“Melankoli ülkesi”ne Nasıl Gidilir (Selin AVAZYAN)

Rumen yazar Mircea Cărtărescu’nun birinci cildi geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan eseri  Orbitor dünya romancılığına bir hayat öpücüğü olmuştu. Kaleminin yakın bir gelecekte Nobel ile taçlanması kuvvetle muhtemel bu heyecan verici yazarın dev eseri Orbitor, ikinci cildi ile yeni yılın ilk aylarında yine Ayrıntı Yayınları kanalıyla Türkçe okurlarıyla buluşacak .
Bu yıl “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” temasıyla düzenlenecek İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğunun Romanya olması ve birçok ünlü Rumen yazarın ülkemize davet edilmiş olması, dikkatleri bu ülke edebiyatına ve özellikle Mircea Cărtărescu’ya çeviriyor...
 
Hayat ve ölümden ibaret kâğıt oyunu

Okurların Orbitor’un öncesinde yine Ayrıntı’nın yayımladığı Travesti adlı romanıyla tanıştığı Mircea Cărtărescu, “yalnızca iki figürden ibaret bir kâğıt oyununu sonsuza kadar oynarız; hayat, ölüm” derken hem sıkı bir şair olduğunu hatırlatıyor hem de nehir romanının “leitmotif”ini ele veriyor.
Ucu “anlatıcı yazara” kadar uzanan destansı romanda, asırlar önce yaşanmış bir göçün trajik hafızasını kuşaklar boyunca izliyoruz. Okudukça bir kuşak öncesinden hüzün ve acıyı tevarüs edinen Çingene kadınlar ve hayatın zorluklarıyla daha da sertleşen Çingene erkeklerle tanışıyoruz.
Kısacası kelebek misali kendi hayatlarını tamamlayıp sahneden çekilen Cărtărescuzedeler!  

Kelebeğin Sol Kanadı

Kelebeğin sol kanadına gelince... Bir taraftan, yazarın Kelebeğin Sol Kanadı’nı romanına alt başlık yapması hakkında tahminlerde bulunmak bir yandan da bu canlıya dair bilgilerimizi tazelemekte yarar var. Çünkü mesaj kelebek kanadının filigransı yüzeyinde.

Kelebeğin, ışık kaynağına ve dış etkenlere göre vaziyet alan incecik iki kanadında milimetrik ölçülerde aynı desenler bulunur. Üstelik göz şeklindeki desenler bir dış tehlike karşısında iki tarafta da aynı biçimde belirir.

Böylelikle yazar, hayat ve ölümü iki zarsı geçişken yüzey olarak düşünmemizi, kanatların göz kamaştırıcılığı ve renk cümbüşüne rağmen iki günlük beyhude bir kelebek ömrünü unutmamamızı istiyor.

Birbirinin içinde ölen bedenler

Ana rahmiyle bağlandığımız dünyada, hayat ve ölüm kartlarını bilinç kendini yutana, ten soğuyana kadar oynuyoruz.

Lakin bir yandan da doğumdan ölüme sayısız ömürler yaşadığımızı “Kendimi bir o kadarını tükettiğim önceki hayatlarımmış gibi değişik yaşlarda düşündüğümde, uzun ve kesintisiz bir ölüler dizisinden, birbirinin içinde ölen bedenlerden oluşan bir tünelden bahsediyor gibiyim” diyerek kakıyor başımıza.

İrili ufaklı enfes öykülerle kurduğu anlatısı boyunca bize, yani perişan ettiği okuruna, türlü oyunlar oynuyor; labirentsi tuzaklarda“Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum / Yeniden doğmak için çıkardığım yangından” dizelerini hatırlatarak, artçı sarsıntıları bitmeyecek depremini başlatıyor!..

Mesela ne mi yapıyor?..

Neredeyse tüm roman boyunca kendi beynine ve bizim beynimize parmaklarını daldırıyor ve narin organımızı hamur gibi yoğuruyor. Aldığı temel anatomi eğitimine sıkı sıkıya sarılmış bir nörolog edasıyla beynin bölümleri ve işlevlerini anlatısına yedirerek “nihil” ve “beyhude”yi bu anlatının orta yerine bir flama gibi dikerken, temel eğitimini unutmamış bir nörolog olarak soruyor;  “İçimizden neyi kurtarabiliriz? Ruhumuzu? Yıldız vücudumuzu? Bilincimizi? Basit bir tümör hepsini iptal ediyor, epileptik bir çekirdek hafızayı altüst ediyor!..”

