Dosya: Mesleklerin Proleterleşmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya: Mesleklerin Proleterleşmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Proleterleşen Öğretmenlik (Haldun ALKANAT)

Geçtiğimiz yılın Kasım ayında öğretmenler günü öncesi ve sonrasında arka arkaya bazı araştırmalar yayımlanmaya başladı. Eğitim-İş’in araştırmasına göre her on öğretmenden yedisi mesleği bırakmak istiyor, yüzde yetmiş üçü ise aldığı ücreti yetersiz buluyor. Türk Eğitim Sen’in araştırmasının sonucu ise öğretmenlerin yüzde seksen dokuzunun borçlu, yüzde altmış yedisinin ise tükenmişlik sendromundan muzdarip olduğunu ortaya koydu.

Bu araştırmalar eğitimde yaşanan 30-35 yıllık dönüşüm serüveninin öğretmenlerde karşılığının nasıl olduğu sorusuna verilen basit bir yanıt aslında. Yine de bu topraklarda son yıllara kadar neoliberalizmin tahrifatlarının öğretmenleri proleterleştirmesinin yeterince araştırıldığını söyleyemeyiz. Eğitimde yaşanan değişimin genel betimlemesine o kadar yoğunlaşıldı ki, eğitimin paydaşlarının yaşadığı sıkıntılar gözden kaçırıldı. Öğretmenlik mesleğindeki dönüşüme dikkat çekilmesi için 2014’ü beklememiz gerekti. Geçtiğimiz yıl, bahsedilen araştırmaların kamuoyuyla paylaşıldığı günlerde, iki kitap raflarda yerini aldı: Ahmet Yıldız’ın derlediği, “İdealist Öğretmenden Sınava Hazırlayıcı Teknisyene-Öğretmenliğin Dönüşümü” ve Orkun Saip Durmaz’ın Emek Süreci ve Yeniden Proleterleşme alt başlığıyla yayımlanan “Öğretmen Olmak”.

Vasıfsızlaştırma ve İtibarsızlaştırma

Her iki kitabın ortak noktası öğretmenlikte yaşanan dönüşümün neoliberal politikaların sonucu olduğunu ortaya koymaları. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarla başlayan neoliberalleşme süreci diğer pek çok alanda olduğu gibi eğitimin anlamında büyük bir değişikliğe neden oldu.

Durmaz’ın ifadesiyle “serbestleşme özelleştirme ve kamu harcamalarının kısılması ile deregülasyona dayanan bu üç ayaklı makro ekonomik politikaların ana doğrultusunun 24 Ocak1980’den bu yana değişmediğini söylemek yanlış olmayacaktır.” Neo-liberalizm, kamusal eğitim anlayışının dağıtarak, gün geçtikçe esnek çalışmaya başlayan işgücünün eğitilmesini sağlayacak, tüketiciliği bir yaşam biçimi olarak benimsemeyi kolaylaştıracak, piyasaların eğitim alanını işgalinin yolunu açacak düzenlemeler yaparak, eğitimin anlamında büyük bir tahrifat yarattı.

Eğitimdeki dönüşüm, bilgiye ulaşma ve eğitim alma hakkına yapılan bütünlüklü bir saldırıyı beraberinde getirdi. Bilgiye ulaşmanın bunca çeşitlendiği çağımızda, okullar, bilgiye ulaşma ve bilgiyi iletmede önemini kaybetmiş kurumlar olarak görülüyor. Bunun sonucunda öğretmen çalışmasının farklı bir yöne girmesi kaçınılmaz. Ahmet Yıldız’ın “Öğretmenin Dönüşümü”nün ilk makalesinde belirttiği gibi, devrim dönemlerinin dönüştürücü ajanı öğretmenin sınav hazırlayıcıya, değişen eğitim teknolojileriyle birlikte akıllı tahtaların, online eğitim materyallerinin bir dişlisi haline gelecek itaatkar teknisyenlere dönüşmesinin yolu açıldı. 1980’den günümüze yaşanan süreçte her geçen gün eğitimde niteliksizleşme, öğretmenlik mesleğinde ise vasıfsızlaşma ve itibarsızlaştırma yaşandı.

Esnek Çalışma

Yine her iki kitabın vurguladıkları ortak nokta esnek üretim biçimlerinin ve özelleştirmenin hâkim olmaya başlamasıyla birlikte öğretmenlerin çalışma hayatlarında köklü değişiklikler olması durumu. Okullardaki hizmetlerin (temizlik işleri, yemekhane, fotokopi vs.) özelleştirilmesiyle başlayan bu süreç, giderek öğretmenlere doğru genişledi. Okullardaki hizmetleri veren emekçilerin geçici, yarı zamanlı olarak işe alınmaları, iş güvencesinden yoksun olarak çalıştırılmaları bir süredir devam eden uygulamalar olarak kayda geçilmeli.

Öğretmenlerin esnek çalışmanın göstergelerinden biri ücretli öğretmenlik uygulamasının yaygınlaşması. Sözleşmeli öğretmenliğin 2011’de kaldırılmasından sonra, ücretli öğretmenlik yaygın hale getirilmiş, dahası, pedagoji eğitimi almamış, usta öğretici sıfatıyla çalışan yeni bir eğitimci grubunun çalışma alanları artırılmıştı. Ücretli öğretmenliğin tüm branşları kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasıyla birlikte, kamuda öğretmenlik güvencesizliğe sürükleniyor.

