu ve somut olgulara somut bir şekilde, kimin hüküm vereceğini içermediğini belirtir. Hukuku uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç olduğuna işaret eder. “Bir karar normu olarak kanun hükmü, yalnızca nasıl karar verilmesi gerektiğini belirtir, kimin karar vermesi gerektiğini değil.” Bu bağlamda, egemen kararları ile hukuki düzenin ve toplumsal düzenin teminatıdır ve geçerli hukuk düzeni ile sınırlandırılamaz. Egemenin konumunu olağanüstü hal kavrayışı üzerinden tanımlayan Schmitt, “egemen”i bir “sınır-kavram” olarak kabul eder. “Olağanüstü hal, mevzu hukukta öngörülmeyen” bir durumdur ve “olağanüstü halde, hukuk devleti anlayışına uygun yetkiye yer yoktur”. Egemen ve onun kararları, geçerli olan hukuki düzenin dışında yer almakla birlikte onun kurucusu ve teminatı olduğu için yine de hukuk düzenine aittir.

Devlet toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırıldığı bir dönemde yeni hukuki düzenlemelerin mevcut hukuk mevzuatı ile hukuki açıdan meşrulaştırılması (anayasasında devletin sosyal hukuk devleti olarak tanımlandığı ama yasalarda sosyal hakların esamesinin okunmadığı Türkiye örneği gibi) mümkün değildir. Ya da mevcut hukukun yargıçlar tarafından yeni koşullara göre yeniden uygulanması da (“işçinin korunması” ilkesinin “işyerini korunması” olarak yorumlandığı Türkiye örneğinde) meşrulaştırılamaz. Elbette toplumsal düzenlemeler değişebilir ve dönüşebilir ancak yeni durumda bu yeni düzenlemeler toplumsal mutabakatı gerektirmeden yapılmalıdır, bu da Schmittçi bir egemeni gerektirir ve böyle bir kavrayış içinden dönüşüm meşru kabul edilebilir.

Parlamenter Demokrasi

Schmitt’in egemene ve karara yaptığı vurgu parlamenter demokrasi eleştirisi ile el ele gider. Ona göre, parlamenter demokrasinin liberaller tarafından tanımlanmış iki ilkesi vardır: Aleniyet ve müzakere. Aleniyet ilkesi, az sayıda insan tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen gizli siyaset ve gizli diplomasiyi hedef alır, kamuoyunu etkili bir kontrol organına dönüştürmeyi hedefler ve iktidarın kötüye kullanılmasını imkânsız kılar. Liberaller ayrıca siyasi keyfiliğe bir çözüm olarak kuvvetler ayrılığı ilkesini öne sürer. Yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirleri ile müzakereye zorlanır, dengelenir ve yurttaşların (kamuoyunun) kontrolü mümkün olur. Hukuk devletinde yasa parlamento aracılığıyla yasama işlemi dolayımıyla genel iradeyi yansıtır. Schmitt’e göre, parlamentonun farklı çıkarlar arasında bir çekişme alanına dönüşmesi ve kararların gerçekte başka yerlerde alınması parlamentoyu işlevsiz kılmıştır; hatta bu kurum gerçek demokrasinin önünde bir engel haline gelmiştir. Schmitt, liberalizm ile demokrasi arasında yaptığı ayrım temelinde parlamenter demokrasinin demokrasinin tek geçerli biçimi olmadığını belirtir; özünde demokrasi “yönetenlerle yönetilenler arasındaki özdeşlik”tir. Bu bağlamda, her diktatörlük “anti-liberaldir, ancak zorunlu olarak anti-demokratik değildir”. “Halk iradesi, alkışla, acclamatio ile, apaçık ve muhalefetsiz varoluş (Dasein) ile, …, daha demokratik bir şekilde dile getirilebilir”.

Günümüzde de parlamento hükümetler tarafından sıklıkla karar alma mekanizmalarından dışlanır, hükümet tarafından çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (Türkiye’de kanun hükmünde kararnamelerin artan sayısı) parlamentonun yasama işlevinin yerini almaktadır. Parlamentodaki tartışmalar bir sonuca ulaşmadan kısır döngü içerisinde sürüp gitmektedir. Parlamenterler halkın temsilcisi olmaktan çıkıp yozlaşmışlar, kendi çıkarlarının ve dar bir grubun çıkarlarının temsilcisine (Türkiye’de 1980 sonrasında artan yolsuzluk soruşturmaları) dönüşmüştür. Schmittçi bir bakış açısından bu durumu aşabilmek için halk ile doğrudan özdeş bir egemenin varlığı gereklidir. Son olarak başka bir yazının konusu olabilecek eleştirimizi vurgulayalım; Schmitt’in egemeni (ya da egemenlik kavrayışı) hukuki düzenlemelerin içeriğine (kapitalist toplumun düzenlemeleri?) ya da egemenliğin karakterine (burjuva iktidarı?) kayıtsızdır.

SİYASİ İLAHİYAT: EGEMENLİK KURAMI ÜZERİNE DÖRT BÖLÜM, Carl Schmitt, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010.
PARLAMENTER DEMOKRASİNİN KRİZİ, Carl Schmitt, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010.


Diktatörlük Üzerine Liberal Savların Eleştirisi (Kansu YILDIRIM)

Liberal teoride, diktatörlük kavramı en yalın ifadesiyle demokratik olarak nitelendirilmeyen yönetim şekillerini tanımlamak için kullanılır. Liberal yaklaşımların diktatörlüğe dair analitik bir tanım koyamamasının, buna karşın genellemelere başvurmasının başlıca nedeni, kavramın karşıtı olarak kabul ettikleri temel kıstasın, yani “demokratik olmayan” tiplerin hem tarihsel bağlamda hem de pratik açısından çok çeşitli olmasıdır. Tek bir tanımla ifade edilemeyen diktatörlük kavramını, liberal düşünürler, bu nedenle şabloncu biçimde görünür kılmaya çalışmışlar ve yeri geldiğinde bilimsel düzeyden siyaset düzeyine sıçrama yaparak propagandaları için araçsallaştırmışlardır. Jacques Ellul Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes kitabında propagandayı incelerken belli bir siyasal-ideolojiye karşı toplu seferberlik oluşturmadan bahseder; diktatörlük tanımı da liberaller tarafından pejoratif içerikle propaganda için kullanılmıştır.

***

Diktatörlüğün topyekûn olumsuzlama içermesinin kaynağında egemen sınıfların ideolojik hegemonyası yer alır. Diktatörlük kavramı açıklanırken onun ne’liğinden ziyade, ne olmadığı üzerinde durulur. Çoğulcu-parlamenter rejimlerin önkabulüne dayanan bu anlayışta kalın bir sınır çizgisi çekilir. Giovanni Sartori’nin yaptığı gibi demokratik olmayan veya onun deyimiyle “demokrasi karşıtı” tipler, totalitarizm, otoritarizm, diktatörlük, despotizm ve mutlakıyetçilik ölçeğine yerleştirilir. Geniş bir bağlama sahip bu ölçekte liberal yaklaşımları kısıtlayan faktör, kapitalist toplumsal formasyonlardaki ilişkilerin ve siyasi özne profillerinin çoğalmasıdır. Bu nedenle liberal yöntem, kapitalizmin doğuşu ve sonrasına dair diktatörlük üzerine bir tasniflendirmeye girişir. Belirtmek gerekir ki, tasniflendirme demokrasi ve karşıtı üzerinden bir düalizmle gerçekleşir. Juan Linz’in Totaliter ve Otoriter Rejimler kitabında gösterdiği üzere polikrasi ve monokrasi olarak başlayan tasnif, 18. Yüzyılda mutlakıyet ve despotluk şeklinde hükümet sistemlerini anlatmayı esas almıştır. 19. ve özellikle 20. Yüzyılın başında düalist tasnifte indirgemecilik eğilimi artarak liberal hukuk devleti ve -mutlak karşıtı- diktatörlük olarak ayrıştırılmaya gidilmiştir. Liberal hukuk devleti, liberal yaklaşımda, piyasa rasyonalitesinin ve anayasal güvence gibi özelliklerin sağlanması bakımından devlet örgütlenmesinin zirve noktası kabul edilirken, yeni tip otokratik ve otoriter rejim profillerinin hepsi diktatörlük tanımı içinde sayılmıştır.

Liberal teorinin bu tarzdaki indirgemeci düalizmi, daha sonraki yıllarda Arendt’te görüleceği üzere totalitarizm başlığı altında devam etmiştir. Buraya bir parantez açarsak, diktatörlüğün söz konusu tanımını en çok kuvvetlendiren etken olarak faşist rejimlerden bahsetmek gerekir. Giovanni Gentile’den esinlenen Mussolini, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde gerek Alman idealizminin güncellenmiş versiyonunu gerekse Gentile’nin “total” eğilimini yansıtarak “total devlet” olgusunu diktatöryel bir usulle hayata geçirmiştir. Liberal düşünürler için modern kapitalizmin diktatörlük olgusunu tariflerken Mussolini en belirgin işarettir.  Akabinde yine Linz’in belirttiği gibi Nazizmde bu, 1940’larda bilhassa Carl Schmitt’in hukuk ve siyaset felsefesi teorisiyle (örneğin Kommissarische Diktatur) somutlaşacaktır. Bizi ilgilendiren detay, liberal indirgemeciliğin neden bu tür demokrasi ve karşıtlığı üzerinden diktatörlük düalizminde ısrarcı olduğudur.

Bunun yanıtını diğer liberal düşünürlerle aynı söylemi paylaşan Hannah Arendt’te arayabiliriz. Holocaust olarak adlandırılan dönemi farklı pencerelerden irdeleyen Arendt, İnsanlık Durumu ve Totalitarizmin Kaynakları gibi eserlerinde tüm toplumu belli bir ideoloji ekseninde yapılandıran ve düzenleyen rejimleri hem ontolojik hem de yöntemsel bakımdan olumsuzlar ve eşitler. Hitler Almanya’sı ile Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin yönetim biçimini, çoğulcu-parlamenter modele uymayışından başlayarak tekçiliklerine dek eşitleyerek anti-komünist düşüncesini anti-faşist düşüncesi içerisine yerleştirir. Slavoj Žižek’in Biri Totalitarizm mi Dedi? çalışmasında da gösterdiği üzere Arendt’in yaklaşımını benimseyen öncüllerin ve sonrasında gelenlerin kavrayışında Sovyet karşıtlığını Stalin’in diktatöryel rejimi bağlamında ele alma, Stalin döneminin özgünlüğünü incelemekten kaçınarak komünizmi faşizmle bir tutma belirginleşir. Başka bir açıdan George Sabine de faşist ve komünist rejimleri bir arada düşünmeye yaklaşmış, her iki ucu aynı kavramlarla (“mobilizasyon” düşüncesi gibi) değerlendirme yanlısı olmuştur. Görüleceği üzere demokrasi karşıtlığı üzerinden diktatörlük tanımının içeriği, burjuva cumhuriyet tipolojisinin olumlanmasıyla belirlendiği kadar, proleter ideolojinin katılaşma anı proletarya diktatörlüğü kavramının eleştirisiyle de belirlenir.

