'Finzi-Contini'lerin Bahçesi' (Selim ÇAĞLAR)

Giorgio Bassani üzerine internet üzerinden kısa bir araştırmaya çıktığımızda ilk olarak karşımıza çıkan şunlar oluyor: Şair, romancı, çevirmen ve faşizm karşıtı önemli bir aktivist.
Bunların yanında, odak eserlerine doğru çevrildiğinde ise "bireyin yaşamını çağın olayları içinde irdelemesiyle bilinir," diye bir tanımlama çıkıyor ki bu, Bassani'yi anlama noktasında kilit bir noktada duruyor. Çünkü Bassani ne yazarsa yazsın çağın olayları, akan hikâyenin fonunda önemli bir yer tutuyor ve bu tuttuğu yerde ise genel olarak ateşli bir eleştirinin fitili ateşleniyor.

Bassani eserlerinin fonunda dönen olaylar çerçevesinde bir taraf tutuyor mu?

Bu, en başta onun romancı kimliğine zarar verecek zorlayıcı bir tutum. Bassani'yi başarıya taşıyan ve bugün hâlâ anılmasını sağlayan duruşu, bu fonda akan olaylara karşı olabildiğine uzak durması ve yaşananaları tüm gerçekliğiyle gözler önüne serebilmesinde yatıyor. Ancak diğer yanıyla da o kadar içeriden bir ses kendisi. Onun yazdıklarını farklı yere koymamızın nedeni; ne akışa müdahele etmesi ne de oluşa... Tarih içinde tarafı belli olsa da bir izleyici olarak var oluyor eserlerinde ve tam anlamıyla gözlemden ibaret yaşantıları aktarma derdine düşüyor.

Tarih içinde bir dönemden ses veren Bassani'nin tarihi anlatma ve okuruna alımlatma yolunda takındığı en önemli tavır bu olarak görülüyor ve yazarın kendisine de edebiyatçı kimliğinin yanına, tarihin içinden aktığı metinler kaleme alması nedeniyle "tarihçi" yakıştırması yapılıyor. Bu ne kadar doğru bir yakıştırmadır; bunu Bassani'nin metinleri içinde biraz olsun gezinebilme fırsatı yakalayan ya da yakalayacak olan okurlar belirleyecek şüphesiz ama kanımca çok da hakısz bir yakıştırma değil bu. Çünkü Bassani yaşadığı coğrafyanın ruhunu edebiyata taşıyarak bunu hakkınca yapıyor. Ardından akan tarih ise yazar hakkında söylenenleri güçlendiriyor. 

Yazarın eserlerine taşıdığı, bunu güçlendirecek bir diğer özelliği ise kendi Yahudi kökeni ve yaşamını geçirdiği Ferrara'daki Yahudi topluluğunun yaşamı üzerine kalem oytnatması daha çok. Tam da bu nedenle bir vakanüvis gibi halkının arasında dolaşmış ve biriktirdiği toplumsal malzemelerin önüne insan hikâyeleri katarak eserlerini tamamlamış.

Geçenlerde yayımlanan Finzi-Contini'lerin Bahçesi de bunlardan biri; hatta pek çok eleştirmene göre en önemlisi.

Finzi-Contini'lerin Bahçesi; 2000'de yaşamını yitiren Giorgio Bassani’nin savaş sonrası İtalyan yazınının başyapıtları arasında yer alan ve 1962’de yayımlandığında büyük bir ilgi ve beğeniyle karşılanmış, Viareggio Ödülü’nü kazanmış romanı.

Bassani'ye yakıştırılan "tarihçi" nitelemesini de göz önünde bulundurursak, kitabın "bir bellek romanı" olarak anılmasını da rahatlıkla anlamlandırabiliriz. Ancak Finzi-Contini'lerin Bahçesi'ni edebiyat tarihindeki yerini konumlandırabilme noktasında bize en çok yardımcı olacak tanımlama, "yitik zamanın izinde" akıp giden bir bellek romanı olacak ki Bassani'nin, bu romanında Proust'un adımlarını takip ettiği, dahası biçem olarak da ona yaklaşmaya çalıştığı ortaya çıksın.

