‘Özgürleşmek, vicdan-gerçeklik dengesini bulabilmektir’ (Ömer F. Oyal ile Söyleşi: Aysel SAĞIR)

Bireye sunduğu yaşam alternatiflerinin görece ferahlığının yanı sıra, aynı bireyi kıskaç içine alan modern dünyanın çıkmazlarından sesleniyor Ferahlık Anına Övgü. Ömer F. Oyal, kitabında, tasavvuf yaşamının bireyleriyle, modern dünyanın sanatla içli dışlı bireylerini yan yana getiriyor. Bir çok karakterle birlikte, Tamer ve Kerem’in ana karakterler olarak öne çıktığı kitapta, olay örgüsü de bu iki karakterin temsil ettiği dünyaların karşılaşması olarak gelişiyor. Ancak, söz konusu iki uç yaşam(lar)ı karşımıza çıkaran Oyal, uçları birleştiriyor. Tamer ve Kerem aracılığıyla bireyin derinliklerinde, bilinçaltında, bilinç dışında geziniyor. İçinde yaşadığımız çağın ‘sahte’ alternatifleriyle birlikte kendimizle yüzleşme çağrısında bulunuyor adeta. Peki neden iki ayrı uç, iki ayrı alternatif? Yanıtların ucu açık. Ama bir de kitabın yazarı Ömer F. Oyal’dan dinleyelim. 

-Romanınız, tekke, efendi, şeyh, mürid gibi kavram, mekan ve ilişkiler etrafında şekilleniyor. Hatta okuyucuda, bu ilişkilerin estetize edildiği duygusu bile uyanıyor. Tüm bunları, günümüz bireyinin çıkışızlığına bir alternatif gibi mi algılamalıyız? 

Bana kalırsa sorun bireyin “çıkışı” ya da “çıkışsızlığı” değil, dert sahibi olup derdi neyse onun peşinden sonuna kadar gidebilme kararlılığında. Günümüz insanı daha fazla birey, din, inanç vb. toplumsal kabullerin, cemaat dayatmalarının dışında nefes alabilme imkanı var. Ama her şeyin olduğu gibi serbestliğin de bedeli var. Hayata ve topluma, yaşamaya anlam katan inanç sistemlerinin artık o kadar da güvenilir olmayışı kişiyi anlamsızlıkla, yabancılaşmayla karşı karşıya bırakıyor. Yani değer sorunuyla. Diyelim binli yıllarda değerler bunalımı, bireyin çıkışsızlığı gibi meseleler yoktu ama karşılığında özgürlük de yoktu. Agustinus'un yazılarında da, her türden heretikte, tasavvufta salt cemaat kurallarına ve güncel dini kurallara uyumunun işin özü olmadığına dair sayısız tartışma o zamanlar da vardı.

Romanınıza gelirsek... 

Kitaba gelirsek, tasavvuf mesellerine mutasavvıfların yaşamlarını anlatan metinlere ve dahi tasavvuf müziğine hep ilgi duymuşumdur. Bu hikayeler soyutun ve gerilimlerin basit öykülerle analtımı anlaşılması çabası olarak bana hep ilginç geldiler. Açıkçası pek çok kişi tarafından cahillikle suçlansa da gelenek budala değildir. Kendi ruh dünyası ve fikir dünyası vardır. Romanım bir tekke ile karşılaşmayı anlatıyor ama bir hidayet romanı değil. Bir karşılaşma romanı. Bu anlamda alternatif de önermiyor. Sadece iki dünyanın karşılaşması ve birbini anlayamadan teğet geçip gidişini anlatıyor. Bu anlamda şimdilerde edebiyatımızda moda olduğu gibi epey gecikmiş ve “new age” tarzında bir tasavvuf güzellemesi değil.

Bir tarafta değer yitimi içindeki karakterler, öbür yanda, tekke çevresinde yaşama karşı bir sorumluluk bir yüzleşme çabası... 

İnanç, hayata bir değerler dizgesiyle bakmaktır. Bu her tür dünya görüşü için de geçerli. Ama dinde eğer bir Tanrı tarafından sürekli denetlendiğinize, yapıp ettiğinizin sürekli hesaba vurulduğuna inanıyorsanız o taktirde sorumluluk ve yüzleşme daha vahim ve canhıraş bir hal alır. İnancı ne kadar ciddiye alırsanız kendinizi o kadar fazla didiklersiniz. Bu anlamda ortalama bir dindar inanır ama böyle değil. O, yasayı uygular o kadar. Ama tasavvuf yasanın ötesine gönderme yapar o nedenle de kişiyi kendiyle yüzleşmeye ve sorumluluğa davet eder. Bu yüzden bitip tükenmez bir sorumluluk ve yüzleşmeyle karşı karşıya kalınır. Sonsuz bir kendini didikleme yani.

