Proleterleşen Öğretmenlik (Haldun ALKANAT)

Geçtiğimiz yılın Kasım ayında öğretmenler günü öncesi ve sonrasında arka arkaya bazı araştırmalar yayımlanmaya başladı. Eğitim-İş’in araştırmasına göre her on öğretmenden yedisi mesleği bırakmak istiyor, yüzde yetmiş üçü ise aldığı ücreti yetersiz buluyor. Türk Eğitim Sen’in araştırmasının sonucu ise öğretmenlerin yüzde seksen dokuzunun borçlu, yüzde altmış yedisinin ise tükenmişlik sendromundan muzdarip olduğunu ortaya koydu.

Bu araştırmalar eğitimde yaşanan 30-35 yıllık dönüşüm serüveninin öğretmenlerde karşılığının nasıl olduğu sorusuna verilen basit bir yanıt aslında. Yine de bu topraklarda son yıllara kadar neoliberalizmin tahrifatlarının öğretmenleri proleterleştirmesinin yeterince araştırıldığını söyleyemeyiz. Eğitimde yaşanan değişimin genel betimlemesine o kadar yoğunlaşıldı ki, eğitimin paydaşlarının yaşadığı sıkıntılar gözden kaçırıldı. Öğretmenlik mesleğindeki dönüşüme dikkat çekilmesi için 2014’ü beklememiz gerekti. Geçtiğimiz yıl, bahsedilen araştırmaların kamuoyuyla paylaşıldığı günlerde, iki kitap raflarda yerini aldı: Ahmet Yıldız’ın derlediği, “İdealist Öğretmenden Sınava Hazırlayıcı Teknisyene-Öğretmenliğin Dönüşümü” ve Orkun Saip Durmaz’ın Emek Süreci ve Yeniden Proleterleşme alt başlığıyla yayımlanan “Öğretmen Olmak”.

Vasıfsızlaştırma ve İtibarsızlaştırma

Her iki kitabın ortak noktası öğretmenlikte yaşanan dönüşümün neoliberal politikaların sonucu olduğunu ortaya koymaları. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarla başlayan neoliberalleşme süreci diğer pek çok alanda olduğu gibi eğitimin anlamında büyük bir değişikliğe neden oldu.

Durmaz’ın ifadesiyle “serbestleşme özelleştirme ve kamu harcamalarının kısılması ile deregülasyona dayanan bu üç ayaklı makro ekonomik politikaların ana doğrultusunun 24 Ocak1980’den bu yana değişmediğini söylemek yanlış olmayacaktır.” Neo-liberalizm, kamusal eğitim anlayışının dağıtarak, gün geçtikçe esnek çalışmaya başlayan işgücünün eğitilmesini sağlayacak, tüketiciliği bir yaşam biçimi olarak benimsemeyi kolaylaştıracak, piyasaların eğitim alanını işgalinin yolunu açacak düzenlemeler yaparak, eğitimin anlamında büyük bir tahrifat yarattı.

Eğitimdeki dönüşüm, bilgiye ulaşma ve eğitim alma hakkına yapılan bütünlüklü bir saldırıyı beraberinde getirdi. Bilgiye ulaşmanın bunca çeşitlendiği çağımızda, okullar, bilgiye ulaşma ve bilgiyi iletmede önemini kaybetmiş kurumlar olarak görülüyor. Bunun sonucunda öğretmen çalışmasının farklı bir yöne girmesi kaçınılmaz. Ahmet Yıldız’ın “Öğretmenin Dönüşümü”nün ilk makalesinde belirttiği gibi, devrim dönemlerinin dönüştürücü ajanı öğretmenin sınav hazırlayıcıya, değişen eğitim teknolojileriyle birlikte akıllı tahtaların, online eğitim materyallerinin bir dişlisi haline gelecek itaatkar teknisyenlere dönüşmesinin yolu açıldı. 1980’den günümüze yaşanan süreçte her geçen gün eğitimde niteliksizleşme, öğretmenlik mesleğinde ise vasıfsızlaşma ve itibarsızlaştırma yaşandı.

Esnek Çalışma

Yine her iki kitabın vurguladıkları ortak nokta esnek üretim biçimlerinin ve özelleştirmenin hâkim olmaya başlamasıyla birlikte öğretmenlerin çalışma hayatlarında köklü değişiklikler olması durumu. Okullardaki hizmetlerin (temizlik işleri, yemekhane, fotokopi vs.) özelleştirilmesiyle başlayan bu süreç, giderek öğretmenlere doğru genişledi. Okullardaki hizmetleri veren emekçilerin geçici, yarı zamanlı olarak işe alınmaları, iş güvencesinden yoksun olarak çalıştırılmaları bir süredir devam eden uygulamalar olarak kayda geçilmeli.

Öğretmenlerin esnek çalışmanın göstergelerinden biri ücretli öğretmenlik uygulamasının yaygınlaşması. Sözleşmeli öğretmenliğin 2011’de kaldırılmasından sonra, ücretli öğretmenlik yaygın hale getirilmiş, dahası, pedagoji eğitimi almamış, usta öğretici sıfatıyla çalışan yeni bir eğitimci grubunun çalışma alanları artırılmıştı. Ücretli öğretmenliğin tüm branşları kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasıyla birlikte, kamuda öğretmenlik güvencesizliğe sürükleniyor.

Ücretlerin Düşüşü

Öğretmenliğin itibarsızlaşmasının sebeplerinden biri de ücretlerdeki düşüş oldu. Özellikle 1980 sonrası dönemde, öğretmenlerin yoksullaşmasının, tüm toplum kesimleri tarafından hissedilmesi tesadüfî değil. 12 Mart 1972 darbesiyle düşmeye başlayan reel ücretler, 1980 sonrasında dibe vurmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelindiğinde ise öğretmenlerin ücretleri 1980’li yılları bile aratacak düzeye indi. Ki ücretli öğretmenler göz önüne alındığında ücretlerdeki düşüşün vahim düzeyde olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Özel okul ve dershanelerdeki durum ise daha karmaşıklaştı. Dershanelerde öğretmenlerin emeğinin hem yoğun ders saatleri hem de düşük ücretle sömürülmesi bilinen bir durum. Özel okullarda ise öğretmenlerin hem yüksek saatlerde derse girmesi hem de düşük ücretlerle çalıştırılmasının önüne geçilmişti. Ta ki 2014’e kadar: 2014 yılında Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler öğretmenlerin çalışma koşullarının zorlaştırılmasında önemli bir adım oldu. Madde 26-4’te haftada en fazla 15 saat aylık karşılığı, 15 saat ücret karşılığı derse girme şartı “haftada en fazla aylık karşılığı 20 saat, ders saati ücretli 20 saat olmak üzere toplam 40 saate kadar ders okutabilir.” şeklinde değiştirildi. Aynı zamanda yönetmelikte resmi kurum öğretmenlerinin ücretlerinden daha az aylık ücret ödenemez ibaresi kaldırıldı ve öğretmen ücretleri özel okul yöneticilerinin insafına bırakıldı.

Sonuç Yerine

Bu kısa yazı kapsamında her ki kitabın değindiği her noktayı özetlemek olası değil ama şunu söyleyebiliriz: Eğitimde yaşanan dönüşümler sistemin tüm paydaşları açısından yıkım anlamına geliyor. “Öğretmenliğin Dönüşümü”  ve “Öğretmen Olmak” kitapları uluslararası literatürde bir dönemdir tartışılan ama ülkemizde sınırlı şekilde dillendirilen bu değişim sürecini ele alarak, önemli bir eksikliği dolduruyor. Bu kitaplar her geçen gün piyasaya terkedilen, ahlak eğitimi adı altında gericileştirilen, sınav baskısı ile niteliksizleştirilen eğitimin bu cendereden çıkarılmasının bir yolunun öğretmene hak ettiği değerin verilmesinde olduğunu hatırlatıyor.

ÖĞRETMENLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ, Hazırlayan: Ahmet Yıldız, Kalkedon Yayınları, 2014.
ÖĞRETMEN OLMAK, Orkun Saip Durmaz, Yayınevi, NotaBene Yayınları, 2014.



Mühendisler ve Toplumsal Değişim (Mutlu ARSLAN)

Tarih, toplumsal bir yaratı olsa da, tarih yazımı daima egemen kesimlerin elinde tuttuğu bir ayrıcalık olmuştur. Bu nedenle, bizlere “tarih” diye aktarılanlara şüpheyle yaklaşmak zorundayız. Kahramanlık hikâyelerinden, komplo teorilerinden ve iktidar güdümünden arındırılmış bir bakış açısı, tarihe asıl şeklini veren toplumsal mücadeleleri daha net görmemizi sağlayacaktır. Bir toplumun tarihine ilişkin bilgilerin güvenilirliğini sınamanın en kolay yolu ise o toplumun demokrasi geleneğine bakmaktır. Çünkü ezilen sınıfların siyasal ve toplumsal gelişmelere yön verme kapasitesi arttıkça, gündelik deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarma gücü de artmaktadır. Bu nedenle farklı toplumsal kesimlerin özgün tarihsel gelişimlerinin incelenmesi, toplumsal gelişmelerin yarattığı dönüşümü anlamamız açısından önemli veriler sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında 18. yüzyıldan itibaren bu coğrafyada yaşanan modernleşme çabalarının merkezinde yer alan mühendislerin ve mühendisliğin içinden geçtiği dönüşümü izlemek, toplumsal gelişmemizin bütünü kavrayabilmemiz açısından ufuk açıcıdır.

Türkiye’de mühendisliğin ve mühendislerin yaşadığı dönüşüme ilişkin araştırma ve incelemelerin büyük çoğunluğu ülkemizdeki TMMOB ve bağlı odaların dönem dönem gerçekleştirdiği üye profili anketlerine dayanmaktadır. Bunların arasında belirli bir kavramsal çerçeveye yaslanarak toplumsal değişimi yorumlayan bazı örnekler öne çıkmaktadır. Ali Artun’un 1999 yılında yayınlanan “Fordizm ve Mühendisin Dönüşümü” ve Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü’nün 2000 yılında yayınlanan “Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik: Türkiye’de Mühendisler, Mimarlar” kitapları mühendislik alanındaki alan araştırmalarının iki önemli örneği olarak öne çıkmaktadır. Bunların yanında Nilüfer Göle’nin 1986 tarihli  “Mühendisler ve İdeoloji” başlıklı çalışması da mühendislik ve toplumsal gelişme ilişkisini yansıtan öncü bir çalışma olarak değerlendirilebilir.

Türkiye’de mühendislerin toplumsal statülerinin izleği, Türkiye’nin toplumsal siyasal dönüşümünün takip edilebilmesi için önemli veriler sağlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında genç cumhuriyetin kök salabilmesini sağlayacak “modernleştirici akıl” olarak algılanan mühendisler, devletten ayrıştırılamaz bir görünüm içerisindedir. Bu tutum, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yaşanan gelişmelere paralel olarak değişmeye başlamıştır. Gerek sanayileşme yolunda atılan adımlar, gerek ülkedeki siyasal gelişim, gerekse de Türkiye’deki kapitalizmin örgütleniş biçiminde yaşanan dönüşüm nedeniyle mühendislerin devletle aralarındaki bağ gevşemiştir.

Mühendislerin her anlamıyla bağımsız toplumsal özneler haline geldiği bu dönemde öne çıkan “kalkınma fikri”, mühendisleri “kalkınma idealinin taşıyıcısı” haline getirmiştir. “Teknik aklın” ekonomik ve sosyal göstergelerin iyileştirilmesi için kullanılmasının toplumsal kalkınmayı sağlayacağı anlayışı, mühendisler ile kalkınma arasında yakın bir ilişki doğmasına neden olmuştur. Böylelikle 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca mühendisler, devlet ricali ile geniş halk kesimleri arasında “ayrıcalıklı bir aracı” konuma gelmiştir. Bu ayrıcalıklı statü “mühendislerin çıkarları” ile “devletin çıkarları” arasındaki açının giderek büyüdüğü 1960’lı yılların sonuna kadar korunmuştur.

Mühendisler bu ayrıcalıklı konumlarıyla, “siyaset içinde olup siyasetçi görülmemeyi”, “üretim içerisinde yer alıp üretici görülmemeyi” kendi zümrelerinin bir “özniteliği” olarak görmüşlerdir. Bu nitelik 1970’li yıllardan itibaren dönüşüme uğramıştır. Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı altın çağın sona ermiş olması, altın çağın gözdeleri olan mühendislerin toplumsal ve ekonomik statülerinin de sonu olmuştur. Mühendis sayısı hızla artarken iş olanaklarının azalması, mühendislerin gelirlerinin azalmasına ve çalışma koşullarının kötüleşmesine neden olmuştur.  Çalışma alanındaki ve yaşam koşullarındaki bu hızlı “işçileşme”, fikri ve ideolojik alana da yansımıştır.

Mühendisler, her anlamıyla işçi sınıfıyla kader bağı içinde olduklarının farkına varmışlardır. Bir önceki dönemin ayrıcalıklı aracıları, artık devrimci öncüler olarak toplumsal mücadelenin ön saflarına geçmişlerdir. Teknik elemanlar da artık DİSK üyesi işçiler, TÖS üyesi öğretmenler ve DEV GENÇ’liler gibi alanlara çıkmaya başlamışlardır.  Personel Yasası, teknik elemanların statüsü ve ekonomik hakları gibi başlıklar üzerinde yürüyen bu dönemdeki mücadelede, miting ve yürüyüşlerin yanı sıra boykot, forum gibi farklı mücadele araçları da kullanılmıştır.