Tam da Proust romanlarında olduğu gibi aslında romanın ön planında takip ettiğimiz hikâye oldukça sıradandır Finzi-Contini'lerin Bahçesi'nde de. Kısaca bahsedecek olursak; orta sınıfın biraz üstünden gelme, bunun yanında ise aşk konularında oldukça acemi, romanın sonuna kadar ismini öğrenemeyeceğimiz hem kahramanımız hem de anlatıcımız; son derece zengin, malikânelerde kapalı olarak büyütülmüş, toplumdan kopuk soyluluk hevesleriyle yaşamını geçiren, ayrıca zengin ve seçkin bir ailenin göz nuru, zeki, kültürlü, dengesiz ve züppe kızı Micòl’e gönlünü kaptırır.
Bu, herhangi bir romanda da rastalayabileceğimiz bir durum ancak Giorgio Bassani'nin romanını özel kılan bu olayların İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde bir dünyada, 1938'de geçmesi ve Irk Yasaları denen garabetin tam da göbeğinde rengini bulması.

Bu bağlamda Finzi-Contini'lerin Bahçesi, gerçek anlamıyla bir Bassani romanı ve bunları içinde en beğeni görmüşü. Sıradan sayılabilecek bir olayın arakasına çok önemli bir tarihsel kırılma noktası sığdırmış yazar ve anlattığı aşkla koşut akan hikâyede, hiçbiri birbirini ezmiyor. Ancak bizim okur olarak alacağımız anlatılan aşktan çok Irk Yasaları çevresinde rengini bulmaya çalışan bir gönül ilişkisi ve İkinci Dünya Savaşı'na adım adım ilerleyen bir ülkenin resmi olacak.

Ve tüm bu yaşananlar Bassani'nin başkenti olarak niteleyebileceğimiz Ferrara kentinde geçiyor. Bassani'nin de kendini her zaman tüm ruhuyla ait hissettiği bu kent, kaleminde tam da bir kentli ruhuyla can buluyor.

Ayrıca Finzi-Contini'lerin Bahçesi, yazarın özyaşam öyküsüne dair de pek çok ayrıntı içeriyor. Bu bilginin önemi, meraklı okur için biraz daha farklı çünkü romanın hangi ruhtan çıktığını alımlayabilmek adına, dikkat çekici bir detay bu. Bassani kendi yaşamından bir parçayı, tarihsel bir fonda anlatıyor belki, bilemeyiz ama romanı her ne şekilde elimize alırsak alalım kitaplığa pişman bir şekilde koymayacağımız kesin çünkü hem Neyyire Gül Işık'ın titiz çevirisi hem de yazarın bizi davet ettiği dünya buna izin vermiyor.

Bunda, yazarın Proust'a öykünüp detaycı bir gözle ve dikkatli bir kalemle betimlemeye çalıştığı çevresi ve tarihin payı ise çok büyük.

Meraklı okura ikinci bir not: Finzi-Contini'lerin Bahçesi, filme de uyarlanmış romanın çok ses getirdiği zamanlarda. İzlenmesi de şiddetle salık verilir...


FINZI-CONTINI'LERIN BAHÇESİ, Giorgio Bassani, Çev.: Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi Yayınları, 2015.

Bir Çöl Gezegeni (Burcu ULUÇAY)

ABD’li bilimkurgu yazarı Frank Herbert, gazetecilik yaptığı 1950’li yıllarda kum tepelerinin kontrol altına alınmasıyla ilgili bir makale yazmaya karar verir. Ufacık kum tanelerinin bir araya gelerek geniş bir çevreyi etkisi altına alacak güce ulaşması, kendi sözleriyle Herbert’ı “büyüler.” Bir süre sonra çöllerin ekosistemini araştırmaya başlayınca, Dune serisini ortaya çıkaracak fikir doğar: Baştan sona kum tepeleriyle kaplı bir gezegen. Çöl Gezegeni Dune.  Çölün dayattığı fiziki koşullar üzerinden çevre ve insan arasındaki ilişki hikâyenin dert edindiği en temel mesele olarak karşımıza çıkar.

