2000'ler Şiiri İçin Harita (Utku ÖZMAKAS)

Milenyumun ilk on yıllık dönemi şiir için bir “mücadele” dönemiydi.* Farklı şiirsel anlayışların, yani nesneye adıyla seslenirsek deneysel, görsel, epik ve lirik şiir anlayışları arasındaki çatışmanın özellikle dergilerde su yüzüne çıktığı bu dönem aslen –her tasnifteki kabalaştırma riskini göze alarak– iki temel yaklaşımın mücadelesiydi: İmgecilik ve imge karşıtlığı. Şiiri gelenekten devraldığı haliyle bir “imge” üzerine inşa edenlerle şiiri “imge”den kurtarmak isteyenler arasındaki polemik aslında kısmen Platonik bir diyaloga benziyordu: Ne denirse densin muhatabın sadece muarız pozisyonunda kaldığı bir diyalog. İmgeci yaklaşıma ilişkin olarak “gelenekten devraldığı” dedim; o halde burada öncelikle şiirde geleneğe dair bir tartışma yapmak gerekiyor.

Sıfırlamamak: Bir Geleneğin İcadı

Bu polemiğin biçimsel açıdan Platonik bir diyaloga benzemesinin asli nedeni, deneyselci hattın geleneğe yönelik eleştirilerinin –Ulus Baker’den ilhamla söylersek– bir “sıfırlama projesi” olarak anlaşılmasıydı. Yani, imgeci şiir deneysellik çatısı altında toplanabilecek bütün bu çabaları geleneği reddetmek olarak görüyor; böylelikle kendi şiirsel köklerine yönelik bu saldırının asıl hedefinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Oysaki denklemi tersten kurmak gerekiyordu. İtiraz bayrağı “şimdi ve burada” olan şiire ve onun geleneği okuma tarzına karşı kaldırılmıştı.

Söz konusu olan bir sıfırlama çabası değildi; anılan çizgilerin yekpareleştirilmesi gibi ciddi bir sorunu bir kenara bıraksak dahi burada deneysel, görsel, epik şiirlerin asıl amacının şiire varma bakımından yeni teknikler icat etme, dolayısıyla “yeni bir şiir” icat etme çabası olduğu göz ardı edildi. Şiir artık nesnesini kendisi kuracaktı; böylelikle şimdiye kadar şiirin sularından geçmemiş navlun raporları, bir haber başlığının permütasyonu, popüler bir figürü odağa alan mp3’ler, şiir olabileceği bir an olsun akla gelmemiş görsel çalışmalar bir anda şiir haline geldi. Yapılan, esasen şiirin serhaddini tartışmaya açmaktı. Burada şaşırtıcı olansa lirik-imgeci şiirin bu türden çabalara verdiği tepkinin “bunlar elli sene önce denendi” şeklinde olmasıydı. Lirik şiir dün sabah bulunmadığına göre “yeni” olanı “eski”ye tahvil etme çabasının kendini konumlandırdığı gelenek anlayışının bir tür “kutsal”a işaret ettiği açığa çıktı.

Burada biraz durup bu sahte eleştirinin altını oymak, geldiği yere geri göndererek sonsuz bir unutuluşa terk etmek gerekiyor: Bu türden bir eleştiri, kendisini bir sıfır noktasıymış gibi serdederek temele alıyormuş gibi yaptığı “tarihsel bilinç”ten azade olmakla kalmaz, aynı zamanda bütün etno-kültürel farkları göz ardı eder. Şiirin temaları gibi, şiirsel teknikler de hayli kısıtlıdır ve bunların reddedilmesi gibi oluşumu da belirli tarihsel uğraklardan geçerek gerçekleştirilebilir. Oysaki böyle bir özgünlük tartışması, şiiri tarihsel olarak kendi çağı içerisindeki konumunda anlamak yerine, şiiri teknikler kataloğu üzerinden geçmişe havale eder. Bu yaklaşım şiiri anlamak değil, aksine şiirin biricikliğini tartışmasını harici kılan bir model-taklit açıklamasının gücünden faydalanmak ister.

Kaldığımız yerden devam edelim: Hilmi Yavuz ve şürekâsının sandığı üzere gelenek bir tür süper-ego ya da kutsal değil, icat edilen bir şeydir. Bu durumda 2000’ler şiirinin başlıca edimlerinden birinin, yenilik iddiasıyla gelen her söz gibi, kendi geleneğini kurmak olduğunu söyleyebiliriz. Geriye dönüp on yıla bakıldığında, 2000’li yılların başında “Kabul edilemez”, “Bunlar da şiir mi?” nidasıyla karşılanan deneysel, görsel ve epik şiirlerin şiir tarihinde yerini aldığı ve kendi kanalını açtığı kolaylıkla görülebilir.

Teknoloji Şiirin Nesi Olur?

Geleneğe ilişkin bu temel tartışmayı bir yana koyarsak, 2000’li yıllarda dikkati çeken birkaç husustan söz etmek gerekir: Bunlardan ilki, kadın şairlerin sayısındaki artış. Bu yıllar boyunca kitabı yayımlanan, dergilerde yazan kadın şairlerin sayısında ciddi bir artış olmakla kalmadı, aynı zamanda “şair kadın”, “kadın şair”, “şaire” gibi adlandırmalara ilişkin feminist tınısı hayli yüksek tartışmalar da yaşandı. Neredeyse her şiir etkinliğinde bir başlık bu meselenin tartışılmasına ayrıldı, soruşturmalar düzenlendi, dosyalar ve kitaplar hazırlandı.

Dikkati çeken bir başka husus da şiir yayımlama yaşının düşmesi oldu. Bunun bir açıdan çağın olanaklarıyla ilgili olduğu açık: Kitaba, dergiye ulaşım kolaylığı aynı zamanda yazarların bunlara erişimini ve yapıtların okurla buluşmasını da kolaylaştırdı. Bir dönem kendi aralarında kolektif kurup sırayla birbirinin kitaplarını basan ya da dergi hazırlayan bir grup arkadaş şairin yerine “word” ve “pdf” formatlarına hâkim bir kuşağın “el yapımı kitap”ları ve fanzinleri geçti. Ayrıca gençlerin daha kolay bir biçimde dergilerde görünmesinin ve kitap çıkarmasının 2000’lerin gövdesini taşıyan tartışmanın yan etkilerinden biri olduğunu da söyleyebiliriz.

Bu örnekler gösteriyor ki, çağın teknolojik gelişmeleri şiiri hem yayıncılık düzeyinde hem de şairler bakımından ziyadesiyle etkiledi. Yukarıda ele aldığımız iki husustaki değişimin nedenlerinden birisi, elbette yaşanan teknolojik gelişmelere bağlanabilir. Elektronik iletişimin hızı ve getirdiği tarz, ister istemez editör ile şair arasındaki ilişkilere yeni bir sayfa açmakla kalmadı; aynı zamanda şairle dergi-kitap, kısacası basılı ürün arasındaki ilişkiyi de dönüştürdü.

Eleştirel Çaba

2000’li yıllar şiiriyle ilgili değineceğimiz son nokta ise bu süreci anlamayı sağlayacak düşünme çabaları üzerine. Ne yazık ki bu yılların şiirine ilişkin eleştirel çaba hayli kısıtlı kaldı. Şiire ilişkin tartışmalar büyük oranda yıllıklar ekseninde gerçekleşti. Bu da yıllıkların çeşitlenip büyük oranda ideolojik bir görünüm almasına sebep oldu. Öte yandan yıllık formatının tartışmayı kısıtlayan yapısı, işi bir soruşturmalar cennetine dönen dergilerin lehine çevirdi. Bütün bu verimsiz yıllık tartışmalarından kazançlı çıkan yine şiirin asıl yatağı olan dergiler oldu ama bu cephede de internetin fendinin kâğıdı ne zaman yeneceği merak konusu.

Dergilerdeki tek tük yazılar bir yana bırakılırsa bu döneme ilişkin kapsamlı çalışmalar ancak sayısı bir elin parmağını geçmeyen eleştirmenler tarafından yürütülebildi. Bu isimlerin olayın sıcağı karşısında eleştirinin soğuk elini devreye sokarak nesnelerini kavrama becerilerini ise zaman gösterecek.

