Yeni Keşifler Peşinde (Ebru AKKAŞ)

Kuyruklu Yıldız Geliyor, Finlandiyalı yazar Tove Jansson’ın okuduğum ilk kitabı. Jansson, Kuyruklu Yıldız Geliyor’un kahramanı Mumi kitaplarını hem yazıp hem de resimlemiş. Vakit geçirdiği Finlandiya Körfezi’nde gördükleri ilham kaynağı olmuş onun için.

Mumiş’in babası nehrin üzerine köprü inşa edince Snif ile beraber Mumiş yeni yerler keşfetmeye çıkarlar. İlk önce yakınlarındaki ormanda bir geziye başlarlar. Düzenledikleri ilk sefer hiç de fena geçmez. Snif bir mağara, Mumiş de inci bulur. Heyecan içinde evlerine döndüklerinde her şey normal ilerlerken akşam başlayan fırtına ve köprü inşa edilirken evi yıkılan Misk Faresi’nin kapılarını çalmaları ile olaylar değişir. Fırtınanın ve yağmurun doğal olmadığını söyleyen Misk Faresi öyle hikâyeler anlatır ki Snif ve Mumiş’in aklına dünyanın yok olmak üzere olduğu fikrini sokar. Çocuklar da haliyle endişelenir. Anne ve babaları evden biraz uzaklaşmalarının işe yarayacağını düşünerek onları gözlemevine göndermeye karar verir. Mumiş ve Snif’in yolculuğu böylece başlar. Yolda türlü macera ve dostla karşılaşırlar. Bu dostlardan biri olan Mumrik’in “Benim bildiğim macera öykülerinin kahramanları hep kurtulurlar,” dediği gibi zorlukların üstesinden gelirler.

Kuyruklu Yıldız Geliyor, korkular ve mülkiyet üzerine yazılmış güzel bir roman. İçinde barındırdığı “Düşünsene yemek yemeği unutacak kadar da mutlu olunuyormuş,” ya da “Şeylere sahip olup onlar yalnızca kendinizin olsun istediğinizde her şey zorlaşıyor,” gibi diyaloglar çocuk algısını zorlamayacak nitelikte.

KUYRUKLU YILDIZ GELİYOR, Tove Jansson, Çev. Yıldız Samer, Ayrıntı Çocuk, 2010.

Kara Ütopyanın İçinde de Mutlu Olunabilir! (Ezgi BERK)


“Bir ülke vardı ki orada yaşayan insanlar neredeyse hiç konuşmazlardı. Bu büyük sözcük fabrikasının ülkesidir. Bu garip ülkede sözcükleri satın almak ve söyleyebilmek için yutmak gerekir.” Kırmızı zemin üzerine bir kız çocuğunun bir erkek çocuğu öptüğü sevimli bir kapağı olan kitabı açtığımda önce uçuşan harfler, sonra da bu cümlelerle karşılaştım. Parmağımı bu sayfaya koydum ve kitabı kapatıp böyle bir ülke hayal ettim. Birbirine kızıp kötü sözler söyleyen insanların olduğu bir ülke için iyi bir fikir olabilirdi. Sevgi dolu insanların yaşadığı bir ülke içinse kötü bir fikir. Bütün ülkelerde bu iki tür insanı bulmak mümkündü. Hatta tek bir kişi, bazen sevgi dolu bazen de öfke dolu olabiliyordu. Her ne olursa olsun sözcüklerin satın alındığı bir ülkede kazanan zenginler olacaktı. Olan yine fakirlere oluyordu. Bir dakika. Karşımda bir kara ütopya vardı! Hem de resimli çocuk kitabı formunda! Hemen sayfaları çevirdim, hızlı hızlı okudum bu hikâyeyi. Olağanüstü bir kurguydu.

Zor şartlar altında yaşayan insanlar olduğunu okul öncesi yaştaki çocuklara anlatmak bile büyük mesele. Büyük Sözcük Fabrikası, olumsuz şartlara, umutsuz ortamlara rağmen içimizde taşıdığımız sevginin bize yol göstereceğini anlatan, umut dolu bir öykü… Bu öykü bana konuşabilmek, sözcüklerle kendimizi ifade edebilmek gibi doğuştan var olan (ama genelde bir yaşından itibaren kullanabildiğimiz) yeteneklerimiz üzerine düşünme, önemini hatırlama, iletişim çağı diyebileceğimiz bu günlerde yaşadığımız iletişim sorunları üzerine kafa yorma şansı tanıdı. Duygularımızı ifade etmenin sözcüklerden yardım almak dışındaki yolları, zengin ya da fakir olmak gibi toplumsal gerçekleri kitabın alt metninde bulmak mümkün. Peki, bütün bunlar nasıl mı anlatılmış? İşte öykü: Büyük sözcük fabrikasının ülkesinde yaşayan, komşusu Cemile’yi seven Özgür sevgisini ifade etme yolları arıyor. Çünkü sözcükler pahalı, Özgür’ün kumbarasında ise yeterince parası yok. Tabii hemen belirtelim, Türk filmlerinden alışık olduğumuz bir de rakip var bu Fransız öyküsünde. Rakibi Gürbüz’ün en pahalı sözcüklerden olan sevgi sözcüklerini Cemile’ye söylediğini duyan Özgür, çok üzülür ve apartmanın merdivenlerine oturup elleriyle yüzünü tutarak ne yapacağını düşünür. Özgür’ün elinde kelebek yakalama filesiyle bir önceki akşam yakaladığı kelimeler vardır yalnızca. Sonra bütün cesaretini toplar ve sahip olduğu üç kelimeyi kalbini tutarak Cemile’ye söyler. Özgür’ün ağzından çıkan kelimeler neler miydi? “Kiraz, toz, sandalye.”

Seni seviyorum yerine kiraz, toz, sandalye diyebildi Özgür, Cemile’ye. Çünkü elinde yalnızca bu sözcükler vardı. Bazen seçerek söylediğimiz sözcükler yerine yürekten söylediğimiz sözcükler ne kadar anlamlı, değil mi?

Şekil şemal notu: Aylak Kitap’ın okurlarla buluşturduğu Büyük Sözcük Fabrikası, kurgusu ve resimleriyle ne kadar şahaneyse çevirisiyle bir o kadar sorunlu bir kitap. Cümleler arasında zaman, özne ve yüklem uyumu yok. Ayrıca çok ciddi Türkçe tashih hataları var. Ayrıca kitabın orijinal dili olan Fransızca’daki isimler yerini Türkçe isimlere bırakmış. Buna rağmen Aylak Kitap bu kitabı çevirterek çok güzel bir iş yapmış. Daha özenli bir çeviriyi ikinci baskıda mutlaka istiyoruz.

Büyük Sözcük Fabrikası
Agnés de Lestrade
Resimleyen: Valeria Docampo
Çeviren: Çağıl Öksüztepe
Aylak Kitap, 36 sayfa

Ailelerin ulaşabildiği yerlerde bırakınız (Erdi İNCE)

“Cin Ali” ve “Ayşegül” serisinden sonra “Çalıkuşu”, “9. Hariciye Koğuşu”, “Sinekli Bakkal” gibi kitaplara, tabiri caizse “bodoslama” atlayarak harcanan ilkgençlik yıllarımız, bu eserlere alternatif olarak ortaya çıkan “gençler nasıl yaşamalı/davranmalı” tarzı kitaplarla iyice heba olmuştu. E haliyle, o yıllarımızda aklımıza çullanan olanca soru, sorgulama ve arayışın içinden de tek başımıza çıkmamız gerekiyordu. Zira tabudur ülkemizde hâlâ, örneğin, ergenlikte vücut değişimlerini konuşmak. Hele cinsellik, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği... Eyvah eyvah!

“Elden Düşme” tam da bu noktada, en azından bizden sonraki jenerasyonların ilkgençlik yılları heba olmasın diye ortaya çıkmış kitaplardan biri. “Güzel ve yalnız ülkem”in gençlerini aynı mantıkla yalnızlaştırmadan, onlara “Evet, ben de varım” dedirten, temelinde arkadaşlık ve aile kavramlarını, bunlara paralel olarak da gelecek, olmak istenilen kişi, oluş(turul)an karakter gibi, aslında tam da o yılların ihtiyacı olan konuları barındıran bir roman.

Gelelim “Elden Düşme”nin konusuna. Roman, ailesine çok geç katılan Kenyon’ın, emeklilikleri sonrası sahil kasabası Cape Cod’a pansiyon işletmek amacıyla yerleşen ebeveynleriyle beraber geçirdiği yaz dönemini anlatıyor. Yeni bir yere yerleşmek zorunda kalan Kenyon’ın geçirdiği günlere tanık olurken başta Razzle ve Frank olmak üzere, edindiği “farklı” arkadaşlarla tanışıyoruz. Bu tanıklık ve tanışıklıklara, büyük şehirden göçmüş olmanın getirdiği zorluklar, ilk aşk, farklılıklarla ilk tanışmalar, yakınlaşmalar, arayışlar ve doğal olarak beliren gelecek kaygıları eşlik ediyor. Romanda gerilimi ve gizemi sürekli kılan iki büyük soruysa, adına yakışır bir şekilde Razzle (Gizem Meleği) üzerinden soruluyor: İlki, Razzle’ın geçmişi ve babasının kim olduğu. Diğeri, Razzle ve Harley arasındaki eskiye dayanan husumetin nedenleri. Tabii ki büyümek ve kendini tanımak, Wittlinger romanlarının vazgeçilmezi. Hayatımız boyunca iki uçlu değneklerle dürtülen bizler gibi Kenyon da, 15 yaşına uygun bir bağlamda, sıkı bir ikilemin içine düşürülüyor: Kendine karşı dürüst olup, kimliğini ve hayallerini öne çıkarmak mı, yoksa her türlü zaiyatı göze alıp ilk aşkının tadını çıkarmak mı?

Kenyon’ın yer değiştirmesine sebep olan ebeveynleriyle ilişkisi, aile içinde var olma savaşı üzerine düşündürüyor okuru. Kenyon, 15 yaşında olmasının verdiği dezavantaj nedeniyle, ebeveynlerinin hayalinin peşi sıra yola düşmek zorunda kalmış, bu hayal içinde kendine yer edinmeye çalışmış bir genç olarak, ailelerin üzerimizdeki gücünü en basit haliyle gösteriyor. Aile içinde var olma mücadelesi, yapılan müzakereler, kazanımlar ve kayıplar Kenyon’ın deneyimledikleri ışığında bizlere de oldukça aşina.

