Terry Eagleton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Terry Eagleton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tanrı öldü, yaşasın yeni Tanrılar! (Ali MERT)

Daha ilk sayfalarda, “Aydınlanma’nın Sınırları” başlığını taşıyan birinci bölümün başında, “Din gündelik yaşamımıza müdahil olmaya başladığı anda, ondan vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bu açıdan alkolle belirgin bir benzerlik taşır” diye bir cümle var. (s. 15)

Temel olarak dinin gündelik yaşama müdahil olmasını, günlük hayatın dokularına işlemesini, özgürlük alanımızı daraltmasını vb. inceleyen bir kitap olmasa da, çağımızın bu gerçekliğine dokunmadan konuya giriş yapmak pek mümkün değil herhalde.

Hele bu müdahaleyi giderek daha yoğun bir biçimde yaşayıp hisseden Türkiye’de... Günlük hayatımızın dokularına giderek daha fazla işleyen “din olgusu”na karşı, onun güncel müdahalelerine karşı özgürlük çığlığını yükselttiğimiz bir dönemde...

Bizim için mesele “inanıp inanmamak” yahut “dindarlık” meselesi değil elbette; bağnazlıktan yola çıkıp, baskı, despotluk ve din tüccarlığı yapan iktidarın otoritesinde kilitleniyor söz konusu müdahale.

Kitabın meselesi ise başka, müdahaleye değinse de, aslolarak müdahalenin arkasındaki “kimliğe” yoğunlaşıyor; onun tarihsel serüvenini, yıllar içinde farklı düşünürler açısından ve düşün sistemleri içindeki değişimi ve gelişimini ele alıyor; başka değerlerle, en başta da “kültür”le yer değiştirmesi üzerinde duran kapsamlı bir çalışmaya dönüşüyor. Marksist düşüncenin yaşayan en önemli isimlerinden Terry Eagleton’ın son çalışması bu: “Tanrı’nın Ölümü ve Kültür”. 

“Tanrı olmasaydı, onu yaratmak zorunda kalabilirdik” ya hani, işte bu farklı “yaratımlar” üzerinde duruyor Eagleton.  Bir başka deyişle, “Tanrıya vekalet eden aşkınlık formları”nı anlatıyor ve dediğimiz gibi, en başa da Kültür’ü yerleştiriyor. Kültürün yanı sıra diğer bazı kavramları, değerleri ve felsefi kategorileri “tanrı vekili” mertebesine yükselten filozofların, bu yükseltme işlemini ne şekilde yaptıklarını anlatıyor. Bu durumda felsefe tarihinde uzunca bir yolculuğa çıkmak gerekiyor ya hani, işte o yolculuğu gerçekleştiriyor. 

“Yer değiştirme” özetle şöyle: "Modern tarih, diğer şeylerin yanı sıra, Tanrı için bir vali arayışıdır. Akıl, Doğa, Geist, kültür, sanat, yüce, ulus, devlet, insanlık, Varlık, Toplum, Öteki, arzu, yaşam gücü... hepsi de zaman zaman, yerinden sürülmüş ilahiliğin formları olarak hareket etmiştir." (Terry Eagleton “Tanrının Ölümü ve Kültür”, s.69)

Kitabın içinde ilerledikçe, vali’nin, vekil, başvekil, dublör, taklitçi, öykünmeci gibi rollere de geçebildiğini görüyorsunuz.

Her bir vekilin kökenleri, onun etrafında dönen felsefi tartışmalar, İdealizm ve Romantizm gibi büyük okulların kendi atadıkları vekiller ve diğerlerinin vekillerine yaklaşımları, din ve ahlak arasında yaşanan gelgitler vb. üzerinde duran, farklı felsefecilerin ve felsefe tarihçilerinin yaklaşımlarını özetleyen, aktarıcı ve toparlayıcı bir tarzı seçmiş bu defa Eagleton.

Arnold, Burke, Coleridge, Comte, Nietzsche, Novalis, Freud, Fichte, Hegel, Kierkegaard, Schelling, Schiller, Wittgenstein, Voltaire ve tabii ki Marx, diğer düşünürlerden daha önde, tartışmaların ve “vekil atamalar”ın merkezinde yer alıyorlar.

