Basın Özgürlüğü Üzerine: Tarihin Tekerrürü mü? (Bora ERDAĞI)


Tarih sadece geçmişe dönük bir anlatı olsaydı, ne vakanüvislere ne de karnından konuşanlara çok fazla iş düşerdi, fakat yine de bir kaynak olarak esinlendirici olmayı sürdürebilirdi. Oysa tarih, tarih yazımının günümüze kadar elde ettiği birikime bakıldığında, geleceğin bir anlatısı olarak şimdide kurgulanan bir geçmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu haliyle tarih, olaylar zinciri olarak ifade edilenlerin ötesinde değerlendirilir.

Çıkarlar, tutkular, yoksunluklar, vasatlıklar, koşullar, ideolojiler, alışkanlıklar, beklentiler, korkular ve daha birçok sosyo-kültürel etken tarihsel anlatının ruhunu doldurur. Dolayısıyla “tarihin tekerrür etmesi” denilen şey, bir terane olmaktan çok, tarihin ruhsal yapısının, insan varoluşunun sınırlarına işaret eder. Tarih alanında çalışan meslekten yazarların büyük bir kısmı tarihin tekerrür ettiğini reddederler. Aslında yaptıkları iş belge avcılığı ile sınırlı kaldıkça bu reddiye onlar için malumun ilamıdır. Elbette tarih olduğu gibi tekerrür etmez ama tarihsel anlatının ruhuna yerleşmiş motivasyonların yarattığı çatışma ve uzlaşılar açısından yinelenir. Karl Marx’ın tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğunu belirlemesi, tam da bu yüzdendir.

Genç hukuk öğrencisi Marx, felsefeye tarihsel anlatıyı ve tarih kavramını tam anlamıyla yerleştiren G.W.F.Hegel ile üniversite yıllarında tanışır. 1830’lu ve 1840’lı yıllar boyunca Almanya’da Hegelcilik her anlamda entelektüel havayı domine etmektedir. Marx da okul yıllarından 1840’lı yılların ortasına kadar genç-Hegelci düşünürlerle birlikte, sürekli olarak felsefenin ve dönemin entelektüel tartışmalarına müdahil olur. Bu tartışmalarda Hegel’in tarih, kültür, politika kavrayışları tekrar tekrar çözümlenir. Marx’a göre Hegel’in tarih kavrayışı hem felsefidir hem de felsefe açısından bir yenilik taşımaktadır. Çünkü Hegel ilk kez olaylar ve olgular ile kavramlar arasında diyalektik bir ilişkiyi ortaya sermektedir. Zerdüşlükten Hıristiyanlığa, barbarlıktan uygarlığa, doğadan topluma, ihtiyaçlar ve çatışmalardan tatminler ve uzlaşılara hemen hemen her alanda Hegel tarih sahnesini enine boyuna arşınlar, zamanın ruhunu anlatabilecek kavramları belirlemeye ve bu kavramların tarih içinde yeniden yeniden nasıl aşıldığı veya yepyeni kavramlarca özümsendiğini tespit etmeye çalışır. Bir manada bu, Geist’ın yeryüzünde özgürlüğü gerçekleştirmesinin serüvenidir. Hukuk öğrencisi ve ardından genç-Hegelci olarak Marx’a göre Geist’ın bu felsefi serüveninin en önemli özgünlüğü, varoluşun temelinde özgürlüğü zorunlu kılmasıdır. Zaten Marx 1842’de kaleme aldığı bir dizi gazete (Rheinische Zeitung) yazısında, tamamen Hegelci özgürlüğün gerçekleştirilmesi kavrayışına bağlı kalmaktadır. Hatta Marx bu yazılarında, Marksist araştırmacılar Scott Meikle ve Olufemi Taiwo’nun iddia ettiği gibi, neredeyse Hegelci özcü rasyonaliteye bağlı kalır. Örneğin “Prusya Sansürü”ndeki şu ifadeler bütün bunları kanıtlarcasına yazılmıştır:
Preussische Staats-Zeitung ‘bütün sıradanlığı içinde’, Prusya’da en az İngiltere’de olduğu kadar, eğer yapabilecekse günlük basının tutanaklarını tartışmasına izin veren eyaletler meclislerine sahip olduğumuzu hatırlatır; çünkü Staats-Zeitung muazzam, klasik öz-bilinci dâhilinde, Prusya gazetelerinde eksik olanın izin değil, beceri olduğu görüşünü benimser. Bu ikincisini onun özel bir imtiyazı olarak kabul ederiz, aynı zamanda becerisine dair hiçbir açıklama olmaksızın, bütün sıradanlığı içinde düşünceyi fiilen gerçekleştirme özgürlüğüne de sahip olabiliriz (s.36).