Ücretlerin Düşüşü

Öğretmenliğin itibarsızlaşmasının sebeplerinden biri de ücretlerdeki düşüş oldu. Özellikle 1980 sonrası dönemde, öğretmenlerin yoksullaşmasının, tüm toplum kesimleri tarafından hissedilmesi tesadüfî değil. 12 Mart 1972 darbesiyle düşmeye başlayan reel ücretler, 1980 sonrasında dibe vurmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelindiğinde ise öğretmenlerin ücretleri 1980’li yılları bile aratacak düzeye indi. Ki ücretli öğretmenler göz önüne alındığında ücretlerdeki düşüşün vahim düzeyde olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Özel okul ve dershanelerdeki durum ise daha karmaşıklaştı. Dershanelerde öğretmenlerin emeğinin hem yoğun ders saatleri hem de düşük ücretle sömürülmesi bilinen bir durum. Özel okullarda ise öğretmenlerin hem yüksek saatlerde derse girmesi hem de düşük ücretlerle çalıştırılmasının önüne geçilmişti. Ta ki 2014’e kadar: 2014 yılında Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler öğretmenlerin çalışma koşullarının zorlaştırılmasında önemli bir adım oldu. Madde 26-4’te haftada en fazla 15 saat aylık karşılığı, 15 saat ücret karşılığı derse girme şartı “haftada en fazla aylık karşılığı 20 saat, ders saati ücretli 20 saat olmak üzere toplam 40 saate kadar ders okutabilir.” şeklinde değiştirildi. Aynı zamanda yönetmelikte resmi kurum öğretmenlerinin ücretlerinden daha az aylık ücret ödenemez ibaresi kaldırıldı ve öğretmen ücretleri özel okul yöneticilerinin insafına bırakıldı.

Sonuç Yerine

Bu kısa yazı kapsamında her ki kitabın değindiği her noktayı özetlemek olası değil ama şunu söyleyebiliriz: Eğitimde yaşanan dönüşümler sistemin tüm paydaşları açısından yıkım anlamına geliyor. “Öğretmenliğin Dönüşümü”  ve “Öğretmen Olmak” kitapları uluslararası literatürde bir dönemdir tartışılan ama ülkemizde sınırlı şekilde dillendirilen bu değişim sürecini ele alarak, önemli bir eksikliği dolduruyor. Bu kitaplar her geçen gün piyasaya terkedilen, ahlak eğitimi adı altında gericileştirilen, sınav baskısı ile niteliksizleştirilen eğitimin bu cendereden çıkarılmasının bir yolunun öğretmene hak ettiği değerin verilmesinde olduğunu hatırlatıyor.

ÖĞRETMENLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ, Hazırlayan: Ahmet Yıldız, Kalkedon Yayınları, 2014.
ÖĞRETMEN OLMAK, Orkun Saip Durmaz, Yayınevi, NotaBene Yayınları, 2014.



Mühendisler ve Toplumsal Değişim (Mutlu ARSLAN)

Tarih, toplumsal bir yaratı olsa da, tarih yazımı daima egemen kesimlerin elinde tuttuğu bir ayrıcalık olmuştur. Bu nedenle, bizlere “tarih” diye aktarılanlara şüpheyle yaklaşmak zorundayız. Kahramanlık hikâyelerinden, komplo teorilerinden ve iktidar güdümünden arındırılmış bir bakış açısı, tarihe asıl şeklini veren toplumsal mücadeleleri daha net görmemizi sağlayacaktır. Bir toplumun tarihine ilişkin bilgilerin güvenilirliğini sınamanın en kolay yolu ise o toplumun demokrasi geleneğine bakmaktır. Çünkü ezilen sınıfların siyasal ve toplumsal gelişmelere yön verme kapasitesi arttıkça, gündelik deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarma gücü de artmaktadır. Bu nedenle farklı toplumsal kesimlerin özgün tarihsel gelişimlerinin incelenmesi, toplumsal gelişmelerin yarattığı dönüşümü anlamamız açısından önemli veriler sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında 18. yüzyıldan itibaren bu coğrafyada yaşanan modernleşme çabalarının merkezinde yer alan mühendislerin ve mühendisliğin içinden geçtiği dönüşümü izlemek, toplumsal gelişmemizin bütünü kavrayabilmemiz açısından ufuk açıcıdır.

Türkiye’de mühendisliğin ve mühendislerin yaşadığı dönüşüme ilişkin araştırma ve incelemelerin büyük çoğunluğu ülkemizdeki TMMOB ve bağlı odaların dönem dönem gerçekleştirdiği üye profili anketlerine dayanmaktadır. Bunların arasında belirli bir kavramsal çerçeveye yaslanarak toplumsal değişimi yorumlayan bazı örnekler öne çıkmaktadır. Ali Artun’un 1999 yılında yayınlanan “Fordizm ve Mühendisin Dönüşümü” ve Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü’nün 2000 yılında yayınlanan “Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik: Türkiye’de Mühendisler, Mimarlar” kitapları mühendislik alanındaki alan araştırmalarının iki önemli örneği olarak öne çıkmaktadır. Bunların yanında Nilüfer Göle’nin 1986 tarihli  “Mühendisler ve İdeoloji” başlıklı çalışması da mühendislik ve toplumsal gelişme ilişkisini yansıtan öncü bir çalışma olarak değerlendirilebilir.

Türkiye’de mühendislerin toplumsal statülerinin izleği, Türkiye’nin toplumsal siyasal dönüşümünün takip edilebilmesi için önemli veriler sağlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında genç cumhuriyetin kök salabilmesini sağlayacak “modernleştirici akıl” olarak algılanan mühendisler, devletten ayrıştırılamaz bir görünüm içerisindedir. Bu tutum, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yaşanan gelişmelere paralel olarak değişmeye başlamıştır. Gerek sanayileşme yolunda atılan adımlar, gerek ülkedeki siyasal gelişim, gerekse de Türkiye’deki kapitalizmin örgütleniş biçiminde yaşanan dönüşüm nedeniyle mühendislerin devletle aralarındaki bağ gevşemiştir.

Mühendislerin her anlamıyla bağımsız toplumsal özneler haline geldiği bu dönemde öne çıkan “kalkınma fikri”, mühendisleri “kalkınma idealinin taşıyıcısı” haline getirmiştir. “Teknik aklın” ekonomik ve sosyal göstergelerin iyileştirilmesi için kullanılmasının toplumsal kalkınmayı sağlayacağı anlayışı, mühendisler ile kalkınma arasında yakın bir ilişki doğmasına neden olmuştur. Böylelikle 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca mühendisler, devlet ricali ile geniş halk kesimleri arasında “ayrıcalıklı bir aracı” konuma gelmiştir. Bu ayrıcalıklı statü “mühendislerin çıkarları” ile “devletin çıkarları” arasındaki açının giderek büyüdüğü 1960’lı yılların sonuna kadar korunmuştur.