Marx’ın “halkın afyonu” sözü çok biliniyor ve tekrar ediliyor. Peki ya diğer yaklaşımları? “O da dinsel inancın siyasi kimi ikirciklerini miras aldı. Marx’ın dini hem halkların afyonu, hem de rahibin kötücül burjuva vicdana serpiştirdiği kutsal su olarak gördüğü bilinir. Fakat onun dini aynı zamanda kalpsiz bir dünyanın kalbi olarak gördüğü bilgisi daha az yaygındır.” (a.g.e., s. 112)

Marx’ın afyondan vicdana uzanan “ikirciklenmleri” böyle, peki ya marksistlerin? Örneğin, kurtuluşçu söylemler kesişir mi hiç dinsel vaaz ve önermelerle? Örneğin Latin Amerika’daki devrimci/ marksist hareketlerin, dinle ilişkilerinde geliştirdikleri ayrıksı yaklaşım, Michel Löwy gibi marksistlerin üzerinde ayrıntıyla durduğu bir konu değil mi? Toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketlerinin daha geniş “kurtuluş teolojisi”ne alan açması, katolik rahiplerin devrimci hareketle “içten” ilişkisi vb. özellikle Latin Amerika deneyimleri için tartışılabilir. Terry Eagleton o konulara doğrudan uzanmasa da, açtığı “kurtuluşçuluk” tartışmaları, benzer çağrışımlara uzanıyor elbette. “Marksizm tümüyle  seküler bir siyaset formu” olsa da “daha geniş bir anlamda, dinsel düşünce ile Marx’ın tarih yaklaşımı arasında bariz akrabalıklar” belirmeye başlıyor ve “adalet, kurtuluş, hesaplaşma günü, baskıya karşı mücadele, mülksüzlerin iktidarı, geleceğin barış ve bolluk hükümranlığı” gibi kavramlar üzerinden yeni sorular ortaya atılıyor...  (a.g.e., s. 124-5)

Sorular, sorgulamalar, vekiller, ikirciklenmeler, çelişkiler, tartışmalar derken, Eagleton’ın anlatımında özellikle “ilk gerçek ateist” olan ve “Tanrı’nın ölümünün dehşet uyandırıcı ve ilham verici sonuçlarıyla herkesten önce yüzleşen” Nietzsche’ye dair söylenenler ayrı bir yer tutuyor. “Seküler toplumun infazından sağ çıkan Tanrı, biri ahlak olmak üzere bir dizi takma ismin ardına gizlenirken”, Nietzsche, “din ve metafiziğin dogmalarına inanmayan, fakat kurtuluş ve avuntunun bu en üstün aracına ihtiyaç duymayı sürdüren” insanın trajedisini anlatıyor. Tam bu noktada, “güç istenci”, “arzu” gibi filozofumuzu ve diğer filozofları çok uğraştıran kavramlar da kafanızda daha berrak bir biçimde yer edinmeye başlıyor.

Kavramlar demişken, kitapta kendi adıma “imgelem” kavramına dair daha derinlemesine bir “imge” ya da “duyu”ya kavuştuğumu söyleyebilirim! Felsefi çalışmaları okumanın, felsefe tarihinde yolculuğa çıkmanın böyle önemli bir katkısı da oluyor. Daha önceki okumalarınız neticesinde aklınıza bir şekilde “yerleşen” kavramlar, yeni okumalarda yeni şekillere bürünebiliyor, “çıkıp yeniden yerleşiyor.”

Nietzsche’nin trajik hesaplaşmaları, “içi dışı bir” düşüncesi ve kişiliğinin yanında, “söyledikleriyle yaptıkları farklı” giden düşünürler de var. Örneğin, Voltaire’in (aristokratlığı ve sınıfsal konumu/çıkarları gereği) “kendi dinsizliğini hizmetçilerine bulaştırmaktan korkması”; Diderot’nun “dinle alay etmesi, fakat onun toplumu birleştirici gücüne değer vermesi”; “katıksız bir materyalist” olan Comte’un, “seküler rahiplik planları” yapması; “Tanrı’yla hiç işi olmayan” Durkheim’ın, “dinin duyguları terbiye etmek için değerli bir kaynak olabileceğini” ileri sürmesi ya da aynı şekilde Strauss’un “dinsel inancın toplumsal düzen için elzem olduğu” kanaatini taşıması vb. Tanrı/vekil ekseninde eserler üretmiş düşünürler açısından bir “samimiyet sorgulaması”nı da gündeme getiriyor.