1970’li yıllarda kapitalist ülkelerde birbiri ardına ortaya çıkan krizler, 2. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan “Refah Devleti” politikalarının sürdürülemez hale gelmesine neden olmuştur. Özellikle petrol fiyatlarındaki keskin artışlar, petrol bağımlısı pek çok ülkede “stagflasyon”, “bütçe açığı”, “cari işlemler açığı” gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ekonomide yaşanan bu kriz, bütün olarak “yönetim zihniyetinin” ve “toplumsal kuruluşun” da aşınmasına neden olmuştur.

Türkiye’de ilk olarak 24 Ocak 1980 kararlarıyla gündeme gelen neo-liberal politikaların gerçek mahiyetiyle uygulamaya konulması ise 1983 yılı sonrasında Turgut Özal’ın iktidar olmasıyla başlamıştır. Darbenin toplumsal muhalefeti tamamıyla etkisiz hale getirmesini avantaja çeviren Özal, kısa zaman içinde neo-liberalizmin ekonomik, hukuki ve siyasi altyapısını oluşturmayı başarmıştır. Dünya çapında yaşanan yeniden yapılanma süreci, 1990’lı yılların başında sosyalist bloğun çözülmesi ve reel sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla hızlı bir eklemlenme gerçekleştirmiştir. Neo-liberalizmin “küreselleşme”, “sınırsız dolaşım”, “tam rekabet”, “liberal demokrasi” söylemleri bu süreçte pekişmiş ve gücünü arttırmıştır.

Yaşanan toplumsal siyasal dönüşüm, Türkiye’deki mühendislerin yaşam tarzlarına, ekonomik durumlarına ve toplumsal algılarına da yansımıştır. 1960’larda devlet bürokrasisiyle ve kalkınma idealleriyle, 1970’lerde “emek mücadelesiyle” ve “toplumcu ideallerle” özdeşleştirilen mühendisler, 1980 sonrasında “ihalelerle” ve “köşe dönme idealiyle” özdeşleştirilir hale gelmiştir.

Mühendislerin işçi sınıfı içerisindeki öncü devrimci rolü de 80’li yıllardan itibaren fiilen ortadan kalkmıştır. Neo-liberal politikalar, 1980’li yıllardan itibaren mühendislerin “nitelikli emek” vasıflarını görünmez hale getirmeye başlamıştır. Mühendis emeğinin niteliksizleştirilmesini takip eden 2000’li yıllarda mühendislerin karşı karşıya kaldıkları yeni durum ise “işsizleşme” tehdidi olmuştur. Mühendis sayısının hızla artmasına paralel olarak yaşanan “mesleki değersizleşme”, mühendislerin her türden teknik ayrıcalığını ortadan kaldıran bir düzeye erişmiştir. Teknolojik tekelleşme ve merkezileşmede yaşanan yoğunlaşma, teknik elemanlar açısından bir “farksızlık eşiği” ve “tekniğe duyarsızlaşma” yaratmıştır. Yaşanan bu dönüşüm, mühendislerin kaderini diğer çalışan kesimlerle daha da ortaklaştırmıştır.

KAPİTALİZM, İNSANLIK VE MÜHENDİSLİK: TÜRKİYE’DE MÜHENDİSLER, MİMARLAR, Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü, TMMOB Yayınları, 2000.



Hekimliğin Politik-Ekonomisi (Kansu YILDIRIM)

Hekimlik, tarihsel ve toplumsal olarak, gerek ilgilendiği alan gerekse inceleme nesnesi açısından özgül bir mesleki süreçtir. Geçmişteki pratik deneyimleri, günümüzdeki teknolojik yeniliklerle sentezleyerek ilerlemesinden ötürü, diğer iş kollarından farklıdır. Hekimler, tıbbi literatürü takip etmek zorunda olduğu kadar, tıp alanındaki son gelişmeleri, vakaları, tedavi ve/veya cerrahi işlemlerle ilgili çıkan araştırmaları izlemekle yükümlüdür. En önemlisi, inceleme nesnelerinin insan bedeni/insan sağlığı olması bakımından, tıp hukukuna da vakıf olmaları beklenmektedir. Kısacası hekimler, bilimsel yayınlar, hukuki prosedürler, teknolojik teçhizatlar, yazılım programları, vs. gibi pek çok alanda tam donanımlı birer meslek mensubu olarak iş sürecinde yerlerini alırlar.

Hekimlik mesleğinin özgüllüğü yetişme anından itibaren başlar. Teorisyenliğin (hastalıkları saptama, vakaları yorumlama, yeni tedavi yöntemleri geliştirme, vd.) ve pratisyenliğin (tedavi sürecine başlama, izleme, hastalıkla mücadele, vd.) bir arada bulunduğu tıp alanında, tıp öğrencileri genç yaşlardan itibaren meslekin inceliklerine haiz olurlar. Teknik ifadeyle söylersek, mesleki bilgi tekeli oluşturulmaya başlar. Tıp öğrencileri ilerleyen aşamalarda seçtiği branşlara göre mesleğin teorisyenliğini ve pratisyenliğini kavrar; vakaya ve hastaya dair bir perspektif kazanır. Mesleki bilgi tekeli, hekimlere eşzamanlı olarak otonom bir alan da kazandırır; bir hekim hastasının şikâyetine dair inisiyatif alacağı aşamaya geçer. Literatüre, örnek vakalara, deneyimlerine, hastalığın seyrine göre kendi kararıyla bir tedavi prosedürü belirler.

Hekimlerin mesleki bilgi tekelinden kaynaklı mesleki özerklik kazandığı süreç, hekimliği profesyonel meslekler kategorisine dâhil eder. Teorisyenliği ve pratisyenliği destekleyen mesleki hüner ve beceri (örn. bir beyin veya göz cerrahının ameliyat kabiliyeti), hekimliği sembolik sermaye ağırlıklı bir mahiyete büründürür. Ne var ki, üretim ilişkilerinin seyri ve ücretli emek sömürüsünün toplumda yaygınlaşması ve derinleşmesi, hekimlik mesleğinin bilgi tekelini parçaladığı gibi, özerklik alanını da dağıtır. Üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi ile birlikte meslekte manifaktürün/zanaatkârlığın ve usta-çırak ilişkisinin gerilemesi de söz konusudur. Ata Soyer’in “Sağlığın Siyasal Ekonomisi: Hekim / Sağlıkçı Emek Tartışmaları” kitabında belirttiği gibi yapısal bir süreç bunu dayatmaktadır. “Hastalıkların yapısı” ve “beden algısı” değişmekte; “iletişim alanında devrim niteliğinde” gelişmeler yaşanmakta; ekonomik ve politik nedenlerden ötürü “hastaların hekimlere duyduğu güven duygusu” azalmaktadır. Ayrıca nüfusun artışına paralel olarak “hekim sayısının artması”, “hekimlerin etkinlik alanının azalması”, “hekimlerin meslek örgütlerinin zayıflaması” gibi bir dizi olay ve olgu, mesleğin geleceğini biçimlendirmektedir.

Ata Soyer’in vurguladığı kritik noktalardan bir diğeri, küreselleşme ve devletin yeniden düzenlenmesidir. Uluslararası sermayenin sağlık alanındaki etkinliğini arttırması, kapitalist devletin sunması gereken temel kamu hizmetlerinin niteliğini ve modelini, sermaye lehine değiştirir. “Piyasanın sağlık dâhil, ekonomik ve toplumsal alanda daha çok söz sahibi olması, sermayenin bu alanlardaki payının ve egemenliğinin artması anlamına geliyor” diyen Soyer, “tüketici yaklaşımının sağlık alanında” belirleyici olduğunu ekler. Devlet, hastalığa yol açan faktörleri ortadan kaldırmama tutumu sergilemeye başlar; Navarro’dan aktaran Soyer, “hastalık ve tedaviye ayrılan bütçe, korunma ve sosyal politikalara yönlendirilir” der. Tıp alanındaysa ofansif tıptan defansif tıbba doğru bir gerileme yaşanmaktadır.

Sağlık sisteminin kamu ayağındaki değişim, özel sektörü de doğrudan etkilemiştir ve neredeyse topyekûn bir formda sağlık alanındaki çalışma rejimi dönüşmüştür. Örneğin koruyucu tedavi hizmetlerinden sorumlu sağlık ocakları hukuki düzenlemeyle tasfiye edilmiştir; sağlık ocaklarındaki pratisyen hekimler, aile hekimliği statüsüne taşınmıştır. Statüleri karmaşık olmakla birlikte, yarı-kamu görevlisi sayılabilecek aile hekimleri, esasında, işyeri maliyetlerini cebinden karşılayan sermayedar formunda kendi hesabına çalışan hekimlere dönüştürülmüştür. Yahut özel sektörde, ikinci veya üçüncü basamakta çalışan bir uzman hekim, hastanenin kar edebilmesi için üzerinde kurulan ciro baskısı nedeniyle özel bir kurumda çalışan memurlarla aynı kaderi paylaşır hale gelmiştir. Kamuya nazaran yüksek ücretlerle istihdam edilseler ve mesleki bilgi tekeline sahip olsalar bile, aynı kurumdaki bir taşeron işçi gibi mesleki açıdan güvencesiz konumdadırlar.

Özel sektörde, küçük veya büyük ölçekli işletmelerde çalışan hekimler, tam anlamıyla proleterleşme süreciyle karşı karşıyadırlar. Kamuda süreç daha çetrefilli ve karışıktır. Patron ve ciro baskısı yerini kamu sağlık politikalarının basıncına terk etmiştir. Sağlık Bakanlığı’nın (başvuru ve ameliyat sayılarından ibaret) niceliksel sağlık ütopyası için çok hasta bakmaya zorlanan hekimler, performansa dayalı ödeme sistemi ve amir baskısı gibi süreçlere maruz bırakılmaktadır. Mesleki bilgi tekelinin işletme disiplini tarafından soğurulduğu iş sürecinde, hekimlik toplam kalite yönetimi veya yalın üretim gibi “birim zamanda maksimum çıktı” almaya dayalı modellerle tanzim edilmektedir.
Tıbbı bilgi tekelinin parçalanmasıyla birlikte, hekimlerin sermayeye ve sermaye politikalarına bağımlı hale getirilmesi, hekimleri müşteriye amade işçi olarak görülmesini kanıksatmıştır.

“Profesyonel bir mesleğin proleterleşmesi” olarak görebileceğimiz kapitalist iş sürecinin diğer bir olumsuz çıktısı, hekimlerdeki mesleki “hünersizleştirme” aşamasıdır. Hekimin inisiyatif yetkisi, (çok hasta bakmak gibi) pratik, (sosyal güvenlik kurumunca tedavinin karşılanıp karşılanmaması gibi) hukuki ve idari faktörlerce olarak kısıtlanır. Bilgi tekelinin parçalandığı, hünersizleşen, mesleki özerkliğin yıpratıldığı kapitalist iş sürecinde, Soyer’in belirttiği üzere, hekim-hasta ilişkisinin ayrıksı konumu, hizmet veren-hizmet alan ilişkine bürünmüştür.

SAĞLIĞIN SİYASAL EKONOMİSİ HEKİM/SAĞLIKÇI EMEK TARTIŞMALARI, Der. Ata Soyer, Sorun Yayınları, 2012.



Akademisyenin Proleterleşmesi (Göksu UĞURLU)

Bu satırları okumakta olan Birgün Kitap takipçisi, tahmin edilebilir ki, Türkiye’de üniversitelerin piyasaya endeksli hale geldiğinin gayet farkındadır. Hatta çok büyük ihtimalle bunun iktidardaki partinin, yani yıllardır üniversiteleri de içinde barındıran yozlaşmanın müsebbibi, yürütme görevini ifa eden hükümetin nasıl olup da üniversiteleri bu hale getirdiğinin bilincindedir. Hatta daha ileri gidip okuyucunun eleştirel düşünce içerisinden üretimde bulunan bir sosyal bilimci akademisyen olduğunu varsayar isek, kendisi bizlere bu sürecin genel anlamda sermaye birikiminin ve devletin dönüşümündeki yerini çok net ifade edebilecektir.

Ancak bir nokta var ki, ne akademisyen, ne de genel durumun farkında olan ve eleştirel bakışa sahip olan okuyucu maalesef bu noktayı genellikle ikinci plana atmakta ya da –özellikle akademisyen ise-
bir şekilde görmezden gelmektedir: Akademisyen proleterleşmektedir.

Öyle ise, hepimizin gözünün önünde olanlardan başlayalım… Üniversiteler, toplumun bir bütün olarak yeniden üretiminde gerekli ve zorunlu olan bilgiyi üreten, yeniden üreten ve gelecek nesillere aktaran alanın temel birimidir. Bu nedenle de toplumun nasıl şekillendiği ve kendini nasıl yeniden ürettiği meselesi hem doğrudan üniversitelerin biçim ve içeriğini belirlemekte, hem de anılan şekillenme ve yeniden üretilme üniversiteler tarafından hâkim biçime uygun üretilen bilgi ile desteklenmektedir.