Yıllarca yaşadığınız ve varlığınızı koyabildiğiniz bir ortamdan uzaklaştırılmanın ve yeni bir hayata başlamaya zorlanmanın yaratacağı hislere, ne bir memur çocuğu olduğum ne de Güneydoğu’daki savaştan kaçan veya göçe zorlanan bir ailede doğduğum için yabancıyımdır. “Senin göbek bağını ben gömdüm,” diyen bir karşı komşuya sahip olduğum hayatımda, her mekân değişikliğinde hayata sıfırdan başlamanın ve yeniden var olmaya çalışmanın ne demek olduğu üzerine düşündüm “Elden Düşme”yi okurken. Ve dedim ki, “İyi ki varmışsın Nazife Teyze.” Çünkü vardığınız her nokta, bir önceki var olduğunuz yerle bağlantı kurmanıza, arada bir eskiye dönmenize, iki nokta arasında karşılaştırma yapmanıza ve sonunda da, her türlü yorulmanıza sebep.

Hayatımıza yeni ve “farklı” birileri girdiği zaman, o insanları nasıl konumlandırırız? Ya bu “farklı” insanlar bizim hayatlarımızı ne derece şekillendirirler? Mesela hayatınızda hiç tabularınızı yıkmanıza, kabuğunuzu kırmanıza yardım eden insanlar oldu mu? Onları nasıl hatırlıyorsunuz? Dikkatimi çeken, Ellen Wittlinger’ın insan ilişkilerini gençler üzerinden, bu soruları temel alarak kurgulaması. Genç karakterimiz steril ve monoton, hatta belki de silik bir hayat yaşıyor. Wittlinger onun karşısına rengârenk, hareketli, algıları fazlasıyla açık, zamanında kendi dünyasını güzelleştirmiş, şimdi de hayatına giren insanlarınkine dokunan bir karakter koyuyor. Bu zıt ikililerin aralarındaki etkileşimi, bir deneyi izler gibi izliyoruz. Söz konusu “renkli” karakter sayesinde, öykünün baş karakteri de içindeki potansiyeli keşfedip, art arda açılımlar yaşıyor. “Zor Sevgiler”de Marisol ile tanışan John, Marisol’ü keşfettikçe kendini de keşfediyordu. Sonra da fanzinlerinde kullandığı dilin nasıl değiştiğini, bu değişen diliyle kendisinin nasıl değiştiğini, dünyasının ve çevresinin bu değişime ne şekilde direndiğini ve değişim sonrası nasıl konumlandığını gösteriyordu bize. Elbette “Elden Düşme” de Kenyon’ın annesi ve Razzle arasındaki kişilik –ve belki de iktidar– çatışmasını ve bu durumun yarattığı gerilimin gün yüzüne çıkması sonucu gerçekleşen o “kabuğunu kırma” durumunu daha canlı bir biçimde görüyoruz. Razzle’ın yaratıcı ve özgür hayatı olmasa, acaba ailesi Kenyon’ın farklı yönleriyle tanışabilecek miydi? Ya da bizlerin hayatında bir tane Razzle olsaydı, “yapma demiyorum, hobi olarak yine yap” diye ötelenen yeteneklerimizin üzerine gidip, çok farklı ve tamamen “biz” olabileceğimiz bir dünya kurabilir miydik kendimize? Mesela Kenyon bu anlamda ne kadar şanslı ya da değil, düşünmeye değer.

Wittlinger’ın, Türkiye’de ilk basılan romanı “Zor Sevgiler”le Uluslararası Lambda Edebiyat Ödülü’nü almış olması da atlanamaz bir gerçek. Wittlinger daha 2000’lerin çok başında, başkarakter olarak bir kadın eşcinseli seçmişti. Eşcinsel dendiğinde kafalarda oluşan “feminen erkek” tahayyülünü alıp, âdeta, “İyi hoş da, eşcinsel dünya böyle özetlenemez,” dercesine, stereotipleştirilmiş bir altkültürün dışında kalan, her gün sağımızdan solumuzdan geçen, bizimle aynı masaya oturan, aynı havayı soluyup aynı yemeği yiyen kadın ve erkekleri de hatırlatmıştı bizlere. Bireylerin kendilerini ve kimliklerini en çok sorguladıkları dönemi, ilkgençlik yıllarını bazı romanlarının ana eksenine oturtarak, onları karikatürize etmeden, bir sebep-sonuç ilişki çıkarmaya zorlamadan, normali normal olduğu şekliyle bize göstererek, karakterlerinin kendi özgür dünyasında, anlamayanlara, LGBTT bireyler üzerinden iktidar geliştirip “siz aslında böylesiniz” diyenleri şöyle bir sarsmaya devam ediyor.

Diğer bir hassas konuyu, homofobiyi, “Elden Düşme”de en yalın haliyle resimliyor Wittlinger. Bir yanda, Kenyon’ın Frank’in yanındayken duyduğu rahatsızlık, iki erkeğin yaşadığı bir alanla ilk kez karşılaşması, her hareketin Frank’te bir yanlış anlamaya yol açacağını düşünerek kendini kısıtlaması, davranışlarının cinsel çağrışımlara yol açacağından korkması... Diğer tarafta Frank üzerinden bizlere, “Aslında o öyle olmuyormuş,” dedirtircesine, homofobinin, “Affedersin ama, benim eşcinsel arkadaşlarım da var,” söylemiyle bile ne şekilde üretildiğini, en klişe tabirle gösteriyor. Homofobinin illa ki vurup öldürerek değil, bazen yakınlarınız ya da yakın bildiğiniz insanlar tarafından en basit cümlelerle bile, bazen de bilinçsizce nasıl yaratıldığını hatırlatıyor.

Ellen Wittlinger, yeni romanı “Elden Düşme”de yine bütün farklılıklarımızla, renklerimizle, kabuğumuza sığmaz kimliklerimizle bir arada yaşamayı, onlarla tanışmayı ve kaynaşmayı, asla didaktik olmadan öğretiyor. Belki öğretmiyor da, hayatın bu türlüsünün ne kadar güzel olduğuna işaret ediyor. Özetle, bu kitap da “Zor Sevgiler” gibi okunası, bilinesi ve özellikle de ailelerin ulaşabileceği yerlerde unutulasıdır.

İçerde Yazmak (Mahmut YAMALAK)

İçerde yazmak, elinizde başka bir araç kalmamışsa bir savunma aracıdır. Varlığını, değerlerini savunma aracı. Bu, yazmanın başlı başına bir iddia olduğunu gösterir. Henüz anlatılamayan bir gerçekliği dile getirme, açıklama iddiası, bireyin arayışlarını deşifre etme, paylaşma istemidir.

Mekândan kaynaklanan imkânsızlıklar içerideki yazarı kamçılayan bir durumdur. Yoksunluklar anlatım tekniğinin öne çıkmasına yol açıyor, zayıflık gibi görünen yan, tersinden bir güce de dönüşebiliyor. Sözgelimi şimdi ikide bir tıkanan, ucuz bir tükenmez kalemle yazarak düşüncelerime yetişmeye çalışıyorum. Bu bir zorluktur, mekândan kaynaklanan sayısız zorluklardan biri…

Rilke, genç bir dostuna “Diyelim yazman yasaklandı, ölür müydün o zaman ya da yaşar mıydın eskisi gibi?” diye sorar. Yazmayı ölüm kalım sorunu gibi ele almak gerektiğine inanmıyorum. Esas olan, yaşam hakkındaki duygu ve düşüncelerimi, algılarımı, deneyimlerimi paylaşmaktır. Bunun için zorluklarla mücadele edilir. Edebiyat bunu sağladığı oranda işlev kazanır. Ancak edebiyatın, varlığın kendisini temsil etmediğini de unutmamak lazım. Varlığın yüksek ve komplike bir görünümü olarak değerlidir. İçeride de, dışarıda da asıl işlevinin bu olduğunu düşünüyorum.

“Dışarıda”kilerden farklı olarak bizler renklerin, seslerin, imgelerin silikleştiği bir mekânda yaşıyoruz. Bir bilimkurgu filminin içindeymişiz gibi düşünün. Abartılı güvenlik önlemleri, bir örnek mekânlar, seslerin, renklerin kontrol edilmeye çalışıldığı mantık ötesi bir mekân. Ruhunu kaybetmiş böyle bir mekânda, insanın kendini koruyabilmesi tam bir mücadele azmi gerektirir. Bizimki gibi geleneksel toplumlarda birey tek başına, ötekine ihtiyaç duymadan yaşayabilecek kadar bireycileşmemiş. Topluluğa ihtiyacı var bireyin. Dayanışma, paylaşma, hatta didişme ihtiyacı için ötekini yanında ister. Bu mekânlar tam da buradan vurmak için kurgulanmış.

Daha somut olarak, insanların birbirlerini tüketmeleri üzerine kurgulanmış denebilir. Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözü günlük olarak doğrulanıyor. Üç kişilik odalarda günlük sorunlardan kurtulup edebiyata yoğunlaşmak için ortak idealler ve hedefler olmalı. Farklı kültürel yapılardan gelen, farklı beklentilere sahip bireyler açısından zor bir durumdur. Ötekinden kaçıp saklanılacak bir kuytu, içini açabileceğin alternatif bir ilişki ihtimali yoktur. Diğer yandan dar mekanda uygulanan özel politikalara karşı koymanın uzun sürede yarattığı bir gerilim de yaşanmaktadır. Bunlar yoğunlaşmanın önündeki ciddi engellerdir.

F tipi cezaevleri perspektif kaymasına müsait mekânlardır. Bir anda içinde biriken tüm tepkiler yanındakine yönelebilir. Öteki baş düşman, şeytan, diken, tüm sorunların ana kaynağı, kurtulunması gereken bir ağırlık gibi görünür. Yazarken, okurken, volta atarken ötekinin giderek büyüyen olumsuz imgesi kafanı karıştırmaya devam eder. Aranızda bir sorunun yaşanıp yaşanmaması önemli değildir. Onun su içmesinin, TV izlemesinin, lavaboyu kullanmasının vs. itici gelebilmesi için varlığının o an, orada olması yeterlidir.

Mekânın bu boğucu, kuşatıcı etkisinden kurtulabilmek için duyguları, dürtüleri engelleyen bariyerlere ihtiyaç vardır. F tipi cezaevlerinde direnişin önemli bir yanı, yaratılmak istenen bu bilinç yarılmasını durdurmaktır. Bu başarılırsa yoğunlaşma için yararlanılacak mekânlara da dönüşebilir. Daha içeriden, samimi bir yöneliş hem kendiyle hem kendi dışındaki insanlarla doğrudan bir buluşmaya zemin sunabilir. Mekânın olumsuz koşullarına rağmen içeride olmanın yazmak için bir “şans” olduğunu söylesem, “dışarda”ki insanların bunu pek anlayamayacağını da tahmin ediyorum. Bu yüzden “şans”ı tırnak içine aldım. Teknolojik gelişmeler, alışamayacağım bir yüzyılın insan ilişkileri, trafik, günlük yaşam sorunları, politik sorumluluklar vs. ile kuşatılmışken yazmakta zorlanacağımı sanıyorum. Dışarıdayken kendi kendini disipline etme konusunda çok başarılı olduğum da söylenemezdi. İçeride olmanın doğrudan veya dolaylı yazma koşullarını sağladığı düşüncesi bana da garip geliyor. Yazmak için inzivaya çekilmek gerekiyormuş gibi. İçinde bulunduğum politik koşulları düşününce bunun doğruluk payının olduğunu da söylemeliyim.