Bu arada sadece geçmiş düşünürlere dair değil, bugünkü “yaşayan felsefe”ye dair tartışmalar da anlatımı zenginleştiriyor. Kitabın sonlarına doğru Eagleton,  “Tanrı ve ateizm” denince günümüzde akla gelen Richard Dawkins, Alain de Botton gibi popüler düşünürlerle de polemiğe girip (ya da Salman Rüşdi gibi yazarlara “laf atıp”) düşünce kurgularındaki eksiklere, gediklere dikkat çekiyor.

Tüm bu tartışmaların ortasında, bir yandan Tanrı ölürken, diğer yandan “yeni tanrıların doğumuna” beşiklik yapan düşünürler ve Eagleton, aklımızı açmaya, ufkumuzu genişletmeye devam ediyor...

TANRI’NIN ÖLÜMÜ VE KÜLTÜR, Terry Eagleton, Çeviri: Selin Dingiloğlu,Yordam Kitap, 2014.

Tersine Pharmakos (Melike UZUN)

Terry Eagleton “Thomas Mann’in Kirpisi” makalesinde Antik çağ Yunanistan’ındaki günah keçisi (pharmakos) geleneğinden söz eder. Yıl boyunca biriken kirlilikten kurtulmak için seçilen iki kişidir günah keçisi. Thargelia şenliğinde bu kişiler kentin sokaklarında teşhir edilir, üreme organlarına vurulur ve öldürülür. Pharmakos sembolik düzeyde topluluğun suçunu yüklenir ve bu şekilde arınmayı sağlar. Günah keçileri toplumsal hiyerarşinin en alt kesimlerinden seçilse de Eagleton bu söylenenlerin hemen arkasından şunu ekler : “Topluluğu bu şekilde temsil etme ve günahlarından kurtarma gücüne sahip olması yönüyle pharmakos tersine çevrilmiş bir kral figürüdür.”

Thomas Mann’in Nisan ayında Can Yayınları’ndan Şeyda Öztürk’ün çevirisiyle yayınlanan Majesteleri Kral adlı romanındaki başkahraman veliaht, bir kralın kimi zaman tersine çevrilmiş pharmakos olabileceğini düşündürüyor.

Klaus Heinrich bir ülkenin ikinci veliahtı olarak doğar. Ancak, bir eli diğerinden küçüktür ve gelişmeyecektir. Bu, bir ülkenin kralı olacak biri için ağır bir yük, acı çekme nedenidir. Kral, baba Johann Albrecht oğlu Klaus Heinrich doğduğunda şöyle der : “Ne büyük engel! Ne büyük ayak bağı! Sürekli dünya karşısında cesur duruşunu korumak zorunda olacak. Bu gerçeği yavaş yavaş sızdırmalıyız ki halkın karşısına ilk çıkışında büyük şok yaşanmasın. Hayır, henüz buna alışamadım. Tek elli bir prens.” Bu, bir kehaneti anımsatır. Yüzyıldır söylenen bir kehanettir bu: Tek elli bir prens, ülkeye alışılmadık vaatler, refah getirecektir.

Klaus Henrich, gerçekten de ömrü boyunca sağ elini halktan, görüştüğü insanlardan saklamak zorunda kalır. Bu durum beraberinde konumunu, yaptıklarının, yaşadıklarının anlamını sorgulamayı da getirir. Bir yandan yalnızlığının farkına varıp “halk”la iletişim kurmaya çalışmanın bir yandan bunun imkansızlığını fark etmenin acısıyla kıvranırken kendisine “çıkış yolu” buluverir. Ancak, bu çıkış “grandük” olmanın yerinden oynatılamaz ağırlığı yüzünden kapalıdır. Majesteleri Kral Klaus Henrich’den beklenen, istediği gibi davranması değil, ülkesi ve halkı için kendisini feda etmesidir. Alt sınıftan bir pharmakosla Grandük’ün ters özdeşliği bu “kendini feda etme/kurban olma” üzerine kuruludur.