1970’lerde beliren ve 1980’ler ile (Türkiye’de de “12 Eylül” üzerinden incelenebilecek) hâkim hale gelen devlet biçiminin dönüşümü ve neo-liberal politikalar sonrası toplumun yeniden üretiminde kamu karşısında piyasa, emek karşısında sermaye artan biçimlerde hâkim konumdadır. Artık her şey piyasa endekslidir, piyasa için vardır ve en büyük özgürlük piyasada eyleyen bireylerin özgürlüğüdür. Hal böyleyken, piyasada eyleyecek bireylerin yetiştirilmesi ve piyasanın ihtiyaç duyduğu –bilgi değil- enformasyonun üretilmesi görevi üniversitelere düşecektir.

Üniversitelerin meslek öğrenme yeri haline gelmesi ile eğitimde eleştirel düşünceye duyulan ihtiyaç ortadan kalkmakta, gerçekliğin bilgisine ulaşmak yerine piyasada işlem görecek enformasyonun üretilmesi yeterli olmaktadır. Türkiye’de bu durumun bir de AKP hükümetleri süresince YÖK üzerinden yürütülen politikalar ile desteklendiği belirtilebilir. Bu bağlamda, ülkemizde son yıllarda yürütülen “Bologna Süreci”nin ders içerikleri ve biçimlerini düzenleyerek Avrupa çapındaki vasıflı işgücünün yetiştirilmesi için gerekli asgari şartları içeren diplomalara kavuşma gayesini ifade ettiği vurgulanmalıdır.

Standardize olmuş bir eğitimde akademisyenler de sabit gereklilikleri yerine getirecek, niteliksiz ve “network” (ağ/bağlantı) üzerinden yapılan yayınlar ile kariyerinde hızla yükselmeyi hedefleyecek, doçentlik, profesörlük gibi kadro biçimlerinin de müdürlük gibi profesyonel sıfatlardan farkı kalmayacaktır. Akademisyenin dönüşümü ve vasıfsızlaşması beraberinde çok büyük bir çalışma baskısını getirecek; niteliksiz, içi boş yayınlar yapmak bir “çalışkanlık ideolojisi” ile desteklenerek gerçeğin bilgisini elde etmek değil, yayın sayısını artırmak için geceler gündüzlere katılacaktır.
Yukarıda çerçevesi kısaca çizilen sürece ilişkin eleştiriler sürecin farklı noktalarına odaklanmaktadır. Fakat bu kadar yakıcı ve bütün toplumsal ilişkileri etkileyen bir konunun yapısal nedenleri ile sürecin taşıyıcılarının içinde yaşadıkları dönüşümü anlamlandırma, uyum sağlama ve yer yer direnme pratikleri üzerine yapılan çalışma sayısı oldukça azdır.

Analizinin odağına “’sözde’ vakıf üniversiteleri”ni alarak Türkiye’de bu konudaki çalışmaların ilklerinden olan “Ne Ders Olsa Veririz” isimli, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı oldukça mühim bir çabayı temsil etmektedir. Özellikle kamu kuruluşlarının istisnasız bütün alanlarda şirket gibi davranmaya başladıkları bu dönemde, vakıf üniversiteleri veya özel üniversiteler olarak adlandırılan akademik kurumların analizi, piyasa mantığının en net gözlenebileceği yerlerdir. Birçok kamu üniversitesine de sirayet eden “marka olmak”, “rekabet”, “yatırımda bulunmak”, vb. kavramların nasıl parlatıldığı düşünüldüğünde anılan mantığın önde gelen temsilcisi vakıf üniversitelerinin ve bu üniversitelerde çalışan akademisyenlerin ele alınması önem arz etmektedir.

Bilginin ve onu üreten emeğin metalaşma süreçlerini, yani akademisyenlerin proleterleşmesini (yazarlar bu süreci prekarizasyon olarak ele almaktadır) merkeze yerleştirmek, hem genel olarak emeğin günümüzde içinde bulunduğu durum ile akademik emeğin durumu arasındaki bağları ortaya koymak hem de “vasıfsızlaşma”nın yukarıda belirtilen dönüşüm ile nasıl iç içe olduğunu işaret etmek açısından zorunludur. Yazarların ifadesi ile, “içinde yaşadığımız dünya hakkında anlamlı ve insanlığın tarihsel deneyimine olumlu bir katkısı olacak şeyler söylemeye devam edebilmek istiyorsak, bu tartışmayı sürdürmesi gereken emek gücünün, bunu yapabilecek koşullara hala sahip olup olmadığını sorgulamalıyız.”

Türkiye açısından akademisyen, çoğu zaman AKP’ye karşıtlık ile muhalifliği eşitlerken aslında ürettiği enformasyon ve bunu üretme biçimi ile iktidarın hedeflediği dönüşümün parçası, yürütücüsü olmaktadır. Hâlihazırda iktidar partisi ile sıkı ilişkiler içinde olan “akademisyen”lerin yarattığı çöküş ve yozlaşma bekleneceği gibi büyük olmakla birlikte, vasıfsızlaşan akademisyenin sistemin sürekliliğini sağlayacak standartlaşmış bir üretim içinde bulunması ve bunu normalleştirmesinin de geri döndürülmesi gittikçe güçleşen yozlaşmaya katkı sunduğunu ileri sürmek meşrudur.

Gerek bilinçli, gerek bilinçsizce bahsi geçen süreci yeniden üreten akademisyenler ile ilgili olarak yazarların şu ifadeleri dikkat çekicidir: “İş bulmada, işi korumada veya yükselmede adam kayırmacılığın, kişisel ilişkilerin, pazarlık gücünün veya salt şansın, bilimsel yeti ve donanımdan daha fazla rol oynadığı bir ortamın, artık akademi tanımını hak edip etmediği dahi tartışmalıdır. Ancak aynı zamanda, zamanının büyük kısmını araştırma yapmak yerine o araştırmayı yapabilmenin koşullarını hazırlamak üzere teknik/bürokratik detaylarla ve lobi faaliyetleriyle geçirmek durumunda olan bireylerin akademisyen/bilim insanı tanımını karşılayıp karşılamadıkları da sorgulanmalıdır.”

Son olarak belirtilebilir ki, işçi sınıfının belirli bir kesiminin içinde bulunduğu güncel ilişkileri tanımlamak üzere ortaya konulan bir terim mi, yoksa proletarya yerine kullanılan; ondan bağımsız olarak görülen yeni bir sınıfı belirten bir kavram mı olduğu net olmayan (üreticilerinin dahi gayet muğlak halde bıraktığı) prekaryayı analizin merkezine yerleştirmesi konusu ayrıca tartışmaya açıktır. Ancak bunun ötesinde kitapta gerçekleştirilen analiz, günümüzdeki dönüşümü anlamlandırmak ve ona karşı eyleme geçmek için gerekli olan kendimiz üzerine düşünme pratiği açısından son derece önemli bir boşluğu doldurmaktadır.

“NE DERS OLSA VERİRİZ” – AKADEMİSYENİN VASIFSIZ İŞÇİYE DÖNÜŞÜMÜ, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, İletişim Yayınları, 2015.



Avukatlığın Dönüşümü (Fatma IŞIK)

Son dönemde yaşanan sosyo-ekonomik değişimler, teknik ve teknolojik gelişmeler, yeni çalışma biçimlerinin ortaya çıkışı, piyasa ilişkilerinin yeni alanlara doğru genişlemesi diğer meslekler gibi avukatlık mesleğinin de dönüşümüne neden olmuştur. Zamanın “saygın” mesleklerinden, adalet ve hak aramanın, savunma hakkının mesleği olarak bir ölçüde toplumsal değer de üreten avukatlık günümüzde sadece “teknik bir iş”e benzemeye başlamıştır. “Avukatlık hizmetinin üretimi” artık daha fazla piyasa koşullarına tabidir.

Genel olarak hukukun kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimindeki rolüne rağmen kapitalizmin ilk aşamalarında avukatlık hizmetinin üretimi, doğrudan piyasa koşullarına bağlı değildir. Ancak günümüzde hukukun dönüşümü, her tür toplumsal ilişkinin hukuk tarafından düzenlenir olması, hukuki ilişkilerin saf sözleşme biçimini alması ile avukatlık hizmeti piyasa koşullarınca şekillenir hale gelmiştir. Söz konusu dönüşüm ve tabiiyet özellikle avukatların çalışma koşullarında değişimi tetiklemiştir. “Avukatların işçileşmesi” olarak adlandıran bu süreci Kasım Akbaş Avukatlık Mesleğinin Ekonomi Politiği Avukatların Sınıfsal Konumlarında Değişim: İstanbul Örneği kitabında yetkin bir şekilde ele almaktadır.

Emek Süreci ve Avukat Emeği

Akbaş, avukatlık mesleğinin dönüşümünü sınıf perspektifinden emek süreci merkezli bir analizle ele almaktadır. Avukatlığın sosyo-ekonomik konumu literatürde “orta sınıf” tartışmaları içerisinde ele alınır ve 60’lı ve 70’li yıllardaki erken dönem orta sınıf tartışmaları Marx ve Weber’den esinlenmiştir. Nicos Poulantzas’ın üretken emek ve işçi sınıf arasında kurduğu ilişki, siyasal ve ideolojik süreçlerin rolüne dikkat çekmesi; Harry Braverman’ın manüfaktür işbölümü ve emek süreci üzerine analizleri; Guglielmo Carchedi’nin sahiplik, üretkenlik ve üretim sürecindeki işlevler üzerinden tanımladığı işçi sınıfı ve Eric Olin Wright’ın dolaylı ve dolaysız sınıf konumları arasında yaptığı ayrım ve çelişkili sınıfsal konumlar kavramsallaştırması Akbaş’ın avukatlık mesleğinin değişimini incelerken ele aldığı tartışmalardır. Orta sınıf tartışmalarının avukatların proleterleşmesi sürecinin anlaşılması açısından işaret ettikleri Akbaş tarafından şöyle özetlenmiştir; “orta sınıflar yukarıya doğru değil, aşağıya doğru bir yönelim içerisinde”, “ücret düzeylerindeki kayıp, dolayısıyla göreli yoksullukta yaşanan artış” ve mesleklerin “vasıfsızlaşması”.

Söz konusu değişimleri açıklayabilmek için avukatlık mesleğinin icra edilmesinde yaşanan dönüşümleri ele almak gereklidir. Avukatlığın icra edilmesinde emek süreci analizinin başlangıç noktasını “mesleğin bir hizmet üretimi olarak ele alınması” oluşturur. Hizmet üreten emeğin tanımlanması için “para ile değişilen emek ve sermaye ile değişilen emek” ayrımına gerek vardır. Hizmet üreten emek kendi ihtiyacını ya da para karşılığı bir başkasının ihtiyacını karşıladığında bu emeğin sermaye ile ilişkiye girdiği söylenemez. Üretken emeğin tanımı ise sermaye ile girdiği ilişki bağlamında anlam kazanır ve bu çerçevede hizmet üreten emek sermaye ile değişilen emek ise artı-değer üreten emek olarak ifade edilir. “Kullanım değerinin yararlı etkisi olarak hizmet” doğrudan kullanıcılara değil de –ki bu durumda para ile değişilen emek olacaktır– meta piyasasında yeniden satılmak üzere kapitaliste satıldığında kapitalist üretim ilişkilerinin bir parçası olur. Yani hizmet üreten emek metalaşır. 20. yüzyıl boyunca yaşanan değişimlerin ve bu alandaki artan emek miktarının işaret ettiği üzere hizmet alanı artı-değer üretebilen bir alan haline dönüşmüştür.

Avukat emeği de artık artı-değer üretilebilen hizmet alanının bir parçası olarak metalaşmaktadır. Söz konusu çerçevede “ücretli avukatlık” olgusu metalaşma sürecine ışık tutmaktadır. Serbest avukat, hizmetini doğrudan kullanıcıya yani müvekkiline para karşılığı hizmet olarak sunarken, “ücretli avukat”ların bir kısmı hizmetini çalıştığı büronun niteliğine göre müvekkiline değil, büro sahibi avukata sunar. Ücretli avukat ilişkisi üç türdür: İlki, avukat büroya bağlı olmakla birlikte müvekkille doğrudan ilişki kurar. İkincisi, avukatın doğrudan müvekkille muhatap olmadığı, emeğini büro sahibi avukata sunduğu ilişkidir. Üçüncü tür ilişki bir büro içerisinde birden fazla, müvekkille irtibatı olmayan ve işin belli parçalarını ifa eden avukatlar grubu ile büro sahibi avukat arasındadır. Avukatların proleterleşmesi özellikle üçüncü tür ilişkide ortaya çıkan bir süreçtir.

Ücretli birden çok avukatın çalıştığı büroda işler parçalara ayrılmıştır. “Teknolojik gelişme ve kapitalist ekonominin yapısında görülen değişim” büro içerisinde teknik işbölümüne yol açar. Büroda çalışabilecek ve çalışan avukatların artması da ilgili süreci etkiler. Eskiden bir avukat dosyanın bütünü ile ilgilenirken ya da belli tür dosyalar üzerinde uzmanlaşırken şimdi büroda çalışan ücretli avukatlar parçalanmış işin belirli kısımları ile sorumlu hale gelir, “çok sayıda dosyanın parçalara ayrılmış kısımlarından birinde aynı tür ‘teknik’ işi” yaparlar. Dilekçe yazmak, duruşmalara katılmak, danışmanlık yapmak vb. işlerin her biri ayrı bir avukat tarafından yerine getirilmektedir. Avukatlık hizmeti üreten bürolarda teknik işbölümünün hâkim hale gelmesi ve “bir makine (bilgisayar ve ilgili bilgisayar yazılım programları) aracılığı ile ve biteviye yapılan işler” avukat emeğini vasıfsızlaştırır. Avukatlar çalıştıkları dosyalar üzerindeki kontrollerini kaybeder; sundukları emek, sermaye ile değişilen, artı-değer üreten emek haline gelir.

