Sevgili Sadık, mektuplar unutuldu mu gerçekten. Gençlik yıllarımızın mektuplarının, hani şu “edebi mektup” türü içine sokulup yayımlanmış mektupların, düş ve düşünce dünyamıza bıraktıkları tadı bugün de duyumsarım. “Tadı damağımda” denir ya, o tadı özlerim, o tat, insan içtenliğini, kıskançlıktan, toplumsal oluşumda yer edinme, orada görünür olma şeytanlıklarından uzaklığı, dostluğu simgeler.
Kaç yıl geçti sevgili Sadık, yarı insan ömründen biraz fazla diyelim; çok mu? Buncacık kısa bir zamanda ne çok çürütmüşler bizi.
Ömürdeğer’i (1) okurken, roman boyunca bu çürütülmüşlük izleğinden çıkamadım bir türlü. Şunu demek istiyorum sevgili Sadık, Ömürdeğer benimle ilişki kurdu. Anlatmak istediğim ilişkinin olay izlemek, söz sanatları yakalamak gibi yüzeysel bir ilişki olmadığını bilirsin.
Onunla ilişkim, ona koyduğun adla başladı. “Ömürdeğer”, hemen “ömre değer”e götürdü beni, ama böylesi kolay anlam bağlanımından çabuk kurtuldum. “Ömür”deki yönelme eki (-e), yönelmenin, eklendiği sözcüğe doğru olduğunu anımsattı. Birleşik bir sözcük olmakla birlikte Ömürdeğer, “ömre değer” gibi bir tümceydi de. Ama bu tümcede ömür, “ömre değer”de olduğu gibi yönelinen değil, yönelendi, özneydi, Mutlu Varlık Tunçoku’ydu. Dilin, önce kendinde görünürleşmesinin (anlamlaşmasının -rasyonelleşmesinin-), dış yaşamdaki görünümüydü bu. (2) Romanı okudukça, Mutlu Varlık Tunçoku’nun, beğenilmeye, ünlü olmaya yöneldiğini gördüm. Yönelinen, “Beğenilmek”, “ünlü olmak”tı; güzel bir ömür değildi örneğin. Ömür, başka deyişle canlının canlı kalış sınırları içindeki yaşamı, bir başka deyişle Mutlu Varlık’ı oluşturan dirimsel dil ve insan dili, dışa yönelim duruşu sergilerken, kendiliğine (içe) yöneliyordu aslında. Oysa dil, sanat yapıtı üretmekte olduğu sırada bile, kendi üstünde işlerken (çalışırken), kendinde görünürleşme edimi dışında, dışa (yapmaya) yönelmek durumundadır. Dilin içe yönelimi, “olmaya” yönelimdir. Günümüz insan gerçekliğiyle kapitalizmin desteklediği “olma” yönelimi buluşturulduğunda, “ömre değer” değil, “ömürdeğer” çıkıyor karşımıza. Bu ömür, başlangıçta kendi olmaktan başka değeri olmayan, yaşam boyunca yavaş yavaş değerler oluşturup dolan bir ömürdür; ama oluşan değerler günümüzde, kendi dilini kendine özgü kurallılığı içinde oluşturan kapitalizm ve onun dizginsiz öne çıkışını temsil eden emperyalizmdir. Bu açıdan bakınca romanın adının, romanın başkişisini, “Günümüz Türkiyesi’nin toplumsal ve bireysel yapılarına uygun olarak sarıp sarmalamış olduğunu görüyoruz.
Yaşanıp geçilenleri deneyimleyerek geçmekle, deneyimlemeden geçmek, başka deyişle, gerçekten yaşamadan sürüklenmekten söz etmeliyiz. Başkişinin, sapkınlığa dönüşmüş bir “var olma istencinin” ardı sıra, yaşamın ne olduğunu çözümleme girişimleriyle karşılaşıyoruz roman boyunca. Bu sürüklenmelere yapışık buruklukların, acıların üstünde yürüyoruz. Hiç de kutsanamayacak, temelleri birilerinin çıkarları üstüne kurulmuş “insanın sözde değerlenişi”nde oluşmuş dizgesel burukluklar, dizgesel acılar bunlar. Mutlu Varlık Tunçoku’yu, bu sinsice çürütülmüş ve çürütülmekte olan insan serüvenini izler gibi izliyoruz sürekli. İşte bu izlekteki ilişki sevgili Sadık, okurla roman arasındaki derin ilişki bence bu tür bir ilişki.