Majesteleri Kral, bir bakıma “kurban verme/olma” kültürünün olumsuzlanmasıdır. Bu denli kesin bir yargıya varmak için iki neden var. Birincisi Klaus Henrich’in pek çok kişinin ve çok değer verdiği öğretmeni Doktor Überbein’ın “yüce görev”i yerine getiremeyeceği uyarısının tam tersini gerçekleştirmesi ve kendisi de “kurban” figürü olan Überbein’ın bu öngörüsünde haksız çıkması. Sonuçta, kurban olmayı, günah keçisi olmayı reddeden Klaus’un halkını refaha kavuşturup onların saygısına eskisinden daha çok ulaşması. İkincisi ise Überbein’ın yaşamı.

Romanın düşünce dokusunda Klaus Henrich’in öğretmeni Überbein’la diyaloglar önemli yer tutar. Überbein, öğrencilerini koruyormuş gibi görünse de kesin ve net mesafesi, savunduğu düşüncelerle devletin aklıdır. Klaus Henrich kral olarak kendi varlığını sorgularken Überbein şöyle der: “Temsil etmek, doğal olarak ki salt var olmaktan daha fazlasıdır ve ondan daha yücedir Klaus Henrich – işte bu yüzden insanlar size ‘majesteleri’ diyor.”

Überbein yaşamını kendini “feda etme” üzerine kurmuştur. Ama onun günah keçisi olduğu söylenemez. Çünkü, kurban olma durumunu sonradan bir çeşit “iktidar”a dönüştürmüştür. Yaşamının dönüm noktasında istediğini değil başkaları adına “ideal olan”ı eylemiş, katı bir ahlakçılık ve işindeki başarı üzerine kurmuştur hayatını. Klaus Henrich için dönüm noktası olacak durumda ona da aynısını yapmasını öğütler. Pek çok kişi gibi Überbein da kraldan, ülkesi için yaşamını, isteklerini, mutluluğunu feda etmesini, toplumun huzursuz olmaması, düzenin bozulmaması için bir günah keçisi gibi davranmasını ister. Romanın “kurban verme/olma” kültürünün olumsuzlanması, kralın seçimini netleştirdiği gün, Überbein’den gelen haberle pekiştirilir. Talihsizliğin kader olmadığı, bireyin seçimleriyle ilgili olduğu, toplum adına “kendi”nden vazgeçişin kader olmadığı, günah keçisi olmak istemeyenlerin buna karşı koyabileceği, olayların çözümünde güçlü bir düşünce olarak önümüzde durur. Çünkü, Majesteleri Kral çok karşı çıkılmasına karşın, büyükannesi Kızılderili olan ve soylu olmayan Spoelmann’la evlenir. Tam da evlendiği gün aldığı haber çarpıcıdır: “Ama aynı gün Eremitage’a Raoul Überbein’ın intihar ettiği haberi geldi.” Kendini feda edişini iktidara dönüştüren Überbein, Majesteleri Kral’ın kendi seçimini gerçekleştirdiği gün intihar eder. Bir masal gibi “yanlış” davrananın sonu ölüm olurken “doğru” davranan muradına erer. İşte bu yüzden “günah keçisi” yaratan topluma sunulan bir anti-tezdir bu roman.

Günahkar toplum günah keçisini yaratır mutlaka, bu yüzden yalansız bir ülke dileyelim, yoksa günah keçisi olmamız işten bile değil.