Nasıl yazdığım üzerine derinlikli düşünmedim hiç. Koşullardan kaynaklanan zorluklara karşı bir çalışma disiplinim var elbette. Gelişigüzel yaşayarak yoğunlaşma ve yazma olamaz zaten. Ancak içeride esinlenme, yararlanma, tasvir için pek şansınız yok. Şelaleyi, asfalt yolu, sokak kavgasını, kelebeği, çocuk ağlayışını hep gri duvarlara bakarak yazmak durumundasınız. Bir duvara kaç sahne sığabilir ki? Bir otobüs durağını bile kolayca tasvir edemeyecek kadar uzun süredir içerideyim. Bazen bir mekân tasviri gerçek bir engele dönüşüyor. Bunları hatırlayamayacak kadar “dışarıdaki” yaşamın dışındayım.

Dışarıda olan bir yazar için anlatılması da, anlaşılması da zor bir durum olmalı. Dışında kaldığın yaşamı anlatmanın, kurgulamanın ne kadar zor olduğunu anlatmayı “dışarıda”kilere bırakıyorum. Her yazarın yaşadığını sandığım bireysel alanla toplumsal alanı anlatmanın dengesini sağlama zorluğu bana yetiyor. Bu paradoksun yarattığı gerilimi önemsiyorum.

Kimilerine göre içeride yazmak, hayatla bağların tümden kopmasını engellemenin bir yoludur. Bir romanın, öykünün, makalenin yayınlanması “dışarı” denilen gezegende yaşayan, içeridekilerden bihaber, kendi küçük dünyasına gömülmüş insanlara ulaşmanın bir yolu olarak düşünülüyor olmalı. Bunlar bana göre çelişik duygulardır. O “dışarıdaki” yaratıklara yazarak ulaşmaya çalışıyorsam, bu durumda kendimi kabul ettirmek gibi zavallı bir isteğe teslim oluyorum demektir.

İçeri-dışarı ayrımı yapmadan, “cezaevi edebiyatı” gibi hiç katlanamadığım bir ayrıma kapılmadan, genel olarak edebiyatın bir çığlık olduğunu düşünüyorum. Hayata dair derdi olanların kağıt üzerine döşediği derin bir çığlık. Bu bir görünür olma, kendini kabul ettirme çığlığı değildir. İçeride de bu çığlık anlatılması gerekeni bir an önce anlatma arayışına dönüşüyor. Dramatize etmeden söylemeliyim ki, içeridekiler bir dönemin canlı tanıklarıdırlar. Bunun yüklediği ağır sorumluluklar da var. Diğer yandan bu süreç, çevremizle birlikte birey olarak bizi de değiştirdi, dönüştürdü. Bunun edebi olarak çözümlenmesi ihtiyacı da var.

Bütün bunları düşünerek yazıyorum ben de. Yazıyorum çünkü kendimi dünyanın sorunlarını düzeltmede ahlaki bir sorumluluk altında görüyorum. Bunun bana yüklediği bir ayrıcalık da yok. Tersine bu, yerdeki çöpü kaldırıp çöp kutusuna atmak kadar mütevazı bir katkıdır.

Mahmut Yamalak, Bolu F Tipi Cezaevi

Edebiyat ve Hapishanesi (Sami ÖZBİL)

Hapishanelerdeki edebi verimin bugünkü üreticilerinin büyük çoğunluğunu 1970’lerin ikinci yarısında doğan, 80’lerde çocuk olan, 90’ların başında hızla sol sosyalist harekete katılırken o sırada metal yorgunluğu sonucu dağılan sosyalist/ sosyalizan sistemin ideolojik- psikolojik enkazından etkilenmeden sokaklarda olmayı/ kalmayı önceleyen ve elbette hızla hapsedilenler oluşturuyor.

‘70-‘80 devrimci yükseliş döneminde devrimcilerin “denizi” milyonlarca insandı. Eylül darbesiyle hapsediklerinden o dönemde ortaya çıkan edebiyat verimi ağıt acısı yükselen birer çığlıktır. Sorgu ve hapishane süreçlerine odaklanan, üreticilerinin dar deneyleriyle sınırlı eserlerin çokluğu, hapishanede yapılan/ üretilen bir edebiyat yerine o yıllarda türlü nedenlerle hapishane eksenli edebiyata meyledildiğini gösterir. Edebi kriterlerin pek gözetilmemesi nedeniyle tarih sınavını geçerek o günlerden bugüne ulaşan çok az ürün bulunuyor. Belirli bir toplumsal maddi döneme odaklanan, şartlar değiştiğinde yeni kuşaklara “bir şey söylemeyen” her ürün bu riskle yüz yüzedir.

90’lı yıllarda birçok bakımdan eşi benzeri görülmeyen direniş örnekleri yaratılmasına karşın devrimcilerin “denizi” olan halk verilen mücadeleye en fazlasından saygı duymakla yetinirken yığınsal destekten uzak durdu. Militanlıkta, etme duygusu zihinsel yenilenmedeki yetersizlikle birleşince çok renkli/ bileşenli ezilenler dünyasıyla temas noktaları iyice seyreldi. Kişisel yenilgiler almamanın toplumsal mücadelede belirleyici önem taşımadığı gerçeğini fark etmek, kendisini devrime adayan kimseler bakımından elbette kolay değildi. Ancak yalnızlığın bilgisi ve bilinci ile ’71 devrimci çıkışını gerçekleştirenlerle ortaklaştırdı. Pahası ağır bir hayat bilgisiydi.

En geniş bileşenleriyle birlikte Türkiye sosyalist hareketinde ’71 sonrasının asıl handikaplarından biri gruplar dünyasına hapsolmaktı. Aydınlarla, edebiyatçılarla “kurulan” ilişki de böyleydi. “Organik aydın” ifadesinin dar anlamda bir siyasal gruba mensubiyet biçiminde anlaşılmasıyla birlikte kendinden olmayanı yok sayma veya görmezden gelme tutumu bir tür ortak reflekse dönüştü. Her bakımdan problemli olan bu tavır zaman içinde bütün sosyalist hareketi yoksullaştırdı. Edebi üretimde bulunmak isteyenlerin böylesi nedenlerle hayata kendi başına devam etmek zorunda bırakılmaları/ kalmaları trajiktir.

Entelektüel daralma, kendini tekrar ve kurumanın vahameti 90’ların ikinci yarısında sınırlı güçlerle gerçekleştirilen politik mücadelenin iyice zayıflamasıyla anlaşıldı, yeniden ilişki kurma yolları denendi ancak o damar bir kez kurumuştu. Hapishanelerdeki edebiyat da bu genel tablo içinde önceleri politik mücadelenin basit bir aracına indirgenirken zamanla, özellikle başka seslerle, anlayışlarla temas çoğaldıkça edebiyat ve politika ilişkisinin birbirinden görece özerk olduğu fiilen kabullenildi.

“Hapishane edebiyatı” ifadesi, bir mekan olarak “Hapishanelerde üretilen edebiyat” biçiminde ele alınırsa verimli bir tartışmaya kapı aralar. Edebiyat her şeyden önce edebiyattır, kendi ölçüleri vardır ve herhangi bir sıfata gerek duymaz. İç dökmelerin şiir olmadığını, “Hayatım roman” diye kaleme sarılmaların romanla sonuçlanamayacağını bilmek bile çoğu zaman işe yarar.

Hapishanelerdeki tecrit uygulamalarını bir yana bırakırsak dışarıdaki bir edebiyatçı için çalışma ofisi/ odası ne ise hapishanedeki yazar bakımından güçlükle bulabildiği bir masa odur. Yazarın işi şikâyet etmek değil dününü bildiği edebiyatın bugün geldiği noktadan söz alıp üretimde bulunmaktır. Asıl önemlisi kişinin yazarlık kuşamının bulunmasıdır, bu varsa kendisini en olumsuz şartlarda üretebilir.

Ortaya çıkan eserlere bakıldığında, sol sosyalist harekette son altı yedi yılda görülen kıpırtılar bir yana hapishanelerdeki edebi verim bugün asıl olarak Kürt siyasal hareketiyle türlü biçimlerde temas eden bireylerde gövdelenir. Sara Aktaş, Rojbin Perişan, Murat Türk, Mehmet Boğatekin, Naif Bal ilk anda akla gelen isimlerden.

90’lı yıllarda Kürt siyasal hareketinin edebiyat konusunda araçsalcı/ indirgemeci tutumuyla kıyaslandığında bugünkü üretim çeşitliliğin bir rönesans olduğunu söylemek gayet mümkün. Henüz kendi sesini tam bulamayan, güçlü/ profesyonel editörlerin katkısına ihtiyaç duyan ve iki dilli yürüyen bu edebiyat, Kafka gibi özgün çeşitli isimlerin mukalliti olmayan çalışmadan, “Beni kimse anlamıyor” türü ergenlik klişelerine sığınmadan kendi yordamınca söz üretmesi bakımlarından dikkatle takip edilmeye değer.

Sami Özbil, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Cezaevi, Ocak 2014

Soruşturma: Türkiye'nin Edebiyat Serüveninde Cezaevi Edebiyatı Sizin İçin Neyi İfade Ediyor?

Özcan Karabulut

Hapishaneler, kendimizle ve hayatla en yakıcı biçimde hesaplaştığımız yerlerdir. Bu hesaplaşmaya hapishanede yaşadıklarımız da dahildir. Dahası, en yoğun okumalardan birinin buralarda yapıldığı düşünülürse, hesaplaşmalarımıza okuma uğraşının da eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Şöyle bir şey galiba: Her türlü görev ve sorumluluğumuzun içinde, ötesinde düşünüyor ve sorgulamaya başlıyoruz. İnsanı ve hayatı farklı boyutlarıyla kavrıyor, farklı bakış açıları kazanıyor, kendimizin ve başkalarının, başka başka şeylerin farkına varıyor, bütün bunlarla birlikte birey olmanın kapısını aralıyoruz. Birey olmak, özgürlüğün ve yaratıcılığın da keşfi anlamına gelmiyor mu?

Hapishanede bireysel arayışlara cevap veren, ya da karşılık gelen uğraşlardan biri de hiç kuşkusuz edebiyattır. Hayata bir tutunma biçimi olarak edebiyat. Ya da kendimizi ifade edebileceğimiz, gerçekleştirebileceğimiz bir alan. Nâzım, Bursa Cezaevinde bu serüveni yaşamamış olabilir mi? Sinop Cezaevinde Sabahattin Ali: Onu deli dalgalara karşı ayakta tutan neydi? Cezaevi serüveninin şu ya da bu biçimde şairlerde, yazarlarda, ya da yazar adaylarında bir karşılığı olmalı: Demir parmaklıklarda çıkışsız olanın kapısının aralanması. Bir kere, insanın ve hayatın trajedisinin farkına varılmıştır. Nereden, hangi mücadelenin içinden gelinirse gelinsin, artık yazarak anlatılan insandır, hayattır, insanın ve hayatın trajedisidir hiç kuşkusuz.