Birçok din çöllerde, çöllerde göçebe hayatı süren insanlar arasında ortaya çıkmıştır. Şüphesiz bunun bilincinde olan Herbert, ekonomik ve siyasi çıkar çatışmaları üzerinden yaptığı çevre eleştirisini, insanlık tarihi boyunca belki de en fazla manipüle edilmiş din konusuyla birleştirir ve Dune gezegeninin topraklarına bir mesih efsanesinin tohumlarını eker.

Romanın ilk bölümünde, kendisine İmparator tarafından Arrakis’i, yani Dune gezegenini yönetme görevi verilen Dük Leto Atreides, odalığı Jessica ve on beş yaşındaki oğlu Paul’ü alarak, emrindeki adamlarla birlikte çöl gezegenine gelir. Dune, o güne kadar yaklaşık yetmiş yıldır zalim ve açgözlü Harkonnenların yönetiminde kalmıştır. 

Dune’un yönetimini yeniden ele geçirmek isteyen Harkonnenlar, kumpas kurarak Dük Leto’yu öldürür. Jessica ve Paul, Harkonnenların elinden kurtulup çölün yerlileri olan Fremenlere katılır. Bene Gesserit okulunun Fremenler arasında yıllardır yaydığı efsane ve kehanetlerin etkisi Paul’ün geleceği görme yeteneğiyle birleşir ve kendisine rağmen dini bir lidere dönüşen Paul mesih rolünü üstlenir.
Harkonnenlar, Dune’a yeniden hükmetmek için her şeyi göze alır.  Dahası, tüm hanedanların bağlı olduğu İmparator, Atreides Dükü Leto’yu güçlü bir muhalif olarak gördüğünden ortadan kaldırmak ister. Suyun olmadığı ve devasa kum solucanlarının dolaştığı bir yer nasıl bu kadar vazgeçilmez olur? Topraklarınızdan yaşlanmayı geciktiren ve geleceği göstererek gezegenler arası taşımacılıkta rotanızı belirlemenizi sağlayan bir baharat çıktığını düşünün. Kullanıldıkça bağımlılık yaratan Melanj. İmparatorluk, Hanedanlıklar, uluslararası taşımacılığı elinde tutan Uzay Loncası ve Fremenler arasındaki gerilimli ve kanlı ilişkilerin temelinde bu kaynağa sahip olma dürtüsünün yattığını söyleyebiliriz.

Herbert, Fremenleri yaratırken özellikle Orta Doğu, Afrika ve güneybatı Amerika yerlilerinden beslendiğini ve din-çöl arasındaki ilişkiyi bu sayede derinleştirebildiğini söylüyor. Romanda tüm mücadelenin ve kumpasın tetikleyicisi Melanj baharatı olsa da, Fremenlerin ağırlıkta olduğu bölümlerde baharatın su kadar önemli olmadığını hissediyoruz. Melanjı kazıp çıkarmakta usta olan Fremenler baharatı miktarına aldırmadan tüketirken, su söz konusu olunca gözyaşları harcamaktan bile sakınıyor. Vücut sularını geri kazandıkları damıtıcı-giysiler giyiyorlar ve birini öldürdüklerinde kanını dökmek yerine “suyunu döktüm” diyorlar. Herbert, susuzluğun insanlara yaptırdıklarını ince detaylarla hikâyeye öyle bir eklemliyor ki, 50 yıl önce yazılan bu kitabı okurken küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve seller etrafında dönen tartışmalar zihnimizin bir köşesinde sürekli yankılanıyor.