Rheinische Zeitung’daki diğer yazılarda (“Özgür Basının Düşmanları”, “Eyaletler Meclisi Üzerine”, “Belirli Kimselerin Ayrıcalığı mı Yoksa İnsan Zihninin Ayrıcalığı mı?”, “Sansür”, “Genel Özgürlük”) da aynı ton ve içerik hâkimdir. Marx döne döne genel olarak basının özgür olması gerektiğini, ona yönelen her tür sansür çabasının, onun doğasına yönelik olacağını ispatlamaya çalışır. Doğasından mahrum kalmış herhangi bir şey nasıl varoluşunu gerçekleştiremezse, özgürlük doğasına sahip basın da aynı şekilde kendini gerçekleştiremez. Bu yüzden basın özgürlüğüne sınır çekmek ve onu özgürlük harici unsurlarla donatmak, modern dünyanın kamusal haklarından birini egemenler lehine budamak olur. Doğal olarak Marx da sansür kuruluşlarının tarih sahnesinde görünmesinden Hegelci özgürlük anlayışının felsefi gerekçelerinden hareketle itiraz ediyor. Sansür kurullarının varlığını, iktidarların imtiyaz arayışlarını, basının korkaklığını, haberciliğin kamusal değerini, devlet ya da yandaş gazeteciliğini sorguluyor. İşin ilginç yanı dünyanın başka bir köşesinde bundan yaklaşık 170 yıl önce olup-bitenler hakkında yapılan tartışmaların halen güncelliğini koruyor olmasında!.. Ne yazık ki Türkiye’nin muktedirlerinin Prusya hükümetlerinden pek farkı yok. Tarih tekerrür etti desek başımız ağrımaz, ama yine de şöyle denebilir: Bu tekerrür de aslolan sadece “tarih” değil, tarihin ruhunu oluşturan ve Marx’ın 1848’de formüle edeceği sınıf savaşımları tarihidir.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, Karl Marx, çev. Kurtul Gülenç ve Önder Kulak, Dipnot Yayınları, 2012.

“Devrimci Şiddet” Neden Şimdi? (Onur KARTAL)


“Şiddete evet ya da hayır demek üzerine uzun uzun tartışmaya gerek yok. […] Şiddet vardır, kendi kendini meşrulaştırmaktadır, çünkü kapitalist üretim tarzının alçalttığı ve alaya aldıklarının mantıki ifade tarzıdır.” Doğrudan Eylem, Komünist Bir Proje İçin, Mart 1982.

Epigraf, okuyucuda ilk bakışta Isabelle Sommier’in mercek altına aldığı dönemin tarihsel koşulları içerisinde devrimci şiddeti meşrulaştırdığı izlenimi uyandırabilir. Ancak yazar, çalışması boyunca bir denge tutturma kaygısı gütse de vardığı yer tam aksi yönde. Kötü niyetli olduğumuzdandır belki ama 12 Eylül’ü yargılayacağını umduğumuz ancak Türkiye solunu mahkûm ederken bulduğumuz meşhur iddianamenin ardından gelen süreçte bir yandan Halil Berktay’ın 77’ 1 Mayıs’ının hesabını solculara kesmesi diğer yandan Birikim’in Silah/la Mücadele dosyasıyla Türkiye solunun geçmişini bugününden koparma ve yeni olana bu geçmişi karalamak yoluyla açılma gayreti hafızamızda bu kadar taze olunca, incelemeye koyulduğumuz kitabın zamanlamasıyla ilgili de şüphelenmeye başladık. Tabi Ömer Laçiner’in kitaba yazdığı önsöz de işin tuzu biberi oldu. Laçiner’in teşhis ettiği gibi, çalışmanın önüne koyduğu ödev, 68’in “masum öğrenci hareketleri” ile 70’lerin “eli kanlı devrimci örgütleri” arasına bir uçurum koyan hâkim tarihyazımı geleneğini reddederek iki dönem arasında bir sürekliliğin olduğunu ve devrimci şiddeti yöntem olarak benimseyen sol örgütlerin ancak çoğunluğun desteğinden aldığı onayla varolabileceklerini gözler önüne sermek. Elbette Laçiner’in ilgilendiği mesele bu değil, aradığı daha çok “devrim” ve “devrimci” kavramlarının şiddet ve silahla olan ilişkisine yönelik “kökten” bir sorgulama. Biz ise öncelikle Sommier’in önüne koyduğu hedefi layıkıyla yerine getirip getirmediğini irdeleyeceğiz. Ardından “Silahlara Veda” bölümüyle Laçiner’in ekmeğine yağ sürdüğünü düşündüğümüz unsurlara dikkat çekeceğiz ve çubuğu tersine bükmek için, bu kısa yazının izin verdiği ölçüde zemini kaydırmaya çalışacağız.