79 yılında bir süre Adana Askeri Cezaevinde yattım. O yıllarda kim neler yaşamışsa ben de cezaevinde benzer şeyleri yaşadım. Cezaevi günlerinde, pek çok şeyin yanında, iki olay iz bıraktı bende: İlki, Filistinli gerillalar Mısır Büyükelçiliğini işgal etmişlerdi; bir süre sonra güvenlik güçlerine teslim oldular. Devrimciler teslim olmazlardı, ölürlerdi. İkincisi ise, bizzat arkadaşlarımız tarafından dağıtılan karavananın adil olmayışıydı. Bunları tartışıyorduk… Eylem amacına ulaşmışsa, işgal bitirilebilirdi: Bu benim de içinde olduğum tarafın görüşüydü. Belli bir grubun üyelerine yemeğin etli ve bol miktarda verilişi: Bu benim de içinde olduğum arkadaşlar tarafından kabul edilemezdi. İşin ilginç tarafı, her iki olayda da ben kendimi, kendi siyasi grubumun dışındaki arkadaşlar arasında bulmuş ve bu beni hiç istemeden cezaevi sorumlusu haline getirmişti. Eleştiri, özeleştiri, sorgulama başlayınca, özellikle 78’liler olarak adlandırılabilecek benim kuşağımın üyelerinin yaşadıklarını, yaşayamadıklarını yazarak edebiyata yöneldiklerine tanık olduk. 80’lerde Belge Yayınlarının anlatı dizisinden art arda çıkan kitaplar buna örnek olarak verilebilir.

Benim yazar olmamı sağlayan dört etkenden söz edebilirim: İlki, bana ilk hayat bilgilerini kazandıran çocukluğumun ve ilk gençliğimin Adana’sıdır. İkincisi, Erzurum’da verdiğimiz politik mücadele ve zorunlu olarak ölüm korkusunu yenmem (Erzurum o yıllarda bizim için büyük bir cezaeviydi) . Üçüncüsü, Adana Askeri Cezaevindeki okumalarım ve hesaplaşmalarım. Dördüncüsü ise, politik mücadelesiyle, sorgulamalarıyla, Edebiyat Kulübü’yle, Yurtlar’da yazdığım ilk öyküyle, arkadaşlarımla, bir dönemin Ankara’sıyla ODTÜ’lü yıllarımdır.

Haydar Karataş

Öncelikle birincisi Türkiye Cezaevleri ile ilgili yazılmış iyi romanlarımız var mıdır sorusudur; Orhan Kemal’in “72. Koğuş”u ve Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan” eserleri ülkemizdeki hapishane dramını anlatan iyi ürünlerdir. Her iki eser de halka mal olmuştur. Ne acı ki yüz binlerce insanın hapis yattığı ülkemizde bu eserlerin edebi niteliğini aşan ürün bir daha verilemedi. Belki vardır, yayıncılar, eleştirmenler yeterli ilgiyi göstermiyor da olabilir, bilemem.

Ama kastınız sol gelenekle ilgiliyse, yani devrimci ediminden dolayı hapse girmiş ve orada yazmaya başlayanların verdiği ürünlerse söz konusu olan, bu noktada iyi şeyler söylemem mümkün değil.

Şöyle düşünün, hapse atılan on binlerce genç devrimci var ve onlar o hapishanelerde neler neler yaşarlar. Sadece operasyonlar, ölümler değildir mesele! Onlar için ölüm sıradan bir şey, onunla dalga geçerler, doğrusu ülkemizde ölüm o kadar ucuzdur ki bu ucuzluğun ‘kahramanlık’ şiirini, romanını yazmak banal kalıyor.

Eğer konuşacaksak, öyle üstünkörü konuşmayalım derim, yaraya dokunmak lazım, bu acının, dramın edebiyat dili neden ‘eksik’ kaldı sorusu, derin bir akli muhakemeyi işaret eder.

Devlete karşı isyan edip gemileri yakmış genç devrimcinin karşısına çıkan ve onu esir alan o ‘küçük dogma’ nedir? Devrimci cezaevi edebiyatı bunca deneyime rağmen bu ‘dogma’ ile hesaplaşma dili bulamadı. Bu DİL yakalanamadığı için Orhan Kemal’in “72. Koğuş” ve Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan”ı tadında bir cezaevi romanımız olmadı. Aslında bir yazını, politik söylemden ve yaşanandan ayırıp onu bir edebi esere dönüştürmenin ilk aşaması bu dil hesaplaşmasıdır. Burada da solun edebiyata bakış açısı cezaevinde yazmaya başlayanların karşısına çıkıyor.

Ben solun cezaevinde roman yazamamasını, edebiyatçının bu hesaplaşmaya girme korkusuna bağlıyorum. Bu nedenle her darbenin yüz binlercesini hapislere doldurduğu devrimcinin hayatı cezaevinde dilsiz kalmıştır. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve 1990’ların romanı yazılamamıştır.

Elbette yazılan çok şey var, ancak onlar edebi kaygıdan ziyade, siyasi önceliklerle yazılmış ya da uçurumun başına gelmiş ancak ‘intihar’ etmeyi göze alamamış denemelerdir. Edebiyat intihar etmeyi göze aldığı an edebiyat olur, hapishanede yazılmış çokça metni okumuş ve düzeltmiş biriyim, bu gidişle uzun bir süre daha hapishanelerin romanı yazılamaz inancındayım.

Bir başka nokta bugün açısından böyle bir romanı kime yazacaksınız, hangi okura sorusudur. Günümüz solu insan hikayesi dinlemek istemiyor, onun kafasında sınıflandırılmış ve düşmanlık kategorisine göre ayrıştırılmıştır her şey.

Nazım Hikmet’in Kan Konuşmaz romanı bunun en iyi örneğidir, işçi devrimci, usta proleter, öğrenci küçük burjuva, yönetici işbirlikçidir! Oysa edebiyat siyasetin söylediğini anlatı diline döktüğü an ölür! Edebiyatın hikayesi, siyasetin ‘hain’ gördüğünü kahraman yapmayı becerdiğinde başlar. Bu büyük şairin romanlarının heyecanlı olmamasının nedeni budur. Hem böyle bir romanı okumaya neden gerek duyulsun, küçük burjuvanın kaypak olduğu başından bilinir, yöneticinin de burjuva olduğu!

Bir başka şey de dava ve kutsanmışlıktır. Kutsanan ‘davaların’ edebiyatında bir şey eksik kalıyor. En fazla İslami yazarların ve milli edebiyatçıların yaptığı gibi bir şey yaparsınız. Ne olur, Müslüman kadın iffetlidir, haliyle roman temanızda gayrimüslimi, oluşturduğunuz olumlu öğenin iffetsiz hali olarak karakterize edersiniz. Servet-i Fünun, ilk dönem milli edebiyatımız ve günümüzde yazılan muhafazakâr kesimin romanları bunun örnekleriyle doludur. Solun cezaevi edebiyatında bu var, haini bol, kahramanı çok ama çıplak insanın iç karmaşası, insanın başını döndüren o gel-gitleri eksiktir.

Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza”sını politik olarak okursanız, Raskolnikov yaşlı bir kadını ve hizmetçisini öldürmüş bir katildir, ama edebiyatçının tılsımı odur ki, katilin ruhunun derinliklerine iner ve oradan vicdanlara seslenen bir dramı ortaya çıkarır.

Oysa hapishanelerde yazılmış eserlerin ağırlıklı bir kısmında, “hain” hain olarak durur, “itirafçı” ise itirafçı, bağlı olduğu örgütün istediği ideal insan içinse bolca methiye vardır bu edebiyatta. Evet hapishanede devrimci ‘dik’ durmalıdır ama söz konusu olan edebiyatsa, edebiyatçı ağlamayı, yarattığı roman kahramanının başında gözyaşı dökmeyi göze almalıdır derim.

Bir örnekle bitireyim, Gebze Cezaevinde Kürt koğuşunda kalıyordum, beş çocuk babası olan Cabbar adında bir mahkûm vardı. Örgüt nedir bilmezdi, PKK’yi de bilmiyordu ama gene aynı cezaevinde olan başka bir Kürt, polis dayağına dayanamamış ve “Benimle beraber eyleme gelen diğer adam Cabbar’dı” demiş. Haydaaa! Cabbar acıdan hapishanenin duvarlarını tırmalıyordu. Dil bilmeyen eşi ve beş çocuğu Cabbar tutuklanmadan iki ay önce gelmiş İstanbul Güngören’e. Nerede yaşarlar dersiniz, bir kamyon kasasında. İlk evleri orası. Cabbar bir köfte arabası alır, niyet köfte satıp bir ev kiralamak, kıyma borç, köfte arabası borç, köfteye can katan soğan borç. Olsun o mutlu yuvayı kiralayacak bütün ön hazırlıklar tamdır ya, ama Cabbar’ın ilk köftesini satacağı gün Kürtlerin büyük bayramı Newroz’dur. Yaptığı köfteleri tepsiye koyar, rengarenk Kürdün aktığı Newroz meydanına gider, ama akşam eve dönmek yerine müebbet hapis alacağı cezaevine gelir.

Bu işin bir yanı...

Bir de bu meret hayatın ters tarafı var elbet.

Cabbar dışarıdaki aileyi nasıl ayakta tutacak, elbette maneviyatla, anılarla, hatıralarla ama, bunların hepsi cezaevinde yasaktır. Mektuplar örgüt yöneticileri tarafından okunur, okunmasa Cabbar kızına öyle güzel mektuplar yazacak ki, kızı da annesine okuyacak.

Bir gün Cabbar gizli bir defter getirdi bana,

“Haydar Heval, bu yazdıklarımı daktilo eder misin,” dedi. Der demez de dünya durdu sandım. Meğer politikanın, örgütlerin, devletlerin geçip gittiği bu dünyada, Cabbar’ın içi kan ağlıyormuş, yazamadığı mektuplar orada yazılmış. Kurşun kalemle yazılmış bu defterinde, neden hapiste olduğunu anlamıyor, Kürtlükle hapislik arasında da bir bağ kuramıyordu bir türlü. Hiç unutmam, başları kötü olan ancak beş on sayfa sonra tamamen bir drama dönen bu hayat, defterin bir yerinde kuyuya atılmış Yusuf Peygamber oluyordu. Cabbar o kuyudan konuşuyordu. O kuyunun başına tanrı geliyordu, örgüt geliyordu ve en fecisi devlet ve polisi geliyordu. Ama bu kuyunun başına sadece kötüler gelmiyordu, bazen de Cabbar’ın çocukları geliyordu, her biri birbirinden güzel, parmakları minnacık, gözleri ışıl ışıl çocuklar. Hep gülüyorlardı, minik parmaklarını küçük kedi yavruları gibi uzatıyorlardı Cabbar’a, Kürtçe “Baba” diyorlardı, “baba elini niye vermiyorsun!” Cabbar’a göre bu eller birbirine kavuşsa mahkeme onu bırakacaktı. Ama bir türlü kavuşmuyordu o eller, kuyu derinleşiyordu, ses uzaklaşıyordu, Cabbar çıldırıyordu. Cezaevi havalandırmasında iki duvar arasında gelip gidiyordu.