Belki kahramanı Herman’a, Anca’nın saçlarını kazıtıp bütün kafasına, Gunter Grass’ın Teneke Trampet’indeki anne rahminden dünyaya gelmeyi yıllarca reddeden Oscar’ını hatırlatan esas oğlanı Mircea’nun suretini, “Bütün”ü ve hayatın yetmiş iki buçuk katmanını dövme ile nakşettirmesinin sebebi de bu.

Bizden, gözlerimizi kafa ve onun saklayıp koruduğu beynimizden ayırmamamızı, bütün meselenin ve hayat denen karmaşanın yine hayatın akışı içinde oradaki mikro yuvalarda, kıvrımlarda ve tümseklerde kah unutarak kah hatırlayarak geçip gittiğini anlatmak istiyor.
Zaten okudukça da kendi hayatına gönderme yapan Küçük Mircea, gözlerini diktiği odasındaki eşyalardan gözlerine yansıyan flulukta bir teselli arayan Mircea, eli hayalarında ergen Mircea,  inmeli Mircea, bazen bir Bükreş çamurunda kaybolmuş tırsak Mircea, yalnızlık acısı çeken Mircea, asansörün karanlığa yükselişinde Stephen King düşleri çıkarsayan Mircea, kalemi elinde yetişkin ve yorgun Mircea, hepimizi tükettiği ve öldürdüğü tüm hayatlarının karanlık ormanına sürüklüyor. Bunu öyle ustalıkla ve ama bir yandan da öyle zalimce yapıyor ki sıkıysa kapılıp gitme o melankoli ülkesine!

Roman tükenmiş miydi?

Nobel’e aday gösterilmiş, birkaç yıl içinde de Carlos Fuentes’e yapılanlar ona da reva görülmezse bu ödülü almasına kesin gözüyle bakılan Cărtărescu, “roman tükendi” diyenlere Orbitor ile “hayat mümkün oldukça roman da var olacaktır. İnsan dediğin zaten bir roman kahramanı değil midir” diyerek yüreğimize su serpiyor.

Mircea Cărtărescu romanı, bu isimler elbette kişinin okuma tercihleriyle farklılık gösterse bile benim açımdan kah Fuentes (Terra Nostra) ve Marquez (Yüzyıllık Yalnızlık) kah Kafka ve Beckett’i (bizatihi kendileri) hatırlatan edasıyla okuruna sağlam bir geleneğin zincirinde yer aldığının müjdesini veriyor.

Kendi yarattığı kahramanların dilinde de bir biçareler korosunun seslendirdiği baladın nakarat bölümünü ezberletiyor bize;

Sen, bazen çoğalsın bazen de sayılı şey çabuk biter hesabı tükensin diye yıllar... aylar... günler... saatler... dakikalar... saniyeler ve anlara böldüğün hayatın hepi topu bu kadardır!

Bütün bu anlattıklarımın sonunda diyeceğim şu ki, Orbitor’u, ikinci ve üçüncü kitaplar için sabırsızlanacağınız ucu açık destan gibi bir solukta okuyabilirsiniz. Ama, onca darbeden sonra melankolinin gayyasına savrulup sonunu getirebilir misiniz bilemem...

Ama böyle yaparsanız Ştefan cel Mare sokağında gelip geçenleri seyrederken size dönüp dudaklarında muzır bir gülümsemeyle “Böyle yapsanız da sizin hayatınız Orbitor’umu tamamlayacaktır nasılsa” diyecektir Kalemi Elinde Orta Yaşlı Mircea!

ORBİTOR, Mircea Cărtărescu, Çev:  Sunia İliaz Acmambet, Ayrıntı, 2014.