Mühendisler bu ayrıcalıklı konumlarıyla, “siyaset içinde olup siyasetçi görülmemeyi”, “üretim içerisinde yer alıp üretici görülmemeyi” kendi zümrelerinin bir “özniteliği” olarak görmüşlerdir. Bu nitelik 1970’li yıllardan itibaren dönüşüme uğramıştır. Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı altın çağın sona ermiş olması, altın çağın gözdeleri olan mühendislerin toplumsal ve ekonomik statülerinin de sonu olmuştur. Mühendis sayısı hızla artarken iş olanaklarının azalması, mühendislerin gelirlerinin azalmasına ve çalışma koşullarının kötüleşmesine neden olmuştur.  Çalışma alanındaki ve yaşam koşullarındaki bu hızlı “işçileşme”, fikri ve ideolojik alana da yansımıştır.

Mühendisler, her anlamıyla işçi sınıfıyla kader bağı içinde olduklarının farkına varmışlardır. Bir önceki dönemin ayrıcalıklı aracıları, artık devrimci öncüler olarak toplumsal mücadelenin ön saflarına geçmişlerdir. Teknik elemanlar da artık DİSK üyesi işçiler, TÖS üyesi öğretmenler ve DEV GENÇ’liler gibi alanlara çıkmaya başlamışlardır.  Personel Yasası, teknik elemanların statüsü ve ekonomik hakları gibi başlıklar üzerinde yürüyen bu dönemdeki mücadelede, miting ve yürüyüşlerin yanı sıra boykot, forum gibi farklı mücadele araçları da kullanılmıştır.

1970’li yıllarda kapitalist ülkelerde birbiri ardına ortaya çıkan krizler, 2. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan “Refah Devleti” politikalarının sürdürülemez hale gelmesine neden olmuştur. Özellikle petrol fiyatlarındaki keskin artışlar, petrol bağımlısı pek çok ülkede “stagflasyon”, “bütçe açığı”, “cari işlemler açığı” gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ekonomide yaşanan bu kriz, bütün olarak “yönetim zihniyetinin” ve “toplumsal kuruluşun” da aşınmasına neden olmuştur.

Türkiye’de ilk olarak 24 Ocak 1980 kararlarıyla gündeme gelen neo-liberal politikaların gerçek mahiyetiyle uygulamaya konulması ise 1983 yılı sonrasında Turgut Özal’ın iktidar olmasıyla başlamıştır. Darbenin toplumsal muhalefeti tamamıyla etkisiz hale getirmesini avantaja çeviren Özal, kısa zaman içinde neo-liberalizmin ekonomik, hukuki ve siyasi altyapısını oluşturmayı başarmıştır. Dünya çapında yaşanan yeniden yapılanma süreci, 1990’lı yılların başında sosyalist bloğun çözülmesi ve reel sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla hızlı bir eklemlenme gerçekleştirmiştir. Neo-liberalizmin “küreselleşme”, “sınırsız dolaşım”, “tam rekabet”, “liberal demokrasi” söylemleri bu süreçte pekişmiş ve gücünü arttırmıştır.

Yaşanan toplumsal siyasal dönüşüm, Türkiye’deki mühendislerin yaşam tarzlarına, ekonomik durumlarına ve toplumsal algılarına da yansımıştır. 1960’larda devlet bürokrasisiyle ve kalkınma idealleriyle, 1970’lerde “emek mücadelesiyle” ve “toplumcu ideallerle” özdeşleştirilen mühendisler, 1980 sonrasında “ihalelerle” ve “köşe dönme idealiyle” özdeşleştirilir hale gelmiştir.

Mühendislerin işçi sınıfı içerisindeki öncü devrimci rolü de 80’li yıllardan itibaren fiilen ortadan kalkmıştır. Neo-liberal politikalar, 1980’li yıllardan itibaren mühendislerin “nitelikli emek” vasıflarını görünmez hale getirmeye başlamıştır. Mühendis emeğinin niteliksizleştirilmesini takip eden 2000’li yıllarda mühendislerin karşı karşıya kaldıkları yeni durum ise “işsizleşme” tehdidi olmuştur. Mühendis sayısının hızla artmasına paralel olarak yaşanan “mesleki değersizleşme”, mühendislerin her türden teknik ayrıcalığını ortadan kaldıran bir düzeye erişmiştir. Teknolojik tekelleşme ve merkezileşmede yaşanan yoğunlaşma, teknik elemanlar açısından bir “farksızlık eşiği” ve “tekniğe duyarsızlaşma” yaratmıştır. Yaşanan bu dönüşüm, mühendislerin kaderini diğer çalışan kesimlerle daha da ortaklaştırmıştır.

KAPİTALİZM, İNSANLIK VE MÜHENDİSLİK: TÜRKİYE’DE MÜHENDİSLER, MİMARLAR, Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü, TMMOB Yayınları, 2000.



Hekimliğin Politik-Ekonomisi (Kansu YILDIRIM)

Hekimlik, tarihsel ve toplumsal olarak, gerek ilgilendiği alan gerekse inceleme nesnesi açısından özgül bir mesleki süreçtir. Geçmişteki pratik deneyimleri, günümüzdeki teknolojik yeniliklerle sentezleyerek ilerlemesinden ötürü, diğer iş kollarından farklıdır. Hekimler, tıbbi literatürü takip etmek zorunda olduğu kadar, tıp alanındaki son gelişmeleri, vakaları, tedavi ve/veya cerrahi işlemlerle ilgili çıkan araştırmaları izlemekle yükümlüdür. En önemlisi, inceleme nesnelerinin insan bedeni/insan sağlığı olması bakımından, tıp hukukuna da vakıf olmaları beklenmektedir. Kısacası hekimler, bilimsel yayınlar, hukuki prosedürler, teknolojik teçhizatlar, yazılım programları, vs. gibi pek çok alanda tam donanımlı birer meslek mensubu olarak iş sürecinde yerlerini alırlar.