Tamer Rönesans hayranı bir ressam. Ama para kazanmak için bir tekkede duvar yazısı işi alıyor... 
Hiçbir ilgisi yok. Dinsel mekanlar ve tekkeler hep var ve bunların içi hep süsleniyor. Bu da bir iş kolu. Tabi önemli, tarihi değere sahip camiler çok daha uzman ve yüksek okul mezunu ekipler tarafından onarılıyor. Söylediğiniz gibi sırf zaruretten alınan bir iş söz konusu. Para kazanmak için çoğu kez değer yargılarımızın dışındaki sorunlarla karşı karşıya geliriz. Mesela romandaki Tamer daha önce bir belediye projesi olarak duvar süslemiş, bir de barın duvarlarına resim yapmıştı. Tamer'in sorunu estetik olarak da bambaşka bir dünyayla karşılaşması. Örneğin bir kulüp duvarına New York resmi yapmak, ya da koca bir duvara ağaçlar ve insan figürleri yapmak, estetiğe dair tutkuları olan bir ressam için ne kadar düşkün bir durum olsa da aynı dünyaya aitler. Tekke tezhibi ise bambaşka bir resim ve estetik anlayışı temsil ediyor. Tamer öncelikle kendi resim tutkusu bağlamında o tutkuyu anlamsızlaştıran bir bağlamla karşılaştığı için sarsılıyor.

Kitabınızda, tekke yaşamı ve diğer ibadethaneler öne çıkıyor. Bunda, sosyal yaşamda iktidarın hakim kılmaya çalıştığı dinsel mekanlarla ilgisini düşünebilir miyiz? 

Hayır, hiç düşünmedim. Aklıma bile gelmedi. Bunun herhangi bir iktidarla ilişkili bir sorun olduğunu düşünmüyorum. İslam da, tasavvuf da bu ülkenin geleneği. Kuşkusuz gelenekten bihaber yaşamak mümkün. Yaşanıyor da. Hiç unutamadığım şeylerden birisi bir arkadaşımın Türkiye'deki Müslümanların çoğunluğunun Hanefi olduğunu bilmediğini anladığımdaki şaşkınlığımdır... Düşünmek tarihin baştan gözden geçirilmesi olduğu gibi ister istemez dahil olduğumuz geleneğin de anlaşılmasını gerektirir. Zira tüm bu tekke yaşamının, sembollerin, anlatıların, hatta ayinlerde okunan ilahilerin altında insanın evrensel değer ve anlam sorunları bulunur. Bu arada tabii ki söz konusu insansa, riyâdan hemen hiçbir topluluk azade değil.

Kafka’da da, Proust’ta da pek çok yazarda da mevcut ebeveyn izleğini sizin kitabınızda da görüyoruz. Tamer'in otorite altında büyümüş ve bu yüzünden kendi olamamış bir birey olduğunu söyleyebilir miyiz?Öncelikle bu “kendi olmak” nitelemesi sanki kişinin tüm ailevi, toplumsal “habitus”tan önce verili bir özü olduğu gibi göndermede bulunuyor. İslami tabirle fıtratı. Haliyle böyle bir şey yok. Hatta kişiliğimiz tüm bu “habitus” ile birlikte kişilik oluyor. Dünya ile birlikte yani. Bu anlamda “kendi olamamak” diye bir şey söz konusu değil. Zaten tüm bunlarla birlikte kendimiz oluyoruz. Otorite altında da büyüsem, aşırı serbestlikle de, cezaevinde de büyüsem kendim olacağım. Bireyin dünyadan korunup saklanması gereken bir özü yoktur. Elbette ki öncelikle ailemizle karşılaşıyoruz. Ailemiz tarafından büyütülüyoruz ve bu kişiliğimizi derin biçimde etkiliyor. Kendisiyle yüzleşen ailesiyle de, toplumla da yüzleşmek durumundadır. Oluşmuş bir kişiliğimiz var ama bunun yanında düşünme ve karar verme özgürlüğümüz de var. İnsan zaten bu özgürlük demek.

Son olarak, suç ve vicdanla ilgili ilgili neler söyleyebilirsiniz? Özellikle içinde yaşadığımız toplum söz konusu olduğunda. 

Vicdan sessizdir. Kendini savunmak anlamında bile sessiz. Tıpkı ahlak gibi kişinin kendisiyle baş başa olduğunda kararıyla baş başa olduğunda gerçekleşir. Başkalarının gözü önünde doğru bir şey yapıyorsanız bu toplumsal havaya riayet ettiğinizden başka bir anlama gelmeyebilir. Önemli olan kimse sizi görmüyorken vicdanın sesine uyabilmek. Tabii ki pek çoklarının da işitebilecekleri bir ses yok. Bu başka bir konu. Suç dediğimizde bununla alakalı düşünüyoruz. Toplumca, çevremizce suç olarak algılanmayan bir düşünceyi bile vicdanınız bir suç haline getirebilir. Onu sadece kendiniz biliyorsunuzdur ve başkasının hayatına bir etkisi de olmamıştır ama içinizde büyür. Bazen de gereksizce büyür. Bu elbette salt dinle ilgili değil. Mesela solcusunuz ve üç kuruş birikimimizi özelleştirilen bir kamu işletmesi hisselerinde değerlendiriyorsunuz. Bu durumda ya “hayatın gerçekleri” diyebilirsiniz ki, dünyanın ezici çoğunluğu böyle diyecektir ya da vicdanınızla cebelleşeceksiniz. Değer yargınıza bağlı vicdan bunu suç olarak görecektir. Özgürleşme çabası vicdan ile gerçeklik arasında bir denge kurabilmekte. Yoksa aşırı hassaslaşmış vicdan kişiyi tüketir. Kitaptaki ferahlamanın anlamı da bununla ilişkili zaten.