Sokaktakilerin Ellerindeki İskambil Kağıtları (Aysel SAĞIR)


Jilet Sinan, sosyolojinin de içinde olduğu bir çok alt metin sunuyor. Bu kadar değil elbette, güçlü çağrışımları var. Gönül Kıvılcım, eserinde, Panait Istrati’nin Arkadaş’nı, Kemallettin Tuğcu’nun tüm karakterlerini 21.yüzyılın kent merkezlerine taşımış dememiz abartı olmaz. Buna Tarık Dursun K’yı, kısmen Sait Faik’i de ekleyebiliriz. Yelpazeyi daha da genişletip, kent merkezlerinde kimsesiz kalmış, gençlerin ve çocukların hikayelerini yazan diğer yazarları da tabii. Ama bu kez karşımızda, film kahramanlarıyla özdeşleşmiş, yiğitlik, cesaret, onur gibi değerleri ağzından düşürmeyen saf, bıçkın kasabalı gençler yok. Onların kentlerin kuytuluklarına düştükleri anda sıkı sıkı sarıldıkları dostluk-arkadaşlık da. Açıkçası, onların bir yüzyıl sonraki halleri var. Kasaba(lar)ın koruyucu uzaklığı bu kez tamamiyle yitirilmiş. Artık ne kasaba, ne anne-baba, ne de onları anlamaya, merhamet göstermeye, görmeye müsait bir bir toplum. Kıvılcım’ın karakterleri. üzerinde durdukları kaygan bir zeminde –aslında zemin de değil- varolma mücadelesi veriyorlar.

Uzun ve ağır yolculuk

Eserinde, Deli Yunus, Kunt, Kinova, Jilet, Cingöz, Fırlama, Gül gibi karakterlerin tümüyle sokakta tanıştırıyor bize yazar. Ama bu kez tanık olduğumuz başka bir sokak. İnşaat alanlarından arta kalmış duvar dipleri, caddelerin altına döşenen beton borular, mağazaların klima çıkışları size neyi hatırlatıyor?  Sözkonusu yerleri onlarca çocuk-gencin mekan edinmesi bizi şaşırtmıyor.  “Tinerci” çocuklar bu kez de edebiyatın öznesi olarak çıkıyorlar karşımıza. Bir birinci tekil kişi anlatıyor onları bizlere. Yani baş kahraman Jilet Sinan. Ara ara da üçüncü tekil kişi giriyor araya. Jilet’le lunaparkta tanışıyoruz ilkin. O da bizi alıp, en yakın arkadaşı Kunt’a götürüyor, ardından da diğerleri geliyor. Sonra onların teker teker iç dünyalarına doğru yolculuk yapıyoruz. Ancak bu yolculuğun çok uzun olduğunu söylemekte yarar var. Uzunluğu ağırlığından. Zira Kıvılcım, edebiyatın gerçeği iyice yoğurup, rengini alabildiğine parlattığı ayrıntılarda oyalanmamıza izin vermiyor. Zaman ve mekan arasındaki mesafeyi de açmıyor. Her şey şimdiki zamanda ve mekanda yanı başımızda olup bitiyor. Ağırlığı da bu yüzde. Evden adımımızı dışarı atıp rotayı kentin diplerine çevirdiğimizde onlarla karşılaşabiliriz. Dipler derken yanlış anlaşılmasın, en geniş ve işlek caddelerin ortasında gözümüzün içine kadar giriyorlar elbette. Ama görmüyoruz yine de. Sadece bir görüntü, hatta ve hatta karmaşanın basit bir dekoru ve ayrıntısı olduklarını kim söyledi bize? Bu imajı biz mi yarattık? Düşündüklerini, hissettiklerini, hayal kurduklarını, bizim önemli bir parçamız olduklarını biliyor muyduk? Kriminalize edildikleri için tanışmaya bir türlü yanaşmadığımız, kentin öteki yüzünün insanlarının dünyasıyla tanıştıran yazar, anlattığı yaşamlara bizi de ortak ediyor.