Sonuç olarak, neoliberal politikalarla birlikte hizmet üreten bir meslek olarak avukatlık sermayenin artı-değer üretebileceği bir alana dönüşmüştür. Avukatların emeği de metalaşmaktadır. Sürecin küresel ölçekteki eğilimi budur. Ancak ilginç bir şekilde Akbaş Türkiye’deki eğilimin yönünü işçileşme olarak belirtse de yaptığı alan araştırması sürecin nihai aşamaya ulaşmadığına da işaret eder.

AVUKATLIK MESLEĞİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ AVUKATLARIN SINIFSAL KONUMLARINDAKİ DEĞİŞİM: İSTANBUL ÖRNEĞİ, Kasım Akbaş, NotaBene Yayınları, 2015.

Mesleklerin Proleterleşmesi (Ebubekir AYKUT)

Okurların affına sığınarak o çok bilindik alıntıyla yazıya başlamak isterim. Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da söyledikleri: “Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi”. Bu tespitin dile getirildiği zamanda ne kadar gerçek olduğunu tarihçilere bırakalım. Ama tespitin kapitalizmin tarihsel bir eğilimi olduğu ve günümüzde bir o kadar geçerli olduğuna dair hiçbir şüphe yok. Sermaye krize girdikçe insan yaşamının daha önce metalaşmamış alanlarına yöneliyor, bu alanları meta formunda yeniden tanzim ediyor ve artı-değer üretilebilecek alanlara dönüştürüyor. Şimdiye kadar mesleklerin alanı kabul edilen “hizmet alanı” da bunun dışında değil.

Aslında hizmet alanında konumlandırılan işler çok geniş bir alanı kapsıyor. Kamu hastanesindeki doktoru, belediyede çalışan işçiyi, büroda iş gören avukatı, bir şirketteki “office boy”u, üniversitedeki profesörü ve araştırma görevlisini aynı anda içeriyor. Tüm meslekler bir işçileşme süreci içerisindeler ancak hepsi aynı biçimde ve aynı anda bu süreci deneyimlemiyor. Bazı mesleklerin birçoğu zaten çoktan işçi olmuş durumda; bir şirketin ofis çalışanları ya da belediyenin temizlik işçileri gibi. Bazı meslekler ise bir dönem işçileşmeye direnebilecek koşullara sahip; refah dönemindeki doktorlar, mühendisler, öğretmenler gibi. Okuduğunuz dosyadaki yazılar öğretmenler, avukatlar, hekimler, mühendisler, akademisyenlere yani profesyonel mesleklere odaklanıyor.

Profesyonel mesleklerin onları diğer mesleklerden ve işlerden ayıran beş özelliği var. Tam zamanlı olmaları, eğitim ve öğretimin gerekliliği, mesleki birliklerin varlığı, sertifikasyon, tanımlanmış kamusal etik normlar. Söz konusu mesleklerde işçileşme ve piyasalaşma süreçleri bahsi geçen özelliklerin de ortadan kalkması demek büyük ölçüde. İşsizlik ya da tam istihdamın yokluğu, esnekleşme, güvencesizleşme profesyonel mesleklerin tanımlayıcı özelliği haline geliyor, mesleğin gerektirdiği belli bir eğitim ve öğretime sahip olmak artık yeterli değil, mesleki birlikler bilindiği üzere saldırı altında, kamusal etik normların yerini piyasanın rekabet kuralları almış durumda.
Yaşanan süreç elbette karmaşık ve nihayete ermiş değil ama birbiri ile bağlantılı iki yönü daha fazla öne çıkıyor ve sürecin geleceğini görebilmek açısından belirleyici önemde. İlki emek sürecinde yaşanan dönüşümler ve ikincisi profesyonel mesleklerin ürettiği hizmetlerin piyasaya bağımlı hale gelmesi.

Emek Süreci

Emek sürecinde yaşanan dönüşümler teknolojik gelişmeler ve büro işlerinin rasyonalizasyonuyla ilişkilidir. 20. yüzyıl boyunca ücretli emek rejiminin bir parçası haline gelen profesyonel meslekler üretim sürecinde yaşanan dönüşümlere bağımlı hale gelmiştir. Söz konusu dönüşüm meslek sahiplerinin sadece ücretli birer çalışana dönüşmesinden daha derin süreçlere işaret eder. Büro işlerinin rasyonalizasyonu süreci kapitalizmin ayırt edici özelliği olan manüfaktür işbölümünü hizmet üretilen alanlarda inşa eder. Meslek çalışanları teknik işbölümünün gelişimi ve işin parçalara yarılması ile daha öncesinde mesleklere özgü işin bütününü kontrol etme özelliklerini yitirir. Yapılan işler bir rutine dönüşür. Bilgisayar vb. teknolojik aletlerin kullanımın da yardımıyla yapılan iş vasıfsızlaşır. Elbette sorun üretici güçlerin gelişmesinin sağladığı kolaylıklar ya da makineleşmenin hizmet alanlar için daha faydalı hizmeti mümkün kılması değil. Sorun verili toplumsal koşullar altında ortaya üretim sürecinde kullanılan makinelerin mülkiyetini meslek sahiplerinde olmamasında ve bunun sonucunda makineyi kullananların daha fazla çalışmak, sömürülmek durumunda kalmasında, işleri üzerindeki kontrollerini yitirmesinde ve yapılan işin vasıfsızlaşmasında.

Sermaye İçin Hizmet Üretimi

Profesyonel mesleklerin özgün konumu bir tür toplumsal değer üretiyor olması ve böylelikle özerk bir toplumsal statüye sahip olmalarında yatar. Her ne kadar kapitalizmle birlikte döneminde ücretli emek rejiminin bir parçası haline gelmişse de ilgili meslekler doğrudan sermaye ilişkisinin nesnesi olmamışlardır. Evet avukatlar kapitalistlerin davalarını savunmuştur, öğretmenler zengin aile çocuklarına özel ders vermiştir, doktorlar sağlık hizmetini devletten ya da hastadan aldıkları para karşılığında yapmaktadır ama ürettikleri hizmetlerin kendisi artı-değerin üretildiği sermaye ilişkisinin nesnesi olmamıştır. Dahası refah devleti dönemi hizmet üretilen bazı alanları piyasa dışına çıkarmıştır.

Ancak kapitalizm krize girdiğinde sermayenin ilk saldırdığı alanlar bahsi geçen refah devleti tarafından piyasa dışına çıkarılan alanlar olmuştur. Metalaşma eğilimi daha önce piyasa ilişkilerine tabi olmamış üretim süreçlerini sermaye ilişkisine açmıştır. Söz konusu yeniden metalaştırma sermayeye krizden çıkabilmesi için hizmet üretimini teknolojik gelişmelerin yardımıyla artı-değer üreten süreçlere dönüştürmüştür. Diğer yandan kamusal hizmet üretiyor olsun olmasın 20. yüzyıl boyunca hizmet sektörünün imalat sektörünü geçen payı sermayenin yeni eğilimine de işaret etmekteydi. Kısacası sermaye ilişkisinin hâkim olduğu her yerde olduğu hizmet üretimi alnında da bir proleterleşmenin yaşanılması kaçınılmazdı.

İşsizlik

Sermaye ilişkisi belli bir alanda derinleştikçe sadece emek süreçlerini artı-değer üretecek şekilde düzenleyip emekçileri ücretli emekçiye dönüştürmüyor. Aynı zamanda işsizliği, vasıfsızlaşmayı, esnekleşmeyi, güvencesizliği, yabancılaşmayı da söz konusu alanlara taşıyor. Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün’ün “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği kitabı Türkiye’deki profesyonel meslek adaylarının işsizlik deneyimlerini yaptıkları saha çalışması yoluyla etkileyici bir şekilde dile getiriyor.

Sonuç olarak işçileşme profesyonel meslek alanlarında tüm boyutlarıyla yaşanıyor. Profesyonel mesleklerdeki hizmet üretimindeki emek süreçleri çalışanlar aleyhine yeniden yapılandırılıyor, böylelikle artı-değer üretilen alanlara dönüşüyor ve sermaye ilişkisinin bir parçası haline geliyor, Bundan sonra okuyacağınız dosya yazıları da söz konusu dönüşümlerin izlerini farklı farklı profesyonel meslek alanlarında takip ediyor.

“BOŞUNA MI OKUDUK?” TÜRKİYE’DE BEYAZ YAKALI İŞSİZLİĞİ, Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün, İletişim Yayınları, 2011.


Efe Murad’ın Şiiri Hakkındaki Göremeyişlerim (Büşra AKOVA)

-Başlık iyi oldu.
-İyi mi bilemedim de öyle.
-E şimdi ne diyeceğiz biz bu çocuğun şiirine?
-Türkçe değil. Kelimeler Türkçe ve Latin alfabesini kullanmış. Fakat metinler Türkçe olmamış. Yüklemler, zamirler, edatlar, bağlaçlar falan kafasına huni takmış geziyor gibi.
-Çok okuyunca -bir şiiri en az dört beş kere demek istiyorum- bir şeyler oluşuyor.
-Net bir şey olmuyor ama.
-Net ne var ki?
-Hele dil söz konusuyken netlikten bahsedemeyiz. İkinci el tasvirler. Hep eksik kalıyor.
-Hem hep eksik, hem hep geçerli.
-İnsan tabiatı değişmedikçe edebiyat eskimez, ölümsüz yaratıklar gibi dönemin şapkasını giyer ve çıkar. "Yıllar önce yazmış bak hala geçerli" sözünün bir manası yoktur. Bir an için bile geçerli olabilen öyle kalır.
-İnsanın tabiatıyla edebiyatı aynı şeydir diyorsun.
-Onu diyorum, evet. Edebiyatın zamansızlığı özden gelmesinden kaynaklanıyor. Özden geliyor ve yine öze dokunuyor. İletişim ihtiyacından malul en ilkel araç dil. İnsanlığın doğuşuyla yaşıt. İnsanın dili, dişlerin arasında, kemiksiz, sulu, oynak bir garip organ. Canlı gibi. Ağız var, ses telleri var, gırtlak var, nefes var. Ama hiçbirinin adını vermemişiz konuştuğumuz şeye, dil demişiz. Bunun bir anlamı olmalı.
-Düşünelim bunu. Evet.
-Dil düşüncemizin evrakı. Onunla fikrimizi, hislerimizi kayıt altına alıyor, anlayıp, anlaşılabiliyoruz. Bilim de doğanın dili bu durumda; onu izah eden, mantığını ortaya koyan, anlaşılmasını sağlayan ya da ondan anlaşılanın ifade edilmesine olanak tanıyan bir sistem. Doğa bilimle konuşuyor.
-Acaba dil ve düşünce arasında da bilim ve doğa arasındaki uçurum var mı?
-Var gibi geliyor bana. Fikir değilse de hislerimizi izah ederken dilin çok zavallı kaldığı durumlar gani. Hatta fikirlerimiz de özünde his belki.
-İyi de o zaman bizim edebiyata yüklediğimiz değer de saçma oluyor.
-Saçma maçma ben seviyorum kelimeleri.
-Kelimelere meftunuz tamam da insanların net şeyler ifade edebilecekleri bir dil kurmuş olmaları iletişim problemlerimizin temel sorunu olabilir.
-Gayet güzel anladığımız şeyleri işimize gelmediği için anlamamış gibi yapmamız sorun oluyor. Senin hep yaptığın bir şey. Yoksa dil yetiyor bana. Yetinmeyi bileceksin kızım biraz.
-Dil sana da yetmiyor, atma. Noktalama işaretleri bile yetmiyor diye sızlanıyorsun hep. Dil yetmez kimseye. Bakışların var, ellerin var, tüm bedenin var. Kullanırız hepsini konuşurken. Dil yetse tomruk gibi sakince uzanır üst üste öyle konuşurduk, kıpırtısız.
-Üst üste? (Muzip bir gülüş dudağın kenarında oturmuş ayaklarını sallandırıyor aşağı. Ay terliği düştü!)
-Tomruk deyince Adapazarı yolunda gördüğüm halleri geldi birden aklıma. Ölü ağaçlar. Ölülerden tabut yapıyoruz. Ölü içinde ölü.
-Kökü toprakta ağaca mı gömülsün insanlar?
-Nefis fikir bence. Böyle dikine, gövdesine ağacın. Hem bir nevi ölümsüzlük yöntemi.
-Dedemi bir ağaca gömmüş olsak ben gider yaslanır kitabımı okurdum gölgesinde. Piknik olur bayramlarda. Mezarlık dediğin de orman olur.
-Toki de kesip köprü geçiremez içinden. Yaşayanların canına okur bunlar, mamafih ölülerden korkarlar.
-Gezi Parkı Mezarlığı, Kuzey Mezarlıkları.
-Dilden nereye geldik?
-Dilden her yere gidersin. Dille her yere gidersin.
-İnsanları ağaçlara gömelim. Yaşasınlar ağaç gibi, orman gibi. Buraya geldik. Çözümdür mezarlıklara.
-“Sorun yaratmak çözümüne davranıldığıyla vardır. Yaratılmış çözümün epistemolojiye bir katkısı yoktur.” yazmış Efe.
-Anlamış gibi bir de alıntı yapıyor.
-Anladım bunu. Valla anladım. Entropi şeysi mantığı işte bir bakıma.
-Hangi bakıma? Biraz daha aç desem kalacaksın soğan cücüğü gibi.
-E dil yetmiyor dedik başta. Efe de kendine bildik kelimelerle başka bir sistem daha kurmuş. Bildikle bilmediği karıştırmış ihtiyaca göre.
-Çok da biliyor tabii. Kast ettiği şeyleri Zeki Müren Türkçesiyle yazsa da mevzuya uzaklığımızdan anlamayabiliriz.
-Bilmediğimiz bir şeyi, anlatılması zor bir kavrama yaslanarak, yeni bir söylem sisteminde, şiir dilinde yazmış yani toparlarsak.
-Yüksek sesle, tek nefeste, durmadan okuyun bunları demiş çocuk. Yaptın mı?
- Yaptım da benim tek nefese az şey sığıyor bir yana, komik de oldu.
-Anlamları pek bilinmeyen birçok kelime kullanması da ayrı tat.
-Mündemiç, küfreçne (bunun anlamını bulamadım) gibi kelimeler kullanmış. Fotoğraflar, çizimler, işaret ve işaretçiler var ki bunlara dikkatimizi çekmeliyiz.
-Her şey değişiyor. Şiir de öyle. Kendini az kısıtlayan bir yaklaşım var ifade şekillerine. Sınırlar genişliyor. Uyaktan kurtuluyor, şiirdeşuolmazbuolmazlardan kurtuluyor, hafifliyor. Örnek ver deseler Efe Murad’ı koyarım önlerine. Yakın zamanda fazla bir rağbet görmeyeceği muhakkak da sonrasında görecek.
-E uyak, ahenk, gizli bir anlatım falan filan, bunlar şiiri şiir yapan şeyler değil mi?
-Şiiri şiir yapan şey şiir olmasıdır. Ötesinde bir tanım hep yanlış kalır. Ya da yazan şiir yazdım diyorsa yazmıştır. Buna kim ne diyebilir?
-Diyen diyor valla. Şiirin genelkurmay başkanları var. Bunlar darbeyle yönetime geçmiş yaşam formları. Deneysel şiir yazan şairler de bu dünyanın anarşistleri. Yani sağcıdan da, solcudan da her türlü baskıyı görüyorlar.
- Mevcudun doğasıyla savaşılmaz. Martıya uçmayı yasaklayamazsın. Üç beş arkadaşının kanatlarını koparsan gözünün önünde yine de olmaz. Uçmak içinde var. İçini içinden çıkaramazsın. Uçan yok diye uçmak yok olmaz. Cisme saldırıp kavramdan  yırtamazsın. Soyut gerçeklere sallama baltanı. İnsanı insan yapan nedir bilmiyorsun. Tam bundandır ki insanı insanlıktan çıkaramazsın.
-Bingo. Şiiri de şiirlikten çıkarmazsın. Sen kimsin arkadaş?
-Hiç işte. Deli manyak.
-Efe ’cim kalkmış soğana sarımsağa kokusuz şiirler yazmış. Bana şiir yazan olmadı.
-Olmadı. (Surat düşer, hayatın anlamı bulamadan kaybolur, ışıklar kararır, kemanlar girer)
-Boş ver. “İnsanın maddeyi delememesinin nedeninin taşın kaderi olduğunu” diye bir dize okumuşsun. Belli ki bana yazılmış. İsim vermek şartmış mı?
-Hiç.