***

Liberal yaklaşımlar, ekonomi-politik perspektifi inatla dışarıda tutmaya çalışsa da, maddi yaşamın ve sınıfsal ilişkilerin belirleyiciliği karşısında diktatörlük tanımını ve indirgemeci tutumlarını güncellemek zorunda kalmışlardır. Bunu daha kolay görebilmek için etimolojiden başlayarak yönetim türevlerine doğru ilerleyebiliriz. Kimi kaynaklarda etimolojik açıdan dikta yani “hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk” anlamından türediği varsayılan diktatörlük sözcüğü, Linz’e göre asıl tarihsel içeriğini Roma döneminde kazanmıştır. Yasada ve uygulamada “olağanüstü haller için öngörülen” ve “olağanüstü durumun makamı” anlamında kullanılan diktatörlük, o dönemde belli zaman periyotlarına bağlılığı ve sınırlı bir mahiyete sahip oluşu imlemektedir. Ancak liberal teorinin faşizm-komünizm özdeşliği yaratma gibi teleolojik yaklaşımı Roma özelindeki kullanımını iğdiş ederek parçalamıştır.

Ne var ki, liberal teorinin modern toplumlardaki zemini olan kapitalist üretim tarzının ve kapitalist devletin girdiği ekonomik ve siyasi krizler, diktatörlük tanımını değişik bir bağlama yerleştirmiştir. 1948 yılında Clinton Rossiter’in Constitutional Dictatorship: Crisis Government in The Modern Democracies kitabında geliştirdiği “anayasal diktatörlük”, görece olumlu bir bağlamda, istisnai ve olağanüstü durumlarda toplumsal düzeni korumaya yönelik ortaya çıkan rejimi tanımlamak için kullanılmıştır. Kötü bir karşılığı olan cunta tipi diktatörlüklerden farklı olarak anayasal diktatörlük rejimlerinin, kriz koşullarında serbest piyasayı “düzenleyecek” kuralları tesis etmesi ve onları uygulayacak sisteminin restorasyonunu gerçekleştirmesi hem kapitalistler hem de liberaller açısından farklı farklı anlamlara sahiptir. Devletin kapitalist çıkarların sürekliliği açısından “güçlü” olması gerekirken, anayasal sınırlamaya tabi olması liberaller açısından nispeten kabul edilebilir eşiktir. Linz’in de vurguladığı gibi Sartori ve muadilleri, bu pozisyondaki rejimleri anayasal diktatörlük tanımından farklı, kulağa daha hoş gelen “kriz hükümeti” ismiyle tarif etmişlerdir.

***

Liberal yaklaşımların diktatöryel rejimlere neden negatif anlam yüklediğini belli parametrelerle kısaca özetlemeye çalıştık. Görüleceği üzere liberal itirazın iki temeli vardır: İlki içeriden ilkesel bir itiraz olan, “hür teşebbüs” ve “bireycilik” gibi süreçlerin aksamasıdır. İkincisi, anti-komünist ideolojiyi teorik olarak merkezileştirmek ve yaygınlaştırmaktır. Bu dosyamızda -bugünün Türkiye’si için de düşünülen- diktatörlük kavramını teorik ve tarihsel düzeyde pratikteki akıbetini eleştirel bir temayla ele alıyoruz. Ebubekir Aykut Schmitt’in teorisi üzerinden; Onur Kartal Neocleous’un konuya ilişkin izahatı eşliğinde; Melek Zorlu Arendt eleştirisiyle totalitarizm kavramı bağlamında; Ergin Yıldızoğlu Birleşik Devletler ve İngiltere’ye ilişkin güncel tartışmalar eşliğinde iz takibi yapıyor.

TOTALİTER VE OTORİTER REJİMLER, Juan J. Linz, çev. Ergun Özbudun, Liberte Yayınları, Ankara, 2012
BİRİ TOTALİTARİZM Mİ DEDİ?,  Slavoj Žižek, çev. Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003

Emanet İhanete Uğramadan… ( M. UÇAN)

Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri M. Fırat Pürselim’in ikinci, hatta çocuk kitabını da sayarsak üçüncü kitabı. Daha çok öykücü kimliğiyle karşımıza çıkan Pürselim bu kitabında farklı bir çalışmaya girişmiş; emanetine aldığı onlarca öyküyü belirli bir düzene sokarak kitabın merkezine benzer ezgiyle çalan kendi öyküsünü oturtmuş. Hal böyle olunca kimi yerlerde okura öykünün tokadını atarken kimi yerlerde okuru romanın dostluğuyla sarmış sarmalamış. Bence kitabı bir türe dâhil etmek yerine arka kapak yazısındaki gibi öyküye göz kırpan melez bir roman olarak bırakmak en doğrusu… Zaten yazarın ‘zaman’ için kullandığı cümleyi –affına sığınarak- biraz değiştirirsek, Aslında tür diye bir şey yoktu, anlatacaklarımız –uzun, kısa veya ritmik biçimde- kesintisiz kâğıda dökülüyordu. Onları bölümlere ayıran, ehlileştirmeye çalışan, adlandıran bizlerdik, değil mi?
  
İç düzenini, Doğu’nun köy düğünlerinde iki ya da üç kişinin çıplak sesle söylediği –müziksiz- ‘çevirmeli’ oyun havalarına benzettiğim (biri dörtlüğü tam bitirirken diğeri son kelimeyi ilkinin ağzından alarak aynı dörtlüğü tekrarlardı veya yeni bir dörtlüğe geçerdi) Emanetimdeki Hayatlar lacivertin en koyu yerlerinden kesilen hikâyeleri anlatıyor. Biri hikâyesini bitirirken Pürselim ustaca bir başkasına veriyor söz hakkını ve neredeyse anlatılan hikâyelerin tamamına yakınının payı benzer paydası ortak. Aşk-ihanet, gerilla-köy korucusu, alevi-sünni çatışmaları, ensest ilişkiler… / ölüm…
  
Acı, Her Yerde
  
Kendisini bir sabah boğazın serin sularına bırakan Sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun ailesine bıraktığı hazin notla başlayan kitap, Çok acı var, dayanamıyorum, Cioran’ın kaya gibi ağır sözüyle bitiyor, Her kitap ertelenmiş bir intihardır. Bu iki cümleyi iki koluna takan kitapsa doğal olarak hayli acı… Kısacası olanları anlatmak için Berna tarafından yaşamaya mahkûm edilmiş bir çeşit Moby Dick kahramanı. Bana İsmail deyin…
  
Özet olarak yazarın kitabı neden yazdığıyla başlayan melankolik bölümden sonra bir çeşit karasevdaya tutulduğu aşkına, Berna’ya, en çok anladığımız halde en az anlatabildiğimizin hikâyesine geçtiği anda yatay paranteze dönen dudaklarımız çok geçmeden bitişip kapanıyor.   İlkin bir tür oyun ya da sırf cinsellik olarak yaklaştığı Berna’dan –arkadaşının sevgilisi- sırılsıklam âşık ayrılan yazar çok geçmeden Berna’nın ardında cevaplanması kolay olmayan sorular bırakarak intihar etmesiyle derin bir kuyunun dibinde buluyor kendini. Sonrasında ise intihardan men edildiği için bozulan düzen, mezarlık ziyaretleri, hastane kapıları ve anne-babanın günden güne eriyen oğullarını bir süre ortamdan uzaklaştırıp kendini toparlaması için öngördükleri müthiş fikir; askerlik, yani cehennemin dibi! Ne de olsa bu dünyada en fazla olan şey acı, olmayan şey ise onun ilacı…

Nasıl Delirdiğimize Bakalım

Kendisini hapishanesini üzerinde taşıyan bir kaplumbağaya benzeten yazar, askeri cezaevinde görev yapmaya başlamasıyla etrafındaki duvarlar Berna’nın yaşamakla cezalandırdığı duvarla birleşince daha da aşılmaz oluyor. Bir parça da olsa başındaki Berna dumanını dağıtmak için oyalanmaya; psikolojik bunalımlar geçiren cezaevi sakinlerine abilik yapmaya çalışsa da, Belki de insanlar anlatmak için beni bulmadı, yaşadıklarımı unutabilmek için ben onları kovaladım, hikâyelerini zorla ağızlarından aldım, var olan kuyu dokunduğu insanların hikâyeleriyle daha da derinleşiyor. Kendimi bir Tanrı gibi yukarıdan izledim, çok zavallıydım… Askerlikten sonra yine intiharı beceremeyip tekrar çıkmaza giren yazar, aynı zamanda bir Cioran hayranı olan doktorunun da yardımıyla herkesten uzak bir yazlıkta emanetinde tuttuğu ağır hayatları asıl sahiplerine teslim etmeye karar veriyor. Sonunda freni buraya kadar tuttu, artık boşalmıştı.

Sonuç olarak sık sık dengesiz ve şiddete eğilimli uç karakterlerle karşılaştığımız –ne yapılabilir ki Pandora’nın kutusu açılmış, etrafa kötülük saçılmışsa- Emanetimdeki Hayatlar daha çok Albert Camus’un sözüne yeni bir halka gibi… Eğer bir ülkeyi tanımak istiyorsanız oradaki insanların nasıl öldüğünden çok nasıl delirdiğine bakın…

 Sevgili okur! Tökezlemeden kıvrılan bir dil akışının karşısında karakterlerden birine tutunup kendi hikâyemi anlatacakken nedense tuttum Pürselim’in hikâyesini anlattım! Bu kitabı okurken aklınıza size hikâyesini anlatmış biri gelirse ve onu düşünüp, yalnız olmadığınızı hissederseniz; kanadım size değmiş, bir parça tozum canınıza karışmış demektir. Şimdi de onlarcası için sıra sizde! Ayrıca sen rahat uyu hüzün gözlü Berna, emanetin ihanete uğramadan şu an raflarda!...
EMANETİMDEKİ HAYATLAR YA DA ACI DEFTERİ, M. Fırat Pürselim, Aya Yayınları, 2014.