Ötekileri de aşan ötekiler

Zira şehir, mekanlar ve olaylar çok tanıdık. Ancak uçların arası oldukça açık. Ötekileri de aşan ötekiler bu kez söz konusu olanlar. Istrati’nin, Tarık Dursun K.’nın karakterlerinin 21.yüzyılın İstanbul’daki halleri de diyebiliriz tanık olduklarımıza. Ama bu kez kayboldukları yerin öncesi ve sonrasını bilmiyorlar. Aralarındaki önemli farklardan biri olarak gösterebiliriz bunu. Şöyle ki, Kıvılcım daha doğuştan kaybettirilenleri tema olarak yerleştirmiş kitabına. Onların öykülerinden roman yapmış. Belki de, K’nın ve Istrati’nin dile getirdiği yaşamların bugüne gelmiş sosyolojik betimlemesiyle karşı karşıyayız. Kapitalizmin bugün geldiği aşamada, ötekileştirdiği ve daha da yoksullaştırdığı özneyle yani. Romanda tanık olduğumuz yaşamlar ise oldukça sert. Sert demek yetmez elbette. Sokağın adaletsizliği de diyemeyiz buna. Zira sokakta olup biten tüm olumsuzlukların, kendini korumaya almış insanların acımasızlığına ve korkaklığına bir kanıt oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dışarda sık karşılaşıp göremediğimiz ama, kitapta yakınlık kurduğumuz, Fırlama, Jilet, Kunt, Kinova, Cingöz’ün yaşadıklarına yaptığımız tanıklık da bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Gazetelerin üçüncü sayfalarının daha da genişleyip, sayfalarca drama tanıklık etmek de denilebilir buna. Ama bunun yetersiz ve eksik bir tanımlama olacak. Şöyle bir soru sorabiliriz; yapıttaki karakterler hangi yaşamları yansıtıyor?
Kunt’un, Jilet’in, Cingöz’ün, Fırlama’nın temsil ettiği kesimler olduğunu, bunun da romanın başka bir alt metni olduğunu belirtmekte yarar var. Zira tanıştığımız karakterler bizi alıp ülkenin sosyolojik tarihinde gezindiriyor; “Mecburi göçmeniz. Yerleşemiyor, sokaklara sığamıyoruz. Hayatımız bir balkondan ötekine köşe kapmaca. Vakti gelince iplerden toplanıyor, sepetlerle bayram gezilerine, günlük alışverişlere çıkarılıyoruz. Büyüklerimizin aklına şehri ziyaret düşmeyegörsün, piyango bize vuruyor. Eskişehir, İzmit, Bursa... İkinci bir emre kadar cümlemizin topu atılıyor, memleketin mutena köşelerine sürülüyoruz...”

Mademki belalılar topluyor parsayı...

Daha çok Jilet’in peşine takılarak takip ettiğimiz romanda, bir İstanbul turuna çıkıyoruz. “Kabuklarımızdan zorla çıkardılar bizi. Başımıza kaka kaka dünyanın düz değil yuvarlak olduğunu öğrettiler” diyen Jilet, şöyle devam ediyor; “Belalıydık bundan böyle. Mademki belalılar topluyordu parsayı, defterini dürecektik topunun. Av köpekleriydik. Geceleri köşelerde mazın (zengin, paralı kimse)  adam bekledik. Cüzdanı vermedi mi acımadık, apandistini aldık. Yakalanınca polis dövemeden, jiletle kolumuzu bacağımızı kestik, façamızı kendimiz attık.” Jilet’in bizimle konuşmayı kestiği noktalarda, anlatmaya başlayan üçüncü kişiyle ise biraz daha yakınlaşıyoruz olaylara. “Gül, Jilet Sinan’ı Özgürlük Meydanı’nda soğuğun ortasında bulduğu o akşamdan beri ilk kez delice korktu. Jilet’in yüzü, sırtı ve kolunun altı kadar kullandığı kelimeler de sokakta aldığı darbelerin izini taşıyordu. Sokağın cehennemi günlerinden yorgun düşen Gül’ün omuzları çöktü. Parkta yaşlı gözlerle ölümü bekleyen gazinin göğsündeki onur madalyası kir, babası vitrindeki koket bebeği alamadığı için ağlayan çocuğun melül bakışları ve sokağın delisinin kekeme cümleleri Gül’ün üstüne iğneleniyordu. Ağırlaştıkça ağırlaştı Gül. Sokakta yaşam sadece kir, pas ve açlıkla değil, şiddet ve ölümle de sırt sırta, diye düşündü. Şiddet, sokaktakilerin elinde iskambil kağıtlarıydı.”

Sokakta yaşayan ve yaşayanlarla ilgili duyduğumuz, tanık olduğumuz bölük pörçük hikayeler, bir edebiyat eseri olarak karşımıza çıkarken aynı zamanda sosyolojik gerçekliği de birebir yansıtıyor. Böylelikle de uçları bir çok esere alt yapı oluşturacak zeminlere doğru uzanıyor. Zira sokaktaki yaşamların biçimleri egemen söylem tarafından tümüyle kriminal olaylar olarak yansıtıldığından, edebiyat bunu kırarak önemli bir yalanı da açığa çıkarmış oluyor. Jilet Sinan’da ise bu fazlasıyla var.