DEF-BEYİN, Efe Murad, 160. Kilometre Yayınları, 2012.
SERBEST ÇALIŞMALAR (Madde- Şiir Yazıları 2004 - 14), Efe Murad,  160.Kilometre Yayınları, 2014.

O Son Sigarayı İçmeyecektin! (Tolga ARAS)

Will Self, günümüzün tuhaf ve sıra dışı yazarlarından, başarısı da bu özelliklerinden ileri geliyor. Hayal gücünü çalıştırması, gözlemciliği ve farklı sosyal çevrelerin dilini kullanması da cabası. Self, kitaplarında hiçbir şeyi okura hazır sunmuyor; hepimizden kafa patlatmamızı istiyor. Sıkça başvurduğu kara mizah ve modern hayatın eleştirisi, onu merak uyandıran bir yazar haline getiriyor. İzmarit isimli yeni romanı da bu merakı perçinleyen bir kitap.

Orada Kaza Diye Bir Şey Yok!

Romanın kahramanı (yoksa “suçlusu” mu demeli) Tom Brodzinski, tatil için gittiği ve sert sigara yasaklarının hüküm sürdüğü esrarengiz ülkede, balkondan attığı izmaritle cümbüşü başlatıyor.
Sınırları, “kamu yararına” çok belirgin biçimde çizilmiş sigara yasaklarının yanı sıra bu ülkenin kendine has bir adalet sistemi ve kültürü var. Hepsi bir araya gelince Tom'un da feleği şaşıyor haliyle.

Tom, balkondan salladığı izmaritin, adamın birinin kafa derisini yakmasını “kaza” olarak nitelese de o ülkede kaza gibi bir olay veya kavram asla kabul görmüyor. Self'in bizi buluşturduğu ilk absürtlük bu. Dava görülmeye başlanıyor ve her şey en azından Tom için tepetaklak oluyor.
Self'in bizi sürüklediği alacakaranlık ortamda, atılan bir izmaritin tetiklediği ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bir adalet sistemi devreye giriyor; tuhaf soruşturma ve cinayete teşebbüsle suçlanan Tom hayretler içinde kalıyor. Üstelik başına gelenler ve karşılaştıkları, ona acizliğinin kuvvetlendiğini hissettiriyor.

Balkondan fırlattığı izmarit, mahkeme kayıtlarına “toksik maddeyle dolu, atımlık silah” diye geçiyor; Self'ten ikinci absürtlük. Hemen herkesin yapabileceği bir hareketin, kasten adam öldürmeye teşebbüs davasına dönüşmesi, zaten başlı başına trajikomik. Daha ilk duruşmada Tom'un kulağında çınlayanlar ise fena: “Koma”, “tazminat”, “hapishane”, “tabu” ve “çöl yolculuğu.” Bu sonuncusu ilginç çünkü Tom'la benzer durumda bulunan ve o da yargılanan Brian Prentice'in, suçlarından arınmak ve aklanmak için binlerce kilometrelik bir çöl “seyahatine” çıkması gündemde. Kader, Tom'la Brian'ın yollarını kesiştirmek üzere aportta bekliyor.

“Bilgi Denen O Mental Çöplük”

Self, ikiye böldüğü romanın diğer kısmında Tom'la Brian'ı uzun; kimi zaman sıkıcı kimi zaman eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor. Bu iki farklı karakter, birbirini esas olarak bu seyahatte tanıyor. Garip alışkanlıklara sahip kabilelerin arasında ve büyük çölün ortasında onlarla beraber biz de yine absürt bir yolculuğa koyuluyoruz. Aynı zamanda ikili, birbirinin suçlarını tartma imkânı da buluyor. Tabii bir yandan da bilmedikleri bir dil, tanımaya uğraştıkları bir kültür, manzara gibi ikisinin de sağından solundan akıp gidiyor.

Self, gerek başlangıçta gerek ikinci aşamayla gerçeküstü öğelerin hâkim olduğu ve adaletle birlikte yer yer kültür kavramlarının tartışıldığı bir kitap oluşturmuş. Tom'la Brian'ın yolculuğu ve o anlarda karşılaştıkları asiler ise her şeyin üstüne tüy dikiyor. Self, bir bakıma yine kılçık bir anlatı geliştiriyor İzmarit'le.

Self'in yola döşediği sığınaklar, sigorta ofisleri, boş bulvarlar ve fahişeler, romanın bir başka absürtlüğü ve bu, yazar tarafından adeta bir ceza gibi kurgulanıyor. Tom ve Brian'ın gözüne takılan tabelalarda yazanlar da ilginç: “Yorgunluk Öldürür, Mola Verin” ya da “Entreati Kabilesi Topraklarına Giriyorsunuz, Sigara İçmek Serbesttir.” Tabelalardakinin ötesinde yazılı olmayan kimi kurallar da var orada: “Burada herkes herkesin ne yaptığını ve birinin kayda değer bir şey yapıp yapmadığını bilir. İnsanlar, eylemlerinin yankılanmamasını umut eder buralarda.”

Tom'un, bu karmaşaya, herkesin kasıtlı bir hareket gibi gördüğü bir kaza yüzünden girdiği düşünülürse belli bir zaman sonra, böylesi eylemlere yönelme gibi bir ruh haline bürünmesi, bütün bu saçmalıklar içinde bir yere oturtulabiliyor.

Aslında Tom'un karmaşa olarak gördüğü ve içini sıkan olaylar silsilesi, kendi içinde bir düzene sahip. Self, bu noktada çeşitli kabilelerle mevzuları birbirine bağlarken romanda, kendi yarattığı kültürleri bir antropolog edasıyla gözler önüne seriyor. Eldeki sigaranın, hepimiz için sıradan bir şey gibi görülmesine karşılık Tom'un tatil yaptığı dünyanın öte yakasında bu, bir düşman şeklinde algılanıyor. İşte Tom'un kavrayamadığı bu. Çünkü o da geldiği yerdeki diğer herkes gibi “bilgi denen o mental çöplüğün hiç bitmeyen geri dönüşümünü sistemleştirme manyaklığına” kapılmış durumda. Bu nedenle uykuyla uyanıklık hali, felç ile uçma, mitle gerçeklik arasında sıkışıp kalıyor.

Self, Tom ve öbür karakterler aracılığıyla ve onların içine düştüğü kabileler yardımıyla Batı ve Batı-dışı kültürlerle ilgili bir tartışma açıyor kitabında. Özellikle Batı'nın, antropoloji eliyle kendisinden olmayan kültürleri nasıl dönüştürmeye uğraştığını (bunun tarihsel arka planını vererek ve biraz da felsefe yaparak) kendi kurgusuyla birleştirip anlatıyor. Böylece Tom'un tatili, bildiği dünyanın bittiği, onun yerine hiç tahmin edemeyeceği bir başka yeryüzünün belirdiği bir zaman dilimine dönüşüyor.

İzmarit, aynı Tom'un yaptığı gibi salt kendimize ait bakış açımızla yaklaştığımızda saçmalıklarla, kahramanların anlamlandıramadığı kurallarla örülü ve olayların, aklın sınırlarını zorladığı; kısacası tam bir Will Self romanı.  

İZMARİT, Will Self, Çev. Gül Korkmaz, Ayrıntı Yayınevi, 2015.

Sınırları Aşan Bir Seri (Eren Yücesan Cendey ile Söyleşi Cem ALPAN)

Elena Ferrante’nin çevirmeni Eren Yücesan Cendey, “Napoli Romanları”nı ve dizinin ilk cildi Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’ı anlattı.

Elena Ferrante’nin Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım ve devam romanı Yeni Soyadının Hikâyesi’ni (Eylül ayında raflardaki yerini alacak) kısa süre içinde çevirdiniz. Bildiğim kadarıyla “Napoli Romanları” dizisinin üçüncü kitabı Terk Edenler ve Kalanlar’ın da çevirisi bitme aşamasında. Bize kısaca bu romanlardan, tüm dünyada ilgi çekmesinin nedenlerinden bahseder misiniz? Nedir Ferrante’de çevirmenini, okurları bu kadar heyecanlandıran?

“Napoli Romanları” dörtlemesi gerçekten uzun soluklu bir hikâye. İki küçük kızın, aslında iki küçük kızdan beklenmeyecek bir şekilde tanışmalarıyla başlayan ve bir ömür sıradışı olay örgüleriyle sürüp giden hayat hikâyeleri. İtalyanların son yirmi beş yılın en iyi yazarı olarak niteledikleri Elena Ferrante İtalyan edebiyatının sınırlarını çok kısa sürede denizaşırı dillere taşıma başarısı gösterdi.  Bir süredir övgülerini duyduğum romanların çevirmen olarak içine dalmak benim için büyük şans oldu. Hepimizin bizi olduğumuz kişi yapan böyle yakın ve etkileyici, belirleyici arkadaşları vardır ve böyle  arkadaşlık hikâyeleri hepimize ilginç gelir.  Okurken elinizden bırakamadığınız, kitaptan uzaktaysanız, bir an önce ona kavuşma arzusu yaşadığınız kitaplar vardır; işte Lila ve Lenú’nun hikâyesi de bu duyguyu yaşatıyor. Çevirmen olarak başından kalkamadığım, bir an önce çevirime dönme arzusu yaşatan “Napoli Romanları”, beni de bu uzun süre içinde Napoli’nin adını bilmediğimiz o yoksul mahallesinin insanlarından biri yaptı. Mahalleden çıkıp kendi özel hayatıma döndüğüm anlarda yaşadıklarımı sık sık mahalledeki olaylarla, insanlarla karşılaştırdığımı görmek ise beni bile şaşırttı. Lila ve Lenú’nun hayatlarındaki dengenin sürekli değişmesiyle, bir yandan eğitimin bir yandan doğal yetenek ve zekânın övülmesiyle,  İtalyan toplumsal ve siyasi hayatının küçük insanlara, küçük mahallelere etkisinin yansıtılmasıyla, kahramanların aslında her birinin kusurlu yanlarının da gayet doğal bir şekilde anlatılmasıyla, bu küçük mahalle  evrensel boyutlar taşıyor. Elena Ferrante herkesin bildiği üzere kimliği meçhul bir yazar. Kadın mı erkek mi olduğu bile bilinmiyor. Ana kahramanların kadın olması ve hayatın onların çevresinde, onların gözünde şekillenmesi bana yazarın kadın olduğunu düşündürdü ama sonradan bunun o kadar da önemli olmadığını fark ettim. Çağdaş yazarlarımın bazılarıyla tanışma, arkadaş olma şansını elde eden çok şanslı bir çevirmenim ama elbette tanışmadığım, artık hayatta olmadığı için tanışma şansım olmayan yazarlar da var. Ferrante’yi de onlardan biri olarak düşünüyor ve kimliğini fazla merak etmemeye çalışıyorum. İlk kez bir dörtleme çeviriyorum, çok uzun bir süreci roman kahramanlarımla birlikte yaşıyorum, onlardan ayrılmanın bana çok zor geleceğini biliyorum. Tek avuntum kitabı okuyan, kızları benimle birlikte izleyen okurların güzel geri dönüşleriyle onlar hakkında sohbet edebilecek olmam.  