Dune’un seneler öncesinden bugüne seslenebilmesi, yaşamsal kaynakların bilinçsizce kullanılmasına veya kazanç getiren kaynaklar üzerinde siyasi ve ekonomik çıkarların çarpıştırılmasına yönelik eleştiriden kaynaklanmıyor sadece. Herbert, inançların siyasi üstünlük elde etmek için suiistimal edilmesini ve karizmatik dini bir lider yaratılmasını da tehlikeli buluyor:

“Din ile siyaset aynı arabada gittiğinde, sürücüler karşılarında hiçbir şeyin duramayacağını sanır. Dümdüz gider, hızlandıkça hızlanırlar. Engelleri tamamen göz ardı eder, körlemesine gidenlerin uçurumu çok geç fark edeceğini unuturlar.” (kitaptan, sf. 514)

Doğanın ve dinin temelinde yükselen bu hikâyede insanın ve insan aklının en önemli unsur haline görüyoruz. Dune gezegeninde düşünen makinelere ve bilinçli robotlara karşı başlatılan ve neredeyse yüzyıl süren Butleryan Cihadı’ndan sonra, “insan gibi düşünen makineler”in yapılması yasaklanıyor. Hikâyemizde birçok bilimkurgu eserinde görmeye alışık olduğumuz dijital sistemler, robotlar, bilgisayarlar veya siber savaşlar yok. Fakat Herbert insan aklı ve doğa merkezinde ilerleyen hikayesi için çok daha yerinde buluşlar yaratmış: genetik planlama, zihinsel yeteneklerini ve bilinçlerini en üst seviyeye çıkaran mentatlar ve hatta çöl gezegeninin ekolojik özelliklerini değiştirme çalışmaları…

Dune, İthaki Yayınları’nın “Bilimkurgu Klasikleri” dizisinin ilk kitabı. Türe ilgili okurun ve eleştirmenlerin aklına, bilimkurgunun klasiklerini bir dizide toplama fikri nasıl ortaya çıktı, türün klasik eserleri nasıl belirlendi veya belirlenmeye devam edecek, ilk kitap için neden Dune seçildi gibi bazı sorular gelebilir. Bu soruların hepsini, dizinin editörü Alican Saygı Ortanca Dune’a bir sunuş yazarak cevaplamış. Ayrıntılara burada yer ayıramasak da en azından diziye hayat veren fikri söyleyelim: İyi bilimkurgu iyi edebiyattır. Bu dizi, bilimkurgu severleri mutlu edecek; buna şüphe yok. Ama dizinin bilimkurgu üzerine yapılan akademik ve eleştirel çalışmalara da büyük katkı sağlayabileceği gözden kaçırılmamalı. Dizi ilerleyip okurlar ve eleştirmenler kitaplar hakkında yorumlarda bulundukça, Türkçe edebiyat dizgesinde bilimkurgu klasikleri olarak hangi eserlerin kabul görüp görmediği ve bunun nedenleri üzerine araştırmalar yapılabilir. Ayrıca, daha önce çevrilmiş bir eserden bahsediyorsak kitabın mevcut çevirileri karşılaştırılabilir. Titizlikle yapılırsa, böyle bir karşılaştırma Türkiye’de edebiyat çevirilerinde benimsenen stratejiler ve bunların zamana ve koşullara göre nasıl değiştiği hakkında aydınlatıcı olacaktır.


Belirtmeden geçmeyelim; Hugo ve Nebula Ödüllü Dune’la başlayan seri için belirlenen kitaplar bir taraftan basılmaya devam ederken, bir taraftan yeni kitaplar incelenip dizinin yayın listesine eklenecek.
DUNE, Frank Herbert, Çev.: Dost Körpe, İthaki, 2015.

