Umut Edilen Çağın Romanı (Melike UZUN)

“Birçokları sadece karmaşa içinde hissediyor kendini. Yer sallanıyor; neden, niçin, bilmiyorlar. Onların bu durumu, endişedir; daha açık seçik hale gelirse korku olur.”diyor Ernst Bloch Umut İlkesi’nin önsözünde.

Bu topraklarda ve bu zamanda endişeyi, korkuyu değişik gerekçelerle, en yoğun haliyle yaşamayan var mıdır? Her gün ölüm haberleriyle uyanıyoruz: savaş, çatışma, açlık, sömürü, toplu mezarlar… Yaşlanıp yatağında huzur içinde ölemiyor insanlar, yeter artık yaşadım yaşayacağımı diyemiyorlar, çünkü ya toplu kıyımların kurbanı oluyorlar ya etnik mücadelelerin ya iş kazalarının ya da cinsiyetlerinin. Dövülen, öldürülen kadınların haberlerini, toplu mezarlar bulunuşunun, çocuklara tecavüz edilişinin hikayelerini bambaşka bir evrende yaşanan fantastik anlatılar gibi dinliyoruz. Bunlar aslında olmamış ve de hiçbir zaman olmayacakmış gibi davranıyoruz.

Bachman’ın dediği gibi “insanların altın kırmızısı gözleri” olduğunda “elleri yeniden sevme yeteneği kazanacak.” O kadar zor sevgi… Devletler savaşacak, erkek ve kadın da… Aslolan hep iktidar olacak, ne pahasına olursa olsun iktidar. Güçlü olan yine kazanacak, ezilen ezilmeye devam edecek. Yüzyıllardır böyle bu. Değiştirmeye çalışanlar hep yenilmiş, hep yenilmiş.

Ne yapalım o zaman? Yaşadığımız çağı bırakıp tarihin magazin sayfalarından birer roman mı çıkaralım? Ya da en iyisi bu umutsuzluğu anlatmak. Bitmeyecek kavgayı, şiddeti. Yalnızca gerçeği gösterelim insanlara, ne kadar sıkışmış olduklarını, hiçbir yere kıpırdayamayacaklarını, “irade”nin bir kavramdan ibaret olduğunu, birbirimizin kurdu olduğumuzu, mücadele edenlerin ne kadar da zavallı olduğunu, kadın ve erkeğin davranışlarının genlerden geldiğini ve hiç değişmeyeceğini, birinin Marstan diğerinin Venüsten olduğunu!?

Neyse ki yaşadığımız çağın ve toprakların hengamesi, tozu dumanı içinde yukarıda sözünü ettiklerimden çok farklı, bir çıkış yolunun bulunabileceği umudunu taşıyan, bu umudu anlatan yapıtlar da yazılıyor. Burhan Sönmez’in “Kuzey”i bunlardan biri.

“Olmayan” evrendeki bir yol öyküsü “Kuzey”. Canbegi Köyü’nde başlayıp Gökyüzü Kapısı’nda sona eren bir yol. Var olan evrendeki mücadelenin; ezilenle ezen, zalimle bilge, kadınla erkek, iyiyle kötü arasındaki savaşın, sözlü edebiyat geleneğimizin motiflerinden ve felsefe tarihinden yararlanılarak simgeleştirilmesi. Dünyamızda olan bitenin, çarpan, yaralayan gerçeklerin edebiyatın gerçekliğine dahil edilerek anlatılması. Yolun sonunda aydınlık bir imgeyle işaret edilen özgürleşme, okuyucuya sezdirilen, gerçeği aramaktan korkmayın, sonunda sizi bekleyen ışıktır, düşüncesi. Son sayfaya geldiğinizde üzerinizden kalkıveren ağırlık, hissettiğiniz hafifleme ve yaşam sevinci…

İlk bölümde Rinda’nın köyünden Kuzey’e gidişinin gerekçesi anlatılır. Rinda’nın babası Aslem, Canbegi köyünün uçurumunda çırılçıplak, ölü olarak bulunur. Rinda babasını o güne dek görmemiştir. Babası onun için bir yabancı olduğundan cesedin yanına bin bir tereddütten sonra yaklaşır. Onun başında beklediği gecenin sabahında ölünün dudakları kenarında küpeye benzer bir nesne bulur. Bu gizin peşine düşmek için kuzeye gitmeye karar verir ve “Kuzey yolunda gerçeği bulacağım.”diyerek yola koyulur.