Napoli Romanları’yla ilgili en sık kullanılan tabirler, anlatımındaki “dürüstlük”, “amansızlık”, “canlılık”, hatta, “şiddet”, “vahşet”… İnsan Pavese’leri, Moravia’ları, Passolini, Visconti’leri düşününce bunun İtalyan ya da Akdenizli olmakla ilgisi var mı diye düşünmeden edemiyor. İtalyan kültürüne hakim bir çevirmen olarak siz ne dersiniz?

Akdeniz insanı duygularını kolayca belli eder, ortaya döker; Akdenizli ya da daha özel söylersek İtalyan olmayan okur buna şaşabilir, dürüst ya da vahşi olarak niteleyebilir. Kadınlarsa, dünyanın her yerinde duygularını kendilerine saklamak konusunda erkeklerden daha ketumdurlar diye düşünüyorum. Yazar duygularını, düşüncelerini cesurca ortaya sererken belki de müstear bir ad ardına gizlenmenin rahatlığını da kullanıyor olabilir.
Öte yandan Napoli  hem İtalyanlar, hem dünyanın geri kalanı için Mafya anlamına gelebilir. Sakınmasızlık, şiddet ve kitapta karşımıza çıkan bazı ahlak dışı olaylar Mafyanın doğduğu ve yaşadığı şehir için çok doğal, sıradan sayılmalıdır. Nitekim kitapta mafyanın değilse de Camorra’nın adı anılmaktadır bir Napoli gerçeği olarak. Bütün İtalyan sanatçılar da yapıtlarında bu gerçekten günü gelmiş elbette yararlanmışlardır.

Bunda romanların özünde köklü bir erkek egemen kültür eleştirisi yapmasının da rolü var mı sizce? Üstelik kadın arkadaşlığının getirdiği dinamiklerle birlikte anlatıyor bu konuyu. Kitabın gücü, zengin-fakir ve kadın-erkek arasındaki iktidar ilişkilerini, hele bugün için benzersiz bir açıklıkla dokumasında yattığını düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Çok doğru. Kitap zengin-yoksul ve kadın-erkek arasındaki iktidar ilişkisini irdeliyor, sergiliyor ve fakat bunu kesinlikle bir tahterevalli hareketiyle yapıyor. Okurun heyecanını köreltmemek için ayrıntıya girmiyorum ama beni asıl vuran ve heyecanlandıran bu oldu. Elena ve Lila karakterleri, hayatın sürekli bir iniş çıkış olduğunu çok güzel kanıtlıyor. Şimdiye kadar okuduğum kitapların hiçbiri bu uzun hayat akışını bu kadar renkli ve heyecanlı vermemişti.

“Napoli Romanları’nın çeviri aşamasından biraz bahseder misiniz? Elena Ferrante çevirmenin zorlukları var mıydı? 

Napoli Romanları başlığıyla andığımız dört kitabı kısa süre içinde okurla buluşturabilmek için elimden geleni yaptım. Kitapların arasının çok açılması, uzaması okurun ilgisini yitirmesine neden olur diye düşündüm. Daha önce de söylediğim üzere sürükleyici ve akıcı olmalarıyla en başta okur olarak beni kendilerine bağladılar, bu nedenle kesinlikle hiç sıkılmadan çalıştım. Zaten böyle keyifli çevirilere iş, çalışma demeye de dilim varmıyor!
Kitaplarda dikkati çekeceği üzere diyaloglar çok az, böyle olunca eski zaman masallarından birini okur, dinler gibi hissettiğim de oldu.
Anlatının dilinde bir zorluk olduğunu söyleyemeyeceğim, daha önce duymadığım ama yazarın sıklıkla kullandığı bazı kelimeler ve fiiller olduğu dikkatimi çekti. Yazar benim işimi kolaylaştıracak şekilde Napoli lehçesiyle yazmayıp, 'yerel lehçeyle konuştu, söyledi' gibi ifadeler kullanmayı yeğlemiş; belki de kitapların başta İngilizce olmak üzere pek çok dile çevrileceğini öngördüğü için böyle yapmayı uygun görmüş. (Tabii yazarın kim olduğunun bilinmemesinden yola çıkarak, yazarın belki de Napoliten dilini bilmediğini de varsayabiliriz!)
Öte yandan kitapların yayın haklarının bir dizi çevrilmesi için satıldığını okudum, merakla
bekliyorum.

BENİM OLAĞANÜSTÜ AKILLI ARKADAŞIM: NAPOLİ ROMANLARI 1, Elena Ferrante, Çev. Eren Yücesan Cendey, Everest, 2015. 

“Özgürlük, Hiçbir Kimliğin Tuzağına Düşmemektir” (Nihan ÖZYILDIRIM)

Olivier Roy’nın, yayıncılarından Jean-Louis Schlegel ile söyleşisi olan Kayıp Şark’ın Peşinde,birçok bakımdan ilginç ve zevkli bir kitap. Her şeyden önce bir hayat hikayesi; üstelik maceralı, sıradışı, farklı coğrafyalarda geçen ve enteresan dönemlere tanıklık etmiş bir hayatın hikayesi. Diğer yandan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyayı yakından ilgilendiren meselelerde söz söylemeye ehil ve Türkiye’yi de iyi bilen müstesna bir uzmanın görüşlerini, yorumlarını içeriyor. Hepsinin ötesinde, Roy’nın hayatından ve yazdığı kitaplardan yola çıkan, hayata, siyasete, sosyal bilimlere, dinlere, kültüre, kimliklere, yolculuğa, tesadüflere ve çeşitli insan hallerine dair derinlikli ve bilgece bir muhabbet.Roy’nın Türkçe basım için yazdığı önsözün de dikkate değer olduğunu ayrıca belirtmek gerek.

Bu kitapta, Türkiye’de Siyasal İslamın İflası, Yeni Orta Asya ya da Ulusların İmal Edilişi, Küreselleşen İslam, İslam'a Karşı Laiklik gibi kitaplarıyla tanınan Roy, bir yandan Fransız taşrasından 1968 Parisi’ne, işgal altındaki Afganistan’ın çatışma bölgelerinden üst düzey uluslararası toplantılara kendi kişisel tarihini ortaya koyuyor, diğer yandan da kitaplarının yazılış süreçlerini ve arkasında yatan düşünceleri aktarıyor.

Roy, meşhur “68 kuşağı”nın bir üyesi. Dolayısıyla öncelikle onun, kendisinin de içinde bulunduğu, Fransa’daki öğrenci hareketi hakkındaki yorumlarını okuyoruz. Roy kendi kuşağını ve 68 hareketini de sorgulamaktan ve eleştirmekten hiç çekinmiyor. 68 kuşağının zihniyetini, çelişkilerini, fikir ayrılıklarını kendi yaşadıkları üzerinden aktarıyor.

Yazarın asıl uzmanlığı olan ve ileride yazacağı kitapların da konusunu oluşturan Afganistan, İran, Orta Asya, İslam gibi konulara ilgisiyse, daha öğrencilik yıllarında Farsça öğrenip ardından da otostopla Afganistan’a yaptığı bir yolculukla başlıyor. Daha sonra da, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde çeşitli sıfatlarla düzenli olarak bu ülkeye gitmeye devam ediyor; savaşın, çatışmaların, ardından Taliban’ın ve El-Kaide’nin ortaya çıkışının doğrudan doğruya tanığı oluyor.İran Devrimi’nin hemen sonrasında İran’da, Sovyetler’in dağılma döneminde Tacikistan’da bulunuyor.

Olivier Roy’nın uzun yıllar boyunca bu ‘sahada bulunma’ tecrübesi,ona bir sosyal bilimci olarak farklı bir bakış açısı kazandırmış, “kültüralistyanılsama”dan çabuk kurtulmasını,özcülüğün tuzaklarına düşmemesini sağlamış. Bu yüzden Roy’nın Ortadoğu, Müslümanlar, kültürel farklar ve İslami terör, hakkında söyledikleri, bu konularda çok sık başvurulan, basmakalıp, yüzeysel ve ezbere yorumlardan çok daha düşündürücü.Mesela radikalleşmenin hiç de sadece Müslümanlara özgü olmadığından bahsediyor. Bazı noktalarda sekülerleşmeninfundamentalizmi körüklediğini söylüyor.El-Kaide’nin ya da genel olarak cihatçıların ortaya çıkışını “dini bir kasılma”da ya da bir “kimlik isyanında”, İslamın kendisinde ya da Kuran’da değil, “bireyselleşmede, kültürel referansların krizinde, dini olanın özerkleşmesinde ve kültürsüzleşmesinde, yeni bir kuşak bunalımında” aramak gerektiğini, cihatçıların motivasyonunun“dini radikalleşmeden ziyade dava arayışı içindeki bir asi başkaldırısını andırdığını” söylüyor. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasındazorlama evliliklerin artışının aslında artık kızların geleneğe boyun eğmeyi reddettiklerinin ve yaşadıkları toplumla giderek daha fazla bütünleştiklerinin ispatı olduğuna dikkat çekiyor.

Roy’nın Siyasal İslamın İflası adlı kitabı çıktığında bu başlık itirazlara sebep olmuş ve çok tartışılmış. Her şeye rağmen bu isimden memnun olduğunu söyleyen yazar, bu ifadeyle ne demek istediğini net bir şekilde izah ediyor sohbetinde. Devletle dinin neden bir arada olamayacağını hem İslam hem Hıristiyan dünyasından örneklerle anlatıyor.


Bütün bu meselelerle uğraşıyor olsa da, kendisini asıl ilgilendiren şeyin eski bir felsefi soru olduğunu söylüyor Olivier Roy: “Hangisi olursa olsun, aidiyetlerin belirleyiciliği ile özgürlüğü nasıl düşünebiliriz?” Ve şu sıralar, yaşadığımız coğrafyada her kesimden insanın hatırlaması gereken şu sonucu çıkardığını söylüyor: “Özgürlük, hiçbir kimliğin tuzağına düşmemektir.”



KAYIP ŞARK’IN PEŞİNDE,Olivier Roy – Jean-Louis Schlegel, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2015.

Resmi Olmayan Tarihi De Zorlamak (Şöhret BALTAŞ)

Bir Afrika özdeyişi, “Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların hikâyelerini dinlemek zorundayız” der. Resmi tarih ile gerçek tarih arasındaki karşıtlığı bu kadar yalın bir biçimde ortaya koyan başka bir söz bilmiyorum. Hele bugünlerde, Ortadoğu’da iktidar ve rant avına çıkmış olan avcıların anlattığı kahramanlık hikâyelerinin teşhir edilmesi için bu sözü sıkça hatırlamaya/hatırlatmaya öyle çok ihtiyacımız var ki…

Ancak bu mesele, hiç de öyle tek boyutlu değil. Yani özdeyişteki gibi, bir tarafta avcıların, öteki tarafta aslanların ol-duğu iki kutuplu ya da tek bir ezen-ezilen ilişkisinin olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Avcıların içinde farklı hikâyeler anlatanlar olduğu gibi, ne yazık ki aslanlar içinde de farklı hikâyelere inanan, hatta avcı hikâyelerinin peşine takılan ve bu uğurda kendi türünün yok oluşuna, çürüyüşüne hizmet edenler var. Bu yüzden resmi tarihin teşhiri dediğimizde, iç içe girmiş sonsuz sayıda kapıyı açmamız ve ardındakini gün ışığına çıkarmamız gerekiyor; birini bile eksik bıraktığımızda en dıştaki ağır demir kapının yerinden oynatılamayacağını bilerek…

Bu metafordan hareketle; yüzyıllar öncesinde kadının egemenlik altına alınmasıyla başlayan cinsiyet iktidarı, iç içe girmiş kapılardan oluşan bu yalanlarla dolu labirentin en zor açılan odası desem, herhalde abartmış olmam. Zira, gerek sınıf, gerek ırk veya milliyet hakkında söylenen resmi yalanların üzerindeki şal kaldırıldığında açığa çıkan resimde, kadın ezilmişliğinin hâlâ “verili durum” olarak kabullenilmesi, tarihsel olarak sürekli tekrarlanan bir olgu. Eşitlik ve özgürlüğün evrensel şiar haline gelmesini sağlayan Fransız Devrimi’nden bu yana, avcılara savaşanlar safında bir an tereddüt etme-den yer alan kadınlar, yeni iktidarlar kurulduğunda ilk safdışı bırakılanlar arasında yer alıyor daima… “Tamam” deniyor kadınlara, “iyi güzel, savaştık, kazandık, hadi şimdi evlerinize dağılın!” Siyaset her zaman biz kadınlar adına erkeklerin yaptığı bir alan olarak kabul ediliyor; bizler için neyin doğru ve yanlış olduğuna onlar karar veriyor; nasıl özgürleşeceğimizi bile onlar bizden daha iyi biliyor!