Dikkat Unutacak Kimse Yok (Duygu KANKAYTSIN)

Onur Akyıl nevi şahsına münhasır bir şair. İlk şiir kitabı Vietnam Mektubu’nun ardından Unutacak Kimse Yok adlı kitabıyla şiirini yenilerken geliştirir. Kitap iki düzlemde de muhalif kimliğini korur. Gündelik hayatın sorunlarına ilişkin duyarlık şiirlerinin ana izleğini oluşturur. Bu bilinçli tutum şairin şiirini fonda ekonomik ve politik göstergelerde birleştirir. Fondaki yüksek çığlık şiirindeki olay, olgu yahut kişileri etkiler. Akyıl’ın şiirleri hem evrensel hem de tarihsel gerçeklere tanıklık etmektedir.
Evrenselliği yakaladığı en güzel tema ‘yoksulluk’ temasıdır. Unutacak Kimse Yok’ta yoksulluk yaşanılanların müsebbibidir. Akyıl yoksulluğu Bertolt Brecht’in şiirlerindeki gibi kullanır. Brecht şiirinde de ‘yoksulluk’ yazma sebebidir; toplum modellerinin ve savaşın yansıtılmasıdır. Unutacak Kimse Yok daha baştan hoş geldin yoksulluk der. Dolayısıyla yoksulluğu aşmak isteyen kimse yoktur Akyıl’ın dünyasında. Yoksulluk yaşamanın ve onurun mücadelesidir.
Unutacak Kimse Yok bu tematik bağlamla unutmak ve hatırlamak; unutmak ve ayrılık izleklerinin hallerini fısıldar okurun kulağına. “beni unutmak istemeyin, başka da çığlığım yok/ unutsanız, öyle de güzelsiniz” derken “insan bir şey söyler yalnızca/ kimisi yoksul/ kimisi güzel”i imleyecektir. Şiirler boyunca tek bir şiire çıkar; hafızanın ikircikliği. Sadece hatırlamak kalır geriye der şair. Naif bir anlatımla entelektüel bir tespittir şiirlerinin çıkış noktası.
Hafıza ve unutmak durumu gündelik hayatın içinde bazen şöyle sese gelir: “çünkü insan mutsuzluktur, umutsuzluk değil/ ve ben ne zaman kendime iyi bir şey söyledim.” Bu durum bilgisi ve duygusunun ardında kocaman bir ekonomik açmaz yatar. Bu iki dizenin önceki bölümünde şair “uzayan bir tarihti; duvarı oraya taşıdılar boşluğa” der. Yaşanan savaşlar, açlıklar ve yoksulluk şairin gözünde hâlâ bir umutsuzluk değil; ancak mutsuzluktur. Mutluluk bilgisi şairin dünyasında başkacadır. “ki aramızda bazıları mutludur bazıları yalnızca insan”
Onur Akyıl şiiri yaşananların yalanlamasıdır bir bakıma. Yaşanandan farklıdır yaşadıklarımız; hissettiğimiz başkaca bir şeydir. Hem yaşa hem de yaşanan kişinin hissettiğinden farklı olsun; Akyıl şiirlerinde insanın bu görme beceresinden mustariptir. Körlüktür daha çok onun anlattığı. Ama bu körlük onun şiirlerinin yapısını ve müzikalitesini de etkiler. İroni ve alay daha baştan kitabına isim analığı eder. Unutacak Kimse Yok bir hafıza ve körlük meselesidir.
Unutacak Kimse Yok’ta bölümlemelere yer verilmemiştir. Şiirler kendi bölümlemesini okura sunar. Kitabın iyi bir kurmacası vardır çünkü. Her şiir bir sonrakine ilmek atar. Akyıl’ın sunduğu bu toplamda önde ayrılık ve kadın şiirleri dikkat çeker. Ayrılık başlığı adında dört ve kadın isimlerinden oluşan sekiz şiir vardır kitapta. Bu şiirler de ironi için yazılmıştır bir bakıma. Kitabı kapattığınızda iki insan ve bir ayrılık kalır elde. Bir de yaz ve kış. Bütün hikâye doğanın karşısında insanın savaşımıdır. Bunu bazen ritüellere bağlar, bazen de şaman ayinlerine… Kış ölmekse, yaz doğmaktır; insan ölmekse, ayrılık yeniden doğmaktır. Şairin diliyle “iki insandır her şeyden çok ayrılık/ anıların ve toprağın sakladığı”
Akyıl’ın şiiri bir ipucu verir: “göğsünde ben; bir ormanı buluyorum merhaba/ çiçekbozuğu şehrimizde yazların ortası ağır;/ büyümek için sevme beni tekrar merhaba” Düzenin içinden bakan sevgiye, tek tipleştirilmiş duyguya hayır demenin bir itiraz dilidir Akyıl’da. Yaşananların politik tarafını düşürür şiirlerinde. Görme biçimini sorguladığı her şeyde bir ironi yaratır. Bir teşhis koyar ardından. “o seni seviyor sen beni öpüyorsun; son kat arzusu.”

Akyıl Unutacak Kimse Yok’la yaşamın fotoğraflarını gözler önüne koyar. Şiirlerindeki fotoğraflar unutmak yok demenin bir karşılığıdır. Unutacak Kimse Yok Necati Cumalı Şiir Ödülü’nü kazanmış genç bir şairin gür sesinin toplamıdır.
UNUTACAK KİMSE YOK, Onur Akyıl, Şiirden Yayıncılık, 2014.

Kök İnsan’dır (Berna ÖZPINAR)

Erich Fromm’un sevgi, özgürlük arayışı gibi insana ilişkin en temel  konuları ele alan kitapları  birçok dile çevrilmiştir. Aslında bunların halen   güncelliğini korumasının ve ilgiyle okunmasının bir sebebi;  çağın sorunlarını irdeleyişi ve bu sorunlara getirdiği çözüm önerileridir.

 Fromm  insanın tek istediği daha çok ve daha iyi şeyler tüketmek olan ebedi bir süt kuzusuna,  tüketiciye, dönüştürüldüğünü ve ekonomik sistemin insanı, maddi bakımdan zenginleştirirken insani yönden yoksullaştırdığını dile getirir. Öte yandan, düşüncenin giderek duygudan ayrıldığına dikkat çekerek, bunu “İnsana benzeyen makineler ve makineye benzer insanlar yaratıyoruz” sözleriyle özetlemiştir. Gerçekleşen bu büyük tehlikeden ve bu  süreçten endişeli olan Fromm, Say Yayınları arasında, 2014 yılında  Nurdan Soysal’ın çevirisi olarak yayımlanan “İtaatsizlik Üzerine-Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir?”* kitabında;  insanın kurtuluşunun ancak itaatsizlikte mümkün olabileceğini belirtmektedir. Ancak Fromm “İtaatsizlik Üzerine” sözlerini, çözüme yönelik ayrıntılı bir programdan çok, ilkelere ve hedeflere yönelik bir rehber olarak alınmasını öneriyor.  

Dört ana  başlıkta toplanan kitap,  çarpıcı ve tetikleyici bir önerme ile okuru karşılıyor ve diyor ki; “Yüzyıllarca krallar, din adamları, derebeyler, sanayici patronları ve ebeveynler, itaatin bir erdem, itaatsizliğin ise bir ahlaksızlık olduğu üzerinde ısrar etmişlerdir, oysa insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemiyle başlar”. İbrani ve Yunan mitlerinde Cennet Bahçesi’nde yaşayan Adem ve Havva, doğanın bir parçasıydılar, doğayla uyum içerisindeydiler, henüz sınırı aşmamışlardı. Doğanın içinde, ana rahmindeki cenin gibiydiler, insandılar ama aynı zamanda da henüz insan değillerdi. Bütün bunlar emre karşı geldiklerinde değişti. Bu başkaldırı hareketi, onları özgürleştirdi, toprak anayla bağlarını kopararak insan öncesi uyumdan kurtardı. 

Kitabın tezi, insanın itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam ettiğidir. Vicdan ve inançları adına, otoriteye hayır deme cesareti gösteren insanoğlunun sadece ruhsal açıdan değil, zihinsel gelişimi de itaatsizlik yeteneğine bağlı olmuştur. Bu, yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoriteye ya da değişimin anlamsız olacağını direten köklü inançların  otoritesine,  itaatsizlikle sağlanmıştır. Benzer bir düşünceyi  Halil Cibran da  “Kum ve Köpük” isimli kitapta yer alan meselinde  “Yalnız deliler ve dahiler insan tarafından yapılan yasalara aykırı davranırlar; onlar daha yakındır Tanrının yüreğine” diyerek işaret etmiştir.

Fromm’un kaygısı, itaatsizlik tarihin başlangıcını oluşturduysa itaatin de pekâlâ bunun sona ermesine sebep olabileceğidir.  Burada insan türünün gelecekte kısa sürede uygarlığı ve hatta yeryüzündeki yaşamı yok etme imkan ve ihtimalinin altını çizmektedir.

Burada şunu belirtmemiz yerinde olur; neticede tüm itaatsizliklerin bir erdem her itaat de ahlaksızlık değildir. Fromm’un işaret ettiği, engelleme özgürlüğü olan insanın kendini kullandırtmamasıdır. Ayrıca, otoriteye hayır demenin zor olduğu da gerçektir. Birinci bölümün sonunda yazar; “Düzenin adamı, itaatsizlik yeteneğini kaybetmiştir, itaat ettiği gerçeğinin bile farkında değildir. Tarihte bu noktada, şüphe etme, eleştirme ve itaat etmeme yeteneği, insanlık için bir gelecek ile uygarlığın sonu arasında duran tek şey olabilir” sözleriyle,  çağımızın temel  sorununu ana hatlarıyla ortaya koymuştur.

İtaatsizlik Üzerine’nin, “Bırakın İnsan Galip Gelsin” sloganıyla sunulan üçüncü bölümde;  Ortaçağ bitince, geleneksel düşüncenin yükünü azalttığı  gibi coğrafi sınırların da kalktığı ancak tarihsel sürecin devamında dünyanın kapitalist ve komünist iki kampa ayrıldığı vurgulanmıştır. Devamında insanların bürokratik olarak yönetilmeleriyle  demokratik sürecin sadece ve sadece bir törene dönüştüğüne işaret edilmiştir. Bölümde vurgulanan günümüzde politik kavramların manevi köklerini kaybettikleri(bir anlamda içlerinin boşaltıldığı) önemli bir saptamadır. Fromm bu noktada, tek bir seçeneğin olduğunu, onun da insanın tekrar makineleri denetim altına alması, üretimin amaç değil bir araç haline getirilmesinin gerektiğidir.  