JİLET SİNAN, Gönül Kıvılcım, Ayrıntı Yayınları

Japonya’nın Usta Kalemiyle Bugünü Kucaklamak (Şenay EROĞLU AKSOY)

Cuniçiro Tanizaki, Uzakdoğu rüzgârını yaşadığı kültüre yaslanarak, şaşırtıcı öykü kişileriyle okura taşıyor. Seçimlerini saplantıya dönüştüren başat kahramanları, gerilim yüklü bir atmosfer ışığında etkileyici kılıyor. Yazarın Poe’dan etkilenmiş olduğunu bilmekse kaleminin beslendiği damarları kavramamıza, yürüdüğü yenilikçi yolu seçerken kimlere eğilip, hangi metinlerin satır aralarında durakladığını anlamamıza yardımcı oluyor.

Tanizaki’nin beş öyküden oluşan kitabı kısa ve uzun öykülerin yan yana sunulduğu hoş bir bileşim. Kitaptaki kimi öykülerin 1900’lü yılların başlarında yazılmış olması yazarın “kalıcılık” eşiğini çoktan atladığının bir göstergesi. Çocuklar adlı öykünün de bu tarihlerde yazıldığını düşünürsek, Tanizaki’nin cesurca yeni okumalar yaptığını söyleyebiliriz. Çocukluğun güzellendiği bir edebi algılayış biçimine itiraz, bir yeniden yorumlamadır onun öyküsü. Farklı sosyal sınıflardan gelen çocukların, oyun oynarken bile kendilerine dayatılan rolleri tutkuyla sahiplenip korkusuzca açık ettiklerini gösterir. Her oyunda biraz daha acımasızlaşan zengin çocuğu, zengin çocuğa, yine onun çizdiği sınırlar içinde, kendi yöntemleriyle oyun arkadaşlığı eden seyisin oğlu, öykü anlatıcısı ve zengin çocuğun üvey ablası. - metresten olan abla- Bu üç çocuk arasında sadizmin sınırlarında oynanan oyunlar ve hepsinin de bu şaşırtıcı paylaşımdan anlam veremedikleri bir keyif alması… Çocuklar arasında geçen şiddet vurgusuyla Sineklerin Tanrısı adlı romanı anımsatsa da William Golding’e kıyasla Tanizaki metnine daha mesafeli bir yerde durmaktadır. Golding iktidar olgusunu sağlam bir önerme olarak okura iletirken, Tanizaki insanı merkeze taşıyarak, dört çocuğa da eşit mesafede durup okuru boşlukları doldurmaya çağıracaktır. Gerilimin alttan alta işlendiği öykü farklı bileşenleri de bir zenginlik olarak içinde barındırır. Malikânede canavarlaşan zengin çocuğun okuldaki silik kişiliği; ablanın erkek çocuklarla iktidar mücadelesine girişmesi; kahramanların, aralarındaki sosyal ve sınıfsal farkındalığı hiç unutmadan, çocuk dünyasında varlık göstermeye çalışmaları vb.

Kitabın en uzun öyküsü Sazende Şunkin’dir. Şişirilmiş bir egoya sahip Şunkin ve onun hizmetkârı Sasuke’nin tuhaf ilişkisidir öykü konusu edilen. Kör efendisine hastalıklı duygularla bağlanan hizmetkâr Sasuke, Şunkin’i anlayabilmek için kendi gözlerini kör edecek kadar ileri gidecektir. Tanımlanması zor, ayrıksı bir ilişkidir onların arasındaki de… Her zaman beraber olmaları, cinsel ilişkide bulunmaları, bir çocuk sahibi olmaları- ki çocuk Şunkin’in isteğiyle doğumun ardından evlatlık verilir-aynı evde yaşamalarına rağmen aralarında eşitleyici bir ilişki kurulmaz/kurulamaz. Ölüm ânına kadar efendi- hizmetkâr olarak devam eden ilişki öykü kahramanları tarafından sorgulanmaz. Okuru rahatsız eden hiçbir şey öykü kahramanlarınca fark edilmez, sorgulanmaz.

Tanizaki öyküleri çizgidışı kişiliklerin başat rollerde yer aldığı anlatılardan oluşur. Dövme yaparak yaşamını kazanan delikanlının, güzelliğine hayran olduğu genç kızın bedenini tutkuyla işlemesi, “oburlukları yüzünden bütün yıl koca bir göbekle dolaşmak zorunda kalan” Ağzının Tadını Bilenler Kulübü ve Konfüçyüs’ü bile şaşırtan kraliçe…

Tanizaki öykülerini kendi dilinde biricik yemek, müzik aleti, yöresel bebek adlarıyla zenginleştirerek okurun ilgisini artırır.

Yıllar önce yazılmış Sazende Şunkin çağının çok önünde konu seçimi ve cesur çıkışlarıyla yılları kucaklayan bir yüksekten, sapasağlam bir duruşla okuru kucaklar. Japon Edebiyatının aykırı, usta kalemi Tanizaki’ye bir de öykünün büyülü penceresinden bakmaya ne dersiniz?