Bu anlamda, kadın tarihinin yazılması o “son kapı”nın açılması ve içerde hem avcılarla hem de bizzat aslanlarla mücadele edilmesi anlamına geliyor.

"Son kapı"yı zorlayanların tarihi

İşte Hülya Osmanağaoğlu’nun “Feminizm Kitabı: Osmanlı’dan 21'inci Yüzyıla Seçme Metinler” adlı kitabı, bu coğrafyada “son kapı”yı zorlayanların tarihini anlatıyor. Resmi tarihe karşı yazılan gayri resmi tarih anlatılarının birçoğunda da adı geçmeyen, tarihin görünmez özneleri olan kadınların bu ülkede verdiği mücadelelerin titizlikle hazırlanmış bir dökümünü sunan kitap, kendi alanıyla birlikte aslında diğer alanlardaki yalanlara da ışık tutuyor. Örneğin, resmi tarihin 1923 tarihi ve Türk milleti ile başlattığı “kurtuluş” hikâyesinin hiç de öyle olmadığını, kadınlar üzerinden bir kez daha anlıyoruz. 1908’e doğru ve daha sonrasında hakları için mücadele eden kadınların varlığı, bize tarihimizin çok kimlikli bir geleneğe dayandığını gösteriyor. Tıpkı solun, Türkiye’de sosyalizmin tarihi anlatılarını 1920’lerden başlatmasının, daha baştan “milliyetçi” bir perspektifle sınırlanmış olması gibi, feminizmin de “Cumhuriyet’le birlikte başlayan kadın hakları” hikâyesinden kurtulması için önemli bir tarihsel dayanak sunuyor. Bu, yola çıktığımız noktanın yürüyüşümüzü belirlemesi açısından son derece önemli.

Kitap, Birinci Dalga ve İkinci Dalga ana başlıkları altında Osmanlı’dan bugüne kadın hareketinin geçirdiği evreleri, bizzat o dönemin dilinden anlatıyor. Birinci Dalga’nın içerisinde Osmanlı döneminde kadın haklarını (Avrupa’da olduğu gibi) daha çok oy hakkı ile sınırlandırarak savunan Türk, Rum, Ermeni ve Kürt kadınlarının yazıları yer alıyor. Şükûfezar, Hanımlara Mahsus Gazete, Kadınlar Dünyası, Hay Gin (Ermeni Kadını) gibi dergilerde yer alan farklı milliyetten kadınların mücadelesi Birinci Dalga Feminizm’in tipik talepleriyle sürüyor: Seçme-seçilme hakkı, çalışma ve eğitim hakkı, tek söz-cükle ifade etmek gerekirse eşit yurttaşlık hakkı.

"Özel olan politiktir"

İkinci Dalga Feminizm, 1980’lerde başlıyor. 80 öncesi sol mücadeleden gelen kadınlar, İkinci Dalga feminist hareketin çoğunluğunu oluşturuyor ancak hem teorik hem de ülkede yaşanan pratik açısından solun eleştiriye tabi tutulduğunu, kadınların görünmezliğinin sosyalist teori ve pratik açısından da beslendiğinin tespit edildiğini görüyoruz bu dönemde. Kadınlar bu kez sadece eşit yurttaşlık değil, yaşamın her alanında özgürlük istiyorlar. Bu dönemin öne çıkan şiarı, bugün hâlâ önemini koruyan şu yalın cümle: “Özel olan politiktir.”

Kuşkusuz, burada kadın mücadelesinin, egemen söylemlere karşı yürümeye devam ettiği yolda öğrendikleri de var. Bunların başında Kürt kadınlarla yaşanan dayanışma ve yol birliği çabaları var. Kürt kadınlar, 90’larda kendi dergilerini çıkarıyorlar; Roza, Jujin, Jin û Jiyan hem Kürt hem de kadın olmanın getirdiği deneyimleri katıyor kadın hareketine. Karşı-lıklı anlama çabaları, bugün birçok yapıda birlikte mücadele etme gücüne ulaşmış durumda.

Yine 90’larda başörtü yasağıyla birlikte öğrenim hakkı elinden alınan kadınlarla yürütülen dayanışmanın, feminist ha-rekete “farklılıkların birliği” anlamında perspektif kattığını belirtmek gerekiyor. Kuşkusuz siyasal İslamcı yükselişle birlikte bu birliğin yer yer tartışma ve gerilimlere neden olduğunu, ancak her şeye rağmen, başörtüsü yasağına karşı duruşun hem özgürlükler mücadelesini ilerlettiğini, hem de despotik devlet geleneğinin sorgulanmasına yol açtığını tespit edelim.

Kitabın son bölümünde yer alan, LGBTİ hareketi ve heteroseksizme ilişkin Kaos GL’de yayınlanan metinler de feminist hareketin ilişkilendiği bir başka toplumsal gruba işaret ediyor. Daha önce hiçbir muhalif hareketin ilişkilenmediği LGBTİ hareketi, özel alanın politikleştirilmesini savunan kadın hareketi içinde özgün bir yer edindi ve özellikle Gezi Direnişi’nden sonra kabul edilen bir toplumsal özne haline geldi.

Hülya Osmanağaoğlu Feminizm Kitabı’nın amacının “bir kadın tarihi yazmak” değil, “feminist hareketin 20’nci yüzyıldaki macerasını metinler üzerinden okumak” olduğunu söylüyor. Bana kalırsa, hayli alçakgönüllü bir ifade olmuş bu; çünkü labirentlerin içinde kaybolmuş olan o “son kapı”yı açmak için başucumuzda bulunması gereken bu kitap, bu topraklarda bir zamanlar yaşamış ve kadınlık adına söz almış olan kadınların tarihini anlatıyor. Resmi tarihin paslı demir kapısıyla meselesi olan herkes okumalı.

FEMİNİZM KİTABI: OSMANLI’DAN 21'İNCİ YÜZYILA SEÇME METİNLER, Hazırlayan: Hülya Osmanağaoğlu, Dipnot Yayınları, 2015.

Bonzai, Zambra, Trileçe (Melike UZUN)

Kısa cümleli kitapları severim. Kısa cümleli yoğun kitapları daha çok severim. Pek yakında okuduğum iki novella bu türden: Zambra’nın Ağaçların Özel Hayatı ve Bonzai’si.

Bonzai’nin kahramanı Julio. Ağaçların Özel Hayatı’ndaki  Julian’ın adı ise bir yanlışlık eseri. Nüfus memuru Julio ismini yanlış anlayarak nüfus cüzdanına Julian yazıyor. Zambra sanki Bonzai’deki Julio’yu anlatacaktır ama nüfus memuru buna izin vermemiştir.  Demem o ki yazardan iki ayrı kitapta iki farklı öykü dinlesek de  kahramanın ismindeki bu yanlış anlaşılma ve Julian’ın  (Julio) yazarlığı ile bonzai arasında kurduğu buruk ilişki  aynı kahramandan söz edildiği hissini yaratıyor.  Paylaşmadan geçemeyeceğim bir his daha var. Notos, dergide yazılarla birlikte yazar fotoğraflarına yer verme ilkesini Bonzai’ye de taşımış. Novellayı okurken karşıma pat diye çıkan Zambra fotoğrafı bende kaçınılmaz olarak Julian, Julio ve Zambra’nın aynı ruhu taşıdığı izlenimini bıraktı. Yıkık bir duvar önünde, eski bir banka oturmuş Zambra’nın yıpranmış ayakkabıları, gömleğin kollarından taşan içliğe  rağmen taktığı afilli fular tam da bir türlü yeşeremeyen, canlanamayan bonzainin öyküsünü yazamayan yazarla aynı hayalkırıklığı içinde olduğunu düşündürdü bana. Bu düşünce pek çok düşünce gibi içinde çelişkisini bulunduruyor elbette. Zambra hayalkırıklığı, yazamama sıkıntısı gibi görünür olmayan durumları bir bitkiye, bonzaiye, bağlayarak anlatışıyla “içsel” olanı abartıya kaçmadan “dışsal” kılma başarısını yakalamış. Bundan dolayı  artık Zambra’nın Julian (Julio) olmasına imkân yok. İmkan dahilinde olan ise gerçek bir ruha sahip olan insanın ünlü bir yazar olduktan sonra da içinde hayalkırıklığını taşımaya devam etmesi. Fotoğrafta gördüğüm bu imkân beni kitapları daha bir istekle okumaya yöneltti. Notos’un 53. Sayısında Çiğdem Öztürk’ün Zambra’yla yaptığı röportaja göre yazarın artık bonzaisi yokmuş. Zambra’nın yazar Julian’(Julio)ın kaderini yendiğine dair bir işaret de bu olsa gerek.

“Büyüleme” ve “Yalınlık”

Ağaçların Özel Hayatı bir geceyi anlatmasına rağmen zamansal olarak otuz yıl sonrasını da hayal etme şansını okuyucuya tanıyor. Ana kahraman tek, anlatılan hep o: Julian.  Novella Julian’ın üvey kızı Daniela’yla geçirdiği bir gece üzerine kurulu. Anne eve gecikmiş, gelip gelmeyeceği belli değil, annenin akıbetiyle ilgili çeşitli basit olasılıklar var ama büyük ve geri dönüşsüz bir olasılık da söz konusu. Ama Julian için öncelikli olan Daniela. Ona tedirginliği hissettirmemek için ağaç hikayeleri anlatıyor. Pırnal meşesine tırmanan çocuğun, kavak ve baobapın macerası… Bir yandan da Julian’ın hayatının önemli ayrıntılarını öğreniyoruz. Aşkları, ailesi.

Bonzai, Julio’nun, Emilia’nın ve bonzainin hikayesi. Julio’nun buruk yazarlık hayalini işaret eden bonzaiye bu kez Emilia da dahil olur. Julio bir taksinin içinde, gidebileceği otuz bin pesoluk yolda kalakalır. Çünkü “Şimdi Emilia geride kaldı, tek başına, metronun işleyişini bozarak.”
Bonzai ve Ağaçların Özel Hayatı’nda okuyanı büyüleyen,  yazarın uzak durduğu “büyüleme” çabası. Zambra ustalık, zekâ ve hüner sergilemek için kalemini hiç zorlamıyor. Çok basit bir duygu durumunu ve birkaç kişi arasındaki ilişkiyi karakterlerin yaşamı ne kadar sadeyse o kadar sade haliyle anlatıyor. Bu sadeliğin yalnızca görünüşten, bir üslup meselesinden ibaret olduğunu anladığımız an bu iki novellanın büyüsü ortaya çıkıyor. Onca yalınlığa rağmen, Julio’nun Julia’nın, Emilia’nın, Daniela’nın yaşadıkları onlar için sarsıcıdır, yazar bu sarsıcılığı okuyucuya ince bir sızı olarak aktarıyor.

Sözünü ettiğim sadelik sıradan bir sözcük tasarrufu olmaktan çok başka. Bu iki kitaba cinsiyetini ele vermeyen bir anlatım tarzı, cinsiyetsiz bir bakış açısı hakim. Kadınlara, erkeklere, çocuklara eşit yaklaşan bir anlatıcıyla karşı karşıyayız. Bu özellikler karakterlerle daha çok yakınlaşmamızı sağlayan bir yalınlığa dönüşmüş. Bonzai’de, Emilia’nın hüzünlü sonunda Andres’yle arasında geçenlerin ne kadar etkili olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Bir bilinmeyen başka bir bilinmeyeni doğurur. Ağaçların Özel Hayatı’nda Veronica’nın dönüp dönmeyeceğini, Daniela’nın büyüdüğünde nerede, kiminle olacacağını tam olarak kestiremeyiz. Her iki olasılık da diğeri kadar yakındır.  Her ikisi de mümkündür.  Zambra bunu ucuz bir yazarlık oyunu olarak değil, karakterlerin kişiliğine has bir durum olarak doğallıkla anlatır, bu yüzden de “yalın”dır.

“İz Sürücü” Okuma

İki kitapta da birçok yazarın izi sürülebilir: Ağaçların Özel Hayatı’nda özellikle kadın yazarlardan, çok özel kadın yazarlardan söz ediliyor: Jeannette Winterson, Emily Dickinson, Wislova Szymborska…

Bonzai’de konu edebi bir ilişkidir : “Julio ve Emilia’nın tuhaflıkları sadece cinsel değildi (bundan da bol bol vardı), duygusal da değildi (bundan da bol bol vardı), aynı zamanda tabiri caizse edebiydi.” Bu edebiliği kuran öteki yazarlardır elbette: Marcel Schwob, Yukia Mişima, Armanda Uribe…
Tezer Özlü’de Pavese’nin Mehmet Günsür’de Kleist’in izini süren okuyucu kuşağı olarak  Zambra’nın tam da bu yüzden bize göre olduğu söylenebilir.