Fromm, özgürlük ve inisiyatifin bireye iade edildiği, sınıfsız bir toplum hedefinin sosyalizm ile mümkün olduğunu ancak sosyalizmin yerini almak istediği kapitalizme karşı yenildiği görüşündedir. Bunun sebebinin ise sosyalizm olmadığını vurgulamaktadır.   Sosyalizmin sadece işçi sınıfının ekonomik gelişmesini amaçlayan bir hareket olduğu algısı ve  diğer yandan da, demokrasinin sandığa indirgenmesi örneğinde olduğu gibi, sosyalizmin de en derin köklerini, barış, adalet ve kardeşliğe inancını kaybetmesi kapitalizme yenik düşmesinin sebebidir. Fromm’un buna ilişkin önerisi ise yine sosyalizmdir, ancak “demokratik hümanist sosyalizmdir”. Kitabın son bölümü “Hümanist Sosyalizme” ayrılmıştır ve bu görüşün temelini oluşturan ilkeler ana hatlarıyla tanıtılmaktadır. Fromm’un önerdiği, her bir bireyin tam gelişiminin, toplumun tamamının tam gelişiminin koşulu olduğu işbirliğidir. Hümanist sosyalizm, savaşa ve şiddete karşıdır ve insanlığın birleşmesi ve tüm insanların dayanışması inancından kaynaklanır. Türkçe metin, esasen tüm görüşleri içermemektedir.   Özetle ve önemle, sosyalizmin sadece sosyo ekonomik ve politik bir program olmadığı, insani bir program olduğunu söylemektedir.  Bu kitap, günümüze ve ülkemizin şu an içinde bulunduğu bastırılmış, kıstırılmış durumunu irdelemeye yönelik bir başvuru kitabı olarak okunabileceği gibi insana ilişkin taze bir umut olarak da okunabilir. Çünkü, Fromm’a göre sosyalizm radikal olmalıdır. Radikal olmaktan anlatılan ise köklerine inmek gerektiğidir. Fromm burada tek ve net bir adres vermiştir ve kök İnsan’dır.

İTAATSİZLİK ÜZERİNE, Erich Fromm, Çeviri: Nurdan Soysal, Say Yayınları, 2014

Kapitalizm Unutulan Tarihi (Göksun YAZICI)


Kapitalizmin en büyük başarısı, özel mülkiyet, para, sermaye ya da kâr gibi temel kategorilerini doğallık, yasallık ve meşruiyet perdelerinin arkasına saklamayı becerebilmesidir. Bugün mülkiyet hakkında fikrini sorduğunuz  birçok insan, mülkiyet hakkının kutsal bir hak olduğunu, girişimciliğin yasalar tarafından korunması gerektiğini, yatırım yapılarak kazanılan paranın meşru bir kazanç olduğunu söyleyecektir. Ve şaşırtıcı bir şekilde haklı olacaktır: Çünkü özel mülkiyet “hukuk” olmadan mümkün değildir, girişimcilik onu koruyan yasalar olmadan mümkün değildir, yatırım yapıp işçi çalıştırmak toplumsal bir ilişki olarak kapitalizm meşru sayılmazsa mümkün değildir.

Marx’ın anlattığı bir hikâyeyi burada anmak açıklayıcı olacak. Marx, bu hikâyede Bay P.’den söz eder. Bay P. İngiltere’deki fabrikasını Avustralya’nın geniş topraklarına taşımak ister. Araçları, işçileri, hammaddeyi Avustralya’ya taşır. Fakat, Avustralya’nın hâlâ mülk edinilmemiş toprakları, çitlenmemiş arazileri vardır. İşçi olarak götürdüğü insanlar, kendi geçimlik ekonomilerini mülk edinmemiş topraktan sağlayabileceklerini gördüklerinde, hemen bu topraklara kaçar. Zavallı Bay P., kendine bakacak özel uşağını bile kaybetmiştir.

Çünkü, diyor Marx, Bay P. üretim araçlarını Avustralya’ya götürmüştü ama kapitalist üretim tarzını mümkün kılan toplumsal ilişkileri oraya götürememişti. İnsanları mülksüzleştirerek onları emek güçlerini satmaya zorlayan koşullar olmayınca, buna karşılık, geçimlik ekonomisi için yeterli ortak toprak olunca kimse emek gücünü satmaya zorlanmayacak ve elbette “işçi” haline gelmeyecektir. Kimse işçi ya da hizmetkâr olmaya meraklı değil yani.

Şu anda emek gücümüzü satmadan yaşamanın mümkün olmadığını düşünüyorsak –elbette sermaye sahipleri değil–, dünyanın dört bir yanını kuşatan ve sermayeye yasal bir çerçeve sunan, onu koruyan kapitalizm içinde doğduğumuz ve başka bir ufuk göremediğimiz içindir. Jameson’ın mevcut edebî yapıtlara eleştirisinde söylediği gibi, “dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay” olabilir birçok insan için.

Fakat şu anda içinde yaşadığımız, kendini “doğal tek sistem” olarak gösteren kapitalizmin kanlı tarihini okumaya başlarsak, aslında “özel mülkiyet” ve “kâr” gibi kategorilerin ancak birçok insanın öldürülmesi, sömürülmesi sayesinde hayata geçebileceğini görürsek, belki de bize dayatılan bu “tek sistem”den çıkış yolları olabileceğini de hayal etmeye başlarız.

Adı Üstünde Korkunç Tarih

Tanınmış Meksikalı çizer Rius, kapitalizmin tarihini çizgilerle anlatıyor, yani kendini medeniyet diye sunan kapitalizmin kanlı ve korkunç tarihini. Zor görünen konuları oldukça yalın bir şekilde anlatıyor. Öyle ya, sömürü hiç de soyut bir kavram değil. Kendini gerçekleştirmek isteyen bir insanın önüne çıkan çalışma ve artık değer üretme zorunluluğu ve ürettiği artık değerde hakkını alamamak bizlere üzüntü, depresyon, değersizlik hisleriyle geri dönüyor. Yani emek sömürüsü ve kâr gibi kavramlar bedenimizde hissettiğimiz duygular. Rius da işte bu duyguları harekete geçiriyor.
Öncelikle çizgilerden bahsedelim. Bazen bir karikatür gibi bazen detaylı bir gravür gibi olan bu çizgiler, Rius’un anlattığı öyküye özel bir hareketlilik katıyor. Diğer bir deyişle, çizgiler, anlatılan tarihe farklı bir anlatım niteliği kazandırıyor. Çeviriyse özellikle dikkate değer çünkü bu tarih gerçekten Türkçeleştirilmiş. Şili’de Allende’yi deviren general Pinochet’nin yanına Kenan Evren eklenmiş örneğin. Ayrıca muhtemelen İspanyolca konuşma dili kullanılan bu kitapta bu ifadelerin Türkçeleri güzel oturmuş. Kapitalizme artık alternatif yok mu yani, diye sorulduğunda, Marx, “laf mı bu şimdi” diye cevaplıyor.

Rius kapsamlı bir tarih yazmış. Roma İmparatorluğu’ndaki sınıflardan başlayıp ticari kapitalizme, İngiltere’deki sanayileşmeden mülksüzleştirmeye, sömürgeciliğe, köleliğe, emperyalizme, dünya savaşlarına ve neoliberalizme geliyor. Tarihin çizgilerle anlatıldığı bu kitap, özellikle Amerika’da yayınlanan “yeni başlayanlar” serilerine benzemiyor. Hiçbir şey bilmeyen de, bu konuda çok şey bilen de aynı tadı ve heyecanı duyabilir bu kitapta.

Bu korkunç tarihten nasıl heyecan duyulur diye soranlar olabilir. Şöyle cevap verelim: Etrafımızdaki dünyanın “doğal” olmadığını ve büyük bir şiddet uygulanarak kurulduğunu gösteren bu tarih, zihnimizde çatlaklar yaratıp, “evet, başka bir dünya mümkün olabilir” sözlerini zihnimize sokuyor. Tarihi olanca çıplaklığıyla görmek, tarihi “fatihler”açısından anlatan anlayışın dışına çıkabilmek, her zaman başka bir gelecek fikrine kapı açıyor. Kitapla geçirdiğiniz birkaç saatten sonra, bir arkadaşınızla sohbet etmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ve düşünmeye başlıyorsunuz: Devlet, din ve sermaye arasındaki işbirliğinin tüm dünyaya kesilen faturasından benim payıma neler düşüyor?
Kitabın sonunda Rius, “bu her ne kadar kapitalizm hakkında bir kitap olsa da, kapitalizm koşullarında ve kapitalist ülkeler için üretildi”, diyor.  Ardından ekliyor, “bu kitaplar aynı zamanda son derece önemli bir sermaye olacak”, hem yeni kitaplar için hem de başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünen insanların birbirileriyle kuracakları dayanışma ekonomisi için.

Bugüne dek kazanmış olanların, kapitalistlerin penceresinden değil, sömürülenlerin, ezilenlerin gözünden tarihi görebilmek için, böyle kitaplara ihtiyacımız var.  Bu kitap, kapitalizm koşullarında üretilmiş olsa da, kapitalizme hizmet etmediği kesin. Rius’un çalışması, zihnimizi tutsak almaya çalışan türlü türlü medya araçlarına,  TV programları vb. karşı, içinde yaşadığımız dünyanın tarihini öğrenmek için bize sunulan bir öneri.

ÇİZGİLERLE KAPİTALİZMİN KORKUNÇ TARİHİ, Rius, Çev. Nilay Akkurt- Barış Yıldırım, Yordam Kitap.

Sosyolojide Temel Kavramlar (Fatih ARSLAN*)


Anthony Giddens, bugün sosyoloji denilince hem dünyada hem de Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri. Yaşayan en önemli sosyologlardan sayılan Giddens, şöhretini ve sosyolojideki merkezi konumunu sosyolojinin hemen her alanındaki üretkenliğine borçlu. Giddens, bir yandan sosyolojinin kurucularının ve düşünsel atalarının görüşlerini merkeze alan çalışmalarıyla seçkinleşirken,diğer yandan sosyolojinin güncel gelişiminin izini süren ve bu gelişime önemli katkılarda bulunan eserleriyle yalnızca meslekten sosyologların ve sosyoloji öğrencilerinin değil, aynı zamanda sosyolojiye entelektüel ilgi duyan her kesimden okuyucunun ilgisini çekiyor.