Sommier kitabın daha giriş bölümünde kısaca sözünü ettiğimiz, 68’ dönemini 70’lerin silahlı mücadele deneyimlerinden kopararak bu mücadelelerin failleri olan devrimci örgütlerin şiddet tercihlerini anlaşılmaz, kendi ifadesiyle “irrasyonel bir sapkınlık” olarak yansıtan tarihyazımı geleneğini eleştiriye tabi tutuyor. Ona göre toplumsal hareketlerin analizinin şiddetin analizinden koparılması, meselenin kolektif eylem boyutunu hasıraltı ettiği gibi 70’li yıllardaki radikalleşme mekanizmalarının incelenmesinin önüne de taş koymakta. Bu nedenle bahsi geçen yılların “iyi” 60’lar ile “kötü” 70’ler olarak dönemselleştirilmesine ve “Mayıs”ın kurtarılması adına “aşırı solcu”luğu dışlama gayretine karşı bu yıllar arasındaki bağları açığa çıkarmak gerekiyor (s. 23-24). Bu uğurda Sommier hareketler döngüsü kavramını temele alarak İtalya, Fransa, Almanya, Japonya ve Amerika örnekleriyle bu yılların tarihini yeniden yazmaya girişiyor. Kavramın önemi sürecin geleneksel tarihyazımsal aktarımında karşımıza çıkan kırılma ve çatlakları, sözü edilen döngüyü oluşturan beş unsurla (çatışmanın yaygınlaşması, coğrafi ve toplumsal olarak yayılması, kendiliğinden eylemlerin yanı sıra yeni örgütlerin ortaya çıkışı, dünyaya dair yeni yorumların ve ideolojilerin doğuşu, eylem yelpazesinin genişlemesi) ve döngüyü izleyen üç evrenin (isyanın yükselişi, eylemlerin radikalleşmesi ve düşüş evresi) çözümlemesiyle giderilebilecek olmasından geliyor (s. 26).

Bu analizin bütün aşamalarına burada değinmemiz mümkün değil. Ancak bir hususun da kısaca üzerinde durmakta fayda var. Sommier’in 60’lardan 70’lere taşan protestoların radikalleşerek silahlı mücadele formlarına evrilmelerinde de düşüşe geçmelerinde de bizzat devletin baskı ve zor aygıtlarının ve devlet destekli faşist odakların oynadığı rolü ayrıntılarıyla gözler önüne sermesi. 2 Haziran 1967’de İran Şahı’nın Almanya’yı ziyaretine karşı düzenlenen protesto gösterilerinde Benno Ohnesorg’un polislerce katledilmesi, İtalya’da 12 Aralık 1969’da Piazza Fontana bankasına düzenlenen bombalı saldırı, sol hareketlerin radikalleşmesi noktasında baskı aygıtının üstlendiği işlevi göstermek adına Sommier’in kullandığı ve bizim de aşina olduğumuz örneklerden (daha fazlası için bkz. 56-63). Düşüş evresinde baskı aygıtının “antiterörist politikalar” adı altında hangi kılıklara girdiğini görmek içinse “Bir Döngünün Sonu” başlıklı bölüme odaklanmak gerekiyor. Bu gereklilik, döneme özgü silahlı mücadele pratiğinin düşüşünü ısrarla pratiğin kendi iç dinamiklerinde arayanlar için bir reçete olarak da okunabilir.

