Provokatif bir sorgulama: Hayatın Anlamı (Kansu YILDIRIM)


Terry Eagleton yeni kitabında yanıtının olduğundan bile şüphe ettiği bir soruya yanıt arıyor: Hayatın Anlamı. İlk bakışta (Marx’ın ifadesi) “duru gökyüzünde çakan şimşek” misali hayatın anlamını soran/sorgulayan bu kitabın neden kaleme alındığını anlamakta zorluk çekebiliriz ama iz takibi yaptığımızda durum netleşir. Eagleton Estetiğin İdeolojisi’nde evrensel tarihi sorguluyordu ve bu tarihin “herhangi bir temeli varsa, o tarih mutluluk birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır” diyordu. Kuramdan Sonra’da ise kapitalizmin insanların bükülgen ve uyumlu istediğini yazıyor ve sistemin kusursuz derecede maddeci olmasına karşın zamanı geldiğinde anti-maddeci kisveye de bürünebileceğini anlatıyordu. Eagleton bu tasvirleri ve görüşleri melankolik bir hava yaratmak yahut kuru ajite dil aracılığıyla okuyucuyu kavramak için kullanmıyor. İnsanların “hayatını” çok yakından ilgilendiren gelişmeleri özgün üslubuyla irdeleyerek gerçeklik ile düşünceler arasında enformasyon köprüleri kuruyor.

Hayata ilişkin sorgulama başlıyor

Eagleton için hayatın anlamı öncelikle sorulacak sorunun çözümlenmesi aşamasında karmaşıklaşıyor. Çünkü “nedir” gibi varlığa ilişkin bir sorunun hayat gibi bilimsel düzeyde kanıtlanamamış-kurallandırılamayan bir “şeye” sorulması oldukça spekülatif. Belirttiği üzere “hayatın anlamı nedir” gibi bir sorunun “hakiki bir soru olması” gibi, “hakiki gibi görünen bir soru” olma ihtimali de saklı bulunmaktadır. Bu nedenle verilebilecek cevapların geçerliliği -varsa- doğru sorunun sorulmasına endeksleniyor. Zaten Eagleton sorunun formülasyonunu tarihsel kontekstlerle ilişkilendirdiği için hayata ilişkin arayışta “anlam sorunu” beliriyor. Soru noktasındaki muğlaklık ise teolojiden dilbilime kadar tekanlamlı ve tek bir cevabın çıkışını zora koşuyor. Kitapta hayatın anlamını düzen mottosu içinden “Tanrı” olarak cevaplayanlar ve noktalayanlar olduğu gibi, dil üzerinden Tanrıyı ve varlığı tartışan, böylelikle hayatın anlamını sorgulamayı daimi kılan düşünüş biçimleri de inceleniyor. Eagleton sorunun sorulmasına ilişkin iki kulvarı ele alıyor: İlki, hayatın anlamı konusunda “varoluşun temeli olarak Tanrı” fikrinde ortaklaşanlar ve bireyin mevcudiyetini Tanrı ile özdeşleştirenler. İkincisi, bu kulvardakilerin aksine, Wittgenstein’ın “lengüistik terapisi” veya Derrida’nın “yapısökümü” ile dilde tortulaşan varlığa ilişkin kabullerin parçalanması için savaşımda olanlar. Bunlar Tanrı fikri de dahil tüm metafizik yanılsamaların dilde inşa edildiği görüşünden hareket ederek anlam sorununa ne iyi ne de kötü bir yanıt arayışı içindeler. Eagleton, öte yandan, dil üzerinden sorgulamanın karamsarlığının da altını çiziyor. Bu karamsarlığa -Tatlı Şiddet’te detaylı olarak bahsini geçirdiği- tragedya’yı dahil ediyor ve hayatın anlamıyla arasında bir bağ kuruyor: İnsanları ideolojik avuntulardan yoksun bırakan, yanıtsız bir soru olan tragedya, reformizme, hümanizme ve idealizme kıyasla eşik atlattırır. Eagleton, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da insanın kendi varoluşunu sorgulama yetisi ile farklılaştığını hatırlatıyor ve bizatihi insan için varoluşunun bir sorunsala tekabül ettiğini yazıyor. Ancak bu, insan için varoluş meselesi, Sartre’ın “yararsız tutku” olarak kavramsallaştırdığı “ontolojik endişe” biçiminden farklı. Çünkü burada bir “insanlık durumu” bulunuyor. Eagleton’ın insanlık durumu ile bir düğüm yakaladığı anlaşılıyor. Çünkü insanlık durumuyla post-modern ve post-yapısalcı düşünceler ile açıktan hesaplaşma başlıyor. Post-modernizmin “insanlık durumunu metafizik bir yanılsama” olarak kavradığını belirten Eagleton, - post-yapısalcılıkla birlikte - insan hayatını bütünlüklü düşünmeye yönelik tüm girişimlerin ya hümanizm ya da totaliter devletin ölüm kamplarına giden yolda bütünleştirici teoriler olarak indirgemelere yöneldiğinden bahsediyor. İnsan hayatı üzerine bütüncül düşünümler yerine tikelleştirilen düşünme biçimleri tarihsel bağları da görmezden geliyor. Eagleton post-modern tutumun kontekstsizleştirme eğilimine karşı hayatın anlamını sorgulamaya eşzamanlı olarak insanın varlığına ilişkin muhakeme yürüten Heidegger ve Sartre’ı ve de inter bellumu örnek gösteriyor: Varlık ve Zaman’ın yazılışı ve argümanları Birinci Dünya Savaşının tarihsel karmaşasına denk düşer. Varlık ve Hiçlik ise toplama kampları gibi kitlesel katliamların arttığı bir dönemde yazılmıştır. Kitabın başka bir kısmında yazdığı gibi insan hayatı üzerine en fazla ölüm gölgesinin düştüğü dönemlerdir bunlar. Ekseriyetle, tarihsel kırılma anları insan hayatının anlamını sorgulama biçimlerini değiştirdiğini anlıyoruz. Ne var ki, sorgulama biçimleri değiştikçe özellikle dilde yürütülen savaşımın etkisiyle Tanrı şeklinde verilen metafiziksel geleneksel cevaplar, kamusal ve özel alanın gündelik pratiklerini ve ritüellerini başka kavramlar altında çevreleme sürecini hızlandırıyor.