...

12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve şimdilerde yazılanların büyük bir kısmı bazı yerlere yetiyor da, galiba edebiyat okuruna yetmiyor.

Ha, bu deftere ne mi oldu, elbet bir gün biri çıkar anlatır o defterin hikayesini... Hele bazı acılar dinsin bir.

14 Ocak 2014, Zürih

Burhan Sönmez

Cezaevi Edebiyatı ile, cezaevini konu edinen eserlerin yanı sıra, belki de ondan çok, cezaevinde üretilen eserler kastedilir. Bir tutsak olarak sanatçının kendini yeniden üretmesi, dünyaya sözcüklerle anlam vermesi, fiziki konumundan dolayı ilgi çekicidir.

Ahmed Arif’ten Sevgi Soysal’a kadar pek çok şairin, romancının, öykücünün geçtiği cezaevleri, insanın bedeninden önce zihnine bir meydan okumadır. Bu tehdide karşı bir itiraz gelir sanatçıdan. “Her şeye rağmen sözümü söyleyeceğim” der. Antik Çağ’daki “parrhesia” kavramına denk düşen bu konum, düşünceyi açıklamanın yanı sıra, o düşünceyi açıklarken karşılaşılacak tehlikeyi göze almayı da ifade eder. Riski göze almak, her tür iktidara karşı sesini yükseltmenin gereğidir, hâlâ.

Edebiyat, görüneni anlatır gibi yaparken, görünmeyene dokunur. Bize yeni bir bakış sunar. İnsan ruhunun derin, korkunç, yalnız, zavallı ve asi yanlarına odaklanan bu bakış, iktidarın da ruhunu okur. Buradaki iktidar, formlardan (siyasi bir organizmadan) ziyade, normlardır (ideoloji, gelenek, ahlak). Marquis de Sade, Dostoyevski ve Nazım Hikmet gibi farklı çağlarda cezaevlerinde kalan edebiyatçılar, yerleşik normlara karşı çıkıp, onlarla boğuşurken, edebiyatı sadece bir biçim olarak kullanmadılar, onu hayatın yeni bir yüzü haline getirdiler. Var olan gerçekle mücadele etmenin yolu, başka bir düzlemde –edebiyatta- yeni bir gerçek yaratmaktan geçiyordu. Çünkü edebiyat, kafes örmeyi bilmeyen bir kuştu; kafese kapatılmakla da gökyüzünü unutmazdı.

Pram’ın hikâyesi, cezaevi literatürünün özgün örneklerinden biridir. Modern Endonezya’nın en önemli yazarı sayılan Pramoedya Ananta Toer, halk arasında Pram diye anılır (ölümü, 2006). Yaşamının yaklaşık otuz yılını cezaevinde ve ev hapsinde geçirdi. 1965 yılındaki darbeden sonra bir kez daha yakalanarak, cezaevi olarak kullanılan Buru Adası’na konmuştu. Romanlarını nasıl yazacaktı? Onları dışarı çıkarmayı nasıl başaracaktı? İlk zamanlar kalem bile verilmeyen Pram, kendine özgü bir yol buldu ve tutsak arkadaşlarının hafızasına yazdı kitaplarını. Kelimenin gerçek anlamında. Romanlarını zihninde kuruyor, cümlelere dönüştürüyor, sonra arkadaşlarına söylüyordu. Tutsak arkadaşları da onun romanlarını ezberliyordu. Ünlü Buru Dörtlüsü’nü böyle yazdı. Sonra kağıda dökebildi. Cezaevinden çıkan arkadaşları yalnızca Pram’ın kitaplarını basan bir yayınevi kurdular. Güneydoğu Asya’nın Nobel’i olarak anılan ve dünyanın pek çok dilinde okunan Pram, henüz Türkiye’de yayımlanmadı. Buru Adası’ndan çıkmayı başaran kitapların, bu topraklara da ulaşmasını dileyelim.

Ahmet Büke

Edebiyat insanın ve doğanın acıyan yerinde atar. Yani mahpusluğun içinden edebiyatın geçmemesi zaten düşünülemez. Bütün bunlardan öte, insanı hayata ne bağlıyorsa o kıymetlidir. İçeridekilerin bir umudu da edebiyat. Bu bile cezaevi edebiyatının ne kadar mühim olduğunu gösteriyor. Hatta dört yanımızı saran kibre bile iyi gelebilir oradan sızan sesler.

Şerif Temurtaş

Türkiye eylül faşizmi ile kuşatıldığında ilk direnen edebiyattı, ama ille de şiirdi. Bugün edebiyatımızda belli bir yaşa gelmiş şair ve yazarların çoğu ilk ürünlerini askeri ve özel tip(E) cezaevlerinde verdiler. İlk ürünlerini çoğu, bu dönemde Ankara’da çıkan Yarın dergisinde yayınladı. Görülmüştür damgalı mektuplardan çıkan cezaevinde yaratılmış ürünler. Cezaevi edebiyatı dendiğinde akla ilk gelen isimler, Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve A.Kadir olmadan cezaevi edebiyatı olur mu hiç? Türk edebiyatının temel taşları belki de cezaevi edebiyatı ile oluşmuştur. Ancak zaman zaman sığ bir yazı ve şiir kümesine de düşüldüğü görülmüştür. Yine de, hapishaneler, şairlik-yazarlık için özel laboratuarlardan biri olmuş, her dönemde öncülerin neredeyse hepsi bu demir ve taş yığının içinden geçmiş, dahası üretmiş, ürettiğini paylaşmış ve aydınlık bir gelecek için savaşmıştır.

Onur Caymaz

Aslında kendi hesabıma yazında “çocuk ve gençlik”, “cezaevi” gibi sınıflamalardan evvel ezel hoşlanmadığımı baştan söyleyeyim; umut şiirleri, aşk şiirleri, doğa şiirleri gibi kategoriler; kadın şair, eşcinsel öykücü ve benzer sınırlamalar da beni cezbetmiyor; şair şairdir, metin metin, edebiyat edebiyat; bunların önüne ya da çok şekilliymiş gibi ardına tabak fırlatır gibi sıfatlar ekleyip çıkarmak bana boşa zaman kaybı gibi geliyor nedense.

Öyle ya! Zira burada zemin hep biraz belirsiz, kaygan gibidir. X edebiyatı dendiği vakit, oradaki o X, yazara ait bir durumu, eserle ilgili birtakım özellikleri mi yoksa metnin hitap ettiği kitleyi mi, yoksa ne bileyim X’te geçip giden hikâyeleri mi belirtir; neyi belirler, neyin sınırını aşar, neyde yetersiz kalır, emin olamıyorum.

Dostoyevski’yi ele alalım, çocuk ve gençlik edebiyatı sınıfına girmez ama on yedi yaşında birinin Suç ve Ceza’yı okuması çok harika bir şeydir. Çocuk ve gençlik edebiyatı eserleri yazanlar arasında çocuğa ve gence pek rastlamayız ama cezaevi edebiyatına dahil edilen kişiler genelde cezaevindedir. Yeryüzünü bir cezaevi gibi görerek yazan bir kadını kadın şair ya da şair kadın olarak mı nitelemek gerekir, cezaevi kategorisine dahil etmek mi? Belirsiz, kaygan diyerek böyle şeyleri kastediyorum. En sınır tanımayan şey edebiyat olmalıyken edebiyata sınır koymak biraz garip değil mi?

Başbakanının o döneme göre sakıncalı yani kötü bir şiir okuduğu için (şiir kötü olduğu için değil, sadece okunduğundan, kaldı ki kötü de bir şiirdi o) hapis yattığı, sonra uzun zaman bundan kendisine mağduriyet payı çıkardığı, fakat mazlumluk hali geçtikten sonraki uzun iktidar sürecinde (iktidar hüzünlü bir şeydir, ayıptır hatta) çıkmamış kitapların bile toplatıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Son hesaplaşmada bu ülkede her insanın, aydının, sanatçının, manavın, öğretmenin; zulme boğazına kadar batmış yavşaklar hariç, hapse düşme ihtimali her zaman vardır. Hapse düşenin de edebiyata sarılma olasılığı. Yaşam bitmediği müddetçe edebiyat sürecektir.

Yine de bazı sosyolojik durumları belirlemek için bu tür tanımlamalar kullanmak olası galiba. Cezaevini anmadan bir Kemal Tahir’den söz açmak mümkün müdür? Hapis yatmasaydı romancılığını zenginleştiren Anadolu insanını tanıma şansı olur muydu? Hapse düşmeden önce de yazan Nâzım, acaba bunca yıl içerde kalmasa dünya edebiyatının başyapıtlarından sayılacak Memleketimden İnsan Manzaraları’nı üretebilir miydi? Bunlar dışında yazdıkları ilk kez dergilerde göründüğünde, yani edebiyat âleminin kapısından içeri adım attığında içerde yatan, idamla yargılanmakta olan bir Nevzat Çelik örneği var. Şafak Türküsü ve Müebbet Türküsü cezaevi edebiyatı diye bir şey varsa bu sınıfın kaliteli ürünlerinden sayılabilir. Öyle cezaevinde uzun zaman ya”z”mışlığı olmasa da Orhan Kemal yazarlığında cezaevinin yerini nasıl yadsıyabiliriz peki? Hapiste Nâzım’a rastlamasaydı yazarlığa bambaşka şekilde adım atmış olmaz mıydı?

Belki cezaevi edebiyatı tanımlanmasına böyle bir pencereden bakmak mümkün olabilir en fazla. En azından, ben böyle düşünüyor, voltaya çıkıyorum. İyi günler...