* On yıllık bir dönem için bu kadar dar bir alanda konuşmak ister istemez pek çok açıdan biçimsel tespitlerle yetinmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla bu yazı, kendisini daha baştan “sadece bir çerçeve çizme” niyetiyle sınırlayarak ilerleyecek.

Güncel Bir Olasılık Olarak: Şiir (Ogün KAYMAK)

“İki aşamalı tek varlıktır” diyor Agamben, insan için. Marx bu noktada: “İnsana kendi dışındaki dünyaya inanmayı ilk öğreten şeydir aşk” diyor. Fizyolojik ya da genetik insan değil bahis. Sosyal antropoloji okumalarının yardımıyla; insani değerler üreten, buna sahip çıkan, çevresindekilerin tinsel gelişimine özen gösteren varlık bu önermedeki muhatap. Marx’ın aşk dediğine, şiir dedim varsayın.

Dayatılana razı olmak faşizmdir! Eğilleşmeye, dürtülmeye, güdülmeye zemin ve zaman mekânları oluşturmak faşizmdir. Edilgensiz buyurganlar olamaz. Boyun eğen kitleler olmadan diktatörler, çocuklar ve gençler olmadan da ebeveynler olamayacak. Sözü İlhan Selçuk’la bağlarsak şiire: “Şiir bir süreden beri toplumdan dışlandı; ama dünyanın ve insanlığın kurtuluşu için hepimiz şair duyarlılığına erişmek zorundayız” der bir yazısında. Dünyanın kurtulması ütopyasını geçiyorum, kurtulma umudunun yitmemesi, Pandora’nın kutusu için.

“İletişimin uğultusunun çok arttığı, her şeyin kapitalist çarklar içinde öğütüldüğü bir dünyada” lirik şiir “– enayi durumuna düşmeden ve yalan söylemeden – hala mümkün ve gerekli midir? Ve yeterli midir?” diyor, Orhan Koçak da. Bunların yanıtını ancak şiir verebilir. Ama nasıl bir şiir? Mesele şiirin neyliğinde. Dağlarca fısıldıyor: “Kişi hem bir saat gibi içinde bulunduğu süreç’i yazmalıdır, hem de bir pusula gibi varılması gereken yönü göstermelidir.” Gülten Akın ise: “Dünyaya bakmadan, sadece kendi kafası içinde olanlarla şiir yazmak benim pek aklımın alacağı bir şey değil. Oysa içinde biçem olan, yani hem biçimin hem özün bir arada, dengeli olabildikleri şiirlere gereksinimimiz var…”

Orhan Veli sorar: “İnsan toplum içinde yaşamasaydı yalnızlık duygusu diye bir duygunun var olduğunu bilebilir miydi?”. Bir arada olmaya tahammül edemeyeceğimiz bireyler hiç mi olmadı? J.P. Sartre’ın dediği gibi “Bize cehennem olan başkaları”. Şiirin şairi için de okuru için de bir ‘içe dönüş’ anahtarı olduğu varsayılırsa: İnsanın kuytusunu dolduran onlarca şey var yaşamda ve bunlar ilk bakıda şiirle ilintisiz dursalar da şiirin ta kendisi ya da astarı olabilirler. Şiir, nefes alma alanı açabilecektir size.

Genet, şiir-şair-yazı-yazarın sorumluluğu-şairin şiiri- şiirin şairi sorunsallarında bir dip örnek olabilir. Genet, kötülüğün tarihidir; anarşizm ve derin muhalefet konularında bir başyapıttır mutlaka. “Her estetikte bir ahlak vardır” saptamasını boşuna yapmamıştır Genet. Aktörel ve ideolojik olarak doyurucu olmayan estetik üç bacağı kırık masa kadar sağlamdır ancak. Bu estetikten yoksun şiirler, ancak analojik olarak kurgulanabilirler. Analojik şiirden sakınmak Eluard’ın önerdiği “durum şiiri” olabilir ancak.

Nedir durum şiiri? Eluard, modern şiiri biçimlendirmeyi deneyen konuşmasında; şiirin derin zekâ, sezgi, duyarlılık, libido ve gerçeğe dayalı bir yaratım olduğunu söyler. İmgelem gücünün özgür yaratısı olarak da tanımlayabileceğimiz modern şiir, böylece zekâ, sezgi, gerçek ve üst-gerçeği yüklenir. Bu şiir; zaman, uzam, nesne, doğayla insanın ilişkisini yeniden üretme girişimidir. Bu şiir her durumdan üretilebilinir mi? Evet, yeter ki şiir çalışanı birey bu ‘’herhangi’’ durum karşısında şair duruşunu korusun. O hal şairi yaralıyorsa, tin ve usunu kuşatıyorsa şiire zorlayacak, imgelem gücünü hareketlendirecektir. Esin kuramını bu çerçeveye taşımak akıllıcadır. Durum şiiri lirik şiirle çatışır savına katılmıyorum. Lirik şiirin içsel prensibi, durum şiirinin dışsal öğesine ayrım sunmaz. Başkalarının duyumsamaları da gözlem gücüyle liriğine katılabilecek, kolayca ötekileşebilecektir şair şiirinde çünkü.

İnsan dilinin tutsağıdır. Dili kadar düşünür, dili kadar yazar ve yaratır. Octavio Paz “Şiirsel yaratı öncelikle dile karşı bir öfkedir. İlk iş sözcüklerin kökünü sökmektir” derken, bu bozgunu vurgular.

Mutlaka güzellik ideolojik bir kavramdır. Gramsci’nin “biçim içeriktir” saptaması önemsenmeli. Ahmet Oktay’ın bir şiir ya da sanat eserinin kalıcılığı konusunda sarf ettiği; “o eserin güzel olması değil yapısıdır bunu belirleyen” söyleminin de algılanması gerekli.

Biçimindeki uyum ve ölçüsüyle hayranlık uyandıran bir yapıt, güzel bulunabiliyor kolayca. Bu yapılırken güzelliğin görme ve işitme duyularıyla algılanan bir nesneye indirgenmesinde bir sakınca görülmüyor. Böylece güzel kavramı estetik bir kategori olarak işlevsiz bırakılıyor. Bu değer yargılarının toplumsal oluşumu ve bireysel açılımının boşlukta kalmasına yol açıyor, şiirin gereksinim olduğu savı bu noktada örseleniyor.

Çağdaş şiir dilin kendiliğinden işlevsel yapısını yıkar, ancak sözlüksel temellerini bırakır geride. Sözcük içi boşalmış bağıntılar çizgisi üzerinde patlar. Bachelard ise “Şairlerin bize sunduğu hayaller karşısında – tek başımıza asla tahayyül edemeyeceğimiz hayaller karşısında – hayranlığın yol açtığı toyluk olağandır” der. Ancak şiir okuru, böyle bir hayranlığı edilgence yaşamakla yaratıcı hayal gücüne yeterince derinlemesine katılamaz. Hayal fenomenolojisi yaratıcı hayal gücüne katılımı etkinleştirmemizi bekler. Ampirik bir betimleme nesneye köle olmayı getirecek, özneyi edilgenlik içinde tutmak için bir yasa oluşturacaktır. Şairin ruhu, her tür hakiki şiirin bilince yönelik açılımını, poetik hayal gücünün yönelmişliğiyle bulur.

Eagleton “Bir şiir, sözel açıdan yaratıcı, satırların nerede biteceğine yayıncı veya kelime işlemcinin değil yazarın karar verdiği, kurmaca bir ahlaki ifadedir” der. Şiir öncelikle uyak, ölçü, ritm, imgelem, söyleyiş veya sembolizm ve benzeri şeylerin hiçbirine başvurmaz. Bunları kullanmayan şiirler olduğu gibi, kullanan düzyazılar vardır. Eagleton “ahlaki ifadenin” açılımını şöyle yapar: “Şiir insani değerler, anlamlar ve amaçlarla ilgilenir.” Malzemeleri ne kadar özel olursa olsun bir şiir yazma ediminin kendisi, kendisine verilecek tepkinin kısmi toplumsallığından ötürü ahlakidir de denebilir.