Çin Üzerinde Kızıl Yıldız (Korkut BORATAV)

Bu kitabın yazarı Edgar Snow 1905’te Amerika’da, Kansas City’de doğdu. Missouri Üniversitesi’nin gazetecilik bölümünü bitirdi. 1928’de bir dünya gezisi yapmayı karar verdi. Ancak, Şanghay’dan öteye gitmedi; Çin’e yerleşti ve sonraki on üç yılını Çin’de geçirdi. Üniversiteden arkadaşı olan J.B. Powell’in çıkardığı China Weekly Review’da çalışmaya başladı. Zamanla Japon-Çin savaşını en yakından izleyen Batılı gazetecilerden biri olarak tanındı. Yencing (sonraki adıyla Beycing) Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri verdi.

Edgar Snow’un Çin’e yerleştiği dönem Guomindang ile Çin Komünist Partisi (ÇKP) arasındaki gerilimin arttığı yıllardır.  Beijing’deki sosyalist Amerikalılardan Agnes Smedley ve Dr. George Hatem’le tanışır. Marksizme ilgi duymaya başlar. Japonya’nın saldırısına karşı Çan Kayşek’in etkili bir direnmeden kaçınmasına karşı çıkan Japon-karşıtı hareketlerle temas kurar.

1936’da George Hatem’le birlikte gizlice ÇKP yönetimindeki Bao An’a gitti. Üç ay boyunca Mao, ÇKP ve Kızıl Ordu liderleriyle; askerlerle, halkla görüştü. Bu üç ayın ürünü, Beijing’e döndükten sonra kaleme alınan ve ilk baskısı 1937’de yapılan Çin Üzerinde Kızıl Yıldız oldu.

Çin Üzerinde Kızıl Yıldız, birkaç şeyi birden yapıyor: Bir kere üç ayı kapsayan renkli, heyecanlı bir seyahat ve anı kitabı ile karşılaşıyoruz. İkinci olarak, Çin devriminin ilk aşamalarının ve kritik bir dönüm noktasının strateji, taktik sorunları, devrimin liderlerinin perspektifinden (yazarın merceğinden de geçerek) okuyucuya aktarılıyor. Böylece, 20. yüzyılın ve günümüzün kaderini belirleyen büyük bir tarihsel dönüşümü, oluşum aşamalarında gözlüyoruz; sonraki gelişim doğrultularının kimi izlerini, belirtilerini keşfedebiliyoruz. Dahası, ete-kemiğe bürünmüş insan manzaralarını; başta Mao’yu, ÇKP liderlerini, çok sayıda “adsız kahraman”ı ve sıradan emekçi, asker Çinlileri izliyoruz. Okurlar, sanırım, anılar, biyografik öğeler, gazetecilik ile tarihçilik gibi farklı alanları birleştiren parlak bir yapıt ile karşılaştıklarını, ilk sayfadan itibaren fark edeceklerdir.
Sonraki baskılarda (ve bu çeviride) 1937’deki metin hemen hemen tamamen korunmuştur; kitabın sonlarına (güncelleştirme öğeleri içeren) bazı eklentiler yapmakla yetinilmiştir. Değişiklikler, kitabın önsözlerinde yazar tarafından açıklanıyor.

Edgar Snow, 1939’da yeniden “Kızıl Bölgeler”e (Yenan’a) gitti; Mao’yla tekrar görüştü. 1941’de ABD’ye döndü. Saturday Evening Post’un savaş muhabiri oldu. Savaşı Rusya’da, Çin’de izledi. Stalingrad savaşını birinci elden Amerikalı okurlara aktaran Batılı gazetecilerden biri oldu. Tarafsız haberciliği ısrarlı ve tutarlı bir anti-faşist konumla birleştirmeye çalıştı. Çin ile İkinci Dünya Savaşı (ve sonrası) üzerine dokuz kitap yazdı.

Siyasi tavırları nedeniyle McCarthy döneminde ABD’de gazetecilik yapması imkânsızlaşacaktı. FBI tarafından sorgulandı. Amerika’yı terk etmek zorunda kaldı. İsviçre’ye yerleşti.