Sosyal teoride yapı-fail, özne-nesne ya da makro-mikro ikilikleri şeklinde adlandırılan düalizmleri aşma ve özellikle de sosyolojiyi söz konusu ikiliklerin yarattığı açmazlardan kurtarma çabasıyla yapılaşma teorisini (Structurationthory)inşa eden Giddens, yorumcu/eylemci sosyolojiler ile yapısalcı ve işlevselci tartışmalar arasında bir bağ kurma gayreti içinde olmuştur. Ona göre sosyoloji, modernliğin bilimidir ve modernliği her boyutuyla anlamaya çabasında olan sosyoloji, merkezi problemlerini aşmalıdır. Bu anlayış Giddens’ın sosyoloji kavrayışına ve dolayısıyla takipçilerine toplumsal dünyaya çok yönlü bakma, sosyolojik teori ve kavramların değerlendirilmesinde eleştirel bir tutum alma becerisi katmıştır. Giddens’ın Türkçeye çevrilen birçok eserinde bu tutum kendini açıkça gösterdiğinden, Modernliğin Sonuçları, Sosyoloji, Sosyolojinin Savunusu, Sosyoloji Eleştirel Bir Giriş ve Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori gibi kitapları ülkemizde de hayli ilgi görmüştür.

Kavramsal Miras Değişimi Temsil Eder

Giddens’ın Philip W. Sutton ile birlikte kaleme aldığı ve Phoenix Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Sosyolojide Temel Kavramlar adlı eseri bahsi geçen eğilimin son örneğini oluşturmaktadır. Giddens ve Sutton’ın kitabın girişinde yazdıkları şu paragraf esasen bu eğilim kapsamında kitabın yazılma amacını da ortaya koymaktadır: “Bazı sosyolojik kavramlar uzun süredir kullanılmaktadır ve geçen zaman içinde kavramsal dayanaklar olarak kalmayı başarmışlardır. Örneğin, sınıf, statü, bürokrasi, kapitalizm, cinsiyet, yoksulluk, aile ve güç gibi kavramlar, sosyolojinin temel kavramları olmayı hâlâ sürdürmektedir. Küreselleşme, postmodernite, düşünümsellik, çevre, yaşam seyri, onarıcı adalet ve sosyal özürlülük modeli gibi kavramlar ise, daha yakın zamanlarda geliştirilmiştir. Bu kavramlar artık, son yıllardaki muazzam değişimleri temsil eden kavramsal sözlüğün parçalarıdır. Bütün bunlar aslında, günümüzde disiplinin genel biçimini kavramanın çok daha zor olduğu anlamına gelmektedir. Kitap, yaklaşık yüz elli yıldır sosyolojideki belirli gelişmeleri tanımlayıcı figürler olarak işlev gören bazı temel kavramları tanıtarak, bu zorluğu aşma çabalarına katkı sunma amacındadır. Sosyolojinin temel kavramlarını, onların kökenlerini ve çağdaş kullanımlarını anlamak, sosyolojinin konusunun zamanla nasıl geliştiğini görmek adına okuyuculara rehberlik edecektir.Bu çerçevede kitap, hem sosyolojinin bir bilim olarak konumlanmasından önce dahi toplumsal meselelere ilişkin düşünce üretiminde kullanılan ve sosyolojinin kurucu ataları tarafından alana dair tanımlamalar ve sınırlamalar kapsamında sosyolojik jargona dâhil edilen kavramları, hem de çağdaş gelişmelerle yeni kullanımlar ile yeni anlamlar kazanankavramlar yanında toplumsalın yaşadığı değişim ve dönüşümlerin anlamlandırılması ihtiyacıyla ortaya çıkan nispeten yeni kavramları da ustalıkla birlikte sunmaktadır.

Güncel Temalar ve Kavramlar

Kitapta on ana tema halinde belirlenmiş olan Sosyolojik Düşünmek, Sosyoloji Yapmak, İlişkiler ve Yaşam Seyri ya da Eşitsiz Yaşam Fırsatları gibi konu başlıkları altında, teorik bağlamları göz önünde tutularak ve farklı teorilerdeki kullanımları dikkate alınarak yaklaşık yetmiş kavram ayrıntılandırılmıştır. Üstelik kavramlar ele alınırken kısa tanım ve açıklamalarla yetinilmemiş, her bir kavramın tanımı, etimolojik kökeni, anlam ve yorumları, eleştirel noktaları ve güncel kavranışları üzerinde ayrıntılı değerlendirmeler yapılmıştır. Bu anlamda kitabı önemli ve yararlı kılan en belirgin yönlerden biri, ele alınan kavrama ilişkin yapılan eleştirilere ve kavramın günümüzdeki kullanım biçimlerine güncel örnekler dâhilinde yer vermesidir. Yazarların dile getirdiği gibi, bu haliyle kitap, çağdaş sosyolojinin geçerli bir kavramsal haritasını oluşturmak niyetindedir.

 Ayrıca eserin, Anthony Giddens hakkındaki kapsamlı doktora tezi Anthony Giddens Sosyolojisi(Anı Yayıncılık, Ankara, 2005) adıyla yayımlanmış olan Ali Esgin tarafından yayına hazırlanmış ve çevrilmiş olasının da önemli bir artı olduğu söylenebilir. Esgin’in konuya hâkimiyeti ve akıcı Türkçesi Sosyolojide Temel Kavramlar’ı hem meslekten sosyologlar ve sosyoloji öğrencileri hem de konuya ilgi duyan diğer okuyucular için cazip kılacak başka bir unsurdur.
 

SOSYOLOJİDE TEMEL KAVRAMLAR, Anthony Giddens & Philip W. Sutton, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: Ali Esgin, Phoenix Yayınevi, 2014.

Gökyüzüne Vurgun Kelebek (Munise Nur AKTAN)

Çocuk kitaplarının en güzel konularından biridir bilinmeyeni keşfetme tutkusu. Belki de hepimizin içine en çok işleyen karakterlerden biri olmuştur denizi düşleyen Küçük Kara Balık ve bunu bir gün gerçekleştireceğine dair kararlılığı. Küçük Kelebeğin Rüyası'nda da yine hayallerinin peşinden gitme konusunda tutkulu “kozasından yeni çıkan, kanatlarındaki parlak renklerle” hep daha fazlasını hayal eden küçük bir kelebeğin öyküsünü anlatıyor bize Burcu Bahar.

En büyük rüyası gökyüzüne, aydedeye ve yıldızlara ulaşmak olan küçük kelebek, minik kanatlarının aksine kocaman hayal dünyasında tüm bunları gerçekleştireceği günü düşünmeden edemiyor. Her gece uyumadan evvel “oralar”ın kendi ormanları kadar eğlenceli bir yer olup olmadığını sorarak uykuya dalıyor. Ve düşünüyor ki  “Belki... Belki de bir gün oraya kadar uçabilirim.” Rüzgarla ormana sürüklenen kırmızı bir balonu gördüğü bir gün aklına dahiyane bir fikir geliyor; bir balona tutunarak aydedeye ve yıldızlara ulaşmak! Sessiz sedasız, kimseye haber vermeden çıktığı yolculukta gökyüzüne varmadan evvel ilk durağında, yani şehirde daha ilk hayal kırıklığını yaşıyor. “Mis gibi çiçek kokan, alabildiğine yeşil” ormanının aksine buralar “egzoz ve duman kokan korkunç gürültülü bir yer”. Üstelik “çiçekler bile özgür değil, saksıların içinde.” Balonun yardımıyla başladığı yolculuğuysa hüsranla bitiyor, balon aniden patlıyor, hayaller sona eriyor ama tam o anda onu ve ormanını tanıyan göçmen bir kuş kelebeğimizin yardımına koşuyor. Göçmen kuş onu güvenli evine,  güzel kokan ormana, anne babasına ve arkadaşlarına kavuşturuyor. Mutlu ve güvenli, çiçek kokan bir son.

Küçük kelebek keşfetme tutkusuyla dolu kendine benzeyen dostlarından farklı bir şekilde yuvasına, yaşadığı yere, ormanına dönüyor. Zaten bazen  “bilinmeyen uzaklar” yerine içinde olduğumuz mekan bizi mutlu edecek olandır diye düşünüyor insan. Göçmen kuş onu yakaladığında hızla düşmekte olan küçük kelebeğin “canı çok acır, acır, acır.” Ama gökyüzünü görmek için gitmeseydi de olmazdı, değil mi?

Hayatın kendisinin gerçekten bir avuç yerde dönüp durmak  mı olduğunu, başka şekilde yaşamanın da mümkün olup olmadığını merak eden çocuklar için güzel bir öykü Burcu Bahar'ın öyküsü.  Keşke gitmek istediği gökyüzüne ulaşabilseydi, mutlu yeni yerler görebilseydi desek de bu sadece bizim dileğimiz. Ormanı, kelebeklerin evlerini, kentin grisini, balonun hafifliğini gösteren güzel resimleriyle ve öykünün naifliğiyle bizi bekliyor Küçük Kelebeğin Rüyası.

KÜÇÜK KELEBEĞİN RÜYASI, Burcu BAHAR, Resimleyen: Serap Deliorman, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

Egoistlerin Unutulmuş Yazarı (Bulut YAVUZ)

Biricik ve Mülkiyeti, Jason McQuinn’in deyimiyle “ideoloji müritlerinin nefret etmeyi sevdiği anarşist” Stirner’in kitabı Selma Türkis Noyan’ın çevirisiyle sonunda Türkçe’ye kazandırıldı. Ülkemizde her ne kadar adı sanı pek bilinmese de – ki bundan Sol Yayınları’nın, aslında Stirner’e bir cevap olarak yazılan Alman İdeolojisi’nin, yalnızca Feuerbach ile ilgili kısmının çevrilip basılmasının da “katkısı” çoktur (neyseki tamamı geçen sene Evrensel Basım Yayın tarafından basılarak Türkçe’ye kazandırıldı) – düşünce tarihinde önemi büyüktür. Marx’ın kitaplarının çoğunda isim verilmeden, bitmek tükenmek bilmeyen bir şakaymış gibi, sürekli saldırdığı bir filozoftur; aynı zamanda Nietzsche üzerinde de etkisinin büyük olduğu söylenir.

Kitap Goethe’nin “Vanitas! Vanitatum Vanitas!” şiiriyle başlıyor, ki bu benim baktığım Almanca ve İngilizce basımlarda yok; sanırım Kaos Yayınları şiiri bilmeyenler için koydu. “Ben meselemi hiçe bıraktım.” dizesi, Stirner’in giriş başlığı ve kitabın can alıcı noktası olduğu için şiirin konmasının iyi olduğunu söyleyebilirim.