Efendisiz Toprak Aşkına (Zeynep Ceren EREN)

1900’lerin başları, Romanya kırsalı. Bir avuç zengin toprak ağasının zorbalığı altında sefaletten, yokluktan, açlıktan kırılan köylü yığınları, ırgatlar. Birbiri ardına ölen kadınlar, adamlar. Yaşlılar ve hastalar. Ama elbette en çok çocuklar. En kırılgan, en zayıf çiçekler. Bir tarafta zenginlik, ihtişam, modern ışıklar ve parlaklık dolu Bükreş hanedanlığı ve büyük toprak sahibi aristokrat sınıf Boyar’lar, yani ‘Efendiler’, diğer yanda hayvanlarıyla beraber ölen, bir tas mısır unu, iki tane patates bulamayan, bir kışla beraber nüfusunun çoğunu kaybeden köyler.

Romanya’da serfliğin çatırdadığı zamanlar, ama belli ki daha gücünü yitirmemiş. Efendilerin uçsuz bucaksız topraklarının ve ihtiyaçlarının önceliği hala ilk sırada, asıl bunlar karşılandıktan sonra kendi küçük toprağına dönen köle-köylüler çaresiz. Toprakları var olmasına var ama verimsiz, kurak. Eksen de kâr etmez. Mısırların boynu bükük, patatesler küçük. Kış gene zor geçecek, gene ölümcül.
‘Balkanların Gorki’si’ olarak adlandırılan Panait Istrati’nin kısacık romanı ‘Baragan’ın Dikenleri’, bu sefaleti, sefalet içindeki yığınları, yığınların öfkesini, hesaplaşmasını ve ödediği bedeli küçücük bir oğlan çocuğunun gözlerinden anlatıyor.

Istrati köylülerin savaşını tarif ediyor. Coğrafyayla çarpışan, bataklıkların, sert toprağın, nehir boylarının içinde karnını doyurmaya uğraşırken hep çok çalışan, ama asla emeğinin karşılığını alamayan yığınlardan bahsediyor: “Buna karşı başımız dertten kurtulmazdı, bu dünyada çok uğraşıp didinmeye değmezdi, çalışmak insanı hiçbir yere götürmez çünkü.” Tarımın, balıkçılığın koşullarının zorluğunun yanı sıra, feodal bağlardan ‘özgürleştikleri’ için pazarda devletle işbirliği yapmış tüccarlarla baş başa kalmış, bütün yılın emeğini yok pahasına satan köylülerin yoksulluğunu okuyoruz romanın sayfalarında.    

Bir sefaletten diğerine meylederek, daha iyi bir yaşam umuduyla sürekli hareket halinde olan köylüler görüyoruz. Tok yatmak umuduyla göç ederken parçalanan ailelere, kaybedilenlere tanık oluyoruz. Koca bir kırsal hayat kökünden sarsılıyor. Eski zamanlardan yenisine geçiş, açık ki kan ve terle gerçekleşiyor.

İşte bu noktada Baragan başlıyor. Baragan’ı birçok farklı şekilde düşünmemize olanak sağlayacak, güçlü bir anlatımı var Istrati’nin. Baragan’ı çoğaltıyor: Yeri geliyor Baragan acımasız bir coğrafi gerçeklik, uçsuz bucaksız, üzerinde sadece dikenler olan sert bir bozkıra tekabül ediyor. Öyle ki açlık ve susuzluk Baragan’ı geçip de başka bir hayat peşine düşenlerin yakasına yapışıyor: “Çünkü Baragan bir başına yaşar. Bir tek ağaç yoktur üstünde! Bir kuyudan öbürüne susuzluktan ölürsünüz. Sizi açlığa karşı korumak onun işi değildir.” diyor bize Istrati.

Onu aşmak istemenin, aşıp da daha iyi bir hayata varmak istemenin tehlikelerini ‘Baragan tarafından yutulmak’ diye tabir ediyor köylüler, tehlikeyi göze alıp yola çıkan ve bir daha haber alınamayan, “Baragan tarafından yutulan çocukların hüzünlü hikâyeleri dolaşıyor ağızdan ağıza: ‘Nereye gidiyorlardı? Neler geliyordu başlarına? Neler görüyorlardı? Kimisi bir daha eve dönmüyordu. Onların ‘yitip gittikleri’ söyleniyordu.”

Zor çünkü, zor Baragan’ı aşmak, çocuklar ünlü Krivatz rüzgarının soğuğuyla nefes nefese yuvarlanan dikenlerin peşi sıra koşuyorlar Baragan’ın topraklarında. Bir çember çevirirmiş gibi, bir çocukluk oyununa dalmış gibi koşuyorlar. Sanki çocukluk hala onlarınmış gibi. Hâlbuki değil.