Hekimlik mesleğinin özgüllüğü yetişme anından itibaren başlar. Teorisyenliğin (hastalıkları saptama, vakaları yorumlama, yeni tedavi yöntemleri geliştirme, vd.) ve pratisyenliğin (tedavi sürecine başlama, izleme, hastalıkla mücadele, vd.) bir arada bulunduğu tıp alanında, tıp öğrencileri genç yaşlardan itibaren meslekin inceliklerine haiz olurlar. Teknik ifadeyle söylersek, mesleki bilgi tekeli oluşturulmaya başlar. Tıp öğrencileri ilerleyen aşamalarda seçtiği branşlara göre mesleğin teorisyenliğini ve pratisyenliğini kavrar; vakaya ve hastaya dair bir perspektif kazanır. Mesleki bilgi tekeli, hekimlere eşzamanlı olarak otonom bir alan da kazandırır; bir hekim hastasının şikâyetine dair inisiyatif alacağı aşamaya geçer. Literatüre, örnek vakalara, deneyimlerine, hastalığın seyrine göre kendi kararıyla bir tedavi prosedürü belirler.

Hekimlerin mesleki bilgi tekelinden kaynaklı mesleki özerklik kazandığı süreç, hekimliği profesyonel meslekler kategorisine dâhil eder. Teorisyenliği ve pratisyenliği destekleyen mesleki hüner ve beceri (örn. bir beyin veya göz cerrahının ameliyat kabiliyeti), hekimliği sembolik sermaye ağırlıklı bir mahiyete büründürür. Ne var ki, üretim ilişkilerinin seyri ve ücretli emek sömürüsünün toplumda yaygınlaşması ve derinleşmesi, hekimlik mesleğinin bilgi tekelini parçaladığı gibi, özerklik alanını da dağıtır. Üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi ile birlikte meslekte manifaktürün/zanaatkârlığın ve usta-çırak ilişkisinin gerilemesi de söz konusudur. Ata Soyer’in “Sağlığın Siyasal Ekonomisi: Hekim / Sağlıkçı Emek Tartışmaları” kitabında belirttiği gibi yapısal bir süreç bunu dayatmaktadır. “Hastalıkların yapısı” ve “beden algısı” değişmekte; “iletişim alanında devrim niteliğinde” gelişmeler yaşanmakta; ekonomik ve politik nedenlerden ötürü “hastaların hekimlere duyduğu güven duygusu” azalmaktadır. Ayrıca nüfusun artışına paralel olarak “hekim sayısının artması”, “hekimlerin etkinlik alanının azalması”, “hekimlerin meslek örgütlerinin zayıflaması” gibi bir dizi olay ve olgu, mesleğin geleceğini biçimlendirmektedir.

Ata Soyer’in vurguladığı kritik noktalardan bir diğeri, küreselleşme ve devletin yeniden düzenlenmesidir. Uluslararası sermayenin sağlık alanındaki etkinliğini arttırması, kapitalist devletin sunması gereken temel kamu hizmetlerinin niteliğini ve modelini, sermaye lehine değiştirir. “Piyasanın sağlık dâhil, ekonomik ve toplumsal alanda daha çok söz sahibi olması, sermayenin bu alanlardaki payının ve egemenliğinin artması anlamına geliyor” diyen Soyer, “tüketici yaklaşımının sağlık alanında” belirleyici olduğunu ekler. Devlet, hastalığa yol açan faktörleri ortadan kaldırmama tutumu sergilemeye başlar; Navarro’dan aktaran Soyer, “hastalık ve tedaviye ayrılan bütçe, korunma ve sosyal politikalara yönlendirilir” der. Tıp alanındaysa ofansif tıptan defansif tıbba doğru bir gerileme yaşanmaktadır.

Sağlık sisteminin kamu ayağındaki değişim, özel sektörü de doğrudan etkilemiştir ve neredeyse topyekûn bir formda sağlık alanındaki çalışma rejimi dönüşmüştür. Örneğin koruyucu tedavi hizmetlerinden sorumlu sağlık ocakları hukuki düzenlemeyle tasfiye edilmiştir; sağlık ocaklarındaki pratisyen hekimler, aile hekimliği statüsüne taşınmıştır. Statüleri karmaşık olmakla birlikte, yarı-kamu görevlisi sayılabilecek aile hekimleri, esasında, işyeri maliyetlerini cebinden karşılayan sermayedar formunda kendi hesabına çalışan hekimlere dönüştürülmüştür. Yahut özel sektörde, ikinci veya üçüncü basamakta çalışan bir uzman hekim, hastanenin kar edebilmesi için üzerinde kurulan ciro baskısı nedeniyle özel bir kurumda çalışan memurlarla aynı kaderi paylaşır hale gelmiştir. Kamuya nazaran yüksek ücretlerle istihdam edilseler ve mesleki bilgi tekeline sahip olsalar bile, aynı kurumdaki bir taşeron işçi gibi mesleki açıdan güvencesiz konumdadırlar.

Özel sektörde, küçük veya büyük ölçekli işletmelerde çalışan hekimler, tam anlamıyla proleterleşme süreciyle karşı karşıyadırlar. Kamuda süreç daha çetrefilli ve karışıktır. Patron ve ciro baskısı yerini kamu sağlık politikalarının basıncına terk etmiştir. Sağlık Bakanlığı’nın (başvuru ve ameliyat sayılarından ibaret) niceliksel sağlık ütopyası için çok hasta bakmaya zorlanan hekimler, performansa dayalı ödeme sistemi ve amir baskısı gibi süreçlere maruz bırakılmaktadır. Mesleki bilgi tekelinin işletme disiplini tarafından soğurulduğu iş sürecinde, hekimlik toplam kalite yönetimi veya yalın üretim gibi “birim zamanda maksimum çıktı” almaya dayalı modellerle tanzim edilmektedir.
Tıbbı bilgi tekelinin parçalanmasıyla birlikte, hekimlerin sermayeye ve sermaye politikalarına bağımlı hale getirilmesi, hekimleri müşteriye amade işçi olarak görülmesini kanıksatmıştır.

“Profesyonel bir mesleğin proleterleşmesi” olarak görebileceğimiz kapitalist iş sürecinin diğer bir olumsuz çıktısı, hekimlerdeki mesleki “hünersizleştirme” aşamasıdır. Hekimin inisiyatif yetkisi, (çok hasta bakmak gibi) pratik, (sosyal güvenlik kurumunca tedavinin karşılanıp karşılanmaması gibi) hukuki ve idari faktörlerce olarak kısıtlanır. Bilgi tekelinin parçalandığı, hünersizleşen, mesleki özerkliğin yıpratıldığı kapitalist iş sürecinde, Soyer’in belirttiği üzere, hekim-hasta ilişkisinin ayrıksı konumu, hizmet veren-hizmet alan ilişkine bürünmüştür.