Alman İdeolojisi’nin yazılma nedeni olan Genç Hegelciler’den birisi olarak Stirner, on dokuzuncu yüzyılın iki uğrağının (Hegel ve Nietzsche) karşılaşma noktası olarak ele alınabilir. Hegelci kapsayarak aşma (aufhebung) düşüncesini ve negasyonu kullanarak Hegelciliğini ön plana çıkartırken, aufhebungu evrenselliğinden çıkartıp biricik olanın içine sıkıştırarak dünyayı ereksel düşünceden kurtarmaya girişir. Stirner ondokuzuncu yüzyılın halet-i ruhiyesine uyarak etkilendiği isimleri pek anmaz. Bu nedenle üzerindeki etkileri, okurlar ancak dönem hakkındaki bilgileri ışığında okuyabilecektir.  1960lara geldiğimizde Lyotard tarafından ilan edilen “büyük anlatıların sonu” düşüncesinin başlangıç noktalarındandır kitap.

Kitap ilk sayfasından itibaren bizi mevcut her şeye karşı savaşa çağırır. “Tanrısal şeyler Tanrı’nın meselesidir; insani şeyler ise insanın... Benim meselem, ne tanrısaldır ne insanî; hakikât, iyilik, adalet, özgürlük vs. de değildir, sadece ve sadece Benim olandır ve genel olmayıp, tıpkı benim biricik olduğum gibi, o da biriciktir.” diyecektir Stirner ve bizi bu biricik olanın ne olduğunu araştırmaya, meselemizi bu biricik olanın üzerine kurmaya davet edecektir.

Kitap meselesini hiçe bırakan bir Ben üzerine kurulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir özneden bahsedilmiyor olmasıdır. Kitap basit bir özne-nesne ikiliğinin dışına taşar. Çünkü nesne gibi karşıda duran (almanca nesne anlamına gelen der Gegenstand karşıda duran anlamındadır) bir “şey” yoktur burada. “Kendi”yi hiçlikle özdeşleştiren Stirner, “Ben boşluk anlamında bir Hiç değilim, Ben yaratıcı bir Hiçim ve bir yaratıcı olarak bu Hiçten, her şeyi kendim yaratıyorum” diyecektir. Yalnızca kendisine ait kılabildiği şeyleri, kendi biricikliği ile birlikte gelen şeyleri biricik yani anlamlı kabul edecektir. Dışında duran hiçbir şey bu biriciğin meselesi olamayacaktır. Kendisi ve yaratımları tarafından sınırlanmış bir algı biçimidir bu.

Stirner’in anarşi fikri de, alışkın olduğumuz devlet-özgürlük karşıtlığının dışındadır. Stirner özgürlüğü de  “Özgürler” başlığında dönemin hâkim düşünceleri çerçevesinde ele alarak mâhkum eder. Liberalizm, komünizm ve hümanizmdir burada işlenen “özgürler”; başlık olarak da politik, toplumsal ve insancıl liberalizmi kullanmıştır. Biricik olan kendini ne yasa ile ortaya çıkan liberal özgürlüğe, ne komünizmin mülksüzlerinin özgürlüğüne ne de hümanistlerin “insan”ının özgürlüğüne teslim eder. Çünkü bunların özgürlük dediklerine sahip olanlar ya devlettir, ya toplum ya da insan; “Ben”im burada bu kavramlara kölelikten başka bir gücüm olmayacaktır. Stirner kitabının başında “O hâlde tamamen Bana ait olmayan davalar defolsun gitsin başımdan!” diyerek sözünü söylemiştir aslında. İşte onun anarşi fikri de kitabı boyunca anlattığı egoistin merkezinde gelişir; yani özgücü ile eyleyen ve biricikliği ile arasına mesafe koymaya çalışan her gücü alt etmeye çalışan biriciktir o. Stirner’in anarşi fikri bizi bir ereğe taşıyacak olan birleştirici bir çatı değil, ölümlü tanrıların sahnesi olarak bir deneyim ve yaratı alanıdır. Bir erekten yoksun, yaşamın ciddiyetini bir kahkaha ile ters yüz eden, saygı gibi pasifleştirici fikirler yerine eylemi yerleştiren biricikler olacaktır burada.

Hem yayınevinin hem de çevirmenin kitaba gösterdiği özeni de tebrik etmek gerek. Kitabın 1844 Almanca baskısında hiç dipnot bulunmamaktaydı, 1910 İngilizce baskısının dipnotlarının gerekli gördüklerini koyup, kendi ekledikleriyle beraber okuyanlar için ciddi bir referans noktası oluşturmuşlar. Ayrıca önsözlerden de anlaşılacağı gibi, Stirner hem üslup olarak hem de kavramsal olarak oldukça zor bir filozoftur. Biricik ve Mülkiyeti özellikle felsefe ve siyaset bilimi ile uğraşanların hem o dönemin hem de bugünün tartışmalarını daha kapsamlı bir şekilde okuyabilmelerine olanak sağlayacak bir yapıt. Ayrıca kurumsal veya sürekli yapılara bağlanarak eylem pratiği geliştirmenin dışında; küçük, süreksiz ve geçici birliktelikler kurarak, karar mekanizmalarını kendilerinden başka hiçbir şeye dayandırmayan pratikler yaratma olanağının da kapılarını açan bir yapıttır Biricik ve Mülkiyeti.

BİRİCİK VE MÜLKİYETİ, Max Stirner, Çeviri: Selma Türkis Noyan, Kaos Yayınları, 2013.

Mücadeleci Bir Ölümsüz (Doğuş SARPKAYA)

Kırmızı Kedi Yayınları, geçtiğimiz ay içinde Saramago külliyatına yeni bir kitap ekledi. Daha önce Turkuvaz Yayınları tarafından bir bölümü yayımlanan Defterler’in tam metnini okuyucularla buluşturdu. Saramago’nun bitiremeyeceğini düşünüp üzüldüğü Filin Yolculuğu’nu tamamlayıp,  sağlığına yeniden kavuştuğu süreçte bir blog açtığını ve orada günlük yazılar ve değerlendirmeler kaleme aldığını biliyorduk. Kabil’e başlamadan önce bir antrenman turu attığını söyleyebiliriz bu blogda büyük yazarın.

Defterler, Saramago’nun âşık olduğu kent Lizbon için yazdığı bir makale ile açılıyor ve ölüm döşeğinde Filistin’e yardım için giden İsveçli yazar Menkell’e ettiği teşekkürle sonlanıyor. 2008 Eylülünden 2010 Haziranına uzanan süreçte Kabil’i yazdığı dönem haricinde düzenli olarak blogda kalem oynatıyor Saramago. En başta Filin Yolculuğu sonrasında oyalanmak için açılan blog, Saramago için ciddi bir uğraşa dönüşüyor. Bir yazar olarak kendini var etmenin tek yolu yazmak olduğu için kendine ket vurmadan, düşündüklerini pamuklara sarıp sarmalamadan, Umberto Eco’nun sözlerini ödünç alırsak “sözlerini tartmak için zaman yitirmeden” internetin sınırsız sayfalarına gönderiyor.

“Öfkeli ama Sevimli”

Umberto Eco’nun “öfkeli ama sevimli” bulduğu bölümlerin çoğunda Saramago, tüm yazarlık hayatı boyunca dert edindiği meselelere yeniden yeniden geri dönerek, daha önce rafa kaldırdığı konuları tozlu raflardan kurtararak ölümün karşısına dikiliyor. Bush’un “dünyayı bir büyükbaş hayvan sürüsüsüyle karıştıran kovboy” olduğunu söyledikten ya da “insanların ortak yaşamının temel değerleri her gün Berlusconi denen şeyin yapışkan ayakları altında çiğnenirken” diye yazdıktan sonra öfkeli olduğu sonucuna varan eleştirmenlerine “Mevcut koşullarda, eksik olan şeyin tam da bu olduğu bir ülkede aşırı öfkelenmekten nasıl söz edilebilir?” diye soruyor.

Toplumsal körlük ve onun beslediği “kişisel rahatlık, cömertlik eksikliği, gündelik yaşamın küçük korkaklıkların” burnumuzun dibinde gerçekleşen kötülükleri görmemizi engellemesine inanamıyor Saramago. Çünkü tam da bizim bu mülayim halimizin dünyayı bu hale getirdiğini düşünüyor. Umut yerine sabırsızlığı, atalet yerine mücadeleyi, kabulleniş yerine reddetmeyi, suskunluk yerine çığlığı, el pençe divan olmak yerine dimdik durmayı tercih ettiğini vurguluyor günlüklerinde. Filistin’den Guantanamo’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya tüm dünyadaki ezilenlerin yanında saf alıyor Saramago. Yaşamının son yılları olduğunun farkında olarak tüm hayatı boyunca savunduğu değerleri daha sıkı sahipleniyor.

Ruh Ailesi

Diğer taraftan kendisini besleyen kaynakları açık edip, ruh ailesi olarak adlandırdığı kendini etkileyen yazarları da sıralıyor Saramago. Amado’ya, Gabo’ya, Fuentes’e, Sabato’ya, Tavares’e verdiği selamlardan sonra gönlündeki aslanları döküyor ortalığa: Camoes, Peder Antonio Vieira, Cervantes, Montaigne, Voltaire, Raul Brandao, Pessoa, Kafka, Eça de Oueiroz, Borges ve Gogol. “Şu benim tarzım olarak adlandırdıkları şeyin temeli 16. ve 17. yüzyıllarda Portekiz’de konuşulan dile duyduğum hayranlık ve saygı” diyerek de yazın sırlarını ortaya döküyor.

Böylece basılı metinleriyle de konuşarak kendi yazınsal deneyimine yeni bir anlam kazandırıyor Saramago. Defterler’deki metinler, alışveriş merkezleri ile ilgili değerlendirmeleri ile Mağara’yı, Portekiz-İspanya birleşmesi ile ilgili tartışmaları ile Yitik Adanın Öyküsü’nü, İncil’e yeni bir bölüm ekleyerek Kabil’i ve İsa’ya Göre İncil’i, toplumsallaşan körlüğümüzü gözler önüne serişiyle Körlük’ü ve Görmek’i (bu liste uzar gider) daha anlaşılır hale getiriyor.

Ölüm Payını Azaltmak

Defterler, Pilar Del Rio’nun önsözde belirttiği gibi “bir yaşam kitabı, bir hazine”. Saramago’nun Defterler’ini okudukça “İnsan nasıl olsa öleceğine göre, bir şeyler yapmak daha iyi olur” diyen Bilge Karasu geliyor insanın aklına. Bilge Karasu yazınında, insana ve dünyaya karşı sorumluluk duygusunun, ardından bir şeyler bırakma isteğinin, “ölüm payı”nı azaltma çabasının sürekli vurgulandığını hatırlayalım.