Çağdaş şiir, asla tek bir anlamı olmayacak bir biçimdir. Makul biçimde bu anlama sahip olduğu yorumunda bulunabileceğimiz her anlama gelebilir. Bu bağlamda şairine "Bu şiirde ne anlatmak istedin?" diye sormak yersizdir.

İletişim ve diyalog modern zamanlarda yeni ve özgül bir ağırlık ile acillik kazanmıştır. Zira modern zamanlarda öznellik ve içedönüklük, hem daha zengin hem de daha kapana kısılmış bir gelişme gösterir. İletişim hem umarsızca bir gereksinim, hem de hazzın kaynağı haline geliyor.

Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürdürmek demektir. Çağdaşlık, ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesinde yaşamak ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demektir. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle “ katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği”bir evrenin parçası olmaktır.

Her yeniden okumada yeni bir anlamlaşmayı barındıran ve bu yetisiyle asla metalaşamayan şiir, yeniçağ duvarlarını aşındıracak ince bir sezgiyi de sırtlayabilecek gibi. Süregelmiş iktidarların, güç odaklarının tek ezber bozucusu; imgelemlerin sırtladığı, sarsıcı bilinç olsa gerek şiirin özü. Bilinçaltı ve bilincin eşsiz, biricik harmonisi.

Şiir yazmanın da, şiir okumanın da artan sorumluluğu bir kere daha kendini göstermiştir ki; şairlik edimi, oturaklı okumalarla donanmış birikimi, inanç ve direnç sistemini gereksinir. Bunları sağlamadan sahaya çıkıyorsak, tutkuyla sarıldığımız zaman birimini boşa döndüreceğiz.

Bir Varlık Yoklaması (Asuman SUSAM)

Günümüz şiirinin ‘durum’u… Neyiz, ne haldeyiz? Son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan bu varlık yoklaması düşündürdüğü kadar telaşlandırmalı mı ki bizi? Zaman zaman şair için fırlatılan bu işaret fişeği neye dair bir uyarı ve uyanış dürtüklemesi? Şiir kendi mecrasında akarken şair hangi dalgınlıkla sisler ormanında yürüyor?

Açık ki bize tartışmayı ve derin düşünmeyi hatırlatan bu türden çağrılar yolunda gitmeyen bir şeylerin betimlenmesini ister bizden. Bunlar yapılır ve her şey orda kalır. Şiir akmaya, şair dalgın yürüyüşüne devam eder. Beni çok sıkan bu durum hepimizi sıkıyor olmalı. Bunu isterim. Canımız çok sıkılsın. Yaratıcılık buradan doğar.

Durum tespiti istiyorsak işte size tespit: herkes yazıyor, şair sayısı da yazılan şiir, çıkan dergi sayısı da fena değil. Ama şiirin kuvvetle varlık bulduğu yer sosyal medya; öyle kitaplar, dergiler falan değil. Şiirler orada kesilip biçilip fragmanlaştırılıp hatta anonimleştirilip dökülüp saçılıyor, coşup taşıyor. Aşk acısı çekene, yalnızlıktan şikâyetlenene, çiçek böcek severe, sosyal sorumluluk ve duyarlıklarını ekranları kadar bir dünya içinden ifa edene şiir çok. Okur şiirle şairden çok hemhal vaziyette. Analitik bir çalışma yapılsa, yüzdeler, grafikler havada uçuşsa yakın zamanda kaybettiklerimizin badem gözlerinden de öpmek isteriz içimiz acıya acıya. Sonra şair egosu meşhurdur ya narsist, megaloman… çeşit çeşit. Et yiyen bitkiler gibi küme küme birbirini yiyenler gözlemlenmekte. Hele gençler hele onlar… kimseyi beğenmemekte. Eski köye yeni adet çıkarıcıları da kimse sevmemekte. Hegemonik erkek dil, canı isterse ötekilere gönül indirmekte, aa bakın onlar da var, kadın şairler, şair kadınlar, şaireler demekte; feminist, queer kuram o da neymiş… kuramsal incelemeleri umursamayan büyük şiirimiz bu türden çalışmalara pek yüz vermemekte. Eleştiri mi, bildiğin çöl. O nedenle vahadaki kaktüsleri de gül sanıyoruz, sayıyoruz. …

İşin ironisini burada keselim. Neye şiir yazılır diye sorsak yanıtı her şey’edir. Ama asıl mesele niye şiir yazılır sorusuna verilen yanıttadır. Bu soruya aranan yanıtlar şiirin de şairin de bir özne olarak varlık özelliklerine gelir dayanır. Şiir dünyayı dert edinme işidir. Osman Konuk Sıfır İroni’de ‘şiirsel akıl’, ‘şiirsel zeka’ kavramlarından söz açıyor. Şair başka türlü bir akıl, hissediş, duyarlılıkla evrene, şeylere, kendisine, ötekine bakan kişidir. Dolayısıyla da çoğunluğun aklına uymaz, itirazcıdır, radikaldir, avangarttır, oyunbozandır… Bir inşanın, kurgunun içinde bize verilen normlar, kalıp değerlerle, düzen koruyucu kurallarla çevrili hayata karşı yıkıcı bir öznedir şair. Yaşam enerjisi ve yaratıcı neşesiyle yıkar. Şenbilimdir onunki. Sezgisel arayışları bulmaya odaklı değildir. Deneylere, deneyimlere, başkalıklara açıktır. O nedenle şiir insanın yüzüne işaret parmağını sallanmaz. Tarkovsky’nin iz sürücüsüdür şair. Genellemeler, aşındırılmak içindir ama kimileri geçerli özlerini korur. Tıpkı bu cümle gibi: Derdi olmayanın şiiri olmaz. Bu dert, insanın kendini tamamlama yürüyüşünde karşısına çıkan tüm tahakküm ilişkilerinin doğurduğu trajedilerde özgürlüklerden yana olmak derdidir. Şair ahlakçı değildir, toplumsal öncü falan da. Ama özgürlük arayışında etik sorumluluğu olandır. Bu tanımlamalarda hemfikirsek -tanımlar hem aşınmaya açıktır hem de aşındırmaya, bunun bilgisiyle devam edelim- karşılaştığımız şiirlere bakalım o zaman… Bir tutarlılık görüyorsak, mesele yok. Ama belli ki bir tutarsızlık hakim burada. Bunun nedenleri ile ilgili de bir sürü şey sayabiliriz çoğumuzun bildiği. Bu sayıp etmeler durumu değiştirmeyip besliyor artık sanki. Bir kanıksama, bir duyarsızlık, uyuşma hali…

O yüzden rahat bırakmalı şiiri. Bütün uygarlıklar büyük bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Hiçbirimiz bundan muaf değiliz. Mesele yerimiz neresi. Dilimiz hangisi? Biz değişmeden şiirin değişmesini bekleyemeyiz. Daha iyisini de…

Hepimiz biliriz şiir bizde genç işi bir okuma uğraşıdır. Yaş kemale erdikçe eldeki şiir kitapları yerini romana, denemeye falan bırakır. Bireyin düzene teslim oluşuyla şiire olan sevdası da biter. Dedik ya şiirin kurulu düzen nimetlerine eyvallahı yoktur. Müzmin bir itirazcı, inatçı bir su arayıcısıdır şair. Bunun için en gencimiz Gülten Akın. Bu sayede “bana sorarsan” şiirden umudu kesmemek için hâlâ nedenimiz var bizim.