Tene Cezadan Tine Ezaya Hapishanelerin Evrimi (Adil OKAY)

Mayıs 2013’te dünyanın en ağır mahpuslarından Tahir Canan, Hasan Gülbahar ve Muzaffer Öztürk tahliye edildiler. “Ben çıkana kadar büyüme e mi…” adlı son kitabımda, 12 Eylül’den beri zindanda olan bu mahpuslara da yer vermiştim. Milletvekili Hüseyin Aygün de mecliste 4. Yargı paketi görüşülürken kitabımı referans göstermişti. Sonuçta pakete bir yama yapılarak bu tutsaklara tahliye yolu açıldı. 2013 Aralık ayında ise, İHD’nin “Hapishanelerde neler oluyor” panelinde Hasan Gülbahar ile birlikte konuşmacıydım. Gülbahar, 30 yıllık hapishane deneyimini anlattı. Sunum sonunda izleyiciler Hasan Gülbahar’ı soru yağmuruna tuttular. Salonda ajitasyon temelli konuşmalar dikkat çekiyordu. Özetle: “Devrimciler hapishanede de üretmeyi bilirler. Hapishane çekilmez değildir…” deniliyordu. Neredeyse “hapishaneler eğitim evidir, faydası vardır”, noktasına geliyorduk ki ben: “Evet politik tutsaklar her koşulda üretmenin yolunu bulmuşlardır. Ama ne bedeller ödeyerek!” diye müdahale etmiştim.

Konuşmamda kısaca değindiğim bu konuyu açayım: Hayat her zaman sloganlara uymaz. Ya da bazı sloganlar sadece o an ve mekân için geçerlidir. Ruhi Su, ‘Hasan Dağı’ adlı türküsünün sözlerini, İstanbul’dan Adana’ya elleri kelepçeli yolculuğunda yazarken yaşadığı çileyi haykırıyordu. Sabahattin Ali, Sinop zindanından; “Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar/ Aldırma gönül aldırma…” diye haykırırken, aslında “aldırdığını” anlatıyordu. Defalarca tutuklanan şair Cigerhun (Cigerxwin), “Yüz­ler­ce, bin­ler­ce yıl di­li­miz/ Bi­zim gi­bi tut­sak kal­dı” derken, Ahmed Arif, Sansaryan zindanında, “Ölüm böyle altı okka koymaz adama/ susmak ve beklemek müthiş/ Genciz namlu gibi ve çatal yürek/ Barışa bayrama hasret/ Uykulara derin kaygısız rahat/ otuziki dişimizle gülmeye/ doyasıya sevişmeye...” diye yazıyordu. Babam şair Süleyman Okay, kapatıldığı Adana zindanında yazdığı, “Sevda tutuklanamaz” adlı uzun şirininin girişine; “Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar / ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor…” diye not düşerken, acısını, özlemini haykırıyordu.

Örnekler çoğaltılabilir. Zira özellikle son 50 yılda devasa bir hapishane edebiyatı oluşmuştur. Söz konusu edebiyat da gerçek tarihin yazılımına katkı sunmakta, tarihe not düşmektedir.

Başa dönersem: Yıllarca toprağı, ağaçları, çiçekleri, arkadaşlarını, sevgililerini göremeden yaşayan insanların, dışarıya yazarken « Biz iyiyiz, siz kendinize iyi bakın » demelerinin altında yatan nedenleri irdelemek gerekiyor. Koşullara tevekkülle katlanmak başka, hapishane gerçekliği başkadır. Mücadele ve ağır bedeller sonucu kazanılan kısmi demokratik haklar olsa da, günümüz hapishanelerinde mahpuslar her gün ayrı bir yasakla - psikolojik işkenceyle yüz yüze yaşıyorlar. Mektup, gazete, kitap, görüş günleri, tedavi olanakları keyfi olarak yasaklanıyor. Kızım Öykü‘nün yolladığı balonlar, deniz kabukları ve işlemeli mendiller bazı cezaevlerinde “yasak“ denilerek mahpuslara verilmiyor. Konuyu (dönemin milletvekili Akın Birdal aracılığıyla) meclise taşıyıp, “mevzuat aynı değil mi“ diye sorduğumuzda, Adalet bakanı: “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir“ diye, abesle iştigal yanıt veriyor. Tekmil isteme, çıplak arama, sürgünler, ziyaretçilere eziyet devam ediyor. Tahliye edilmeleri “devlet çarkına“ takılan hasta tutsaklar, gözümüzün önünde birer birer ölüyorlar.

Yasalar değişiyor, hapishane adları, tipleri değişiyor, yeni hapishaneler yapılıyor ama zindan hep zindan. Devlet hep ceberrut. Ve “rehabilitasyon, topluma kazandırma“ aldatmacası gerçeklerle bağdaşmıyor. Oysa, Marks’ın ifadesiyle, “Dünyanın cezayla yılmadığı ve yola gelmediği apaçık ortadadır.”

Yedikule zindanlarıyla başlayan hapishane tarihi

Hapishanelerde yaşatılan zulüm, bizim coğrafyada 15.yüzyılda Yedikule zindanlarının inşasından beri sürüyor. Yedikkule zindanının en ünlü tutuklusu 1622’de tahtan indirilen II. (Genç) Osman’dı. Osmanlı döneminin en ünlü hapishaneleri Yedikule Hisar’ından sonra “Baba Cafer“ ile “Taif“ zindanlarıydı. Ve Cumhuriyet döneminde Sinop kalesi, Sansaryan hanı, Yassıasa, Mamak, Metris, Diyarbakır zindanları, zulümleriyle ün saldılar. Bu zindanların bazılarında ortaçağın “bedene eza“ diye özetleyebileceğim yöntemine başvuruldu. Ve kimi zaman artan, kimi zaman azalan ama hiç bitmeyen devlet zulmü, bu gün de Tekirdağ, Şakran, Silivri, Gebze ve diğer hapishanelerde sürüyor.

Demem o ki; “Kefaret ve para cezaları ortaçağın erken dönemlerinde tek ceza araçları idiler. Ortaçağın geç dönemlerinde canavarca bedeni ve hayati cezalar başladı.17.Yüzyılda ise tarihsel evrim açısından bir reform olarak özgürlüğü bağlayıcı ceza gündeme geldi. (…)Bu durum Mably tarafından ‚‘ceza, bedenden çok ruha yönelik olmalıdır.‘ şeklinde formüle edilmişti.“ (Kanar, 2011:7)

Osmanlıdan günümüze “adalet” sisteminin değişmeyen ideolojisi

Burada, politik muhalifler üzerinde kesintisiz devam eden devlet zulmüne dikkat çekerken, bu uygulamaların ideolojik argümanlarına da değinmek gerekiyor.

1895’te İstanbul’da kurulan, “Osmanlı Amele cemiyeti” yöneticilerini tutuklayıp 10’ar yıl hapse mahkûm eden “devlet”in de, 1923’te Şefik Hüsnü ve arkadaşlarını, 1925 yılında da Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir ve Hüseyin Cahit’i tutuklayan devletin “ideolojisi aynıydı.

1933 yılında Nazım Hikmet ve yoldaşlarını düzmece suçlamalarla tutuklayan ‘devlet’in adaleti’ ile 1950’lerde Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi 40 kuşağı yazarlarını tutuklayan devletin adalet anlayışı aynıydı. 1957’de “Sansaryan tabutlukları”nda, içlerinde işkence sonucu ölümün eşiğine gelen Zehra Kosova ve Zihni Anadol’un da bulunduğu sosyalistlere acımasızca işkence yaptıran ‘devlet’in argümanlarıyla, 1960 yılında aralarında Musa Anter’in de bulunduğu 49 Kürt aydınını idam istemiyle yargılayan ‘devlet’in argümanları aynıydı.

1960, 1971, 1980 darbelerini yapan “devlet” ile Diyarbakır zindanlarında tutsakları lağım çukuruna sallandıran, sopalarla onlarca insanı parçalayarak öldüren ve son yıllarda ülkeyi devasa bir hapishaneye çeviren ‘adaletin’ temeli aynıydı.

Aynıydı çünkü: Yedikule zindanlarının inşasından bu yana, bu topraklarda saltanat süren devletlerin “adalet”i, mülksüzlerin değil, büyük mülk sahiplerinin hizmetinde olmuştu. Ve bu “adalet”, büyük mülk sahiplerinin “yenilmezliğini”, “kader” olduğunu, “başka bir dünyanın mümkün olmadığını” tutuklamalar, işkenceler ve yargısız infazlar yoluyla “egemenler için potansiyel tehlike olan “mülksüzlere” yani sessiz büyük çoğunluğa kimi zaman açık, kimi zaman dolaylı göstermek durumundaydı.

Ve yukarıda aktardığım süreçte açıkça görüldüğü gibi, ülkemizde “farklı siyasi ekollerin tarihinde, hapishaneler belirli kısa periyotlarla yer alırken, solun tüm tarihinde her dönem var olmuştur…” Bu gün de “tutsak, politik mahpus” deyince ilk akla gelenler sol, sosyalist tutsaklar ve Kürt yurtseverler anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak: Egemenler, tene ceza’yı kaldırıp yerine tine eza’yı, en ince - acımasız biçimde uygulamaya koysalar bile, sistemin “suç ve suçlu üretimi” ve politik tutsakların direnişi devam etmiştir. 21 yıldır tutsak olan Gülazer Akın’ın, Gebze zindanından yolladığı son mektubunda mağrur ve vakur biçimde ifade ettiği gibi: “Baskılar, saldırılar artsa da tutsaklar direnecektir. İşimiz bu… Başka çaremiz yok…”

Peki ne yapmalı?

Bu sorunun yanıtını aramak da başka bir yazının – dosyanın konusudur.



Kaynakça:

Adil Okay, “Ben çıkana kadar büyüme e mi…”, Nota Bene yayınları, Ankara, 2013.

Şaban Öztürk, “Türkiye solunun hapishane tarihi I-II, Yar yayınları, İstanbul, 2004.



Av. Ercan Kanar, “Suç, ceza, hapis kavramları …”, İHD cezaevi komisyonu, özel sayı, 2011.

“Cezaevi edebiyatı”: Sorunlu bir kavram (Sibel ÖZ ve Ayşegül TÖZEREN)

Cezaevi edebiyatı kavramı ne zamandır kullanılıyor, ilk kim kullanmış gibi sorulara yanıt vermemizi sağlayacak veriler, tıpkı hapishanelerde yaşanan pek çok insan hikayesi gibi kayıp. Özellikle 80’li yıllarda darbe sonrası yaşanan kitlesel tutuklamalarla birlikte, içerinin dışarıyla iletişimi yasakken, insanlar yine de küçük tütün kağıtlarına şiirler, öyküler, basın açıklamaları yazarak görüşçülerine ulaştırdılar ve dışarıya seslerini duyurmaya çalıştılar. Yazmak, kendini ifade etmenin tek yolu olarak o zaman da günümüzde olduğu gibi gündemdeydi. Yalnız “cezaevi edebiyatı” kavramını içeridekilerin değil, dışarıdakilerin üretmiş ve kullanmış olduğu da bir gerçektir. Kavram pek çok sorunu barındırıyor. “Cezaevi edebiyatı” denildiğinde hapishanelerde üretilen edebiyat anlaşılması gerekirken, sürekli hapishaneleri işleyen, dört duvar ve tel örgülerden yakınan, klişeleşmiş metinler anlatılır olmuştur. Masumane olarak kullanıldığı ve salt içeriden çıkan eserleri kastettiği iddia edilse de, örtük olarak esere değil, yazarının siciline vurgu yapan bir yanı da vardır. Öyle ki cezaevi edebiyatı kavramına ve genellemesine karşı içeridekiler bile savunma halindedir. Aslında kavramı tartışmak ve kabul etmemek gibi bir hakkımız olduğunu tekrar hatırlamak gerekiyor.