“Jakaw ile Famme’nin lanetten kurtulamadığı” yerdir kuzey. “Bazen bir yerdir kuzey… bazense yoldur.” “…kendini bilenlerin değil, bilmek isteyenlerin mekanıdır.” Gerçeğin birden fazla yüzü olabileceğinin öğrenildiği yerdir. Ancak gerçeği aramanın yolu düz ve güvenli değildir. Orası, bilgeliğin olduğu kadar, mücadelenin, karmaşanın ve ölümün ülkesidir.

“Geyik İzleri” bölümünde Rinda’yı Kuzey’de, atının sırtında, omuzlarındaki bir kürk ve göğsündeki kalın okla Glut bulur. Okun ve kürkün sırrını zamandaki geri dönüşle bölüm sonunda öğrenir okuyucu. Yine bu bölümde Rinda’nın babasının cesedinin başında durduğu gecenin sabahında ölünün dudakları kenarında bulduğu “içinde yeşilimsi renklerin aktığı, yıldız gibi küçük parçacıkların salındığı” küpeye ilişkin ipucu da verilir. Küpe, iyilik ve kötülük arasındaki savaşın simgesidir.

“Beyaz Tilki”de Rinda gölgesini tabutta taşıyan Ose ve rüya toplayan, rüyalarla yaşayan Çerçiyle, “bu gerçek mi rüya mı”diye sormayan kahramanlarla tanışır. Çünkü, onlar bilirler ki yanıt her zaman belirsizliktir. Rüyasında beyaz bir tilki kılığına giren insan belki de gerçek yaşamda insan kılığında dolaşan beyaz bir tilkidir.

“Safali” “gönlü temiz kardeşler”in şehridir. Ordakiler hep başkalarının ismiyle adlandırırlar kendilerini ve gerçeği ararlar. Soran, düşünen arayan bilgelerin yurdudur orası. Ancak bilgelerin kentinden sonra Rinda kendini “Kara Kurt’un Mağarası”nda bulur. Safali dünyanın umuda açılan kapısıyken zalim Meraniler’in işkencehanesi Kara Kurt Mağarası, insanlığın karanlık yüzünün temsilcisidir. Yazar, esinini hayal gücünden değil, gerçek hayattan alan işkence sahneleri çizer bu bölümde… Okuyucu şöyle düşünmekten alamaz kendini “Kuzey, dünyaya ne kadar benziyor.”

Rinda Kara Kurt’un mağarasında iki şey öğrenir: Birincisi, ölen babasının yolu da düşmüştür buraya, ikincisi iyilikle kötülük arasındaki çizgi inceciktir. İşkencehaneden, Anasaa ve Zeyno kurtarır onu ve bir sonraki durak “Şahmaran Bahçesi” olur. Orada da babasının izini sürer Rinda ve babasıyla Şahmaran Bahçesi’ndeki Loriya’nın yollarının kesiştiğini öğrenir, bu noktada küpenin sırrı da çözülmeye başlar. Yeşil küpeleri ele geçirmek için savaşanların mücadelesinin nedeni daha derinlerdedir. Düğümler çözülürken roman bambaşka bir noktaya evrilir, gerçek yaşamla kesişme noktası daha da güçlenir. “Biz iğneyi bulup elbise dikerken, onlar mızrak yapmakla meşguldü, sonra ucunu boynumuza dayadılar. Elimizdeki sabana, ekin aldığımız toprağa göz dikip kan akıttılar. Bundan gurur duydular. Biz onların erkek oldukları için mi, yoksa ele geçirdikleri ganimetlerin gücü nedeniyle mi değiştiklerini anlamaya çalışırken, onlar bizi eve kapattılar.” Her şeye karşın Şahmaran kadınları “…önümüzdeki bahar Balık burcuyla girilecek yeni çağı daha çok önemsiyorlardı. Gökyüzünün, yeryüzünün, bir de kadınların kaderi değişecekmiş. …” diye düşünürler, çünkü onlar yıldızların kaderlerini değiştirmesini beklerken mücadele de ederler. Yaşamlarına yön verme gücünü kendilerinde bulan, iradelerinin belirleyiciliğinin farkında olan kadınlardır.

Son bölümde iki sürpriz bekler okuyucuyu, birincisi anlatıcının kendsini ele vermesidir. Yazar değildir bize masalları anlatan, kim bilir belki de kahramanlardan birinin kılığına girmiştir anlatıcı yazar. İkincisi çizilen apaydınlık tablodur. “Seli do” sesleri dolar kulağınıza, dünyadaki herkes “seli do” der sanki birbirine o aydınlıkta. Şahmaranlar herkese öğretmiştir bu sözcüğün anlamını ve herkes yüreğinde hisseder “seli do”yu. Neden olmasın, dünyamızda bir gün girilecek yeni çağda herkes kadınların dilini çözer, anlar: O, iyiliğin, barışın dilidir.