Anlamak (Onur AKYIL)

Aslında ‘günümüzde şiirin durumu’ dendiğinde algıladığımız / algılamaya çalıştığımız şeyin üç parçalı bir dizge olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü her şeyin parçalanması üzerinden yürüyen bir zaman diliminde, belki de şiir ve durum sözcüklerinden önce günümüz sözcüğünün gerçekten bir belirleme / imleme yaratıp yaratamayacağını düşünmek lazım. Çünkü günümüz denen şey, daha önce birçok yerde yazdığım üzere, çok önceleri olduğu gibi hepimizin aynı sonuca varacağı, yaşadığımız günler vesaire gibi geniş anlamlı geçerliliklerini yitirmiş durumda. Hal böyle olunca şiir ve durum sözcükleri de kendilerine birçok farklı perspektif kazanıp, hepimizin aynı şeyi anladığı ortak birer sözcük / kavram olmaktan çıkıyorlar. Bu üzerinde uzunca düşünülmesi gereken bir konu; çünkü şiir üzerine konuşan herkes bu uzak ara çarpışmayı genel itibari ile gözden kaçırıyor. Üstelik bizim ülkemizin ‘inceleme’ anlayışında da, bilinen o ki işler alışkanlıklar üzerinden yürüyor. Şiir adına her alışkanlık, ister istemez bir kısırlığı da taşıyor beraberinde. Şiirin toplu fotoğrafını çekiyorlar boyuna, kimse çıkmıyor…

Ülkemizde şiir okumak demek hala hiç kuşku yok ki dergi takip etmek demek; şiir kitaplarının hali malum. ‘Yalnızca kendi şiirini okuyanlar’ bir belirleme olarak geçerliliğini koruyor elbette. Fakat ne ilginç ki, yalnızca kendi şiirini okuyanlar, neyin, kimin şiirini yazıyorlar; bunun ayrımında, farkında, bilgisinde olmaları imkansız. Saf tutma hürriyetinden yoksunmuş gibi davranıyor günümüz şairi. Anlamı, anlamları kurmak yerine, çarpıtmak kolayına geliyor herkesin; çünkü bu emeğin değil sadece zekanın göstergesi. Zeki şairimiz çok, kuşku yok ama emek veren şairimiz ne kadar var, orası tartışmalı. Özellikle ‘genç şair’ adı altında gruplanmaya, dizginlenmeye, ehlileştirilmeye çalışan şairlerimiz her şeyden çok zekalarıyla yürüyorlar. Çok güzel, harika! Ama sadece yazdıklarında kalsa bu durum daha kabul edilebilir olacak her şey; fakat zekanın şeytanla olan işbirliği; öne çıkma, adını duyurma, mühim olma gibi şiirle uzaktan yakından hiçbir alakası olmayan bir takım gündelikleri de işin içine sokuveriyor. Bu gün şiirimizi bitiren, kısırlaştıran, aynılaştıran temel şey de bu. Bence şair insanın insan olma kavgasında bir adım öne atmalı kendini; gerisi şair için bir şey ifade etmemeli.

Ve evet bilenler bildikleri gibi yürüyorlar; öyle yazıyor, öyle eleştiriyorlar. Eskimiş oldukları, kendilerini yenileyemedikleri sosyolojinin, psikolojinin, felsefenin ve hatta bizzat sanatın yeni ürettiği / yeniden ürettiği şeyler bütününden haberdar olmadıkları görülüyor attıkları her adımda. Kendilerini şiir adına var kılan dönemin değerleri üzerinden konuşmaya, yazmaya devam ediyorlar. Bunu hala işe yarar bir şey olarak görüyorlar; fakat her şey o kadar hızla değişiyor ki, hızın kendisi dahi yetişmiyor olup bitene. Hızı geçiyor değişim / başkalaşım. Bu yüzden bunca şey yazıp çizmelerine rağmen, aslında kendi köşelerindeler. Dinleniyorlar, farkında değiller.

Yayın dünyasının artık kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, ihtişamlı fuar stantları ve spotları eşliğinde ticarileşmesi bir yana; yayınevlerinin tıpkı şiirde olduğu gibi karşı çıktığı şeyi üretmeye ya da bölüşmeye yönelik çıkmazı da, işleri karıştıran başka bir ayrıntı. Yorucu ama görünen o ki değişen temel bir şey var ve o değişen temel şeyin değişmesi gerçekten pek kolay olmayacak: Artık herkes haklı. Üstelik, yalnızca ‘haklı’. ‘Hayat üzerine olan hayat içre olanla barışmayacak.’ gibi süren bu sıkıcı yolculuk, kendinden yola çıkarak her şeyin altını oymaya devam edecek; ve uzak bir zaman diliminde değil, pek yakında kimse kalmayacak. Tam tabiriyle, bir zincirleme kaza, hep yeniden doğan / gerçekleşen. Dolayısıyla ‘günümüzün’ ve ‘durum’un dışında.

Dil de bu işin bir parçası olarak bütün bu karmaşanın ağırlığından etkileniyor elbette. Ticari şiir diye bir şey oluşuyor gün geçtikçe; bunu görmemek imkansız. Dili de öyle oluşuyor, öyle kuruluyor. Gerçeğin biçimlenemeyen bir kırılması söz konusu burada ve işin en tehlikeli yanı da burası. Gerçeğin bu biçimlenemeyen kırılması; yani aranarak, çalışılarak, bu satar denerek yazılmış işlerdeki soyutluk, şair olanla olmayanı rahatlıkla yan yana getirebilen bir şeye dönüşüyor. Daha derli toplu söylersek; bir fabrikasyona doğru gidiyor şiir.

Dil biriktirdiği her şeyle birlikte kayboluyor böyle olunca; okunan ve yazılan bir şey var, fakat yalnızca bir görüntü, içini dolduran hiçbir şey yok. Bu yazıları; böyle yazıları alıntılarla süsleyip yeniden servis etmek ve şiirimiz geriliyor demekten başka da pek bir şey düşmüyor / düşemiyor kimseye. Çünkü bir etkileşim var / olmalı; şiirin iyiliği hakkında söylenecek şeyler azaldıkça, kötülüğü üzerine söylenecek şeyler de azalıyor. Birbirlerini çoğaltmasalar bile, birbirlerini sınırlamakta, azaltmakta aynı noktada buluşabiliyor şiirin iyiliği ya da kötülüğü üzerine söylenenler.

Anlaşılıyor, kalıcılık bir algı olarak dahi bitmek üzere. An için üretilen bir şiir var; şiirin hazzına ermek için beklemeye, merak etmeye bile gerek yok. Heyecan öldüğünde, bilgi başka şeylerin ölümünü engelleyemiyor. Genel olarak teorinin çöküşü denen şey de bu aslında; insanların heyecanlarının öldüğü bir çağda, neyi ne kadar iyi anladığınızın, neyi ne kadar iyi çözümlediğinizin bir önemi kalmıyor. Çünkü bilgiye işlerlik kazandıracak olan özenlerin hareketsiz öylece kaldığı görülüyor; özne felç, bilgi boşlukta; bilmek anlamsız.

Sadece şeyler ve şiir için değil; insanın yalnızca var olma durumu dahi bir pratiklik gerektiriyor / bir pratikliğe zorlanıyor artık. Pratik olan / pratikliğe zorlanan her şey kıvrımlarını yitiriyor; yitirilen kıvrımlar mesafeyi azaltsa da, o mesafenin üzerindeki yol alma meselesini oldukça zorlu bir hale getiriyor. Her şey gibi şiirde yalnızca seveni tarafından öldürülen / öldürülebilecek bir şeye dönüşüyor. Bu aslında, daha geniş bir alandan bakıldığından hayatın anlaşılması en zor kuralı ve işlemekte gecikmiyor.

Sonuç olarak insan ölüyor, şeyler ölüyor, şiir ölüyor. Olmanın kalıcı bir anlamı keşfedilmediği sürece, şiirinde şairin de olmakta ısrar etmesinin bir anlamı olmayacak.

Cinsellik, Şiddet ve Hukuk (Seher Kırbaş CANİKOĞLU)

Cinsellik, Şiddet ve Hukuk kitabının yazarı Alev Özkazanç, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi bölümünde ve Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalında öğretim üyesi. Yazar, bu kitabında; 2009 yılından bugüne kadar cinsellik, şiddet ve hukuk konusunda yazmış olduğu makaleleri ve kendisi ile yapılan söyleşileri derlemiş.