SAĞLIĞIN SİYASAL EKONOMİSİ HEKİM/SAĞLIKÇI EMEK TARTIŞMALARI, Der. Ata Soyer, Sorun Yayınları, 2012.



Akademisyenin Proleterleşmesi (Göksu UĞURLU)

Bu satırları okumakta olan Birgün Kitap takipçisi, tahmin edilebilir ki, Türkiye’de üniversitelerin piyasaya endeksli hale geldiğinin gayet farkındadır. Hatta çok büyük ihtimalle bunun iktidardaki partinin, yani yıllardır üniversiteleri de içinde barındıran yozlaşmanın müsebbibi, yürütme görevini ifa eden hükümetin nasıl olup da üniversiteleri bu hale getirdiğinin bilincindedir. Hatta daha ileri gidip okuyucunun eleştirel düşünce içerisinden üretimde bulunan bir sosyal bilimci akademisyen olduğunu varsayar isek, kendisi bizlere bu sürecin genel anlamda sermaye birikiminin ve devletin dönüşümündeki yerini çok net ifade edebilecektir.

Ancak bir nokta var ki, ne akademisyen, ne de genel durumun farkında olan ve eleştirel bakışa sahip olan okuyucu maalesef bu noktayı genellikle ikinci plana atmakta ya da –özellikle akademisyen ise-
bir şekilde görmezden gelmektedir: Akademisyen proleterleşmektedir.

Öyle ise, hepimizin gözünün önünde olanlardan başlayalım… Üniversiteler, toplumun bir bütün olarak yeniden üretiminde gerekli ve zorunlu olan bilgiyi üreten, yeniden üreten ve gelecek nesillere aktaran alanın temel birimidir. Bu nedenle de toplumun nasıl şekillendiği ve kendini nasıl yeniden ürettiği meselesi hem doğrudan üniversitelerin biçim ve içeriğini belirlemekte, hem de anılan şekillenme ve yeniden üretilme üniversiteler tarafından hâkim biçime uygun üretilen bilgi ile desteklenmektedir.

1970’lerde beliren ve 1980’ler ile (Türkiye’de de “12 Eylül” üzerinden incelenebilecek) hâkim hale gelen devlet biçiminin dönüşümü ve neo-liberal politikalar sonrası toplumun yeniden üretiminde kamu karşısında piyasa, emek karşısında sermaye artan biçimlerde hâkim konumdadır. Artık her şey piyasa endekslidir, piyasa için vardır ve en büyük özgürlük piyasada eyleyen bireylerin özgürlüğüdür. Hal böyleyken, piyasada eyleyecek bireylerin yetiştirilmesi ve piyasanın ihtiyaç duyduğu –bilgi değil- enformasyonun üretilmesi görevi üniversitelere düşecektir.

Üniversitelerin meslek öğrenme yeri haline gelmesi ile eğitimde eleştirel düşünceye duyulan ihtiyaç ortadan kalkmakta, gerçekliğin bilgisine ulaşmak yerine piyasada işlem görecek enformasyonun üretilmesi yeterli olmaktadır. Türkiye’de bu durumun bir de AKP hükümetleri süresince YÖK üzerinden yürütülen politikalar ile desteklendiği belirtilebilir. Bu bağlamda, ülkemizde son yıllarda yürütülen “Bologna Süreci”nin ders içerikleri ve biçimlerini düzenleyerek Avrupa çapındaki vasıflı işgücünün yetiştirilmesi için gerekli asgari şartları içeren diplomalara kavuşma gayesini ifade ettiği vurgulanmalıdır.

Standardize olmuş bir eğitimde akademisyenler de sabit gereklilikleri yerine getirecek, niteliksiz ve “network” (ağ/bağlantı) üzerinden yapılan yayınlar ile kariyerinde hızla yükselmeyi hedefleyecek, doçentlik, profesörlük gibi kadro biçimlerinin de müdürlük gibi profesyonel sıfatlardan farkı kalmayacaktır. Akademisyenin dönüşümü ve vasıfsızlaşması beraberinde çok büyük bir çalışma baskısını getirecek; niteliksiz, içi boş yayınlar yapmak bir “çalışkanlık ideolojisi” ile desteklenerek gerçeğin bilgisini elde etmek değil, yayın sayısını artırmak için geceler gündüzlere katılacaktır.
Yukarıda çerçevesi kısaca çizilen sürece ilişkin eleştiriler sürecin farklı noktalarına odaklanmaktadır. Fakat bu kadar yakıcı ve bütün toplumsal ilişkileri etkileyen bir konunun yapısal nedenleri ile sürecin taşıyıcılarının içinde yaşadıkları dönüşümü anlamlandırma, uyum sağlama ve yer yer direnme pratikleri üzerine yapılan çalışma sayısı oldukça azdır.

Analizinin odağına “’sözde’ vakıf üniversiteleri”ni alarak Türkiye’de bu konudaki çalışmaların ilklerinden olan “Ne Ders Olsa Veririz” isimli, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı oldukça mühim bir çabayı temsil etmektedir. Özellikle kamu kuruluşlarının istisnasız bütün alanlarda şirket gibi davranmaya başladıkları bu dönemde, vakıf üniversiteleri veya özel üniversiteler olarak adlandırılan akademik kurumların analizi, piyasa mantığının en net gözlenebileceği yerlerdir. Birçok kamu üniversitesine de sirayet eden “marka olmak”, “rekabet”, “yatırımda bulunmak”, vb. kavramların nasıl parlatıldığı düşünüldüğünde anılan mantığın önde gelen temsilcisi vakıf üniversitelerinin ve bu üniversitelerde çalışan akademisyenlerin ele alınması önem arz etmektedir.