Çin’le bağlarını sonuna kadar sürdürecek; bu ülkeye 1960, 1964, 1970’te yeniden gidecek; Mao Zedong ve Co Enlay ile tekrar görüşecekti. Son görüşmelerinde Mao ve Co, ABD’ye (Snow aracılığıyla ve örtülü bir üslupla) “Başkan Nixon’u bekleriz” mesajını ileteceklerdi. Nixon’un, uluslararası siyasetin akışını değiştirecek olan Beijing ziyareti iki yıl sonra gerçekleşecekti.
Edgar Snow, 1972’de pankreas kanserinden İsviçre’de öldü. Hastalığı öğrenen Co Enlay bir grup Çinli hekimi İsviçre’ye yollamıştı. Hekimlerden biri de 1936’da “Kızıl Bölgeler”e giderken Snow’a refakat etmiş olan, eski arkadaşı, Amerikalı doktor George Hatem idi.

Snow’un dostu George Hatem (sonraları Çinlilerin verdiği adla Ma Haydı), Çin Üzerinde Kızıl Yıldız’ın yazıldığı dönemde ÇKP’yi destekleyen; hatta zamanla “Kızıl Bölgeler”e yerleşerek devrimci harekete katkı yapan Batılı komünistlerden biriydi. ÇKP’ye üye yapılan ilk Batılı olduğu belirtilmektedir. Hatem, kendisi gibi doktor olan ve İspanya İç Harbi sırasında Cumhuriyetçilerin safında savaş hekimliği üzerinde uzmanlaşan Kanadalı komünist doktor Norman Bethune’un da 1938’de Yenan’a gelmesini ve çalışmasını sağlamıştı. İki yıl sonra yaralanarak Yenan’da ölen Kanadalı doktor için Mao’nun kaleme aldığı “Norman Bethune’un Anısına” başlıklı yazı ünlüdür.

Edgar Snow, Amerikalı dostları George Hatem, Agnes Smedley gibi, Norman Bethune ve (bir başka ünlü Çin dostu olan) Anna Louise Strong gibi hayatını komünizme, devrime adamış bir militan değildi. Ancak sağduyulu, ilerici, anti-faşist bir Çin dostu idi. Çin devriminin de sonuna kadar destekçisi oldu. 1944’te, yani Alman ve Japon faşizminin yenilgileri henüz ufukta görülmemişken; Batı dünyası da, ÇKP’nin “Doğu Kızıldır” marşını ciddiye almazken Çin Üzerinde Kızıl Yıldız’ın yeni baskısının önsözünde Edgar Snow şunları yazıyordu: “Bu kitapta sözü edilen kadın ve erkeklerin, uğrunda mücadele ettikleri ve pek çoğunun hayatlarını feda ettikleri hayat tarzının Çin’in dört bir yanında hâkim olmayacağını bugün bile kimse iddia edemez.” Bu uzak görüşlülüğünü, samimi olduğunu düşündüğüm bir alçak gönüllülük ile tamamlanıyor: Kitabının yazılmasına katkı yapan Çin devrimcilerine, yani, “kendileriyle birlikte yaşama ve bir süre kendimi onlardan biri sayma mutluluğuna eriştiğim yiğit kadın ve erkeklere” teşekkür ediyor.

Çin devrimcileri, Edgar Snow’u ölümünden sonra da (1936’daki gibi), “sen de bizlerden birisin” diye bağırlarına basıyorlar. İkiye bölünen küllerinin yarısını (kırk yıl önce ders verdiği) Beijing Üniversitesi bahçesine gömüyorlar. Üzerinde şu kitabe var: Edgar Snow’un Anısına: Çin Halkının Amerikalı Bir Dostu”…
ÇİN ÜZERİNDE KIZIL YILDIZ, Edgar Snow, Çev.: Enis Esmer, Yordam Kitap, 2015.