Anlam bolluğu

Eagleton, günümüzde hayatın anlamını sorgularken insan hayatının değersizleştirilmesinden dikkat çekiyor. Aslında, Marksist emek-değer teorisinde yürütülen tartışmaları hatırlayınca Eagleton’ın “değersizleşme” olarak bahsettiği süreç, “öznelerin” “değer-biçim tahakkümü” altına girmesine karşılık geliyor. Eagleton değersizleşme ile modern çağda insan hayatına ilişkin sembolik boyutun boşaltıldığını yazıyor. Kamusal alanın anlam yoksunu haline geldiğinin altını çizen Eagleton, din, kültür ve cinsellik kategorilerinin yaşamı kuşattığını; kapitalist modernitenin insanlığı ekonomik olanla ipotek altına aldığını; siyasal alanı, aklı, ahlakı ve kültür/kültürel hayatı yeniden düzenlediğine değiniyor. Öncelikle, din, ruhani olmaktan çıkıyor ve piyasa mekanizmaları içinde başarısız olan kimselerin metafiziksel çaresine dönüşüyor. Öte yandan çeşitli kurumları fonlamanın ve hayatın anlamını kazançlı bir endüstriye dönüştürmenin başlıca yolu haline geliyor. Kültür, ulusal ideoloji, kamusal ritüel ve kimlik inşası gibi konulardaki önemini kaybederek boş zaman aktivitelerini adlandırma haline bürünüyor. Cinsellik, erotik aşk ve kişisel tatmin boyutunu terk ederek obsesyonlara dönüşüyor. Bu üç öğe, kamusal anlamın yerini doldurmak içinde günümüzde yeniden kurgulansa ve düzenlense dahi Eagleton bunun çelişkiye yol açtığını, patolojik sonuçlar doğurduğunu yazıyor. Her üç öğe de kapitalist sistem tarafından ambalajlanıyor ve kişilerin anlam arayışında karşısına çıkartılıyor. Kitapta görüleceği üzere sorgulamaya konu olacak ve insanların hayati pratiklerini kesen anlamlar nicelik olarak artarken post-modernist yaklaşımlar anlam kavramını iğdiş ediyorlar.