Tatlı Şiddet, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları



Majesteleri Kral, Thomas Mann, Can

Provokatif bir sorgulama: Hayatın Anlamı (Kansu YILDIRIM)


Terry Eagleton yeni kitabında yanıtının olduğundan bile şüphe ettiği bir soruya yanıt arıyor: Hayatın Anlamı. İlk bakışta (Marx’ın ifadesi) “duru gökyüzünde çakan şimşek” misali hayatın anlamını soran/sorgulayan bu kitabın neden kaleme alındığını anlamakta zorluk çekebiliriz ama iz takibi yaptığımızda durum netleşir. Eagleton Estetiğin İdeolojisi’nde evrensel tarihi sorguluyordu ve bu tarihin “herhangi bir temeli varsa, o tarih mutluluk birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır” diyordu. Kuramdan Sonra’da ise kapitalizmin insanların bükülgen ve uyumlu istediğini yazıyor ve sistemin kusursuz derecede maddeci olmasına karşın zamanı geldiğinde anti-maddeci kisveye de bürünebileceğini anlatıyordu. Eagleton bu tasvirleri ve görüşleri melankolik bir hava yaratmak yahut kuru ajite dil aracılığıyla okuyucuyu kavramak için kullanmıyor. İnsanların “hayatını” çok yakından ilgilendiren gelişmeleri özgün üslubuyla irdeleyerek gerçeklik ile düşünceler arasında enformasyon köprüleri kuruyor.

Hayata ilişkin sorgulama başlıyor

Eagleton için hayatın anlamı öncelikle sorulacak sorunun çözümlenmesi aşamasında karmaşıklaşıyor. Çünkü “nedir” gibi varlığa ilişkin bir sorunun hayat gibi bilimsel düzeyde kanıtlanamamış-kurallandırılamayan bir “şeye” sorulması oldukça spekülatif. Belirttiği üzere “hayatın anlamı nedir” gibi bir sorunun “hakiki bir soru olması” gibi, “hakiki gibi görünen bir soru” olma ihtimali de saklı bulunmaktadır. Bu nedenle verilebilecek cevapların geçerliliği -varsa- doğru sorunun sorulmasına endeksleniyor. Zaten Eagleton sorunun formülasyonunu tarihsel kontekstlerle ilişkilendirdiği için hayata ilişkin arayışta “anlam sorunu” beliriyor. Soru noktasındaki muğlaklık ise teolojiden dilbilime kadar tekanlamlı ve tek bir cevabın çıkışını zora koşuyor. Kitapta hayatın anlamını düzen mottosu içinden “Tanrı” olarak cevaplayanlar ve noktalayanlar olduğu gibi, dil üzerinden Tanrıyı ve varlığı tartışan, böylelikle hayatın anlamını sorgulamayı daimi kılan düşünüş biçimleri de inceleniyor. Eagleton sorunun sorulmasına ilişkin iki kulvarı ele alıyor: İlki, hayatın anlamı konusunda “varoluşun temeli olarak Tanrı” fikrinde ortaklaşanlar ve bireyin mevcudiyetini Tanrı ile özdeşleştirenler. İkincisi, bu kulvardakilerin aksine, Wittgenstein’ın “lengüistik terapisi” veya Derrida’nın “yapısökümü” ile dilde tortulaşan varlığa ilişkin kabullerin parçalanması için savaşımda olanlar. Bunlar Tanrı fikri de dahil tüm metafizik yanılsamaların dilde inşa edildiği görüşünden hareket ederek anlam sorununa ne iyi ne de kötü bir yanıt arayışı içindeler. Eagleton, öte yandan, dil üzerinden sorgulamanın karamsarlığının da altını çiziyor. Bu karamsarlığa -Tatlı Şiddet’te detaylı olarak bahsini geçirdiği- tragedya’yı dahil ediyor ve hayatın anlamıyla arasında bir bağ kuruyor: İnsanları ideolojik avuntulardan yoksun bırakan, yanıtsız bir soru olan tragedya, reformizme, hümanizme ve idealizme kıyasla eşik atlattırır. Eagleton, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da insanın kendi varoluşunu sorgulama yetisi ile farklılaştığını hatırlatıyor ve bizatihi insan için varoluşunun bir sorunsala tekabül ettiğini yazıyor. Ancak bu, insan için varoluş meselesi, Sartre’ın “yararsız tutku” olarak kavramsallaştırdığı “ontolojik endişe” biçiminden farklı. Çünkü burada bir “insanlık durumu” bulunuyor. Eagleton’ın insanlık durumu ile bir düğüm yakaladığı anlaşılıyor. Çünkü insanlık durumuyla post-modern ve post-yapısalcı düşünceler ile açıktan hesaplaşma başlıyor. Post-modernizmin “insanlık durumunu metafizik bir yanılsama” olarak kavradığını belirten Eagleton, - post-yapısalcılıkla birlikte - insan hayatını bütünlüklü düşünmeye yönelik tüm girişimlerin ya hümanizm ya da totaliter devletin ölüm kamplarına giden yolda bütünleştirici teoriler olarak indirgemelere yöneldiğinden bahsediyor. İnsan hayatı üzerine bütüncül düşünümler yerine tikelleştirilen düşünme biçimleri tarihsel bağları da görmezden geliyor. Eagleton post-modern tutumun kontekstsizleştirme eğilimine karşı hayatın anlamını sorgulamaya eşzamanlı olarak insanın varlığına ilişkin muhakeme yürüten Heidegger ve Sartre’ı ve de inter bellumu örnek gösteriyor: Varlık ve Zaman’ın yazılışı ve argümanları Birinci Dünya Savaşının tarihsel karmaşasına denk düşer. Varlık ve Hiçlik ise toplama kampları gibi kitlesel katliamların arttığı bir dönemde yazılmıştır. Kitabın başka bir kısmında yazdığı gibi insan hayatı üzerine en fazla ölüm gölgesinin düştüğü dönemlerdir bunlar. Ekseriyetle, tarihsel kırılma anları insan hayatının anlamını sorgulama biçimlerini değiştirdiğini anlıyoruz. Ne var ki, sorgulama biçimleri değiştikçe özellikle dilde yürütülen savaşımın etkisiyle Tanrı şeklinde verilen metafiziksel geleneksel cevaplar, kamusal ve özel alanın gündelik pratiklerini ve ritüellerini başka kavramlar altında çevreleme sürecini hızlandırıyor.