Kapitalist kurallanışlar dizgesi içinde eğitilmiş olduğu çok belirgin olan başkişi (Tunçoku), değer verdiği kişilerle, kendince yarış halinde; “olmak” için çaba göstermek değil de “yapmak” için çaba göstermek gerektiğini anlar gibi olduğunda bir umarsızlığa düşüyor. “Ah Haldun Bey, ne yaptınız siz öyle, hiçbirimizin bir türlü altından kalkamadığı bir ağırlık yıkıp üstümüze; hem öykünün hem tiyatronun ta yüreğine girdiniz, ah siz yok musunuz, siz…” (S:18) Böyle işte, içindeki eziklik, bir kurda, daha çok çocukluk ve ilk gençlik edinimleri olan değerleri tırtıklayan, düpedüz kapitalist bir kurda dönüşüyor. “Ben başaramamıştım da onlar mı başarmış, öykü roman yazmanın ustaları arasına katılmıştı, yoksa yazar yazmaz onların kitapları, metinleri öne çıkarılıp kutsanmıştı da, benimkiler cami duvarı yıkıntısına bırakılmış kundakta bebelerin yazgısını mı paylaşmıştı…” (S.18)
Besbelli şunu öğrenmişti yaşamının olgunluk (!) denilen döneminde; öne çıkmak, öne çıkarılmaktır ya da öne çıkarılmayı başarmak; birçokları gibi değil, “hepsi”ne yakın çokları gibi. Burada “öğrenme” sözcüğünü yanlış kullandığımı bile düşünüyorum sevgili Sadık, başarmanın “öne çıkarılmak” olduğu, anadili gibi soğuruluyor sanki. Gene de kapitalist dizgelenişin, Tunçoku’da, onun çocukluk ve ilk gençliğini sağa sola iteleyerek ancak kıçın kıçın yerleşikleşmeye çalıştığı zaman zaman belli oluyor. Öyküde romanda kendini kanıtlamak gerektiği inancı, ustaların, hem öykünün hem tiyatronun yüreğine girdikleri inancıyla buluşuveriyor. “Başarma”nın bir şey olmakla değil, bir şey yapmakla gerçekleşmesi gerektiği bilgisi, büsbütün silinip atılmamış sanki içinden. Buna karşın, başarı bir öç almaksa içinde yaşadığı dizgeden, “niçin başarmak” sorusunun yanıtı, Mutlu Varlık’ın içindeki yıllanmış kireci söndürmekse, “bir şey yapma”nın ölüme yattığını, “bir şey olma”nın dirilip kalktığını görürüz ve bu görüntü, kapitalist gerçekliğin insanı hangi derinliklerine dek çürüttüğünün görüntüsüdür.
Hangi “yapma”, örneğin en güzel, en sağlam yapılı öykülerse yapılacak olan, onları yazmayı başarma, bir öç olarak değerlendirilebilir? Bütün yapımların gerçekleştirilişindeki başarı, bir sevinç, bir coşku, bir özgüven doğurabilir ama onların bir öç alma duygusu yaşatabilecekleri asla düşünülemez. Bu nedenle, başarıyı öç alma çabası olarak değerlendirir duruma gelen Mutlu Varlık’ın çabası “yapma” değil “olma” çabasıdır kuşkusuz. O, gerçekten “yapma”ya çalışmakta ama “yapma”nın kesinlikle bir olmayla, değer verilen olmayla taçlandırılmasını istemektedir. Ne ki, “olma”nın birilerinin çıkarları doğrultusunda “öne çıkarılma” olduğu ve o birileri için, “yapma”nın ikincil olduğu bilgisi güncel gerçeklik olarak yerleşmiştir kendisine.
Evet, tüketim ekonomisinde birincil olan, büyük olanı, elli yılda, yüz yılda bir yapılma olasılığı olanı öne çıkarmak değil, bir yazar ormanı yaratmaktır. Kapitalist yapılanışta sanat yapımcıları fabrika, sanat yapıtları mal (meta) olarak değerlendirilir ve onlardan çok üretilmesi gerekir. Bu yüzden, yazarların, akademisyenlerin boylarınca sıralanmış kitapları vardır; çoğu gereksiz ve saçma, analar günü, babalar günü, benzeri ödül günleri türetilmiştir. Orman, bu olguyu içselleştirmiştir, Tunçoku da. Artık O, ormanda bir orman ağacı olmanın sıradanlığını kabul etmiş olduğunun bile ayrımında olmadan, oldum olamadım kaygılarıyla kendi dramasını yaşar. Kapitalist dizgelenişte oluşmuş bir Türkiye yazarıdır Başkişi. “Türkiye yazarıdır” söylemini özellikle koyuyorum, kadın hakları gibi lâiklik konusunda da, sanat yapma konusunda da dişe dokunur bir emeği olmayan, bütün bunların, müslüman bir kapalı ekonomi imparatorluğu toplumunun üstüne yapıştırılıverdiği bir lâik cumhuriyet toplumunun çocuğudur o.
Kadınlarına, erkek egemenliğinin kutsatıldığı bir toplumda, erkeğin “yapma”yı değil “olma”yı öncülleme eğiliminde olması doğaldır kuşkusuz. Tunçoku’nun üstben’inde, müslüman bir imparatorluğun temsilciliğini yapan bu doğallıkla, Tunçoku’nun, yüzyılların kurumlaşımlarını devirmeye yönelmiş bir cumhuriyetin çocuğu olması olgusu arasında bir çatışma doğması da doğaldır.
Sevgili Sadık, bu çatışmanın bir hastalık olup olmadığının belirlenmesini psikiyatrlara bırakıyorum. Benim gözlemlediğim, Emperyalist atların sürekli kişnediği günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin “yazar ormanı”nında, ne yazık ki bu çatışma bir gerçeklik. İşte bu nedenle, uçarı bir anlatı izlenimi veren romanını -Ömürdeğer’i- gerçekçi bir roman olarak değerlendiriyorum. Eline, diline sağlık.
(1) M. Sadık Aslankara, ÖMÜRDEĞER, Can Sanat Yayınları.
(2) Cahit Armağan, ÇİZGİNİN DIŞI (bir sanat felsefesi ve şiir), Afrodisyas Sanat Yayınları.
ÖMÜRDEĞER, M. Sadık Aslankara, Can Sanat Yayınları
0 yorum:
Yorum Gönder