Eagleton, anlamın parayla boğulsa bile sayı bakımından sınırları olduğunu söylüyor: Herkes için ayrı bir hayatın anlamı olamaz. Ya da anlam, sadece kişinin verdiği hükme bağlanamaz. Daha sorusu netleşmemiş, cevabının bile olup olmadığından şüphe edilen bir sorgulamanın anlam yüklemesine dair kesin vargıya ve yargıya ulaşılamaz.

HAYATIN ANLAMI, Terry Eagleton, Çev: Kutlu Tunca, Ayrıntı Yayınları, 2012.

Edebiyat ve Edebiyat Eleştirisi (Bora ERDAĞI)


Türkiye’de Türkçe edebiyatın yeterince gelişim imkânı bulamadığından şikâyet eden çok sayıda kişi bulunmaktadır. Bu kişiler ister meslekten bir edebiyatçı ister amatör bir edebiyatsever olsunlar şikâyet olarak ilkin, edebiyat eleştirisinin yokluğuna ya da yetersizliğine odaklanmaktadırlar. Pek haklı olarak süreli edebiyat dergilerinde sürekli olmayan tek şeyin edebiyat eleştirisi olduğuna ve/veya tek başına edebiyat eleştirisinden mürekkep olan süreli yayın sayısının bir elin parmağınca dahi olmamasına işaret ederek şikâyetlerini dallandırıp budaklandırmaktalar. Elbette söz konusu şikâyetlerin ve bu şikâyetler için ortaya konan gerekçelerin belirli ölçülerde haklılığı bulunmaktadır. Ancak burada durmak ve şikâyetnamelerin dökümünü yapmaktan kendimi alı koymak istiyorum. Çünkü şikâyetleri yinelemenin, şikâyet konusu olan sorunları anlaşılır kılmaya neredeyse hiçbir etkisi yok. O halde çuvaldızı öncelikle şikâyetçilerin kendilerine ve ardından edebi dünyanın garabet dolu havasına yöneltmeleri gerekir. Ancak ben burada (sınırlı yer nedeniyle) konuyu Türkiye’de edebiyat eleştirisinin varlığından bir edebiyat eleştirmeni olarak Terry Eagleton’ın çalışmalarına doğru kaydırarak, dolaylı yoldan şikâyetlerin aşılabilmesine ilişkin bir cevap üretmeye çalışacağım.

Utku Özmakas, Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi adlı kitabını çok kısa bir süre dilimize kazandırdı. Aslında bu kitap 1976 yılında yazılmış ve tamamen edebiyat eleştirisi alanında Marksizmin konumunu kavramaya çalışan “yeni-yetme okur-yazar”ı hedeflemiştir. Kılavuz ya da bir tür giriş kitabı olarak okunabilir. Eagleton bu kitabı yazdığında temel olarak iki şeyi “yeni-yetme okur-yazar”a göstermek istemektedir. Birincisi Marksist eleştirinin “akademik arşivlere” hapsedilmesinin tehlikeli olduğunu göstermek ve ondaki toplumu dönüştürücü rolü yeniden hatırlatmaktır. İkincisi ideolojileri anlamaya çalışan Marksist eleştirinin bazı “düşüncelerin, değerlerin ve duyguların” sadece edebiyatta bulunduğunu tespit ettiğini ve bunu nasıl yaptığını oldukça anlaşılır ve açık uçlu olarak ifade etmektir. Eagleton 2002 yılında bu küçük kitabın yeniden basımı esnasında, “İkinci Baskıya Önsöz”de şunun altını bir kez daha çizer: “Marksist eleştiri göz ardı edilemez; her önemli siyasal mücadele, bir düşünceler mücadelesi içinde yer alan öteki şeylerden yalnızca birisidir. Bu, insan bilimlerinin merkezî bir alanındaki mücadeleye katkı yapmaktır; elinizdeki kitabın yazılma nedeni tam da budur” (s.14). Yıl 2012, Eagleton halen Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi kitabındaki iddialarını korumaktadır. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi Eagleton yaklaşık 50 yıllık yazarlık deneyimini hep aynı soru(n)ların etrafında şekillendirmektedir. İkincisi bu soru(n)lar başka tema ve konular etrafında çeşitleniyor olmasına rağmen temel olarak aynı türden çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Çünkü 50 yıldır çok şey “değişmiş” olmasına rağmen ne sınıf savaşları ne toplumsal ayrıcalıklar ne sosyo-kültürel sorunlar sona ermiş değil. Dolayısıyla ideoloji, eleştiri, edebiyat eleştirisi, dil, kültür, kuram vd. gerçeklikler hakkında Marksist bir filozofun yorumlama, açıklama ve yazınsal müdahale hakkı kolayca tüketmesi beklenemez. Bu tespitimizi teyit etmek için Eagleton’ın bazı çalışmalarını hatırlayalım: Shakespeare ve Toplum (1966), Eleştiri ve İdeoloji (1976), Walter Benjamin: Devrimci Bir Eleştiriye Doğru (1981), Edebiyat Teorisi: Bir Giriş (1983), Eleştirinin Görevi (1984), Teorinin Önemi (1989), Estetiğin İdeolojisi (1990), İdeoloji (1991), Edebiyat Teorisi (1996), Postmodernizmin Yanılsamaları (1996), Kültür Fikri (2000), İngiliz Romanı (2004), Şiir Nasıl Okunur (2007), Edebiyat Teorisi (2008), Edebiyat Olayı (2012).