Hem akademik hem de politik kaygılarla yazılan kitap, “Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet” başlıklı makaledeki psikanaliz konusunun doğasından kaynaklanan, yazara mal edemeyeceğimiz anlaşılma zorluğunu dışarıda bırakırsak, herkes tarafından anlaşılabilecek, ilgi çekici ve akıcı bir dille yazılmış. Makaleler son yıllarda Türkiye ve dünyada gündemi işgal eden olaylar üzerinden konuları tartışmaya açarak, aslında sorunun ne kadar yaygın ve hayatımızın içinden olduğunu gözler önüne seriyor. İkinci kısmında yer alan söyleşilerin ise, makaleleri destekleyici ve zenginleştirici bir etkisi var. Bu özgün yapı, konuları monotonluktan ve soyutluktan kurtarırken, okunurluğu arttırıyor.

Kitap neredeyse 30 yıllık feminist deneyimin damıtılmasıyla yazılmış cesur, özenli ve devrimci bir kitap. Feminizme yönelik içerden eleştiriler, bazen haklı bazen haksız bir biçimde, cinsiyetçi olmayla ve hatta “davaya ihanetle” itham edilebildiği için cesur; ele alınan konular çoğunlukla yapıldığından farklı bağlamlarda ve tüm yönleri gözetilerek ele alındığı için özenli; bazı noktalarda ilk bakışta feminizmin kolonlarına konulmuş bir dinamit gibi gözükse de, özümseyerek irdelendiğinde “evet, haklı” demekten kendinizi alamayacağınız çok fazla şeyle karşılaşacağınız için de devrimci bir kitap.

Tartışmak, ama nasıl!

Son yıllarda Türkiye’de kadına yönelik şiddet, medyanın bu konuya gösterdiği ilgiye paralel olarak, en fazla konuşulan konulardan. Ancak, tartışmaların belli kalıplar çerçevesinden çıkartılamadığı ve kısır kaldığını kabul etmek gerek. Yazar sadece antifeministlere/feminist olmayanlara yönelik değil, aynı zamanda feministlere yönelik de eleştiriler getirerek, başka bir imkan peşinde olduğunu söylemekte. Bu bakımdan, kitabın başında Judith Butler’dan yaptığı “…Şuna inanıyorum ki, içkin eleştiriden duyulan korkuyu yenmek ve çok asli konular hakkındaki çatışan yorumları evcilleştirmeksizin içeren bir hareketin taşıdığı demokratik değeri korumak çok önemlidir. İkinci dalgaya geç katılan birisi olarak ben feminizme, global bağlamda hiç tartışmasız herkesin üzerinde anlaşmaya vardığı herhangi bir öncülün varolmadığı varsayımıyla yaklaşıyorum…” şeklindeki alıntı, tek taraflı eleştiri bekleyenleri karşılaşacaklarına hazırlıyor.

Kitabın temel derdi, yazarın önsözünde söylediği gibi, hakim bazı feminist politikalara, feminizmin içinden politik bir eleştiri getirmek. Feminizmin eski heyecanını ve devrimciliğini kaybederek, esas derdi olan herkes için eşit ve özgür bir dünya kurma hayalinin yerini mağdur kadınları güçlendirme amacına bıraktığı, tıkanma yaşadığı şeklindeki kaygı kitapta başat bir yer tutuyor.

Kadına yönelik şiddeti, özel olarak da cinsel tacizi politik olarak değerlendirirken, bildiğimizi sandığımız ve doğru olduğunu kabul ettiğimiz her şeyi yeniden düşünmek gerekiyor. Zira, keskin ölçüler/sınırlar koymak, tam da mücadele edilen şeyin yeniden üretimine neden oluyor. Özkazanç, “Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist: Jane Gallop” başlıklı makalesinde; “çoğu zaman iktidar ile öznenin birbirine dışsal olduğunu, iktidar ilişkisinin olduğu yerde ne rıza ne de failliğin olamayacağını varsayıyoruz. Daha sıkılıkla ilişki içerisinde üstün olan tarafa aslında sahip olmadığı bir egemen güç atfederken bağımlı tarafı da tamamen edilgen olarak görüyoruz. Bu kavrayış, ezeli-ebedi bir ezen ezilen ilişkisi içinde belirli cinsiyetçi normların kendilerini sürekli aynı şekilde ürettiğini varsaymamıza neden oluyor” şeklinde ifade ediyor bu durumu. Yeri gelmişken, Jane Gallop’un yazdığı Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist adlı kitabın da, yazar tarafından Türkçe’ye çevirisinin yapılarak yayına hazır hale getirilmiş olduğunu, ek bir bilgi olarak vereyim.

Hukuk, tek başına derde deva mı?

Julian Assange olayı hakkındaki makalede somutlaşan eleştiri ise, şiddete karşı yürütülen hakim feminist mücadelenin politik olmaktan çok hukuki bir eksende ilerlemesine. İsveç hukukunda cinsel suçların düzenlenişinin örnekleri verilen makalede, politik perspektiften uzak ve sadece hukuk yoluyla soruna çözüm getirilmeye çalışılmasının sekter tarafları ortaya konulmuş. Yazar, “toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkilerini bir bütün olarak değerlendiren ve bu sistem ile yeni ceza siyaseti arasındaki ilişkileri sorgulayan bir yaklaşım geliştirilemediği sürece, feminist hukuk pratiklerinin ırkçı, kapitalist ve ataerkil devlet pratikleri tarafından içerimleme riskleri artıyor.” diyerek, bu yaklaşımın sorunlarına dikkat çekiyor. Şiddetin/cinsel şiddetin politik yönünü görmeden, ceza hukuku kavramlarına sıkıştırmak, sorunun oluşmasında devletin sorumluluğunu görünmez kılıyor. Hatta yazarın da ifade ettiği gibi, ceza siyaseti yoluyla sorunu çözme görevi verilen devlet kahramanlaştırılmakta ve meşruiyet kazanmakta.

Zaten cinsellik ve taciz arasında ayrım yapmakta zorlanan muhafazakar, cinsiyetçi, eril bir kültürde; cinsel taciz konusunda var olan hassasiyetin, kolayca muhafazakar politikalara alet edilebileceği konusundaki “Seks, Yalanlar ve Kasetler ve Cinsel Taciz” ve “Siyaset ve Taciz Siyaseti” makalelerindeki uyarılar, oldukça yerinde ve dikkate değer tespitler.

Ayrıca şiddet kavramının içeriğinin eril tahakkümü ifade eden bütün kavramları ifade edecek şekilde genişletilerek, hukuk/suç/ceza dilinin egemen olmasının, sorunun hem nedenine hem de çözümüne yönelik daraltıcı bir etkisi olduğu, politik ve kültürel araçları görünmez kıldığı eleştirisi, gözlerden kaçırılmaması gereken diğer bir nokta.

Son yıllarda ivme kazanan neoliberal politikalara bağlı olarak artan kadına yönelik şiddet konusunda farklı perspektiflerin kendisine zemin bularak tartışılması, feminist politika açısından zaruri. Bu bakımdan bize geniş bir perspektif sunan Cinsellik, Şiddet ve Hukuk kitabını değerli buluyorum.

CİNSELLİK, ŞİDDET VE HUKUK, Alev ÖZKAZANÇ,Dipnot Yayınları, 2013.

Kolektif Bir Belleğin İzinde 33 Hikaye (Cansu KARAGÜL)

Üzerine kitaplar, tezler, tonlarca makaleler yazılan, insanlık dışı manzaralarıyla filmlere, tiyatrolara, televizyon dizilerine konu olan, Türkiye tarihindeki barışılması en güç dönemlerden birinin adıdır 12 Eylül. Ancak hiçbir doküman o döneme şahit olmuş kişilerin kendi ağzından dökülen cümleler kadar canlı ve dokunaklı olamaz. Bir sözlü tarih çalışması olan Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, “12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikâye”yi askeri cuntanın en ağır yükünü bizzat üstlenmek zorunda bırakılmış ailelerin anlatılarını günümüze taşıyarak okuru karanlık ve kanlı bir tarihe tanık olmaya çağırıyor.

“Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk..”