Sazende Şunkin, Cuniçiro Tanizaki, Can Yayınları

Ebeveynlerimizi Affedelim (Feride Cihan GÖKTAN)

Okuduğumuz bir roman bittiğinde, hani o en son sayfayı okuyup kitabın arka kapağı üzerine düşüncelere dalıyorsanız o kitap biraz da size aittir. Bir parçası size geçmiştir; şimdi biraz daha farklısınızdır; sanki dünyayı daha iyi anlamış, biraz daha büyümüş hatta yaşlanmış gibi hissedersiniz kendinizi. Elinizdeki kitabın çok gündemde olmasıyla veya yazarının çok bilindik olmasıyla ilgili bir durum değildir bu. Hiç ismini duymadığınız bir yazar veya popüler kitap listelerinde olmayan tesadüfen elinize geçen bir kitap olabilir sizi büyüten hatta yaşlandıran.

İzmirli yazar Melih Ergen’in son kitabı Sağır Bellek’ i uçak yolculuğum sırasında okurken hava türbülansına karıştığını hissettim ruhumdaki sarsıntıların. Roman içimizden birinin öyküsü. Sıra dışı demeyeceğim tam tersine çok hayata dair. Zaten insanı çarpan, ruhundaki hava boşluklarını oluşturan sarsıntıda bu nedenle. İçimizden birilerine ait sıradan yaşam öykülerinin okuyana bu kadar geçivermesi. Hatta kitabın bir yerinde şöyle bir not düşmüşüm: “Bazen okuduklarımın derinliğine yazarın sözcükleri bile yetişememiş sadece hissediyorum,” diye… Evet, Melih Ergen’in kitabı okumaktan öte hissetmek için kaleme alınmış gibi. Yazar okuyucuya sözcüklerin daha ötesini geçiriyor… Roman kahramanı Mahmut’un babasının cenazesinden dönerken bir sürü ayrıntının içinde “ben ağlamadım” itirafıyla aslında kitabın hatta bütün bir hayatın özeti verilmiş gibi sarsılıyorsunuz. Ağlamadım, diyor roman kahramanı. Hayatın türlü acımasızlıklarına, adaletsizliğine, bir türlü akıl erdiremediğimiz gizemine en çelimsiz zayıf haliyle çaresizce karşı duran sıradan insanın hüngür hüngür, fırtına fırtına, bağıra bağıra ağlamasından bile daha sarsıcı daha dokunaklı ve daha ağlatıcı “ben ağlamadım” cümlesi. Hissediyorsunuz işte! O bir kelimeyle kocaman acımasız dünyayı hissediyorsunuz ve büyüyorsunuz hatta biraz da yaşlanıyorsunuz tabii ki…

Roman baba oğul ilişkisinin en karanlık, en kuytu köşelerinde geziniyor aslında hepimizin bildiği ama gitmekten korktuğu karanlık dehlizler. Sizi elinizden tutup görüp de görmezden geldiğiniz veya bilip de girmeye korktuğunuz belki de hiç bilmediğiniz ruhumuzun o karanlık dar sokaklarına götürüyor sizi yazar. Psikolojik derinliğin bu kadar çok hissedilmesi yazarın betimlemelerindeki ustalığının yanı sıra anlatış akışının naif ve çok samimi olması bence. Roman, 1940-1960 yılları arasında ki Türkiye cumhuriyeti Devlet Demiryolları işletmelerinin fon olarak kullanıldığı bir zaman diliminden biraz daha eskilere gidip devamında da şimdiki modern zamanların yalnızlaşmış insanlık hallerine kadar uzanan bir dönemde çeşitli olaylar zinciriyle birlikte anlatılıyor. Bütün romanın merkezinde hayat, ölüm, aşk, kuşaklar arası çatışmalar, yalnızlık ve çaresizlikler, kazanıp aslında kaybettiklerimiz kısaca insana dair her şey var. Kitap boyunca kulağınıza gelen bir de müzik sesi var. Eskilerin o içli şarkıları bir taş plakta dönüyormuş gibi.

Bu kitabı okurken bir arkadaşımın yıllarca önce söylediğini hatırladım. Şöyle demişti : “Ebeveynlerimizi affettiğimiz zaman gerçekten özgür oluruz.” Melih Ergen de işte tam bunu anlatıyor. Kırık dökük parçalanmış paralanmış hayatlarımızda affederek, affedilerek özgür olabileceğimizi. Yaşamak ölümün neresindedir dediğimizde belki de gerçekten yaşamaya başladığımızı...

Bir kitabı bitirdikten sonra arka kapağına bakıp düşüncelere dalıp gitmek istiyorsanız Melih Ergen’in bu kitabını bulup okuyunuz lütfen.

SAĞIR BELLEK, Melih Ergen, Kanguru Yayınları, 2013.