Erdi İNCİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erdi İNCİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yaz Biter Hissiyatı Kalır (Erdi İNCİ)

Bir kitabı okurken ağzınızda gerçekten bir tat kalması, vücudunuzda farklılıklar hissetmeniz çok garip değil mi? Hiç unutmam, Zoran Drvenkar’ın “Onlardan Biri” adlı romanındaki kan işeme sahnesi yüzünden bir süre tuvalete korka korka gitmiştim... Ama bu kez, hisler farklı. Bu kez, “Dedem Bir Kiraz Ağacı”nın Akdenizli yazarı, Hans Christian Andersen Ödülü sahibi Angela Nanetti’nin götürdüğü yere gidiyoruz.

Ne zaman İtalyan edebiyatından bir kitap okusam, üzerimde deniz suyu kurumuş gibi tuzlu ve yapış yapış hissediyorum kendimi. İlla ki sahilde, kumsalda geçmesi gerekmiyor öykünün. Bazen, “zeytin ağacı” ya da “deniz börülcesi” denmesi bile yeterli.

Angela Nanetti’nin Türkçe’ye son çevrilen romanı “Mistral”, ima etmenin dışında, doğrudan denizden beslenerek ortaya çıkmış. Ana karakterimiz, adanın hâkimi, kralımız Mistral; annesi, babası, iki kardeşi ve babaannesi ile birlikte yaşıyor. Zamanında, adanın deniz fenerinden sorumlu oldukları için ailece oraya göçmüşler; ancak teknoloji, çoğu insanı olduğu gibi, onları da ekmeklerinden etmiş.

Bir gün, adaya bir yat yaklaşır. Zenginlere ait olduğu her halinden bellidir. Yattan, onun yaşında bir kız iner. Tanışırlar, birlikte yüzerler. Yan yana bir gün geçirdiler ya, sevgili olmuşlardır bile. Ama sevgili olmak ne demek, bu kavramdan bile bihaber bir yaştadırlar.

Sonra yat gider. Mistral yatın geri gelmesini bekler. Birkaç yıl sonra yat gelir. Biraz daha birlikte vakit geçirirler. Yat yine gider. Mistral bekler. Yat gelir. Mistral sevgilisine kavuşur. Yat gider...
 Zordur ama, bir dünyalı ile bir adalının aşkı. Biri olduğu yerden kopamaz, kopartılamaz; diğerinin ait olduğu bir yer bile yoktur. Biri durmaz yerinde, oradan oraya uçar; öbürü oturur bekler. İlişkilerinde de bu vardır; uçarı ile oturaklının aşkı. Savrulan ile toparlayan, Coşkun Çoruh ile Van Gölü...

Bu zaman zarfında Mistral büyür, serpilir ve her İtalyan erkeği gibi, dönüp bir daha bakılası bir hal alır. Cloe de öyle elbette. İkisi de kendi çevrelerinde en kıskanılan insanlar olarak yer edinirler... Edinirler de, onların bu gelgitli ilişkisi ne olacaktır?

Dediğimiz gibi, Mistral adalıdır. Anakarada gittiği okuldakiler ve yine anakaradaki anne tarafından akrabaları dışında, hayatına ailesi dışında pek insan girmemiştir. Adanın yalnızlığı Mistral’e de geçer. Sever yalnızlığı ve ne kendi rahatının bozulmasını ister, ne de sahibi olduğu adanın. Yabani yanı ağır basar.

Bu yüzden, kalır Mistral. Ada gibi. Kök salar. Hayatına insanlar girer, hayatından insanlar çıkar; çevresinde olaylar meydana gelir, yakınlarında kazalar olur... O hep adadadır, ada gibidir. Bu yüzden durak işlevi görür hayatı diğer insanlara, tıpkı adası gibi. İnsanlar uğrar. İnsanlar gider.

Bir ara, Mistral ve ailesi anakaraya yollanırlar. Yaşayamaz orada Mistral. Sınırlarını bilmek ister. Nereden başlayacağını ve nereye ulaşabileceğini görmek ister. Hem kraldır bizim Mistral, bu tanımadığı tebaa da ne ola ki? Artık onlara mı hizmet edecektir? O kral ki, zamanında dedesini yutan kayalara, topraklara daha sekiz yaşında hükmetmiş, onları hâkimiyeti altına almış bir hükümdardır. Şimdi de bu anakaralılar...

Mecidiyeköy’ün çukurunda, gitgide soğuyan bir havada bile okusak bu kitabı, yazı güzel güzel yaşıyoruz yeniden. Sanki bir Ege sahilinde, zeytinliklerin arasından geçerek kumsala varıyormuşuz hayaliyle bizi önüne katıp götürüyor Angela Nanetti. , günün her vaktini, ruhumuzun her halini alıp bizi Mistral ve Cloe’nin aşkına, martılara, sarp kayalara, deniz fenerine, adaya... vuran bir roman yazmış Angela Nanetti.

Üzerinizdeki tuzlu ve yapış yapış katmanı siz de hissediyorsunuz artık, değil mi?

MİSTRAL, Angela Nanetti, Çev.: Nilüfer Uğur Dalay, Günışığı Kitaplığı, 2014.