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde darbeyle, çocuklukları ellerinden alınmış, hiç çocuk olamamışların anılarına yer verilirken, ikinci bölümde annelere, babalara, kardeşlere ve eşlere söz veriliyor. Keşke Bir Öpüp Koklasaydım’ı okurken akrabalarını anne baba bellemek zorunda bırakılan çocukların, tek umutları faili devlet olan cinayetlere kurban giden evlatlarının kemiklerini bulmak olan ebeveynlerin, polisin mesken bellediği evlerine durmadan baskın yapılan ailelerin, çocukluğu bir ümit görüş günlerinde sevdiklerine kavuşma hayaliyle geçen kişilerin, cezaevinden çıktıktan sonra dahi nefes alma fırsatı verilmeyen kurbanların, Diyarbakır’ın karanlık zindanlarının, açlık grevleriyle bedenlerini direniş sembolü olarak feda edenlerin, apolitik olmaya zorlanmış gençliğin, özetle hayatları çalınmış, mutlulukları ellerinden alınmış herkesin mücadelesine, hesaplaşmasına ortak oluyoruz.

Resmi tarihe karşı 12 Eylül Belleği


12 Eylül, Türkiye’de demokrasiye indirilen en büyük askeri darbe olmasının ötesinde, insanlığa indirilen bir darbe, toplumsal belleğe damga vuran en çıkmaz lekedir. Ancak ardında bıraktığı kalıntılarla 12 Eylül aynı zamanda o döneme tanık olanlar ve aktarımlar sayesinde bir kolektif bellek oluşturur. Geçmişe dair ortak bir algılayış ve söylemi mümkün kılan ve “biz” duygusunu koruyan 12 Eylül Belleği ortak deneyimler doğrultusunda yeniden ve yeniden şekillenir ve o dönemi yaşayanlar için toplumsal çerçeve işlevi görür. Dolayısıyla sözlü tarih çalışmaları, arşivler, müzeler, videolar, fotoğraflar, günlükler, kitaplar, heykeller gibi bellek taşıyıcıları bu noktada kritik bir rol oynar.

Eylem ve Özlem Delikanlı kardeşlerin 12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikâyeyi okuyucuyla buluşturduğu bu çalışmanın önemi buradan kaynaklanmaktadır. Konunun hassasiyeti ve travmatik boyutu nedeniyle birçok etik kaygıya gebe olması sebebiyle sözlü tarih bağlamında çalışılması da en zor alanlardan biridir 12 Eylül. O dönemi bizzat yaşamış kişilerle görüşmek, susturulmaya çalışılanlara söz vermek ve onların hafızalarına başvurmak aynı zamanda mayınlı bir bölgede gezinmek demektir. Bu noktada, Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı’nın sosyoloji formasyonlarının devreye girerek tampon mekanizma işlevi gördüğünden söz etmek mümkündür.

Keşke Bir Öpüp Koklasaydım, başta “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyen, yani bugüne kadar üç maymunu oynayanları olmak üzere otuz üçüncü yılında herkesi vicdanlarıyla ve darbeyle yüzleşmeye çağırıyor. Yüzleşmek kadar, bu hikâyeleri aktarmak da iktidarın silahlarıyla mücadele etmenin, çarpıtılmaya çalışılan tarihe sahip çıkmanın bir yolu çünkü. Yaşananlara, acılara, kayıplara, gözyaşlarına tanıklık edildiği ve deneyimler o döneme bizzat şahit olmamış bireylere anlatılmaya devam edildiği sürece unutmayacağız, unutturmayacağız.

KEŞKE BİR ÖPÜP KOKLASAYDIM, Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı, Ayrıntı Yayınları, 2013.

Herkes Bir Gün Hasta Olacak (Mı): Aşırı Teşhis (Ayşegül TÖZEREN)

Geçtiğimiz aylarda, İNSEV (İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı) Yayınları tarafından Akif Akalın’ın çevirisiyle Aşırı Teşhis başlıklı bir kitap yayınlandı. Halk Sağlığı alanında çalışmakta olan Dr. H. Gilbert Welch, Dr. Lisa M. Schwartz ve Dr. Steven Woloshin’in birlikte yazmış olduğu, konusunda ses getiren ve pek çok polemiğe neden olan Aşırı Teşhis, sadece sağlık profesyonellerine değil, sağlık ve hastalık kavramları konusunda düşünmek isteyen herkese yönelik olarak kaleme alınmış bir kitap.

Halk Sağlığı alanında doktora çalışması yürüten bir hekim olarak, başta kitaba adını veren Aşırı Teşhis kavramına mesafeli durdum ve masamın bir köşesine koyarak, okumayı erteledim. Tam da o günlerde, hemşire bir arkadaşım, bir yakınının tanı koydurucu nitelikte olmayan bazı belirtilerle hastane hastane gezdiğini, ‘yapılmadık tetkik kalmadığını’ ama halen hastalığının teşhis edilemediğini, yakınının çalışabilir bir yaşta olmasına rağmen evde oturarak ölümü beklediğini söyleyerek, tetkik dosyasına bir de benim bakmamı rica etti. Gönderdiği tetkik sonuçlarından oluşan 600 sayfalık dosyayı incelemeye başladığımda, Aşırı Teşhis’i de okumaya karar verdim.

Aşırı Teşhis, isminden de anlaşılacağı gibi, “gerekmediği halde konan” teşhisin ne olduğunu, temel nedenlerini açıklamaya çalışırken, olası zararlarını da aktarıyor. Öncelikle, erken teşhis için kullanılan tarama testlerine eleştirel bir bakış açısı getiriyor. Ayrıca yüksek tansiyon, kolesterol yüksekliği, şeker hastalığı, osteoporoz gibi hastalıklar için normal ve anormal arasındaki çizginin nasıl bir sistem içinde belirlendiği ve önemi açıklanıyor. Ancak Aşırı Teşhis özellikle kanser taramaları konusuna eğiliyor. Bazı kanser taramalarını sorgularken, kansere ilişkin düşüncelerde bir paradigma değişiminde olunduğunu iddia ediyor ve kitabın kendisi de bu paradigma değişikliği üzerinden iz sürüyor. Kanserin çeşitli büyüme hızlarına sahip olduğunu, bazı kanserlerin hiç ilerlemediklerini, özetle ‘bazı kanserlerin aslında sorun olmadığı düşüncesinin tıp alanındaki radikal düşüncelerden’ biri olduğunu belirtiyor ve bu düşünceden hareketle, taramalarla bulunan bazı kanserlere yönelik tedavilerin ne kadar “gerekli olup olmadığını” tartışmaya açıyor. Tartışmanın özünü iki soru ile açıklıyor: “Tedavinin olanaklı olduğu insanlarda tedavi gerekli mi? Tedavinin gerekli olduğu insanlarda tedavi olanaklı mı?”

Aşırı Teşhis hekimleri daha fazla erken teşhis koymaya yönelten durumları irdelerken, ilaç endüstrisine, hastanecilik sektörüne, hukuki mevzuata ve yasa koyucuların yaklaşımlarına da eleştirel bir gözle bakıyor.

Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan, Aşırı Teşhis’in Önsöz’ünde şöyle yazmış: “Kâr amaçlı sağlık kuruluşları, şirketler ve onlarla birlikte çalışan sağlık otoriteleri özellikle de erken teşhis arayışı başta olmak üzere genelde insanların yoğunlaşan taleplerini kendi çıkarları yönünde müdahale edebilecekleri bir zemin olarak kullanabilmektedir. Böylelikle örneğin hipertansiyon, şeker hastalığı, kolesterol yüksekliği, kemik erimesi gibi alanlarda teşhis kriterlerinde oynama yaparak “tedavi” gerektiren milyonlarca yeni “hasta” oluşturabiliyor, erken teşhis arayışı ile yaygın şekilde kullanılan tarama yöntemleriyle “beklenmeyen/tesadüfi tümörler”i “teşhis” ederek birçok insanı yıllarca boşuna takip ve belki de “tedavi” edilecek yeni “hastalar” haline getirebiliyor.”