Kuzey’i okumak, gerçeğin düşe, romanın masala, çok tanıdık hikayelerin özgün anlatılara dönüştüğünü görmek demek. Kitabın sayfalarında yaratılan dünyalarda yitip giderken birden yolunuzun kendi ülkenize, yaşadığınız kentin bir sokağına, evinize, iç dünyanızın labirentlerine düşüvermesi demek.

Burhan Sönmez için sözcükler bir bilgenin ormandan topladığı, dönüştüren, değiştiren, sağaltan otlar gibi… Onun sözcükleri, kiraz ağaçlarının, yıldızların altında, savaşmadan, öldürmeden, birbirimizi anlayarak, yalnızca doğaya ait olduğumuz duygusuyla yaşlanabileceğimiz günlerin umut ışığını taşıyor bize.

Ernst Bloch’un dediği gibi: “Mesele Umut Etmeyi öğrenmektir.” Bunu öğreten neden “Kuzey” gibi bilgeliğin ve dilin gücüyle donanmış romanlar olmasın?

İçinde Ruhlar Dolaşan Kitap (Melike UZUN)

Joel Koven “Tarih ve Tin”de şöyle der: “Geç kapitalizmin kendini iyi hissetme kültürü içinde, acı çekmenin değeri bugünlerde unutulmuştur. … Ötekine açılma, dünyanın acısını hissetmek demektir. … Ancak ruhun acı çekişi radikal mutluluk umudunu da ima eder. Acı çekmek ve varlığa açık olmak: bütünleşmiş varlığın olanaklıklarını beklemek … anlamına gelir.”

Acıyı boş ver anı yaşa ya da şimdiyi boş ver, bu dünyanın kurallarını kutsal kitaplara göre biçimlendir anlayışlarının yaygınlığından kurtulup daha iyi bir dünya için başka felsefeler kurmaya gereksinmemiz var. Ve de bu başka felsefeleri öneren edebiyat, sinema yapıtlarına dört elle sarılıp onları daha çok okunur, izlenir hale getirmeye…

“Masumlar” da yazar, gereksinmemiz olan böyle bir felsefeyi önerir.

Anlatıcı Brani Tawo Cambridge’e gelmeden önce yaşadığı coğrafyanın ağırlığını içinde taşıyan bir devrimcidir. Öyle ki onun çocukluğunun geçtiği köy “ölülerle birlikte kalabalık bir köydü” ve “namus diye herkesin koynunda taşıdığı bıçak, kan akıtmaya zaten hazırdı.” Doğanın ve insanın insana uyguladığı şiddetin pek de yadırganmadığı bir coğrafyadır söz edilen. Romanda açıkça söylenmese de şunu sezeriz: Anlatıcının anadili onun gurbet duygusunu perçinleyen “dağ dili”dir. Varlıklarının bilinmesine öylesine muhtaçtır ki bu coğrafyadakiler, öğretmen sınıfta Amerika’dan söz edip getirdiği yabancı gazeteden bir haber okur: “Elindeki gazetede yaman geçen kış mevsiminde Haymana Ova’sında donarak ölen iki çoban ile dört yüz koyunun haberi yazılıydı. Çocuklar sevinçle alkışladı, kadın öğretmen buna memnun kaldı.” Romanın geçmişte yaşananlar düzlemine sığdırdığı bu, ve bunun gibi pek çok hikaye, anlatıcı Brani Tawo’nun acısını okura da sirayet ettirir. Donan insan ve hayvanların haberini alkışlayan çocuklar ve buna memnun kalan öğretmen… Sarıldığı her insanın ölümünü gören Kewe… Yanlışlıkla kendi kardeşlerini öldüren Ferman… Ömrü boyunca Ferman’ı bekleyen Asya… Yaşadığı akıl almaz saldırıdan kentten kıra kaçan Pençeyüzlü kadın… Yıldırım çarpmasıyla ölen çoban… Ölen bebeğinin öcünü alan Koca İsmail… Hepsi ateşten geçmiş, ateşte pişmiş kahramanlar, yaşadıklarından bilgelikler çıkarabilmesini bilmişler. Brani Tawo Cambridge’e geldiğinde işte onların acısını sırtlanıp bu uzak ülkeye insomnia olarak getirmiştir.