Anlam bolluğu

Eagleton, günümüzde hayatın anlamını sorgularken insan hayatının değersizleştirilmesinden dikkat çekiyor. Aslında, Marksist emek-değer teorisinde yürütülen tartışmaları hatırlayınca Eagleton’ın “değersizleşme” olarak bahsettiği süreç, “öznelerin” “değer-biçim tahakkümü” altına girmesine karşılık geliyor. Eagleton değersizleşme ile modern çağda insan hayatına ilişkin sembolik boyutun boşaltıldığını yazıyor. Kamusal alanın anlam yoksunu haline geldiğinin altını çizen Eagleton, din, kültür ve cinsellik kategorilerinin yaşamı kuşattığını; kapitalist modernitenin insanlığı ekonomik olanla ipotek altına aldığını; siyasal alanı, aklı, ahlakı ve kültür/kültürel hayatı yeniden düzenlediğine değiniyor. Öncelikle, din, ruhani olmaktan çıkıyor ve piyasa mekanizmaları içinde başarısız olan kimselerin metafiziksel çaresine dönüşüyor. Öte yandan çeşitli kurumları fonlamanın ve hayatın anlamını kazançlı bir endüstriye dönüştürmenin başlıca yolu haline geliyor. Kültür, ulusal ideoloji, kamusal ritüel ve kimlik inşası gibi konulardaki önemini kaybederek boş zaman aktivitelerini adlandırma haline bürünüyor. Cinsellik, erotik aşk ve kişisel tatmin boyutunu terk ederek obsesyonlara dönüşüyor. Bu üç öğe, kamusal anlamın yerini doldurmak içinde günümüzde yeniden kurgulansa ve düzenlense dahi Eagleton bunun çelişkiye yol açtığını, patolojik sonuçlar doğurduğunu yazıyor. Her üç öğe de kapitalist sistem tarafından ambalajlanıyor ve kişilerin anlam arayışında karşısına çıkartılıyor. Kitapta görüleceği üzere sorgulamaya konu olacak ve insanların hayati pratiklerini kesen anlamlar nicelik olarak artarken post-modernist yaklaşımlar anlam kavramını iğdiş ediyorlar.