Bilginin ve onu üreten emeğin metalaşma süreçlerini, yani akademisyenlerin proleterleşmesini (yazarlar bu süreci prekarizasyon olarak ele almaktadır) merkeze yerleştirmek, hem genel olarak emeğin günümüzde içinde bulunduğu durum ile akademik emeğin durumu arasındaki bağları ortaya koymak hem de “vasıfsızlaşma”nın yukarıda belirtilen dönüşüm ile nasıl iç içe olduğunu işaret etmek açısından zorunludur. Yazarların ifadesi ile, “içinde yaşadığımız dünya hakkında anlamlı ve insanlığın tarihsel deneyimine olumlu bir katkısı olacak şeyler söylemeye devam edebilmek istiyorsak, bu tartışmayı sürdürmesi gereken emek gücünün, bunu yapabilecek koşullara hala sahip olup olmadığını sorgulamalıyız.”

Türkiye açısından akademisyen, çoğu zaman AKP’ye karşıtlık ile muhalifliği eşitlerken aslında ürettiği enformasyon ve bunu üretme biçimi ile iktidarın hedeflediği dönüşümün parçası, yürütücüsü olmaktadır. Hâlihazırda iktidar partisi ile sıkı ilişkiler içinde olan “akademisyen”lerin yarattığı çöküş ve yozlaşma bekleneceği gibi büyük olmakla birlikte, vasıfsızlaşan akademisyenin sistemin sürekliliğini sağlayacak standartlaşmış bir üretim içinde bulunması ve bunu normalleştirmesinin de geri döndürülmesi gittikçe güçleşen yozlaşmaya katkı sunduğunu ileri sürmek meşrudur.

Gerek bilinçli, gerek bilinçsizce bahsi geçen süreci yeniden üreten akademisyenler ile ilgili olarak yazarların şu ifadeleri dikkat çekicidir: “İş bulmada, işi korumada veya yükselmede adam kayırmacılığın, kişisel ilişkilerin, pazarlık gücünün veya salt şansın, bilimsel yeti ve donanımdan daha fazla rol oynadığı bir ortamın, artık akademi tanımını hak edip etmediği dahi tartışmalıdır. Ancak aynı zamanda, zamanının büyük kısmını araştırma yapmak yerine o araştırmayı yapabilmenin koşullarını hazırlamak üzere teknik/bürokratik detaylarla ve lobi faaliyetleriyle geçirmek durumunda olan bireylerin akademisyen/bilim insanı tanımını karşılayıp karşılamadıkları da sorgulanmalıdır.”

Son olarak belirtilebilir ki, işçi sınıfının belirli bir kesiminin içinde bulunduğu güncel ilişkileri tanımlamak üzere ortaya konulan bir terim mi, yoksa proletarya yerine kullanılan; ondan bağımsız olarak görülen yeni bir sınıfı belirten bir kavram mı olduğu net olmayan (üreticilerinin dahi gayet muğlak halde bıraktığı) prekaryayı analizin merkezine yerleştirmesi konusu ayrıca tartışmaya açıktır. Ancak bunun ötesinde kitapta gerçekleştirilen analiz, günümüzdeki dönüşümü anlamlandırmak ve ona karşı eyleme geçmek için gerekli olan kendimiz üzerine düşünme pratiği açısından son derece önemli bir boşluğu doldurmaktadır.

“NE DERS OLSA VERİRİZ” – AKADEMİSYENİN VASIFSIZ İŞÇİYE DÖNÜŞÜMÜ, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, İletişim Yayınları, 2015.



Avukatlığın Dönüşümü (Fatma IŞIK)

Son dönemde yaşanan sosyo-ekonomik değişimler, teknik ve teknolojik gelişmeler, yeni çalışma biçimlerinin ortaya çıkışı, piyasa ilişkilerinin yeni alanlara doğru genişlemesi diğer meslekler gibi avukatlık mesleğinin de dönüşümüne neden olmuştur. Zamanın “saygın” mesleklerinden, adalet ve hak aramanın, savunma hakkının mesleği olarak bir ölçüde toplumsal değer de üreten avukatlık günümüzde sadece “teknik bir iş”e benzemeye başlamıştır. “Avukatlık hizmetinin üretimi” artık daha fazla piyasa koşullarına tabidir.

Genel olarak hukukun kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimindeki rolüne rağmen kapitalizmin ilk aşamalarında avukatlık hizmetinin üretimi, doğrudan piyasa koşullarına bağlı değildir. Ancak günümüzde hukukun dönüşümü, her tür toplumsal ilişkinin hukuk tarafından düzenlenir olması, hukuki ilişkilerin saf sözleşme biçimini alması ile avukatlık hizmeti piyasa koşullarınca şekillenir hale gelmiştir. Söz konusu dönüşüm ve tabiiyet özellikle avukatların çalışma koşullarında değişimi tetiklemiştir. “Avukatların işçileşmesi” olarak adlandıran bu süreci Kasım Akbaş Avukatlık Mesleğinin Ekonomi Politiği Avukatların Sınıfsal Konumlarında Değişim: İstanbul Örneği kitabında yetkin bir şekilde ele almaktadır.

Emek Süreci ve Avukat Emeği

Akbaş, avukatlık mesleğinin dönüşümünü sınıf perspektifinden emek süreci merkezli bir analizle ele almaktadır. Avukatlığın sosyo-ekonomik konumu literatürde “orta sınıf” tartışmaları içerisinde ele alınır ve 60’lı ve 70’li yıllardaki erken dönem orta sınıf tartışmaları Marx ve Weber’den esinlenmiştir. Nicos Poulantzas’ın üretken emek ve işçi sınıf arasında kurduğu ilişki, siyasal ve ideolojik süreçlerin rolüne dikkat çekmesi; Harry Braverman’ın manüfaktür işbölümü ve emek süreci üzerine analizleri; Guglielmo Carchedi’nin sahiplik, üretkenlik ve üretim sürecindeki işlevler üzerinden tanımladığı işçi sınıfı ve Eric Olin Wright’ın dolaylı ve dolaysız sınıf konumları arasında yaptığı ayrım ve çelişkili sınıfsal konumlar kavramsallaştırması Akbaş’ın avukatlık mesleğinin değişimini incelerken ele aldığı tartışmalardır. Orta sınıf tartışmalarının avukatların proleterleşmesi sürecinin anlaşılması açısından işaret ettikleri Akbaş tarafından şöyle özetlenmiştir; “orta sınıflar yukarıya doğru değil, aşağıya doğru bir yönelim içerisinde”, “ücret düzeylerindeki kayıp, dolayısıyla göreli yoksullukta yaşanan artış” ve mesleklerin “vasıfsızlaşması”.