80 darbesi sonrası toplumda oluşan politik yılgınlık, karamsarlık ve umutsuzluk, kişisel korkular edebiyata da damgasını vurdu. Yayıncıların çoğu politik eserleri basmayarak korku ve kaygıyla hareket ettiler. İçselleştirilmiş sansür anlayışıyla, ikiyüzlüce, politik metinlerin edebi olmadığı ve olamayacağı gibi bir genel kabul oluştu. Tam da bu yıllarda Belge Yayınlarının “Yeni Sesler” dizisi, Ayşe Nur Zarakolu tarafından, yayınevinin 10. yıldönümü olan 1987 yılında Ersin Ergün' ün “Bir Avuç Şiir” adlı kitabıyla, hapishanelerdeki yazarların sesini dışarıya iletme ve onlarla dayanışma amacı ile başlatıldı. 1987- 1991 yılı arasında, Belge Yayınları tarafından içerden, dışardan veya sürgünden 50 küsur kitap yayınlandı. Bu dizide şiir, öykü, roman, röportaj gibi ürünlere yer verildi. Ayşe Nur Zarakolu’nun hazırladığı ‘Yeni Sesler’ dizisi, hapishanelerdeki yazınsal direnişin aktığı ilk kanallardan biridir.

“Yeni Sesler” dizisine başlarken, Ragıp Zarakolu’nun ifadesiyle, “Türkiye'nin 70'li ve 80'li yıllarda yaşadığı büyük toplumsal altüstlüğün, çarpıcı olayların, trajedilerin ve mitosların kitaplaşması için olanak sağlanması gerektiği” düşünülüyordu. Ancak, Zarakolu’nun da “Yeni Sesler Üstüne Düşünceler”de belirttiği gibi “Bu dönemi ne zihinsel ne de gerçek olarak yaşamayan, ya da yaşayamayan kimi yazarlar, o günlerin çarpıcı olaylarını ve trajedilerini ucuza kullanmak istedi. Yaşananları klişe tipler ve düzenin bakışıyla yargılayan bu yüzeysel yapıtlara büyük övgüler düzüldü. Yani içerde, kendini savunma olanağından yoksun insanlara karşı bir çeşit yargısız infaz uygulandı, örtülü biçimde...”

Belge Yayınlarının desteği ve çabasıyla yavaş yavaş başka yayınevleri de direniş edebiyatına yer vermeye, yeni seslere yer açmaya başladılar. Ancak hala Madımak katliamının, ölüm oruçlarının, Hayata Dönüş operasyonunun, ağırlaştırılmış müebbete hükümlü olanların 23 saatlik tecritte yaz(şa)maya çalışmaları yüzlerce kitaba konu olması gerekirken, bu ve benzeri el yakan konularda edebiyatın eleştiri dahil olmak üzere her alanında çekinceli davranıldığını söylesek, “politik proje kitaplara” çok mu şüpheci yaklaşmış oluruz?

Kilimanjaro kadar yüksek: Ernest Hemingway (Ali YILDIZ)

Amerikan ve dünya yazınının en tanınan yazarlarından olan Ernest Hemingway’in “Kilimanjaro’nun Karları” isimli eseri, yeni baskısıyla okurlarının karşısında. Sadık Aslankara’nın önsözüyle yayınlanan kitap on öyküden oluşuyor.

Salt ulaştığı yazım biçeminin ustalığıyla değil, kişiliğiyle de öne çıkmış bir yazar Hemingway. Muhalif olmak, sözde kalmayıp eyleme dönüşmelidir ona göre. 1936 yılında General Franco, seçimle iktidara gelen Halk Cephesi’ni devirmeye kalkışınca; çalıştığı gazetenin muhabiri olarak İspanya’ya koşar. İspanya İç Savaşı’na tanıklığı, başyapıtlarından biri sayılan “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u ortaya çıkarır, ambargolara rağmen düşman ülke ilan edilen Küba’ya giderek, Fidel Castro’yla kurduğu dostluğu sergilemekten hiç çekinmez. Tarihsel döngünün etkisi büyüktür bunda, 1899 - 1961 yılları arasında yaşadığı düşünülünce, iki büyük dünya savaşının ortasında bulmuştur kendini. Birçok insan savaştan kaçmanın yollarını ararken, o göz bozukluğu nedeniyle asker olamasa da; ilkine ağır bir şekilde yaralanacağı Kızılhaç gönüllüsü bir ambulans şoförü olarak, ikincisine de denizci üniformasıyla katılır. Belki de Paris sevgisinin nedeni, o büyülü kentin Nazilerden kurtuluşunu görmesidir. Bütün bu birikimler, savaşın gerçek yüzünü gösteren Güneş de Doğar ya da Silahlara Veda gibi dev eserlerin doğmasına neden olur.

Hemingway’in Aşkları

Dört kez evlenmiş olan yazarın aşkları, kadınlarla sınırlı tutulamaz. Hemingway, gezgin ruhlu bir dünya vatandaşıdır. Paris’e âşık olduğu kadar, Havana’ya da bağlıdır; İspanya’da tanıştığı boğa güreşine de. Küba’da kaleme aldığı “İhtiyar Adam ve Deniz” kitabı, en önemli başyapıtı sayılır. Öykü mü roman mı tartışmalarının sürdüğü bu novellasıyla, 1952’de Pulitzer Ödülü ile 1954 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Hemingway, Afrika’ya da âşıktır aynı zamanda. Defalarca gittiği Afrika’da gördükleri, “Afrika’nın Yeşil Tepeleri” kitabını kaleme almasına neden olur. En büyük aşkı yazınsal üretim olan yazarın, biçemi oldukça sade ve düzdür.

“Kilimanjaro’nun Karları”ndaki on öyküsünden ilki, şöyle başlar:

“Kilimanjaro 6500 metre yükseklikte, karlı bir dağdır; Afrika’nın en yüksek dağıdır, derler. Batı doruğuna yerliler “Ngace Ngay”, yani Allahın evi adını vermişler. Tepeye yakın bir yerde, kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.”

Hemingway’in eserlerinde de, kendisinden izler vardır mutlaka; ancak diğer yazarlardan daha çok yansılar görülür sanki onun satırlarında. Bunun ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgudur kestirilemez ama. “Kilimanjaro’nun Karları”nda, eşinin daha önceki evliliğinden olan çocuklarıyla, Afrika’ya giden bir yazar anlatılır. Bacağından yaralanan yazar, kimi zaman varlıklı eşiyle kavgaya tutuşur, kimi zaman eskilere dönerek; Monte Corno’yu, Ariberg’i, İstanbul’dayken gittiği Boğaziçi ve Rumelihisarı’nı canlandırır gözlerinin önünde. “Kilimanjaro’nun Karları”nda salt Afrika’yla kalınmaz, dünyanın dört bir tarafı dolaşılır Hemingway’le birlikte…

Silahla Gelen Veda

Bazı dönemlerinde yazıdan uzak kalması, tasarıların depolanıp biçimlenmesi demek olan Hemingway için, hayatın boşluğunu alkolle doldurmaya çalışması, giderek saplantılı hale gelir. Defalarca ölüme meydan okuyan güçlü bir yapıya sahip olmasına rağmen, içine düştüğü ruh halinden sıyrılamaz bir türlü. Nedeni babasıdır, borçları yüzünden intihar etmesi, Hemingway’i derinden etkiler. Uzunca bir süre, daktilosunun başına geçemez. Tutunduğu tek dal, alkoldür. 30’lu yıllarda yaşadığı bu çöküntüyü aşmış ve üretmeye başlamış olsa da, 50’lili yılların sonlarına doğru, yeniden tat almamaya başlar hayattan. Oysa ününün doruğunda, kitapları dünya dillerinin birçoğuna çevrilip eserleri sinemaya aktarılırken, kendine yetemez. 2 Temmuz 1961 tarihinde henüz atmış bir yaşındayken, av merakı yüzünden edindiği tüfeklerden birini ağzına dayayarak intihar eder. İşin ilginç yanı, babasından sonra iki kardeşinin de, yaşamdan intihar ederek ayrılmış olmaları…

Kilimanjaro’nun Karları, Ernest Hemingway, Öykü, Bilgi Yayınevi, 196 s.

Borges'in Düş Evinde (Berna ÖZPINAR)

Gide günlüğünde, Watteville adındaki bir bayanın gerçek ozanların ayakyoluna gitmediğine inandığını, yazmıştı. Bu şüphesiz ozanlara tanrısal varlık gözüyle bakmanın sonucudur. Sanata duyulan ilgi ve merak, bunun yaratıcısının kim olduğuna da yönelir. Bu arayışta, sanatçının eserlerinin yanında, onun ete kemiğe bürünmüş halini anlatan anı, anlatı ve mektupların önemli bir işlevi vardır. Fakat nasıl ki, eserleriyle tanıdığımız sanatçıyla karşılaşmak her zaman mutluluk vermezse, anı, anlatı ve mektuplarından ulaşılan sırlar da keşke bilmeseydim dedirtebilir. Öte yandan, bunları kimin anlattığı önemli, sanatçının dünyasına dahil olmuş bir başka sanatçının bunları okurla paylaşması ise değerlidir.

Yazar, çevirmen ve editör olarak tanıdığımız Alberto Manguel, öğrenciliğinde dört yıl Jorge Luıs Borges’e kitap okumuştur. Yazar bu dört yıllık sürede tanıdığı Borges’i, , Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan, “Borges’in Evinde” isimli kitabında okuma ve yazma etkinliği yanında, alışkanlıkları ve yakın çevresiyle birlikte tanıtıyor.

Alberto Manguel kitapta, “1964’ten 1968’e kadar, Borges’e okuyan pek çok insandan biri olma şansına erişmiştim” diyor. Aslında yaşamak, içinde bulunulan anın anlamını saklayan bir yazgı. Hayâli’nin “Ol mahiler ki derya içredir, derya nedir bilmezler” dizesinde veciz biçimde özetlediği üzere, çoğu kez içinde olunan durumun çok da farkında olmaz insan. Ancak Borges’in Evinde’de o tarihlerde henüz on altı yaşında olan Manguel’in, dünya çapında bir aydının yakınında bulunabilme ayrıcalığının okura karşı sorumluluğunu başarıyla yerine getirdiğini görüyoruz. Oysa, Manguel kitabın daha başında, içtenlikle, o günlerde ayrıcalığının kesinlikle farkında olmadığını da itiraf ediyor.