Elbette bunlara ilaveten şunu ifade ederek tekrar Türkçe edebiyat ve edebiyat eleştirisinin soru(n)larına dönmek istiyorum. Eagleton ve bir çok akademik edebiyat eleştirmeni bizde olduğunun aksine, gerçekten okur-yazar. Bunun da en tipik örneğini London Review of Books, The New York Review of Books, The Guardian gibi gazetelerde Eagleton’ın kitap tanıtım ve eleştiri yazılarına rastlayınca anlıyoruz. Eagleton ününe ve birikimine bakmaksızın hem yeni çıkan eserleri okuyor hem onlar hakkında okurlarıyla paylaşımda bulunuyor. Nihayetinde her bir kitap çalışmasında da, bu okur-yazarlığının içselleştirdiği bilgiyi yeniden ortaya çıkarıyor. Bu noktada Türkçe edebiyat eleştirisinin temel sorunları artık daha kolay anlaşılabilir. Bir kere bizde süreli yayınlar ve popüler medya araçları edebiyat eleştirisini kapalı bir editöryal devre ile sürdürüyor. Böyle olunca “yeni kuşaklar” kendini ifade etmek istediğinde kocaman bir çöl ile karşılaşıyor, çölden kurtulmak isteyenler ya özel konumlar kazanmak ya da kısa süreli mecraları zorlamak durumda kalıyorlar. Bu da “yeni kuşakları” yapmak istediklerinden tamamen uzaklaştırıyor. Bir başka ifade ile eleştirel edebiyat birikimini yeni kuşaklara devredemeyen “eski kuşaklar”, giderek çok daha zayıf metinleri edebiyatseverlere sunuyorlar. Dolayısıyla okur-yazar bir edebiyat düzeneği yerine, cansız bir düzenek kurulmuş oluyor. Yani eski kuşakların memnuniyetsizliği geri-çekilmelere, üretimsizliklere, jargon kurmaya yeni kuşaklarınki de hırçınlığa ve edebiyat alanının terk edilmesine yol açıyor. Bu memnuniyetsizliğe rağmen nadiren de olsa üretimde bulunan edebiyatçı ve edebiyat eleştirmenleri elbette bulunuyor. Onların başardığı şey, Eagleton gibi hayatın temel çelişkilerini dert edinen bir düşünceyle hayat karşısında öğrenmenin sevincine bağlanmaları. Anlamanın, açıklamanın, yorumlamanın ve müdahil olmanın entelektüel hazzını taşımalarıdır. Bu yüzden “yeni-yetme okur-yazar” olmayanların da hem Marksist edebiyat eleştirisi bağlamındaki önyargılarından kurtulmak hem de edebiyat eleştirisinin neden Türkçe’de göğermediğinin izini sürmek için Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi’ni okumalarını öneririm. Yıllar boyunca Eagleton’ın daha sarih hale getirdiği basit ve gerçekçi yaklaşımının özü için bu küçük kitap yeniden okunmalıdır.

MARKSİZM VE EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ, Terry Eagleton, Çev: Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2012.