Eagleton, anlamın parayla boğulsa bile sayı bakımından sınırları olduğunu söylüyor: Herkes için ayrı bir hayatın anlamı olamaz. Ya da anlam, sadece kişinin verdiği hükme bağlanamaz. Daha sorusu netleşmemiş, cevabının bile olup olmadığından şüphe edilen bir sorgulamanın anlam yüklemesine dair kesin vargıya ve yargıya ulaşılamaz.

HAYATIN ANLAMI, Terry Eagleton, Çev: Kutlu Tunca, Ayrıntı Yayınları, 2012.

Edebiyat ve Edebiyat Eleştirisi (Bora ERDAĞI)


Türkiye’de Türkçe edebiyatın yeterince gelişim imkânı bulamadığından şikâyet eden çok sayıda kişi bulunmaktadır. Bu kişiler ister meslekten bir edebiyatçı ister amatör bir edebiyatsever olsunlar şikâyet olarak ilkin, edebiyat eleştirisinin yokluğuna ya da yetersizliğine odaklanmaktadırlar. Pek haklı olarak süreli edebiyat dergilerinde sürekli olmayan tek şeyin edebiyat eleştirisi olduğuna ve/veya tek başına edebiyat eleştirisinden mürekkep olan süreli yayın sayısının bir elin parmağınca dahi olmamasına işaret ederek şikâyetlerini dallandırıp budaklandırmaktalar. Elbette söz konusu şikâyetlerin ve bu şikâyetler için ortaya konan gerekçelerin belirli ölçülerde haklılığı bulunmaktadır. Ancak burada durmak ve şikâyetnamelerin dökümünü yapmaktan kendimi alı koymak istiyorum. Çünkü şikâyetleri yinelemenin, şikâyet konusu olan sorunları anlaşılır kılmaya neredeyse hiçbir etkisi yok. O halde çuvaldızı öncelikle şikâyetçilerin kendilerine ve ardından edebi dünyanın garabet dolu havasına yöneltmeleri gerekir. Ancak ben burada (sınırlı yer nedeniyle) konuyu Türkiye’de edebiyat eleştirisinin varlığından bir edebiyat eleştirmeni olarak Terry Eagleton’ın çalışmalarına doğru kaydırarak, dolaylı yoldan şikâyetlerin aşılabilmesine ilişkin bir cevap üretmeye çalışacağım.

Utku Özmakas, Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi adlı kitabını çok kısa bir süre dilimize kazandırdı. Aslında bu kitap 1976 yılında yazılmış ve tamamen edebiyat eleştirisi alanında Marksizmin konumunu kavramaya çalışan “yeni-yetme okur-yazar”ı hedeflemiştir. Kılavuz ya da bir tür giriş kitabı olarak okunabilir. Eagleton bu kitabı yazdığında temel olarak iki şeyi “yeni-yetme okur-yazar”a göstermek istemektedir. Birincisi Marksist eleştirinin “akademik arşivlere” hapsedilmesinin tehlikeli olduğunu göstermek ve ondaki toplumu dönüştürücü rolü yeniden hatırlatmaktır. İkincisi ideolojileri anlamaya çalışan Marksist eleştirinin bazı “düşüncelerin, değerlerin ve duyguların” sadece edebiyatta bulunduğunu tespit ettiğini ve bunu nasıl yaptığını oldukça anlaşılır ve açık uçlu olarak ifade etmektir. Eagleton 2002 yılında bu küçük kitabın yeniden basımı esnasında, “İkinci Baskıya Önsöz”de şunun altını bir kez daha çizer: “Marksist eleştiri göz ardı edilemez; her önemli siyasal mücadele, bir düşünceler mücadelesi içinde yer alan öteki şeylerden yalnızca birisidir. Bu, insan bilimlerinin merkezî bir alanındaki mücadeleye katkı yapmaktır; elinizdeki kitabın yazılma nedeni tam da budur” (s.14). Yıl 2012, Eagleton halen Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi kitabındaki iddialarını korumaktadır. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi Eagleton yaklaşık 50 yıllık yazarlık deneyimini hep aynı soru(n)ların etrafında şekillendirmektedir. İkincisi bu soru(n)lar başka tema ve konular etrafında çeşitleniyor olmasına rağmen temel olarak aynı türden çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Çünkü 50 yıldır çok şey “değişmiş” olmasına rağmen ne sınıf savaşları ne toplumsal ayrıcalıklar ne sosyo-kültürel sorunlar sona ermiş değil. Dolayısıyla ideoloji, eleştiri, edebiyat eleştirisi, dil, kültür, kuram vd. gerçeklikler hakkında Marksist bir filozofun yorumlama, açıklama ve yazınsal müdahale hakkı kolayca tüketmesi beklenemez. Bu tespitimizi teyit etmek için Eagleton’ın bazı çalışmalarını hatırlayalım: Shakespeare ve Toplum (1966), Eleştiri ve İdeoloji (1976), Walter Benjamin: Devrimci Bir Eleştiriye Doğru (1981), Edebiyat Teorisi: Bir Giriş (1983), Eleştirinin Görevi (1984), Teorinin Önemi (1989), Estetiğin İdeolojisi (1990), İdeoloji (1991), Edebiyat Teorisi (1996), Postmodernizmin Yanılsamaları (1996), Kültür Fikri (2000), İngiliz Romanı (2004), Şiir Nasıl Okunur (2007), Edebiyat Teorisi (2008), Edebiyat Olayı (2012).