Yeri geliyor Baragan, nam-ı diğer ‘Efendisiz Toprak’ en büyük değişimin, bu çaresiz hayatlarda yapılabilecek en büyük devrimin diğer adı oluyor. “Ben yalnızca düş kuruyordum, o kadar. Şu pis kokulu balık işine, çamurlu bataklıkların uyuşukluğuna, acıklı yazgılarını bana miras bırakacak gibi görünen anamla babama karşıydım ben. Yedikleri ekmek bile gaz kokan gezgin satıcılarınki de dâhil, bundan daha acıklı bir yazgı tanımıyordum; üstelik onlar bile günde bir kez ekmek yer, bizse ancak dört pazardan birinde ekmek yüzü görüyorduk.” Baragan, aynı zamanda umudun ve düşün de adı oluyor onu aşıp geçmek ve yeni bir hayata kavuşmak isteyenlerin gözünde. Bir yargıç, şapkacı ya da manifaturacı olabilmek! Bir ‘ırgat parçası’, köylüden başka bir şey olabilmek!   

Istrati’nin bu sadecik metninin gücü Romanya kırsalının, köylülüğün 1900lerin başındaki halet-i ruhiyesini incelikli ayrıntılarla anlatmasından geliyor. Metin iç içe geçmiş katmanlarla kendini açarken, toplumsal hayata dair bir zenginlikle karşılaşıyoruz. Romanya kırsalının ‘ünlü’ anti-Semitizmine, aynı tarafta yer almasına karşılık düşman olmuş ırgatlarla köylülerin savaşına, kadınlık durumlarına, kırdaki toplumsal cinsiyet rollerine ve en güzeli, mücadelenin kadın yüzüne tanıklık ediyoruz.

Ama metnin gücünü aldığı bir şey daha var. En temel insanlık kavgasını, haklılığımızı, en güzel hayalimizi anlattığı için böyle güçlü, bugüne dair hala bu kadar fazla şey söylediği için tazeliğini -maalesef ki- yitirmemiş bir metin. Baragan’ın çocukları, bugün memleketin kocaman bir Baragan’a dönüşmüş topraklarında mevsimlik tarım işçisi, bir uçtan diğerine yol kat ediyorlar. Memleketin çocukları hala sokaklarda evsiz, tarlada, sanayide işçi. Çocuklar savaştan kaçarken mülteci. Baragan deniz oluyor, sınır oluyor, atölye oluyor, yutuyor Suriyeli, Iraklı, Afganistanlı çocuklarımızı. Sade burada değil, en uzağımızdaki çocuklar bile hala Baragan’da, cesaret ve çaresizlikle çarpışıyorlar, Tanrı’ya uzak, Amerika’ya yakın şanssız Meksika’nın çocukları ‘Canavar’ adını verdikleri trenle kendi Baraganlarını aşmaya çalışıyorlar.*  Ya da Avrupa’nın duvarlarına çarpıyor çocuklar, biraz mısır ve patates için. Ölmemek, hayatta kalmak için. Tüm dünya Baragan’a kesmiş, çocuklar dikenlerin peşinde koşuyorlar.   

Çocukların dikenlerle buluşması boşuna değil Istrati’nin anlatısında. O çocuklarda cisimleşen inat, o yeni, tazecik güç, o mücadele bitirecek bu ‘eli kırbaçlı, zehirli’ dikenlerin soyunu. Efendisiz kılacağız bir gün bu toprakları, ve dünyanın bütün topraklarını. Yüz yıl önceden seslenen Istrati’ye selam olsun.    







(*)Son yıllarda Meksika’dan sınırı geçerek Amerika’da ailelerinin diğer bireylerine ya da yeni bir hayata kavuşmaya çalışan çocukların sayısında tüyleri ürperten bir artış yaşanıyor. Bu çocuklar, kilometrelerce uzunluğundaki bu yolu tek başlarına, ‘Canavar’ adını verdikleri trende resmi görevlilerden saklanarak ve hayatta kalmaya çalışarak yapıyorlar. Konuyla ilgili önemli bir belgesel için bakınız: http://www.imdb.com/title/tt0489342/ 


BARAGAN’IN DİKENLERİ, Panait Istrati, Çev.: Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası, 2012.