“Asi” Yazarın Kaleminden… (Erdi İNCİ)

Alman Edebiyatı’nın usta kalemi Zoran Drvenkar’ın dört ana karakter çevresinde şekillenen, kısmen talihsiz, kısmen acıklı, kısmen belalı, ama oldukça absürt ve bol kahkahalı kitabı “Kısa Pantolonlular Çetesi”, yazarın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan üçüncü kitabı.

Hikâyemizin ana karakterleri Ada, Sırıtık, Rudolpho ve bunların her şekilde ortasında duran kilit ismimiz Beton, Kanada’nın yaklaşık 200 nüfuslu küçük bir kasabasında yaşayan 11 yaşındaki gençler. Her biri birer başkarakter, her biri birer anlatıcı. Bir gün, beden eğitimi derslerindeyken çıkan bir hortum sonucu okulları yerle bir olur ve o bölgenin halkı, bizim çetemiz ve onların sınıf arkadaşlarını hortum yüzünden kaybettiklerini sanır. Oysa bizim afacan dörtlü, spor salonu okulun altında yer aldığı için olayın farkında bile değildir. Okulun yerinde yeller estiğini görünce, kasabaya inip yardım isterler. Bu sefer de halk, ölülerin hayaletleri onları ziyarete geldi diye ödleri patlamış bir şekilde kaçışırlar. İş bizim çeteye düşünce, dördü bir olup bir itfaiye aracını aldıkları gibi sınıf arkadaşlarını ve spor hocalarını, ısıtıcıları iflas etmiş okulda donmaktan kurtarır. Kahraman olmuş, “Kısa Pantolonlular Çetesi” olarak anılmaya başlamışlardır.

Macera bununla da kalmaz… Bir gün film izlerken evlerini boz ayı basar, başka bir gün kaza geçiren bir kadına yardım ederler, diğer bir gün de son hız giden bir treni durdurmayı başarıp trendekilerin hayatını kurtarırlar...

Dedik ya, hikâye absürt. Absürt olması elbette baş karakterlerin çocuk olması, onların dünyayı yetişkinler gibi algılamaması ve yetişkinler gibi hareket etmemelerinden kaynaklanan bir absürtlük. Yoksa, saldırgan bir boz ayı, birden yorulur ve kendini salondaki kanepeye bırakıp horlaya horlaya uyumaya başlarsa, yetişkinlerin neler yapacağı az çok bellidir. Peki ya bizim gençler? Belki de hikâyedeki doğallığı ve kurgunun gerçeğe olabildiğince yaklaştığı noktayı bu gibi örneklerle görüyoruz kitapta. Elbette, yazarın hikâyeyi gerçeklik noktasına ulaştırmak için yazdığı son sözü de gözardı etmemek gerekir.

Hikâyenin kilit ismi ise, Beton... Zoran Drvenar’ın dikkati en çok çeken özelliği, yazarken okuru ters köşeye yatırıp, hikâyeyi baştan bir kez daha gözümüzün önüne getirtmesidir. Rudolpho’nun anlattığı macerada acıdığımız, biraz da üzüldüğümüz Beton, sazı eline Ada aldığı zaman ona farklı gözle bakmamızı sağlıyor. ‘Gerçek’ Beton kendi macerasını anlatmaya başladığı zaman oturuyor algımıza ve başlıyoruz en baştan ona hangi gözle bakıp, nasıl yaklaştığımızı irdelemeye.

Zoran Drvenkar’ın Türkçe’ye çevrilen kitaplarının her biri farklı bir noktadan okuyucusunu yakalamasıyla ünlü. Mevsimleri ve mevsim geçişlerini bir kuşun gözünden anlattığı “Soğuktan Korkmayan Tek Kuş”u, toplumun özellikle kadınlar üzerine dayattığı ideal beden konusunu işlediği ve güzel, çocukça bir direnişle sonlandırdığı “Yerde Ağır Gökte Hafif”i, Almanya’da Alman olmayan insanların gettolaşmasını, çeteleşmesini ve Almanlarla yaşadığı sıkıntıları bir kukla oynatıcısının gösterisini izler gibi bize izlettiren “Onlardan Biri”si ve aile, ailede bir birey olmak, bireycilik ve bunun altında ezilen yeni nesli işlediği “Aleve Dokunmak” kitapları da “Kısa Pantolonlular Çetesi” ile birlikte okuyabileceğimiz diğer kitapları.

Bu her biri başyapıt değerindeki eserlerin sahibi, ileride Nobel alacağına inandığım yazar Zoran Drvenkar, Günışığı Kitaplığı ve ON8 Kitap’ın ortak konuğu olarak, 8-16 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek İstanbul Kitap Fuarı’na geliyor. 8 Kasım'da Günışığı Kitaplığı standında 14:00’te, 9 Kasım'da da hem 14:15’teki söyleşisi hem de 15:15’teki ON8 standında gerçekleşecek imza saatinde bizlerle olacak. Algılarımızı rayında edeceği kuşku götürmez söyleşisinde buluşmak dileğiyle…

KISA PANTOLONLULAR ÇETESİ
, Zoran Drevenkar, Günışığı Kitaplığı, 2014.