Aşırı Teşhis’te erken teşhisin dikkatli bir gözün fark edilebileceği “iki yanı keskin bir kılıç” olma durumuna işaret ediliyor. Bu da “sağlıklı şüphecilik” olarak adlandırılıyor. Aşırı Teşhis’in sayfaları bazen ironik, bazen istatistiklerle desteklenmiş radikal bir itirazı barındırıyor. Eleştiriye de eleştirel bakılabileceğini belirterek, en azından sağlık sistemini eleştirmeye cesaret edebilecek cesarete sahip bir sağlık kitabı olmasından dolayı Aşırı Teşhis çok değerli ve kafa açıcı.

AŞIRI TEŞHİS, Dr. H. Gilbert Welch, Dr. Lisa M. Schwartz, Dr. Steven Woloshin, Çev. Akif Akalın, İNSEV Yayınları, 2013.

Tütünün Öyküsü (Ekin SAĞLAM)

Türkiye’de Tütün: Reji’den Tekel’e; Tekel’den Bugüne… Türkiye’de ve Samsun özelinde üç yüzyıla dağılmış olan tütün öyküsünü, tüm aktörleriyle birlikte aktaran, eleştirerek çözümleyen ve halkımızın toplumsal belleğinin canlanmasına katkı yapan bir kitap. Prof. Dr. Korkut Boratav sunuş yazısında kitabı şu sözlerle değerlendiriyor: “Türkiye toplumunun kapitalist dünya sistemiyle eklemlenmesinde, bağlantılarında gerçekleşen ana aşamalar, Nuray Ertürk Keskin ve Melda Yaman tarafından ‘tütün’den bağımsız olarak, kısaca da olsa, betimleniyor. ‘Tütün’ öyküsünün anlatılacağı kritik dönüm noktaları, böylece belirlenmiş oluyor: Osmanlı toplumunun emperyalizme bağımlı bir gelişme sürecine savrulması, Cumhuriyet’in Osmanlı mirasını aşma, tasfiye çabaları ve altmış yıl sonunda Türkiye’nin dünya kapitalizmi ile yeni bağımlılık ilişkileri oluşturarak (ve neo-liberal çerçevede) bütünleşmesi…

Bu üçlü ayrışma, her aşamada tütün ile bütünleştirilerek anlatılıyor; geliştiriliyor; çözümleniyor. Böylece Osmanlı toplumunun bir yarı-sömürgeye dönüşümünü Reji düzeni; Cumhuriyet’in ekonomik bağımsızlık ve sanayileşme arayışlarını Tekel modeli; neo-liberalizme geçişi ise desteklemenin tasfiyesi ve özelleştirme temsil ediyor. …Keskin ve Yaman, araştırmalarını ‘toplumsal belleğin yeniden canlanmasına yardımcı olması’ amacıyla yaptıklarını ifade ediyorlar. Tütün ile bağlantılı toplumsal tarihin ana aktörlerini bu nedenle ayrıntıyla anlatıyorlar. Bunlar, tütün çiftçileri, ‘tütüne giden kızlar’, bu ürünün üretiminde, işlenmesinde, sigaraya dönüştürülmesinde değer yaratan emekçilerdir. Tefeci, tüccar, fabrikatör olarak tütünde yaratılan artı-emeğe el koyan yabancı, bazen yerli sermayedir. Reji, Tekel, BAT (British American Tobacco) yönetimleridir. IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’deki heyetleridir. Bunların hazırladığı programları hayata geçiren, Tütün Kanunu’nu çıkaran, özelleştirmeyi başlatan siyasi iktidarlar, Özelleştirme İdaresi’dir. Yok edilen tütüncülüğün, özelleştirmenin, 4/C’nin mağdurları ve direniş eylemcileridir.”

Yazarlar, araştırmayı dört tür kaynak üzerinden yürütmüş: Mevzuat ve araştırma yayınları, arşiv belgeleri, görüşmeler; süreli yayınlar. Şimdiye dek son derece sınırlı kullanılmış olan Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleri ile Fransa Ulusal Arşivi yazarların özgün verilere ulaşmasını sağlamış. Samsun ve Bafra’daki görüşmelerle de güncel bilgiler üretilmiş. Bu özelliğiyle kitap, Samsun ve tütün üzerine sözlü tarih çalışması niteliği de taşıyor.

Türkiye’de Tütün: Reji’den Tekel’e; Tekel’den Bugüne Türkiye’de tütün sektörünün geçmişine dair toplumsal belleğin muhafazasına ve kamu yararına politikalar oluşturulmasına katkı sağlarken, diğer yandan da içerdiği özgün verilerle siyaset tarihi, iktisat tarihi, kamu politikaları ve sosyoloji alanları başta olmak üzere birçok alan açısından bir temel kaynak olma özelliği taşıyor.

TÜRKİYE’DE TÜTÜN, Nuray Ertürk Keskin - Melda Yaman, Notabene Yayınları, 2013.

Eşikleri Anlatan Bir Kitap (Mehmet Fırat PÜRSELİM)

Bazı kitapların şehirleri olduğuna, o kitabın içine en çok kendi şehrinde girilebileceğine inanırım. İçeri Girmez Miydiniz’le birlikte bir de İzmir bileti alıyorum. Ama okumak aceleye gelmediğinden otobüsü tercih ediyorum. Zaten varmaktan daha önemlisi yolda olmak değil midir? Yol zenginleştirir bizi, büyütür, öğretir. Gece otobüse biner binmez ışığımı açıp Saide’nin yalnızlığını okuyorum. Birkaç sayfa daha çevirip Usulca ve Yalnız’ı bitiyorum. Kitabı göğsüme bastırıyorum, ışığı kapatıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Neslihan Önderoğlu’nun babasını düşündüğü gibi bir baba olarak ben de kızımı düşünüyorum. Akan yola dalıyorum, kayboluyorum.

Ancak feribotla Marmara’dan geçerken esen rüzgârla biraz kendime geliyorum. Denizin ortasında, Halıdaki Rus Lekesi ve Refakatçi’nin orta yaşlı kadınlarını okurken, yanımda cıvıldaşan gençlere bağıran ben yaşlara bir adamın sesine kafamı çeviriyorum. Gözleri öfke dolu, elleri yumruk. Araya giriyorum, adama çay ısmarlıyorum, çocukları susturuyorum. İki yudumda çayı bitiren adamın öfkesinin aslında gençlere değil, geçip giden bir daha da gelmeyecek olan gençliğine olduğunu anlıyorum.

Feribottan indikten sonra rastgele bir sayfa açıp okumaya başlıyorum. Kaptanın tepelerdekiler dâhil tüm ışıkları kapatması üzerine cep telefonumun ışığında, sıkıntıyla bitiriyorum Bozkır Sıkıntısı’nı. Dışarıda verimli meyve bahçelerinin, zeytinliklerin yanından geçerken içimde bir bozkır sıkıntısı büyütüyorum. “Burada mekân geniş, zaman dardır, demişti. Bazen bir iç sıkıntısından kaçmanın en iyi yolunun başka bir sıkıntıya sığınmak olduğunu anlamıştı. Aramızda tuhaf bir yakınlık, sözsüz bir anlaşma hali, bir tür kader birliği vardı sanki. Geldiğimden beri bir kez oturup uzun boylu konuşmamış, birbirimizin içini görmeye çalışmamıştık. Yıllar sonra uzak bir ilk gençlik arkadaşının yanına beni atan rüzgârı ne o anlamaya çalışmış, ne de ben anlatmaya can atmıştım.” Satırlarının altını kalemle çiziyorum, ölgün ışıkta defalarca okuyorum. Bu yolculuğun sadece sıkıntılarımdan kaçmak için olduğunu düşünüyorum. Sonra öyküde altını çizdiğim bir başka yere tekrar göz atıyorum. “Lojmana kadar hiç konuşmadan yürüdük. Bedenimiz ağırlaşmış, omuzlarımız çökmüş, içimizden geçen bütün soruları susturarak, konuşmanın utanç duvarından kendimize bir geçit açarak yürüdük. Tek bir sözcük bile bizi akıl almaz bir yolculuğa çıkaracak, varlığımızı geri dönülmez biçimde değiştirecekti. Oysa her şey olduğu gibi kalmalıydı; ben, Necdet, mavi kadın, mavi ölü gözlü Hasan, bacağı sargılı köpek, köy kahvesinin camındaki toz, ağustos böcekleri, olduğu gibi. Dünya, olduğu gibi.” Camdaki toza bakıyorum, yerinde olduğunu görüyorum, rahatlıyorum. Gözlerimi kapatıyorum.