Elbette bunlara ilaveten şunu ifade ederek tekrar Türkçe edebiyat ve edebiyat eleştirisinin soru(n)larına dönmek istiyorum. Eagleton ve bir çok akademik edebiyat eleştirmeni bizde olduğunun aksine, gerçekten okur-yazar. Bunun da en tipik örneğini London Review of Books, The New York Review of Books, The Guardian gibi gazetelerde Eagleton’ın kitap tanıtım ve eleştiri yazılarına rastlayınca anlıyoruz. Eagleton ününe ve birikimine bakmaksızın hem yeni çıkan eserleri okuyor hem onlar hakkında okurlarıyla paylaşımda bulunuyor. Nihayetinde her bir kitap çalışmasında da, bu okur-yazarlığının içselleştirdiği bilgiyi yeniden ortaya çıkarıyor. Bu noktada Türkçe edebiyat eleştirisinin temel sorunları artık daha kolay anlaşılabilir. Bir kere bizde süreli yayınlar ve popüler medya araçları edebiyat eleştirisini kapalı bir editöryal devre ile sürdürüyor. Böyle olunca “yeni kuşaklar” kendini ifade etmek istediğinde kocaman bir çöl ile karşılaşıyor, çölden kurtulmak isteyenler ya özel konumlar kazanmak ya da kısa süreli mecraları zorlamak durumda kalıyorlar. Bu da “yeni kuşakları” yapmak istediklerinden tamamen uzaklaştırıyor. Bir başka ifade ile eleştirel edebiyat birikimini yeni kuşaklara devredemeyen “eski kuşaklar”, giderek çok daha zayıf metinleri edebiyatseverlere sunuyorlar. Dolayısıyla okur-yazar bir edebiyat düzeneği yerine, cansız bir düzenek kurulmuş oluyor. Yani eski kuşakların memnuniyetsizliği geri-çekilmelere, üretimsizliklere, jargon kurmaya yeni kuşaklarınki de hırçınlığa ve edebiyat alanının terk edilmesine yol açıyor. Bu memnuniyetsizliğe rağmen nadiren de olsa üretimde bulunan edebiyatçı ve edebiyat eleştirmenleri elbette bulunuyor. Onların başardığı şey, Eagleton gibi hayatın temel çelişkilerini dert edinen bir düşünceyle hayat karşısında öğrenmenin sevincine bağlanmaları. Anlamanın, açıklamanın, yorumlamanın ve müdahil olmanın entelektüel hazzını taşımalarıdır. Bu yüzden “yeni-yetme okur-yazar” olmayanların da hem Marksist edebiyat eleştirisi bağlamındaki önyargılarından kurtulmak hem de edebiyat eleştirisinin neden Türkçe’de göğermediğinin izini sürmek için Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi’ni okumalarını öneririm. Yıllar boyunca Eagleton’ın daha sarih hale getirdiği basit ve gerçekçi yaklaşımının özü için bu küçük kitap yeniden okunmalıdır.

MARKSİZM VE EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ, Terry Eagleton, Çev: Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2012.