Sözü edilen bireysel acıların fonu darbe ve idamlarla süren bir siyasi tarihtir. Siyasi tarih, “Masumlar”da, şiir okunurken arka planda acıklı acıklı çalan bir keman gibidir, sesi derinden işitilir. Derinden ve etkili…

Feruzeh, Brani Tawo gibi göçmendir. Eski eşya satan dükkanda başlayan tanışıklıkları aşka dönüşür. Geçmişleri onları geleceğe taşır aslında. İkisi de geçmişi yok saymaz, aşkları aracılığıyla acılarıyla barışırlar. Feruzeh, Brani Tawo’ya “Ben senin yanında günahlarımı temizliyorum” der. İran’a bir süreliğine geri dönerek bunu somutlar. Brani Tawo ise ona babasından kalan gül desenli aynayı hediye eder. “Cebimden gül desenli aynayı çıkardım. Eskiden bu aynada geçmişi görürdüm, bu sefer geleceği gördüm. … Aynayı yüzüne yaklaştırdı. Kimsenin bilmediği bir kuyuya düşer gibi, gizli bir hayatın sırrına erer gibi baktı.”

Feruzeh ve Brani Tawo “bütünleşmiş varlığın olanaklıklarını” sezmiş ve bunu gerçekleştirerek, acıdan aşka çıkan bir yol çizmişlerdir. İkisi de ruhlarının acı çekişinin, Joel Koven’in söylediği gibi, “radikal mutluluk umudu” taşıdığının farkına varacak sezgiye ve bilgiye sahiptir. “Kimsenin doğduğu yerde yaşlanmadığı” zamanlarda “ötekine açılmak” şanssızlığını mutluluğa dönüştürmek için tek yoldur belki de.

İki düzlemde gelişen romanın bir düzlemini geçmişte yaşananlar, diğerini de şimdide yaşananlar oluşturur. İlk düzlem Ferman, Kewe, Koca İsmail, Küçük Mehmet, Pençe Yüzlü Kadın, Deniz,Tatar Fotoğrafçı ve Haco bölümlerinden oluşur. İkinci düzlem, şimdiki zaman, Feruzeh, Azita Hanım, Wittgenstein, Brook, Brani Tawo, Stella ve O’Hara bölümlerinden oluşur. Son bölüm “o” iki düzlemi birleştirir, geçmiş, şimdiye radyo oyunun replikleriyle aktarılır.

İlk çizgideki biçem, benzetmelere, soyutlamalara, abartıya dayanır; olayların anlatımı masalsıdır. Bu özellikler, sözlü edebiyat geleneğimize, halk hikayeleri ve destanlara ilişkindir. “Çok geçmeden beyin istetmek üzere olduğu güzel kız kimsenin tanımadığı bir adamla kaçmış ve ovadaki herkes bunu Kewe’nin babasından bilerek, evlerin arasında yaz sıcakları gibi ağır halde dolanan intikamın gelip onların kapısına dayanacağını anlamıştı. Bir lanetin gölgesinde büyüyen Kewe zamanının çoğunu elma ağacının altında geçirirken fidan boyunu, ak yüzünü, ve kadife sesini unuttu.” Şimdiki zamanın anlatımında “Şairin dediği gibi” diye başlayan kısımlarda bu biçem anımsatılsa da dilin daha düz kullanımıyla karşılaşırız. İlk düzlemdeki uzun tümceler ikincisinde, yerini kısalarına bırakır. Bölümler arasındaki bu biçem ayrılığı akışın ağır olma olasılığını kırmış, romana hareketlilik katmıştır.

Ölümü ve aşkı kendi dilini yaratarak anlatan bir roman “Masumlar”. Entelektüel birikimin sözlü edebiyat geleneğiyle birleştirildiği bir biçem, dil bu.

Dili kullanma, eğip bükme gücünün kurgulama ustalığıyla birleştiği bir roman…

Ölüm ve acıdan aşk ve yaşama giden yolu öneren, doğanın döngüsünün her şeyin üzerinde olduğunu, elma ağaçlarıyla akrabalığımızı, durmaksızın deklanşörüne bastımız fotoğraf makinesinin bizi sonsuzluğa nasıl taşıdığını anlatan bir roman.

Gücünü yalnızca gerçekliği sergilemesinden değil, daha güzel bir yaşam için okuruna felsefenin olanaklarını sunan bir roman. İşte, bu yüzden okunmalı.