Söz konusu değişimleri açıklayabilmek için avukatlık mesleğinin icra edilmesinde yaşanan dönüşümleri ele almak gereklidir. Avukatlığın icra edilmesinde emek süreci analizinin başlangıç noktasını “mesleğin bir hizmet üretimi olarak ele alınması” oluşturur. Hizmet üreten emeğin tanımlanması için “para ile değişilen emek ve sermaye ile değişilen emek” ayrımına gerek vardır. Hizmet üreten emek kendi ihtiyacını ya da para karşılığı bir başkasının ihtiyacını karşıladığında bu emeğin sermaye ile ilişkiye girdiği söylenemez. Üretken emeğin tanımı ise sermaye ile girdiği ilişki bağlamında anlam kazanır ve bu çerçevede hizmet üreten emek sermaye ile değişilen emek ise artı-değer üreten emek olarak ifade edilir. “Kullanım değerinin yararlı etkisi olarak hizmet” doğrudan kullanıcılara değil de –ki bu durumda para ile değişilen emek olacaktır– meta piyasasında yeniden satılmak üzere kapitaliste satıldığında kapitalist üretim ilişkilerinin bir parçası olur. Yani hizmet üreten emek metalaşır. 20. yüzyıl boyunca yaşanan değişimlerin ve bu alandaki artan emek miktarının işaret ettiği üzere hizmet alanı artı-değer üretebilen bir alan haline dönüşmüştür.

Avukat emeği de artık artı-değer üretilebilen hizmet alanının bir parçası olarak metalaşmaktadır. Söz konusu çerçevede “ücretli avukatlık” olgusu metalaşma sürecine ışık tutmaktadır. Serbest avukat, hizmetini doğrudan kullanıcıya yani müvekkiline para karşılığı hizmet olarak sunarken, “ücretli avukat”ların bir kısmı hizmetini çalıştığı büronun niteliğine göre müvekkiline değil, büro sahibi avukata sunar. Ücretli avukat ilişkisi üç türdür: İlki, avukat büroya bağlı olmakla birlikte müvekkille doğrudan ilişki kurar. İkincisi, avukatın doğrudan müvekkille muhatap olmadığı, emeğini büro sahibi avukata sunduğu ilişkidir. Üçüncü tür ilişki bir büro içerisinde birden fazla, müvekkille irtibatı olmayan ve işin belli parçalarını ifa eden avukatlar grubu ile büro sahibi avukat arasındadır. Avukatların proleterleşmesi özellikle üçüncü tür ilişkide ortaya çıkan bir süreçtir.

Ücretli birden çok avukatın çalıştığı büroda işler parçalara ayrılmıştır. “Teknolojik gelişme ve kapitalist ekonominin yapısında görülen değişim” büro içerisinde teknik işbölümüne yol açar. Büroda çalışabilecek ve çalışan avukatların artması da ilgili süreci etkiler. Eskiden bir avukat dosyanın bütünü ile ilgilenirken ya da belli tür dosyalar üzerinde uzmanlaşırken şimdi büroda çalışan ücretli avukatlar parçalanmış işin belirli kısımları ile sorumlu hale gelir, “çok sayıda dosyanın parçalara ayrılmış kısımlarından birinde aynı tür ‘teknik’ işi” yaparlar. Dilekçe yazmak, duruşmalara katılmak, danışmanlık yapmak vb. işlerin her biri ayrı bir avukat tarafından yerine getirilmektedir. Avukatlık hizmeti üreten bürolarda teknik işbölümünün hâkim hale gelmesi ve “bir makine (bilgisayar ve ilgili bilgisayar yazılım programları) aracılığı ile ve biteviye yapılan işler” avukat emeğini vasıfsızlaştırır. Avukatlar çalıştıkları dosyalar üzerindeki kontrollerini kaybeder; sundukları emek, sermaye ile değişilen, artı-değer üreten emek haline gelir.

Sonuç olarak, neoliberal politikalarla birlikte hizmet üreten bir meslek olarak avukatlık sermayenin artı-değer üretebileceği bir alana dönüşmüştür. Avukatların emeği de metalaşmaktadır. Sürecin küresel ölçekteki eğilimi budur. Ancak ilginç bir şekilde Akbaş Türkiye’deki eğilimin yönünü işçileşme olarak belirtse de yaptığı alan araştırması sürecin nihai aşamaya ulaşmadığına da işaret eder.

AVUKATLIK MESLEĞİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ AVUKATLARIN SINIFSAL KONUMLARINDAKİ DEĞİŞİM: İSTANBUL ÖRNEĞİ, Kasım Akbaş, NotaBene Yayınları, 2015.

Mesleklerin Proleterleşmesi (Ebubekir AYKUT)

Okurların affına sığınarak o çok bilindik alıntıyla yazıya başlamak isterim. Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da söyledikleri: “Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi”. Bu tespitin dile getirildiği zamanda ne kadar gerçek olduğunu tarihçilere bırakalım. Ama tespitin kapitalizmin tarihsel bir eğilimi olduğu ve günümüzde bir o kadar geçerli olduğuna dair hiçbir şüphe yok. Sermaye krize girdikçe insan yaşamının daha önce metalaşmamış alanlarına yöneliyor, bu alanları meta formunda yeniden tanzim ediyor ve artı-değer üretilebilecek alanlara dönüştürüyor. Şimdiye kadar mesleklerin alanı kabul edilen “hizmet alanı” da bunun dışında değil.

Aslında hizmet alanında konumlandırılan işler çok geniş bir alanı kapsıyor. Kamu hastanesindeki doktoru, belediyede çalışan işçiyi, büroda iş gören avukatı, bir şirketteki “office boy”u, üniversitedeki profesörü ve araştırma görevlisini aynı anda içeriyor. Tüm meslekler bir işçileşme süreci içerisindeler ancak hepsi aynı biçimde ve aynı anda bu süreci deneyimlemiyor. Bazı mesleklerin birçoğu zaten çoktan işçi olmuş durumda; bir şirketin ofis çalışanları ya da belediyenin temizlik işçileri gibi. Bazı meslekler ise bir dönem işçileşmeye direnebilecek koşullara sahip; refah dönemindeki doktorlar, mühendisler, öğretmenler gibi. Okuduğunuz dosyadaki yazılar öğretmenler, avukatlar, hekimler, mühendisler, akademisyenlere yani profesyonel mesleklere odaklanıyor.