Susurluk’taki mola yerinde uyanıyorum. Ayılmamış ağzımdan Heb-lu-leb sözleri çıkıyor. Tost ve ayran eşliğinde babalar ve oğullar arasındaki bitmeyen çatışmayı anlatan öyküyü okuyorum. Mola yerinin çok satan kitaplardan oluşan sergisine göz gezdirirken anonsu duyuyorum. Otobüste bu kez televizyonu açıyorum. Akşamki maçın özetini seyrediyorum. İki sıfır yenmişiz, keyifle kitaptaki aynı adlı öyküyü okumaya girişiyorum. Önce gözüm sonra aklım ekrandan kopuyor, kadın erkek ilişkisi üzerine yazılmış en güzel öykülerden biri bu. O kadar gerçek, doğrudan, süssüz ki, basitliğinden gelen ustalık karşısında saygıyla eğilesim geliyor. Yanımdaki yaşlı adamın bana baktığını görünce başımı hafifçe yana yatırmakla yetiniyorum.

Manisa’ya yaklaşırken aydınlanmaya başlamış olan gökyüzüyle karşılaşıyorum. Yanımdaki koltuktaki adam inmiş ama koltuğun cebinde bir defter unutmuş. Muavine fark ettirmeden karıştırmaya başlıyorum. Bir günlük bu. Trampa öyküsündeki ölmek üzere olan yaşlı adamın köpeğini güven telkin eden lokantacı kadına bırakması gibi adamın da günlüğünü bana bilerek bıraktığını düşünerek çantamın içine atıyorum. Hem kitabı bitirmek istiyorum hem de İzmir’e bir şey kalmayacak diye endişeleniyorum. En sonunda dayanamayıp Tersyüz ve Bir Prenses Masalı’nı da okuyuveriyorum. Biri ölüm diğeri aldatma neticesinde son bulan evliliklerin ardından yaşananları anlatıyor. İkisinde de yazar düşünülmemiş olanı düşünüyor. ‘Hayata tersten bakarak gideni geri getirmek mümkün mü? Bize ait olan insana sarılmamız, dokunmamız, vücudumuzdan parçaları bırakmamız yaşam alanlarımızı işaretlemek için mi?’ sorularıyla otobüsten iniyorum.

Kemeraltı’ndan gevrek aldığım gibi soluğu Kordon’da alıyorum. Seyyardan aldığım demli çay eşliğinde kalan son öyküyü denize bakarak okuyorum, İçeri Girmez Miydiniz?

Kitabı kapatıyorum. Son cümleyi aklımdan geçiyorum. “Dışarı çıkıyorum. Uzun, dar sokaklardan sahile, Alsancak’a doğru yürümeye başlıyorum. Yarım bir ay gökyüzünde parlıyor. Denizin ortasında hâlâ limana yanaşmayı bekleyen bir gemi var.” Denize bakıyorum, kış ortasında içimi ısıtan havayı kucaklıyorum, gevreğimi keyifle ısırırken iyi ki bu kitabın peşine takılıp İzmir’e gelmişim, diyorum.

İçeri Girmez Miydiniz, gitmekle kalmak, mutlulukla hüzün, kavuşmakla ayrılmak, kadınla erkek arasında salınan, kapı eşiklerini anlatan bir kitap. Arada kalma sıkıntılarını, acıları yüceltmeden, ince bir alayla hınzır bir zekâyla anlatıyor. Kapıyı açıp, içeri girmez miydiniz, diyerek kenara çekilen sakin, olgun, derinlikli bu öykü kitabını, bir başkasına farklı kapılar açsın diye, bankın üzerine bırakıp Kordon boyunca yürümeye başlıyorum.

Neslihan Önderoğlu, İçeri Girmez Miydiniz?, Alakarga Yayıncılık, Öykü, 117 Sayfa, Aralık 2012

Esniyorum, öyleyse varım! (Funda DEMİR)

Prenseslerin çocuk olduğunu ne ara unuttuk bilmiyorum. Süslü püslü elbiseleri, yatağın altındaki bezelyeyi, öpücük konduran prensleri de biz uydurmadık mı? İstediğimiz forma sokmak zor olmadı gerek, yüzyıllardır bütün masallar aynı şeyi söylüyor. Bildiğim bir çok prensesli hikaye arasından sıyrılan şapşahane bir kitaptır bugün bahsi geçecek olan; "Bütün Gün Esneyen Prenses"

Sarı sarayın altın saçlı kralı ve bütün gün esneyen prensesin öyküsü oldukça eğlenceli bir kitap. Kızı esnemekten başka bir şey yapmayan kralın derdi büyüktü. Prenses esnerken ağzını o kadar çok açıyordu ki; sinek ve kelebek yutmuşluğu vardı. Üstelik esnemek bulaşıcı bir eylem olduğundan prenses esnedikçe, kral,kraliçe, bakanlar ve bütün saray esniyordu. (ilginçtir an itibariyle esnemek bu yazıyı yazanı da ele geçirdi, okuyandan uzak dursun) Prensesin neden esnediğini bulmaya çalışan kral, önce acıktığını düşündü. Dünyanın dört bir yanından en leziz yemekleri getirtti. Söylemesi ayıp prenses tıka basa yedi. Sonuç nafile, esnemesi geçmedi. Prensesin uykusunun olduğunu düşünen kral onun için kuştüyünden bir yatak hazırlattı. Yatağına güller serpip, en güzel ninnileri söylemesi için ülkenin en iyi müziyenlerini buldu.

Prenses bütün gece deliksiz bir uyku çekti. Ama sabah uyanır uyanmaz esnemeye başladı. Prensesle beraber, kral,kraliçe, bakanlar ve tüm saray esniyordu tabii. Son olarak prensesin canının sıkıldığını düşünen kral en güzel fıkraları anlatan sarı bir fil getirdi. Ancak prenses hâlâ esniyordu. Komşu ülkelerden şifacılar prensesin derdine derman olmaya çalıştı, ama hiç biri başaramadı. Sonra bir gün prenses bahçede yürürken sarayda çalışan uşaklardan birinin oğlunu gördü ve yanına gitmek istedi. Prenses yanına gelmek isteyince heyecanlanan çocuğun ayakları birbirine dolandı ve fıskiyeli havuza düştü. (Fiskıyeyi kıran da bu heyecanlı gençmiş meğersem)

Prenses mağduru zavallı garibim genç kendini zar zor havuzdan kurtardığında ağzında bir balık, kulaklarında yengeç sallanıyordu. Bunu gören prenses öyle çok, öyle çok güldü ki; sonunda esnemeyi unuttu. Prensesle birlikte bütün saray halkı da esnemeyi unutmuştu. Heyecanı giderek artan çocuk "zür ırim rpenses" demişti. Bu dili dolananların dilinde "özür dilerim prenses" demekti. Çocuk konuştukça kız daha çok güldü. Kıza kutu içinde bir kurbağa hediye eden çocuk, sonra onu çekirge yakalama, tepelerden aşağıya yuvarlanma, terkedilmiş şatoda hayalet arama, göle dalma, elim sende oynama gibi bugüne kadar yasaklanan bütün oyunları oynamaya davet etti. O güne kadar esnemesi durmayan prenses artık özgürdü.

Uzaklarda aradığı şifayı çocukluğunu hatırlayarak bulan "Bütün Gün Esneyen Prenses" Carmen Gil tarafından yazılıp Elena Odriozola tarafından resimlendi. 4-9 yaş arası çocuklara hitap eden kitap Redhouse Kidz Çocuk Kitapları tarafından basıldı. İspanya Kültür Bakanlığı resimli çocuk kitabı dalında ikincilik ödülü olan "Bütün Gün Esneyen Prenses" in resimlerine bakmaya doyamayağınızı hatırlatır, keyifli okumalar dilerim.

Bütün Gün Esneyen Prenses
Carmen Gill
İllustratör: Elena Odriozola
Çev. Esin Güngör
Redhouse Kidz, 2007