Manguel’in Borges’in evine ilişkin aşağıdaki tarifi gerçekten olağanüstü ve yazarın algısının gücünü de ortaya koyuyor; “Daha ilk ziyaretimden başlayarak Borges’in evi zamanın dışındaymış, daha doğrusu Borges’in yazınsal deneyimlerinin oluşturduğu bir zamanda, Victoria ve Edward dönemi İngiltere’sinden, erken dönem Kuzey Ortaçağı’ndan, yirmili ve otuzlu yılların Buenos Aires’inden, onun çok sevdiği Cenevre’den, Alman dışavurumculuğu çağından, nefret ettiği Peron’lu yıllardan, Madrid ve Majorca’da geçen yazlardan, Amerika’da ilk kez sıcak bir beğeniyle karşılandığı, Texas’taki Austın Üniversitesi’nde geçirdiği aylardan oluşan bir zamanda varlığını sürdürüyormuş gibi gelmişti bana”.

Borges’in Evi’ni, Manguel’in Borges konulu uzun bir denemesi olarak tanımlamak mümkün. Kitapta anılara yer veriliyor ve Manguel’in de neyi, ne zaman ve ne kadar söyleyeceğine ilişkin kıvamı ve ölçüsü çok yerinde. Okur, gözleri görmeyen, sadece bir tek, o da belli belirsiz, sarı rengi seçebilen bu sebeple de dostlarının ona hep sarı renkte kravatlar hediye ettiği Borges’in, etten kemikten haline yaklaşabiliyor. Borges’in çok ilginç düşler gördüğünü ve bunları anlatmaktan hoşlandığını öğreniyoruz. . Bir düşü ile buluşması da hayli ilginç: Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli bir zengin Borges’i estanciasına davet ediyor ve ona bir sürpriz sözü veriyor. Yaşlı adamı bir banka oturtuyor ve Borges’in yanında iri ve sıcak bir beden beliriyor, patilerini de omuzlarına dayıyor. Evcil kaplan, kendisini düşleyen adama saygılarını sunuyor. Borges hiç korkmuyor ama çiğ et kokan nefesten rahatsız olduğunu “Kaplanların etobur olduğunu unutmuşum” sözleriyle dile getiriyor.

Manguel anlatısını, Borges’in eserlerine ve hayatına ilişkin araştırmalarıyla zenginleştirmiş. Kitapta sadece Borges’e kitap okuduğu sadece dört yılı değil, Borges’in neredeyse tüm yaşamına ilişkin yazarın şahit olmadığı Borges’in 1930’larda tanıdığı ve onda çok önemli etkisi olan Bioy’la, Borges’in arkadaşlığına ilişkin ayrıntılar da yer alıyor. Borges Cenevre’de ölüm döşeğinde yatarken, onu ziyarete giden Margerite Yourcenar’dan ailesinin vaktiyle İsviçre’de kaldığı apartman dairesini bulmasını istemesi, yazarın iki karabasanı olan “aynalar ve labirent” korkusunu örnekliyor. Öte yandan, düş tadında öykülerinden tanıdığımız Borges’in, Manguel’e “Bir düş tadında bir öykü yazmak istedim hep” sözlerinde olduğu gibi öğrendiğimiz bazı ayrıntılara şaşırıyoruz. Kitapta, Borges’in sevdiği yazarları ve hangi tür metinleri seçtiğini, kitap eklerine düşkünlüğünü, Bioy ve Silvina’yla entelektüel arkadaşlıklarına da şahit oluyoruz.

Brodıe Raporu isimli muhteşem öyküsünde Borges, maymun adamların talan ettikleri bir bölgede yaşayan Yahoolar’ın ilginç yaşamını anlatır; bu maymun adamların İbraniler ve Grekler gibi şiirin kutsal kökenine olan inançlarını dile getirir. Öyküde, eğer ozan sözcükleri etkileyecek olursa, kişi kutsal bir korkuya kapılarak onun yanından uzaklaşır. Ozan artık bir tanrıdır ve herhangi bir kişi onu öldürebilir. Bu sebeple de ozan bir yolunu bulup kuzeydeki kum çöllerine kaçmaya çalışır. Edebi metinler işte böyle mucizelere sebep olurlar. Manguel’in, Borges’le yaşadığı zamandan ve araştırmalarından vardığı çok önemli bir saptaması var, “Borges kendine rağmen edebiyat anlayışını ve bunun sonucunda edebiyat tarihini temelli değiştirdi” diyor ve ekliyor: “Bütün kişisel sahiplik iddialarının ötesinde görünen, klasiklerin klasiği yazarlar bile artık Borges’in okumasına aittir, tıpkı Pierre Menard’dan sonra Cervantes’e olduğu gibi”…

Borges, Manguel’e göre ölümsüzlüğü istemiyordu. Nitekim Manguel’e, İskenderiye Kütüphanesinin yıkılışından söz ederken “Temaların, sözcüklerin, metinlerin sayısı sınırlıdır. O yüzden hiçbir şey yok olmaz. Bir kitap yok olursa, elbet bir gün başka biri onu yeniden yazar. Bu kadar ölümsüzlük de herkese yetmeli” .

Borges, “Her ölümle yiten küçük bilgelikler bana çok dokunuyor” diye yazmıştı. İşte, bu bilgeliklerin yitip gitmemesi için de Borges’in Evi değerli bir eser.

BORGES’İN EVİNDE, Alberto Manguel, Çeviri: Cem Akaş, YKY.

Umudun Doğurduğu Maraz (Semih ÖZTÜRK)

Yazar Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılına Dünya Ağrısı ile yeni bir satır başı açıyor. İnsanları çevreleyen acılardan, utançlardan, iç sıkıntılarından, unutulmaya çalışılan dar zamanlardan söz ediyor. Basık dünya hayatına adeta sondajla giriyor ve romana misafir olan her okuyucuya hikâyenin doğduğu kasabadaki otelde bir oda veriyor. Mürşit’in otelinde… Suları akmayan, odaları ısınmayan, döşemeleri dökülen…

Romanın taşıdığı hikâye, serin duvar diplerini andıran rutubetli bir kasabada giyinip kuşanıyor. Acelesi yok, yavaş yavaş gidecek nereye gidecekse. Islana ıslana, tükene tükene… Şikayet etmiyor. Etse bile duyulmayacağını biliyor. Zaten buna gücü de yok. Umudun doğurduğu marazın birbirine benzettiği insanların gürültüsüyle ortak bir dil kuruluyor sadece: Acı… O bile derme çatma, yıkık dökük. Tamiri imkanlar dahilinde bile değil, çünkü akıp giden bir hayat yolculuğu söz konusu. Yani kapılmışlığın verdiği aldatmaca, aşınmışlık, tutukluk…

Babasının mutlak otoritesinden arta kalan otel, Mürşit’in kursağından yıllardır geçmiyor. Geçip gitse rahatlayacak, belki yeniden doğrulacak. En azından deneyecek. Ait olduğu yer, başında durmak zorunda olduğu otel değil. Kasabası, ailesi, karısı, çocukları hatta kendisi bile değil. Bir iç alış-verişi, beklentisi ya da yeni baştan deneme şansı yok. Çünkü itirazın eşiğinden geçmekte geç kalmış, saplandığı bataklıktan kendisini çekip çıkartmakta geç kalmış, ölüp dirilmekte geç kalmış… Mürşit, doğduğunda adı konurken bile hep aynı mahkumiyete mecbur bırakılmış. Başkalarının varlığına demirlenmek bir kural olarak etrafında dolanmış durmuş. Yıkık dökük binalara musallat olan sarmaşıklar tarafından günden güne boğulmuş. Ses edememiş. Ailesi de bu durağanlığın ve ifadesizliğin ortasında çaresiz, mesafelere yaslanıp kalmış. Zaman zaman karısının ya da çocuklarının doğurduğu merhamet bu yüzden fazla hayatta kalamamış. Ölü doğan bebekler gibi, boşlukta sallanıp durmuş.

Madenci, Mürşit’in kaçıp gitmek istediği şehirden; İstanbul’dan gelmiş. Onunki de bir kaçış, sığınma çabası. Yani aralarındaki teması sıcak tutan tek ortak payda… Kaçmış ve kaçamamış olmak. Ötesi, geçmişin yarattığı sızının hammaliyesi. Başka türlü geçmiyor, onlar da bunun farkında. Hatta sadece ikisi farkında… Bir de insanın yüzüne yapışan arsız soğuklar, rakıyla sökülmek istenen boğaz yumruları, anlatılamayan pas tutmuş sırlar… Bir de oğlu var, Özgür. Dedesinin hayata yeniden merhaba diyen hali, sanki özeti gibi… Bir zamanlar Mürşit babası için ne düşünüyorsa, Özgür de Mürşit için aynı şeyi düşünüyor. Ama kovmaya da çalışıyor diğer yandan. Olsun bitsin istiyor, kendi başınalığın vitesini başka türlü yükseltemez çünkü… Biliyor. Babam ölse… Ama ölmüyorlar, ölene kadar sürünüyorlar. Ve arkalarına takılan hayatları da kendilerine benzetiyorlar. Ağır, ıslak ve kirli… Ama umut dolu. Tıpkı kasaba halkının madenden çıkacak diye bekledikleri altın gibi, ölüme tutunan kurtuluş çabalarını hiç usanmadan güneşe çıkartıyorlar, belki bir faydasını görürüz diye. Tıpkı Kibar’ın, durduğu yerde sayıp eskiye dair ne varsa özlemle yeşerttiği gibi.

Roman, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihinden de alıntılar ve yaşanmışlıklar ekliyor hikâyeye. Böylece sızlayan ve kanayan bir yaraya da dönüşüyor. Kabuğu havaya kalkıyor, içine içine yanıyor. Mürşit ve Madenci’nin çocukluklarına denk gelen bir kıyımdan, bir toplum çatışmasından etkisi uzun süre unutulmayacak çıkarımlar damıtıyor. Bu durum, roman içerisinde basit bir dekor olarak durmuyor. Acı, yalnızca bireysel iniltilerden ibaret değildir diye de haykırıyor. Güncellenmesi gereken bir hafıza söz konusudur diyor. Çürümüşlüğün kalıntılarını başka türlü kazımak mümkün değildir çünkü.

Ayfer Tunç, modern zamanın kıyısında kalmış bu kasabadan söz hakkı veriyor romanındaki insanlara. Onlar da sesleri çıktığı kadar konuşmaya çalışıyorlar. Hayat belirtisi vermek de umuda dahildir çünkü, biliyorlar. Kimisi susmuyor, kimisininse ağzını bıçak açmıyor. Karlı ve çamurlu yollar, sabırla bir son bekleyen dağlar, gelip geçen yolcular, yoksullar ve zenginler, hastalar, katiller, hayvanlar ve toprak ana… Hepsi konuşuyor. En az insanlar kadar söz sahibiler romanın göğüs kafesinde. Nefes alıyorlar, keder veriyorlar. Usul usul…


DÜNYA AĞRISI, Ayfer Tunç, Can Yayınları, 2014.