Tüm bu nedenlerle durup durup Bonzai’yi, Ağaçların Özel Hayatı’nı bir de Zambra’nın güzel trileçe yapabildiğini düşünüyorum.   Julio’ (Julian) un kitabın ötesinde, Gazmuri gibi bed ve yeteneksiz bir yazarın yarattığı güvensizlik ve diğer hayal kırıklıklarıyla baş edebildiğini, iyi öyküler yazan bir kadın ya da erkekle uyuduğunu, kitap fuarında satış elemanı olmak yerine yazdığı kitabı imzalamak üzere bulunduğunu, arkadaşlarının komik hikâyelerine güldüğünü hayal ediyorum.  Büyük ihtimalle artık bonzai yetiştirmeyen ve tanınmış bir yazar olan Zambra gibi.  Sonuçta “Gerisi edebiyat” ve “Yazmak bir bonzaiye bakmak gibi.” 

BONZAİ, Alejandro Zambra, Çev. Çiğdem Öztürk, Notos, 2012.
AĞAÇLARIN ÖZEL HAYATI, Alejandro Zambra, Çev. Çiğdem Öztürk, Notos, 2015.

Başka Bir Orman Bu; Tenekeden (Funda DEMİR)

Bir ormanı var eden nedir? Ucu bucağı görünmeyen, gündüzleri bulutlara, geceleri yıldızlara değen ağaçlar, kuşlar, sincaplar, tavşanlar, domuzlar, kaplumbağalar, rengârenk çiçekler, şifalı bitkiler, nefis meyveler... Her mevsimi ayrı güzellikte yansıtan renkler, içimize çekmeye doyamadığımız çam kokusu. Dokundukça iyileştiren toprak.

Rüzgârın dinginleştiren uğultusu... Bir ormanı var eden nedir, derseniz bana; şimdi, şu anda bunların hepsi bir yana hayal gücü derim sanırım. Çünkü yakın zamanda yolum Teneke Orman'dan geçti. Oranın havasını soludum, suyunu içtim ve kendimi çok iyi hissettim. Şimdi sıra sizde hazır mısınız?

Teneke Orman dünyanın öbür ucunda, unutulmaya yüz tutmuş ve kimsenin istemeyeceği şeylerle dolu olan bir yerdi. Bu ıssız yerin tam ortasında bir ev, bu evde de yaşlı bir adam yaşardı. Pencereden görüp görebileceği tek şey çöp ve atıklar olan yaşlı adam her gün bıkıp usanmadan çöpleri toplar, ayıklar ve kimisini yakar kimisini gömerdi. Yaşlı adam mutsuzdu. Bir gece gördüğü rüya hayatını değiştirdi. Yaşlı adam rüyasında dünyanın en güzel ormanlarından birinde yaşadığını gördü. Etrafı tropikal ağaçlar, harika çiçekler, kuşlar, kaplanlar ve çeşitli hayvanlarla doluydu. Uyandığında dünyanın aynı yer olduğunu gören ve çok üzülen yaşlı adamın aklına bir fikir geldi.  Düşüncesi gün geçtikçe büyüdü. Fikrini küçümsemedi, denemekten korkmadı. Yalnızlığını bahane etmedi. En sevdiğim yanı bunu kendi için yaptı. Ve Zamanla bu düşünce etrafını sardı, sarmaladı. Yaşlı adam çöplerden bir orman yarattı. Elleriyle şekillenen, içinde hayal ettiği her şey olan çöpten kurulmuş, tenekeden yapılmış kocaman bir orman. Tenekeden de olsa ormandı sonuçta... Ve bir gün bir mucize oldu. Herkesin unuttuğu bu yere gerçek bir kuş kondu. Teneke ormanındaki tek canlıya gözü gibi bakan yaşlı adam ertesi gün kuşu göremeyince çok üzüldü. Oysa hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı hayatımızda yaşlı adamın da bilmediği bir şey vardı. Kuş onu terk etmemişti. Şiirler ve şarkılar genelde tersini söylese de kuşlar geri gelirdi. Yanına dişisini de alan kuş dönmüştü. Tenekeden ormana, yaşlı adama dönmüştü. Dünya herkese yetmez belki, ama teneke ormanda herkes için bir yer var, ya da ben öyle umuyorum. Gagalarında taşıdıkları tohumları toprağa bırakan kuşlar, sadece yaşlı adama değil, teneke ormana da can verdiler. Bir tohumdan toprağa karışan kökler, o kökleri yiyen böcekler, böcekleri kovalayan kuşlar ve yaşlı adamın düşünde ne varsa teneke ormana geldi. Bir zamanlar kimsenin istemeyeceği şeylerle dolu olan çöplük artık herkesin isteyeceği şeylerle dolu gerçek bir ormana dönüştü.

Helen Ward tarafından kaleme alınan Teneke Orman'ın içinde kaybolacağınız resimlerini yapan isim ise Wayne Anderson. Remzi Kitabevi'nin yayımladığı eser 32 sayfadan oluşuyor.

Bir zamanlar, bir orman vardı. Şimdilerde yolunu kaybettiğimiz, adını unuttuğumuz bir orman. Ya da orman yoktu, olmadı hiç bir zaman. Gördüğümüz en güzel rüyaydı. Kim bilir, belki halâ yolunu bulmamızı bekliyor, beklerken de gülümsüyordur çok yakınımızda bir yerde. Teneke Orman'ın yolunu tarif edemem ama ona komşu bir koru var, meraklısına duyurulur... İstanbul'da Anadolu yakasında. Validebağ korusuna gitmeden bu güzelliği anlatabilmem zor. Yolu düşenler, bir uğrasın. Yukarılara kadar çıkıp bir tepecikten izlesin etrafı. Bakın nasıl da bir yaşamak var orada. Kim bilir belki Teneke Orman'ı okumak için daha iyi bir yer düşünülemez.

TENEKE ORMAN, Helen Ward, Resimleyen: Wayne Anderson, Çev. Şiirsel Taş, Remzi Yayınları, 2008.

Metin Kurt Yalnızlığı, Bu Toprakların İsyanı (Aydın İLERİ)

Bir futbol efsanesi; Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”, bundan üç yıl önce 24 Ağustos 2012’de İstanbul’da yaşama veda etmişti. 70’li yıllarda Türk futbolunun yetiştirdiği en önemli isimlerdendi. 15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğan Metin Kurt, gençlik yıllarında profesyonel futbolcu olan abisi İsmail Kurt’un izinden yürüdü. Gönlünü meşin yuvarlağa kaptırdı.

Atatürk Erkek Lisesinde futbola başladı, sonra amatör olarak oynadığı ilk kulüp olan İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’nde devam ett.  Alibeyköy Adalet’e geçti. Artık mahalli ligde top koşturuyordu. Altay’a 1965-66 sezonunda, bir sonraki sezonda da  Ankara’ya PTT takımına transfer old. 1970 yılına kadar sarı-siyahlı takımda top koşturdu.

“Taçsız Kral” Metin Oktay’ın futbolu bıraktığı yıl Galatasaray’a transfer oldu. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydi. Galatasaray’daki ilk üç yılında arka arkaya üç şampiyonluk yaşadı.  Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydi.

 Sahanın Halka En Yakın Yerinde “Çizgide” Top Koşturdu

Galatasaray’da oynarken ona “Çizgi Metin” denmeye başlandı. O tarihlerde Galatasaray’ın teknik adamı; Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla Metin’i çizgide oynatmasıyla başlayan süreç sonrası bu lakap ona takıldı. Onun görevi çizgide oynamaktı. Kendi değişiyle; “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?”

Futbolda Sendikalaşma Hareketi

70’li yıllarda futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla sendikal çalışmaları başlattı. Amacı sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almaktı.
Futbolcuları galeyana getirdiği gerekçesiyle Çizgi Metin’i Galatasaray’dan kovdular.

Onun yaptığı çalışmalar, öncü girişimler  Türk sporcusuna faydalı oldu, günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu Metin Kurt’un mücadeleleri sayesinde oldu.

Galatasaray’dan sonra transfer olduğu Kayserispor’da da sorunlar yaşadı.
İki sezon Kayserispor’da top oynadıktan sonra 30 yaşında futbolu bıraktı.

12 Eylül’de Ankara’da arkadaşlarıyla kurduğu Amatör Sporcular Derneği kapatılmış, sendikalaşmanın önüne geçilmişti.  2010 yılında sendikalaşma çalışmasını yeniden başlatarak 14 Aralık 2010 tarihinde Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen) kuruldu.



Futbolu bıraktıktan sonra, çeşitli klüplerde hocalık, gazetelerde köşe yazarlığı yapan Kurt, bir kaç kez Sportmence adında bir dergi çıkarıp, kapdı.
Aktif siyasetle uğraşarak 2011 seçimlerinde TKP’den Milletvekili adayı oldu.

2009 yılında yakın dostu Vecdi Çıracıoğlu tarafından derlenen biyografik kitap çalışması; “Metin Kurt Kitabı: Gladyatör – Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi Metin Kurt” Everest Yayınlarından ve ölümünden sonra 2012 yılında Jale Altunel tarafından derlenen “Çizgideki Gladyatör Metin Kurt” kitabı Yazılama Yayınevi tarafından yayınlandı.

Metin Kurt’un kendi anılarını anlattığı, bilgi ve belgelere dayandırılarak hazırlanan her iki kitap çalışması biribirini tamamlar nitelikte.

Kitaplarda; Efsane Metin Kurt’un futbolcu oluş hikâyesini ve mücadele yaşamını anatan iddialı iki kitabı bazen gözleriniz nemlenerek, bazen gülümseyerek okuyabilirisiniz.

Futbolcu arkadaşlarını greve götürdüğü gerekçesiyle, hakları gasp edilerek Galatasaray’dan uzaklaştırılmıştı. Bütün suçu, Avrupalı futbolcuların bugün kullandığı hakları yaklaşık 40 yıl önce dile getirmesiydi…”

Anlatılan, yazılan sahalardaki isyanın, Metin Kurt’un, bir spor emekçisinin hikâyesi. Herhangi bir eski futbolcu değil. 70’li yıllarda, altı yıl aralıksız 26’sı A, 9’u Ümit ve 2’si de A Genç Milli Takım olmak üzere 37 kez milli formayı giymiş, Galatasaray’ın üç sene üst üste (1970-73) şampiyon olan takımının temel taşlarından olan bir yıldızdı. ‘Halka en yakın yer’ diye çizgide oynamayı seviyordu. Hızlı ve uzun deparları, sert ortalarıyla şenlendirirdi sağ açığı.
PTT’de genç bir topçuyken genel kaptanın hoyratlığına meydan okuyan, bir milli maç öncesi hezimet beklentisiyle futbolcuları horlayan basını protesto eden açıklama kaleme alan, Galatasaray’da şöhretken yöneticilerin dayattığı sözleşmeye itiraz eden ve onlarla kamuoyu önünde tartışmaya giren bir efsane spor emekçisinin hayatını konu alan futbol ve siyasal yakın tarihimize ışık tutan kitapları keyifle okunuyor.

Üç yıl önce  “Gladyatör” kitabının yazarı, yakın dostu Vecdi Çıracıoğlu ile yaptığımız söyleşide Metin Kurt için şunları söylemişti.

 “Azmin ve mücadelenin adı kadar yalnızlığın ve burukluğun da adıydı Metin Kurt. Hayatı lise çağlarından bu yana hep mücadeleyle geçti. Egemenlere göre aykırı spor yaşantısıyla futbolu kitlelerin afyonu olmasına engel olmak için elinden gelen tüm çabayı gösterirken spor emekçilerinin haklarını da hiç unutmadı. Bütün bu çabaların paydasında eşitlik ilkesi ve Sosyalizm vardı. Politik görüşlerini yansıtırken başına gelmedik kalmadı, zorlu bir hayat yaşadı ama o, mücadelesine yılmadan devam etti. Egemenlerin politikasında bir kahraman gibi  savaştı. Yenildiği sanılsa da yenilmedi. Onun başarısı spor emekçilerine yönelik yaptığı çalışmalarla uyandırmağa çalıştığı milyonlardır.
Mücadelesinde en haysiyetli yolu seçti: Sosyalizm…

Ölümünün üçüncü yılında efsane futbolcu “Çizgi Metin’i” , Devrimci Spor Emekçisi Metin Kurt’u saygıyla anıyor,  yazıma “Kesmeşeker Müzik Grubu”nun 2011 yılında yayınlanan,Albüm kapağında da Metin Kurt’un fotoğrafının yer aldığı “Doğdum Ben Memlekette” albümünde okudukları, söz ve müziği; Cenk Taner’e ait olan şarkının güzel sözlerinin bir kıtası ile  son veriyorum.

“...Yani iki şişe ucuz şarap bir tarih yazabilir
Verdiğim tüm sözler bir anda uçabilir 
Sıcak bir bira aşk sendikasında
Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında...” 



METİN KURT KİTABI: GLADYATÖR – FUTBOL ARENALARINDA BİR İSYANIN HİKÂYESİ, Vecdi Çıracıoğlu, Everest Yayınları, 2009.

ÇİZGİDEKİ GLADYATÖR METİN KURT, Jale Altunel, Yazılama Yayınevi, 2012.


@aydinileri