Saramago, Bilge Karasu okumuş mu bilmiyoruz ama “hayatım boyunca söylediğim birkaç aklı başında sözün, netice itibariyle, hiçbir önemi olmayışının kesinliği ağzımı acılaştırıyor” derken yanıldığını söyleyebiliriz. “Her bir sözün her zaman kendini açıklayacak en az bir başka söze ihtiyacı olduğunu düşünen” birinin kendi sözünün yarattığı etkiyi gözden kaçırması büyük “talihsizlik”. “Hak bilen herkesin kabul edebileceği gibi” ölüm döşeğinde bile yeni bir cümle kurmak için çırpınan bu büyük yazarın, ölüm payını her cümlesiyle daha da azaltarak ölümsüzlüğe ilerlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Not: Saramago’nun düşünceleri ile ilgili tek eleştiriyi not düşmem gerekiyor. Bu da Saramago’nun nazar boncuğu olsun: Bush’a karşı Obama’yı desteklediğini açıktan ifade ediyor Saramago. Obama’nın bir siyahi olarak sihirli değneğini çıkarıp tüm dünyayı değiştireceğini düşünmüyor tabi ki. Ama Bush ve Cheney ile birlikte gerçekleşen rezilliklerin bir nebze son bulması umudu bile sıkı bir Obama taraftarı olmasına sebep oluyor.

DEFTERLER, Jose Saramago, Çeviri: Nesrin Akyüz, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.

Ziya Yılmaz: TiP’ten THKP-C’ye Fatsa’dan Türkiye’ye (Taylan KARADENİZ)

Geçtiğimiz hafta NotaBene yayınlarından bir kitap dağıtılmaya başlandı. Günümüzde ismi çok anılmayan, kimilerinin hafızasında zar zor geri çağrılan bir devrimciden bahsediyor; Ziya Yılmaz Kitabı. 2011 yılında hayata gözlerini yummuş, genç devrimcilerin, sosyalistlerin pek bilmediği bir isim olan Ziya Yılmaz, Barış Mutluay tarafından çeşitli mülakatların derlenmesiyle ve türdeşlerinde pek rastlanılmayacak ölçüde yapılmış bir araştırmayla günümüze ulaştırılmış durumda.

Ziya Yılmaz’ı aslen 1960’ların ve 1970’lerin devrimcileri bilir, tanır. Kuşkusuz, ardılı dönemlerde de devrimci siyasette bulunmuş birisidir Ziya Yılmaz; lakin ardılı dönemlerdeki çizgisini geçmişin mirası üzerine kurmayan birisidir, tabiri caizse miras yedi durumuna düşürmemiştir kendisini. Öte yandan içinde yer aldığı hareketleri pek anlatmamıştır. Hele THKP-C gibi askeri anlamda yenilmiş ve lider kadrosunun tümü yok edilmiş bir harekete dair neredeyse 40 yıl boyunca sessiz kalmayı tercih etmesi muhakkak eleştiri konusudur. Neyse ki yaşama gözlerini yummadan önce kitabın yazarına çeşitli bilgileri ve Türkiye devrimci hareketinin kimi zirve ve kırılma noktalarında önemli sorumluluklar almış birisi olarak, kendi tarihini, dolayısıyla da bir dönemin sol tarihini anlatarak aktarmıştır.

Kitap, yazarın çalışmaya ilişkin kimi değerlendirme ve yöntemsel açıklamalarının ardından başlıyor. Kuşkusuz, yazarın ön bilgileri ve yazısı değerlidir fakat kitabın asıl kurgusu, yazarın da “ana metin” olarak ifade ettiği, Ziya Yılmaz’ın anlattıklarının derlendiği bölümdür. 1938-2011 yılları arasında yaşamış olan bu devrimcinin anlattıkları, yazar tarafından 5 bölümde değerlendirilmiş; bunlar, (1) Fatsa ve Gençlik, (2) TİP Süreci, (3) THKP-C Süreci, (4) Firar ve Sonrası, (5) Değerlendirme...

Peki Ziya Yılmaz’ı bu kadar önemli kılan nedir? Ziya Yılmaz’ın aktardıkları neden önemlidir?
Ziya Yılmaz’ın öyküsü, aslında biraz da Türkiye’nin yakın dönem siyasal hayatının öyküsüdür. Memleketi Fatsa’dan başladığı yolculukla pek çok tarihsel olaya şahitlik etmiş, pek çoğuna da birincil dereceden müdahil olmuş bir devrimcinin hikayesidir. 27 Mayın öncesi siyasal atmosferi üniversite öğrencisi olarak yaşamış, 555K gibi kimi etkileri son derece güçlü eylemlerde yer almış, ardından Türkiye İşçi Partisi’ne katılıp memleketi Fatsa’da partinin kurucusu olmuş ve 1970 öncesinde Karadeniz’de çok güçlü bir sol/devrimci kitleselliğin “yapıcı”larındandır Ziya Yılmaz.

Kitabın arka kapak yazısında, her ne kadar Ziya Yılmaz’ın THKP-C’li dönemi bir nebze daha vurgulu sunulmuş olsa da; TİP’in özel de Fatsa’da, genelde de Karadeniz’deki serüveni oldukça önemlidir. Ki pek çok insan Fatsa’yı -haklı bir gururla- Fikri Sönmez ve Devrimci Yol pratiği üzerinden tanıyor olsa da, bu sürecin nasıl başladığının izlerini, ayrıntılarını Ziya Yılmaz’dan dinlemek önemlidir. Sıfır noktasından nasıl bir sol kitleselliğe ulaşıldığının anlatımı, aslında günümüz için de pek çok değerli ipucunu barındırmaktadır.
Fatsa’da TİP üzerinden gerçekleştirilenler, Ziya Yılmaz’a belirli bir tanınırlık kazandırmıştı fakat Ziya Yılmaz’ı asıl tanınırlık kazandıran şey ise THKP-C sürecidir. Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir gibi isimlerden yaklaşık 10 yıl önce öğrenciliğini tamamlamış, askerliğini yapmış ve kitaptaki bir ifadeyle yaşı kemale ermiş birisinin THKP-C’ye kurucu öğelerden birisi olarak katılması apayrı bir merak konusudur. Yazarın giriş bölümünde bulunan bir yazısı bu durumu aslında özetler niteliktedir. Aynı zamanda Ziya Yılmaz’ın anlattıklarının kendinden menkul olmadığının da bir göstergesidir.

Kitaba dair vurgulanacak bir diğer nokta ise, Ziya Yılmaz’ın anlatılarının yanı sıra, aynı dönemi başka insanların anlatılarıyla da aktarmasıdır. Benzer kitaplarda pek rastlanılan bir durum değildir bu. Aynı şekilde çeşitli referanslarla, anlatının derinleştirildiğini de aktarmakta fayda var. Bu açıdan, dönemin genel tartışma konularına dair belirli fikirler edinmek mümkün gözüküyor.

Son olarak, Ziya Yılmaz’a ilişkin güzel bir özet çıkarmış olması nedeniyle, yayınevinin tanıtım yazısını koymakta fayda var.

“Fatsa’da Zeki Şahin’le kurduğu Türkiye İşçi Partisi ilçe teşkilatıyla başladığı siyasal serüveni, kısa bir zaman sonra tüm Karadeniz’i kapsayan, devrimci bir süreç haline geldi. O süreçte sahibi ve sorumlu yönetmeni olarak yayınlanmaya başlayan Yeşil Fatsa isimli yerel gazete bölgenin en çok okunan ve takip edilen yayını oldu. TİP’te çeşitli ayrılıklar baş göstermeden kısa süre önce Karadeniz’de ilk kez gerçekleşen çeşitli köylü yürüyüşleri ve dönemin en kitlesel eylemlerinden olan “Fındık Mitingleri” gibi eylemlerin doğrudan örgütleyicisiydi. 1970’lerin sonunda Fatsa başta olmak üzere Karadeniz’in pek çok bölgesinde atılıma geçen devrimci hareketin temellerini atan insanlardandı; Kızıldere’de katledilen akrabaları, çocukluk arkadaşları ve yoldaşları olan Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan ile birlikte.

Ziya Yılmaz, TİP sonrası dönemde THKP-C’nin kuruluş sürecinde yer aldı, Genel Komite ve Merkez Komite üyesi oldu. Aynı zamanda THKP-C’nin Karadeniz bölge sorumlusu ve örgütün muhasebe sorumluluğu görevlerinde bulundu. Kuruluş sürecinde, THKP-C’nin gerçekleştirdiği banka soygunlarında görev aldı. İsrail Başkonsolosu Ephaim Elrom’un kaçırılması ve öldürülmesi eylemlerinde bulundu. 29 Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar edenlerden birisiydi. Firar sonrasında, Arnavutköy’de Ulaş Bardakçı’nın öldürüldüğü operasyonla eş zamanlı olarak Fındıkzade’de gerçekleşen operasyonda güvenlik güçleriyle çatışmaya girdi. Bu operasyonda MİT kurucularından Hiram Abas’ı yaralamış ve kendisi de yaralı olarak tutsak alınmıştı.

28 Mayıs 1971’de düzenlenen bir operasyonla yakalanan Ziya Yılmaz, yaklaşık 15 yıl sonra, 21 Mart 1986 tarihinde Malatya E Tipi Cezaevi’nden tahliye olmuştu.

Elinizdeki bu kitap, tüm bu gelişmelere ilişkin Ziya Yılmaz’ın kendi anlatımlarından derlenmiş, Ziya Yılmaz’la ilgili tek kitap olma iddiasını taşıyor. Kronolojik bir hatta derlenmiş çeşitli siyasal olay ve değerlendirmelerin yanı sıra, sürecin baş aktörlerinden olan Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı gibi devrimcilerin insani yönlerini anımsatıyor, aktarıyor. Sol tarih yazımında sıklıkla değerlendirilen kimi olayları kendi gözünden anlattığı gibi bu güne kadar üzerinde pek konuşulmamış “Karadeniz Kır Gerillası” gibi kimi olay ve düşüncelere de ışık tutuyor Ziya Yılmaz.


ZİYA YILMAZ: TİP’TEN THKP-C’YE FATSA’DAN TÜRKİYE’YE, Barış Mutluay, Notabene, 2014.