Profesyonel mesleklerin onları diğer mesleklerden ve işlerden ayıran beş özelliği var. Tam zamanlı olmaları, eğitim ve öğretimin gerekliliği, mesleki birliklerin varlığı, sertifikasyon, tanımlanmış kamusal etik normlar. Söz konusu mesleklerde işçileşme ve piyasalaşma süreçleri bahsi geçen özelliklerin de ortadan kalkması demek büyük ölçüde. İşsizlik ya da tam istihdamın yokluğu, esnekleşme, güvencesizleşme profesyonel mesleklerin tanımlayıcı özelliği haline geliyor, mesleğin gerektirdiği belli bir eğitim ve öğretime sahip olmak artık yeterli değil, mesleki birlikler bilindiği üzere saldırı altında, kamusal etik normların yerini piyasanın rekabet kuralları almış durumda.
Yaşanan süreç elbette karmaşık ve nihayete ermiş değil ama birbiri ile bağlantılı iki yönü daha fazla öne çıkıyor ve sürecin geleceğini görebilmek açısından belirleyici önemde. İlki emek sürecinde yaşanan dönüşümler ve ikincisi profesyonel mesleklerin ürettiği hizmetlerin piyasaya bağımlı hale gelmesi.

Emek Süreci

Emek sürecinde yaşanan dönüşümler teknolojik gelişmeler ve büro işlerinin rasyonalizasyonuyla ilişkilidir. 20. yüzyıl boyunca ücretli emek rejiminin bir parçası haline gelen profesyonel meslekler üretim sürecinde yaşanan dönüşümlere bağımlı hale gelmiştir. Söz konusu dönüşüm meslek sahiplerinin sadece ücretli birer çalışana dönüşmesinden daha derin süreçlere işaret eder. Büro işlerinin rasyonalizasyonu süreci kapitalizmin ayırt edici özelliği olan manüfaktür işbölümünü hizmet üretilen alanlarda inşa eder. Meslek çalışanları teknik işbölümünün gelişimi ve işin parçalara yarılması ile daha öncesinde mesleklere özgü işin bütününü kontrol etme özelliklerini yitirir. Yapılan işler bir rutine dönüşür. Bilgisayar vb. teknolojik aletlerin kullanımın da yardımıyla yapılan iş vasıfsızlaşır. Elbette sorun üretici güçlerin gelişmesinin sağladığı kolaylıklar ya da makineleşmenin hizmet alanlar için daha faydalı hizmeti mümkün kılması değil. Sorun verili toplumsal koşullar altında ortaya üretim sürecinde kullanılan makinelerin mülkiyetini meslek sahiplerinde olmamasında ve bunun sonucunda makineyi kullananların daha fazla çalışmak, sömürülmek durumunda kalmasında, işleri üzerindeki kontrollerini yitirmesinde ve yapılan işin vasıfsızlaşmasında.

Sermaye İçin Hizmet Üretimi

Profesyonel mesleklerin özgün konumu bir tür toplumsal değer üretiyor olması ve böylelikle özerk bir toplumsal statüye sahip olmalarında yatar. Her ne kadar kapitalizmle birlikte döneminde ücretli emek rejiminin bir parçası haline gelmişse de ilgili meslekler doğrudan sermaye ilişkisinin nesnesi olmamışlardır. Evet avukatlar kapitalistlerin davalarını savunmuştur, öğretmenler zengin aile çocuklarına özel ders vermiştir, doktorlar sağlık hizmetini devletten ya da hastadan aldıkları para karşılığında yapmaktadır ama ürettikleri hizmetlerin kendisi artı-değerin üretildiği sermaye ilişkisinin nesnesi olmamıştır. Dahası refah devleti dönemi hizmet üretilen bazı alanları piyasa dışına çıkarmıştır.

Ancak kapitalizm krize girdiğinde sermayenin ilk saldırdığı alanlar bahsi geçen refah devleti tarafından piyasa dışına çıkarılan alanlar olmuştur. Metalaşma eğilimi daha önce piyasa ilişkilerine tabi olmamış üretim süreçlerini sermaye ilişkisine açmıştır. Söz konusu yeniden metalaştırma sermayeye krizden çıkabilmesi için hizmet üretimini teknolojik gelişmelerin yardımıyla artı-değer üreten süreçlere dönüştürmüştür. Diğer yandan kamusal hizmet üretiyor olsun olmasın 20. yüzyıl boyunca hizmet sektörünün imalat sektörünü geçen payı sermayenin yeni eğilimine de işaret etmekteydi. Kısacası sermaye ilişkisinin hâkim olduğu her yerde olduğu hizmet üretimi alnında da bir proleterleşmenin yaşanılması kaçınılmazdı.

İşsizlik

Sermaye ilişkisi belli bir alanda derinleştikçe sadece emek süreçlerini artı-değer üretecek şekilde düzenleyip emekçileri ücretli emekçiye dönüştürmüyor. Aynı zamanda işsizliği, vasıfsızlaşmayı, esnekleşmeyi, güvencesizliği, yabancılaşmayı da söz konusu alanlara taşıyor. Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün’ün “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği kitabı Türkiye’deki profesyonel meslek adaylarının işsizlik deneyimlerini yaptıkları saha çalışması yoluyla etkileyici bir şekilde dile getiriyor.

Sonuç olarak işçileşme profesyonel meslek alanlarında tüm boyutlarıyla yaşanıyor. Profesyonel mesleklerdeki hizmet üretimindeki emek süreçleri çalışanlar aleyhine yeniden yapılandırılıyor, böylelikle artı-değer üretilen alanlara dönüşüyor ve sermaye ilişkisinin bir parçası haline geliyor, Bundan sonra okuyacağınız dosya yazıları da söz konusu dönüşümlerin izlerini farklı farklı profesyonel meslek alanlarında takip ediyor.

“BOŞUNA MI OKUDUK?” TÜRKİYE’DE BEYAZ YAKALI İŞSİZLİĞİ, Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün, İletişim Yayınları, 2011.