Üs-Tü Kal-Sın (Fadime USLU)

Cemil Kavukçu’nun yeni öykü kitabı Üstü Kalsın’ın senfonik bir yapısı var. Elbette yazarın kurduğu dil atmosferinden, öykülerin sıralanışından kaynaklanıyor bu. Anlatım biçimiyle dilin temposu her metni kendi yapısı içinde derinleştirirken usulca birbirine ilmek atan dokuz öykü dingin akan hüzünle neşeyi kamçılayan coşkunun iç içe geçtiği çok sesli uzun bir müziği duyumsatıyor.
Müzikte parçanın yorumlanma hızı olan tempo, edebi eserlerde sadece anlatımın akıcılığıyla değil;  seçilen sözcüklerin ahengiyle, sesle, sessizlikle; anlattıklarıyla birlikte anlatmayıp susmayı tercih ettiği o özel durak yerleriyle gerçekleşir. Ağırdan alınan yürüyüş ya da varış noktasına ulaşmak için atağa kalkmış bir koşucu gibi tavır alabilir anlatı. Süratin ve yavaşlığın dengesini kuran, yarattığı anlamı kapatıp giz perdesini açan, sahnelerdeki anlam bağlantısının işaret taşlarını döşeyen yazar, hikâyesinin biricik malzemesi dili hikâyenin özüne göre işlettiğinde, yani, sözcükleri notalar gibi düzeneğin işleyişine uygun biçimlediğinde anlatıda müzikal tempo, aynı zamanda dil atmosferi belirir. Okurken, yazar mesafe koysa bile içine dâhil olduğumuz öykülerin çekiciliği de bununla ilgili; atmosferine kapıldığımız anlatı başta görüntüyle, somut duyulara hitap ettiği sahnelerle belli bir kesinlik yaratmış, sonra da o görüntünün, kesinliğin içindeki bilinmeyeni, anlam katmanlarını sezgilerle bulmaya davet emiştir. Görüntünün içindeki müzikal devinimi bulup o devinimle hikâyelerini biçimleyen bir yazar Cemil Kavukçu.  Sözcükleri dokuyarak yarattığı sahnelerde düşüncenin elçisi dili, dilin düşüncesi temsili görüntüleri enstrümanlar biçiminde kullanıyor. Hikâyeyle var olan anlam örüntüsü metnin her zerresine nüfuz ederken etkiyi güçlendiren detaylar bir süre sonra konuşmaya, kendi seslerini duyurmaya başlıyor.

İlk öyküsü 1981’de Sesimiz Dergisinde yayımlanmasının üzerinden otuz üç yıl geçmiş. Bu sürede yüzlere varan öyküsü yayımlanmış Kavukçu’nun.  Eserleri hakkında da birçok çalışma yapıldı. Bu çalışmalar dönüp dolaşıp aynı yere; kasaba gerçeğine, taşra sıkıntısına kilitleniyordu. Kavukçu’nun eserlerinin ilk bakışta görünen yüzüydü bu. Sonuçta, yazar mekân ruhunun biçimlediği insanları; kasabalıları, gemi adamlarını, büyük kent yalnızlarını anlatıyor; kasaba ortamındaki özgün, sıra dışı, kimseye benzemez kişiler ise yazın sanatımızın Kavukçu tipleri diye yorumlanıyordu. Böylece, anlattıkları genel okur gözünde Kavukçu kaleminin kimliğine de büründü.  Yazar, söz konusu tipleri, tanıttığı özellikleriyle farklı öykülerde yeniden ele aldı, öyküler arasında bağlantı köprüleri attı. Bunları yaparken öykü dışındaki anlatı ve romanlarında da kasabaya değiniyordu.  Tasmalı Güvercin kitabı okurla buluştuğunda yazarın başka bir yöne, fantastiğin öne çıktığı öykülere yöneldiği belirtildi. Oysa, Kavukçu 1983 yılında yayımlanan Pazar Güneşi kitabında ve ardından gelen pek çok öyküsünde fantastiği, büyülü gerçekliği ve grotesk unsurları kimi zaman belirleyici bir ana eksen, kimi zaman da anlatıyı saran bir aura olarak çeşitli tonlarda ele almıştı. Pazar Güneşi’ndeki “Gecenin Ardında Kuyruk”, Yalnız Uyuyanlar İçin’deki “En Eski Güvercin”,  Gemiler de Ağlarmış kitabındaki aynı öykünün “Balık” başlıklı bölümü, yine aynı kitaptaki “Özel Yaşam Hırsızları”, Temmuz Suçlu’da “Önlem” bu kanalın ilk akla gelen benzersiz öyküleri. Yazarın sanatının temel felsefesinden biri de gerçeklik denilen şeyin sürekli değişebileceği üzerineydi ve bu felsefeyi kurgu yöntemine taşıdı. Dört Duvar Beş Pencere kitabında yer alan “Haber ve Haberci” öyküsü bunun en çarpıcı örneklerinden. Parçalı kurguda yabancılaştırma efektini kullanarak gerçekliğin odağını kaydırıp değiştirmişti.  Maddi duyulara hitap eden detaylarla kesinlik yaratıyor, kesinliğin içinde durumun hakikatini işliyor, sonra hakikati belirlenen durumu bir anda ters yüz ediyordu. Yine aynı kurgu tekniğinde aynalar yöntemini geliştirdi Kavukçu. Tek çatı altına aldığı bölümlerin birindeki bir detayı bir başka bölümün esas meselesi haline getiriyor. Süreklilik bir olgu olmaktan çıkıp öykü kişilerinde yaşamsal bir duyguya dönüşüyordu. Fantastik ve büyülü gerçekliği de yine gerçekçi öykü kişilerinin bakışıyla değerlendirdi Kavukçu. Kişiler aykırı ya da fantastik âlemin tipleri değil, onların rastladıkları sıradan düzenin aykırı olaylarıydı.  

Üstü Kalsın, Kavukçu’nun bugüne kadar kurduğu öykü dünyasında anlam, teknik ve biçem olarak farklılaşan yönelimlerinin bir arada olduğu, kurduğu kanalları kendi derinliğinde doğallıkla dile getiren zengin bir kitap.

Kitaptaki ilk öykü  “O Bakış”ın dingin ve kasvetli müziği, kasveti artıran yağmurla, otel odasına tıkılıp kalan kişilerle, sobaya atılan odunun yanarken çıkardığı çıtırtı ve öteki ayrıntıların ses vermesiyle oluşuyor. Otel odasının penceresinden dışarıya bakan kişinin gördükleriyle açılıyor öykü. Pencere pervazından sızan dingin yağmurun damlaları taşlarda patlayan sağanağa dönüştüğü birkaç saatlik süreyi içeriyor. Bu kesitteki tüm olaylar yağmurun perdelediği trajik boşlukta geçiyor. Trajedi  öyküyü anlatan kişinin mi, hikâyesi dinlenen kişi mi, hikâyedeki olaydan etkilenen öteki varlığın mı, gerilimi hepsine aşama aşama, mekân da dahil olmak üzere her nesneye ve kişiye bölüştürerek anlatıyor yazar. 

Birbirinden güç alarak topluluk olmayı kutsallaştıran, kendilerinden olmayanı baskılayıp dışlayan kişilerin zayıf bulduğu varlık üzerindeki etkisini sıkça işlemişti Kavukçu. Öyküsüyle aynı adı taşıyan Demokor bunun prototipi adeta. Kasabadaki yetişkinlerin deli yakıştırması yaparak  gülüp eğlendiği, çocukların maskarası olan Demokor’un hayaleti, bir başka ifadeyle, onun maskesinin ardındaki yüzü “O Bakış”ta da çıkıyor karşımıza; vurduğu ayının yavrusunu ormandan alıp besleyen avcının ayıyla ilişkisinde ortaya çıkan, trajedi ve gerilimden doğan bir hüzne açılıyor: Demokor’un ve onun duygusunu taşıyan öykü kişilerinin dinmeyen hüznüne.

Kavukçu öteki öykülerinde olduğu gibi ayrıntı işçiliğiyle kuruyor öykülerinin atmosferini. Mekân yazarın anlatıcı kişileri için de hikâyesi anlatılan kişiler için de yönlendirici bir unsur. Öykü kişilerini harekete geçiren anlatı zamanındaki alanın koşulları mıdır, kişilerin bakışıyla mı mekân biçimlenmiştir, belli değildir. Sonuçta yazar, öykü kişilerinin iç dünyalarıyla mekânın ruhunu örtüştürerek mekânı bir dekor olmanın ötesine taşır ve yaşayan bir organizmaya dönüşür. Suskularda boşluklar bırakır Kavukçu. Boşluğu dolduracak olan okurun düş dünyasından çok öykünün suskusundan önce ve sonra söyleyip gösterdiği işaretlerdir. 

“O Bakış”ın mevsimi sonbahar. Birbirine bağlanan “Hangi Dala Bakalım Baba”, “Karga Bayramı” ve “Piyes” adlı öyküler ise yaşamsal döngünün sonsuzluğunu sezdiriyor. İlerleyen zamanın bir noktasından geriye dönüp bakılıyor “Hangi Dala Bakalım Baba”da. Görülen alanda anlatılan birkaç mevsim birden; kişinin zihninde donup kalan, zig zaglar çizip sonra sarmal hale gelen, olaylarıyla günümüze aralanan bir zaman. Kıpır kıpır, hiç düşmeyen ritmiyle neşeli bir müziği var bu üç öykünün. “Şerare”nin alçalıp yükselen tınılarıyla kitaptaki son öykü “Üstü Kalsın”ın gürül gürül akan bir nehri çağrıştıran dili birbirine çok yakın.  Bilinç kaymaları, hezeyanlar, öfke ve durulma anlarının çok sesli yansıması olan “Üstü Kalsın” kitabın final vuruşu aynı zamanda. 

Kitaptaki bir başka güzellik, desenler. Çizeri Melih Kavukçu, öyküler gibi etkiyi birkaç çizgiyle aktarıyor. Kimi zaman kalın ve sert çizgiler, uçarı hareketler, hareketin sürekliliğini pekiştiren dalgalanmalar, hafif fırça darbeleri, mizahla alegorik anlamı öne çıkaran çizgilerle betimlenmiş figürler… desenler bir yandan konuşan kurmacalarla diyalog kuruyor, bir yandan da kitabın estetik tarzını bütünlüyor.  

Üstü Kalsın, Cemil Kavukçu’nun öyküde dil hassasiyeti ile kurgulama yöntemindeki doğallığı gösteriyor bize, estetik tavrını hikâyenin özünden gelen sese teslim ederek.


ÜSTÜ KALSIN, Cemil Kavukçu,  Can Yayınları, 2014.