Netice itibariyle Sommiers’in sorunsallaştırdığı şeyi çalışma boyunca layıkıyla tartıştığını ve silahlı mücadele olgusunu odaklandığı zaman ve mekân itibariyle olabildiğince geniş bir çerçevede ve tarafsızlığını zedeleyecek bir manipülasyona kapılmadan ele aldığını söyleyebiliriz. Ancak “Silahlara Veda” bölümünde kulak verdiği birincil tanıklıkların da Laçiner’in asıl niyetine hizmet ettiğini söyleyelim. Doğrudan Eylem militanlarından Nathalie Ménigon’un, “Mücadele ettiğimiz koşullar geride kalmıştır… Silahlı mücadele macerası bizim için tamamlanmıştır.” ya da yoldaşı Schleicher’in “Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, bizim savunduğumuz hipotezin çöktüğünü saptamak şarttır. [D]evrimci hareketin ve toplumsal hareketin bizi haksız çıkardığını kabul etmek gerekir.” (s. 117-120) türünden sözleri devrimin silahla olan ilişkisine yönelik “kökten” bir sorgulama için tehlikeli referans noktaları oluşturabilir. Bu nedenle biz, böylesi bir sorgulama tuzağına düşmemek için bu ifadelerin arkasından dolanmayı ve “devrimci şiddet”in doruğuna çıktığı tarihsel momenti Benjamin’in meşhur sözleriyle birlikte anmayı tercih ediyoruz: “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü halin oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütü¬len kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır.”

DEVRİMCİ ŞİDDET¸ Isabelle Sommier, Çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 2012

Provokatif bir sorgulama: Hayatın Anlamı (Kansu YILDIRIM)


Terry Eagleton yeni kitabında yanıtının olduğundan bile şüphe ettiği bir soruya yanıt arıyor: Hayatın Anlamı. İlk bakışta (Marx’ın ifadesi) “duru gökyüzünde çakan şimşek” misali hayatın anlamını soran/sorgulayan bu kitabın neden kaleme alındığını anlamakta zorluk çekebiliriz ama iz takibi yaptığımızda durum netleşir. Eagleton Estetiğin İdeolojisi’nde evrensel tarihi sorguluyordu ve bu tarihin “herhangi bir temeli varsa, o tarih mutluluk birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır” diyordu. Kuramdan Sonra’da ise kapitalizmin insanların bükülgen ve uyumlu istediğini yazıyor ve sistemin kusursuz derecede maddeci olmasına karşın zamanı geldiğinde anti-maddeci kisveye de bürünebileceğini anlatıyordu. Eagleton bu tasvirleri ve görüşleri melankolik bir hava yaratmak yahut kuru ajite dil aracılığıyla okuyucuyu kavramak için kullanmıyor. İnsanların “hayatını” çok yakından ilgilendiren gelişmeleri özgün üslubuyla irdeleyerek gerçeklik ile düşünceler arasında enformasyon köprüleri kuruyor.

Hayata ilişkin sorgulama başlıyor

Eagleton için hayatın anlamı öncelikle sorulacak sorunun çözümlenmesi aşamasında karmaşıklaşıyor. Çünkü “nedir” gibi varlığa ilişkin bir sorunun hayat gibi bilimsel düzeyde kanıtlanamamış-kurallandırılamayan bir “şeye” sorulması oldukça spekülatif. Belirttiği üzere “hayatın anlamı nedir” gibi bir sorunun “hakiki bir soru olması” gibi, “hakiki gibi görünen bir soru” olma ihtimali de saklı bulunmaktadır. Bu nedenle verilebilecek cevapların geçerliliği -varsa- doğru sorunun sorulmasına endeksleniyor. Zaten Eagleton sorunun formülasyonunu tarihsel kontekstlerle ilişkilendirdiği için hayata ilişkin arayışta “anlam sorunu” beliriyor. Soru noktasındaki muğlaklık ise teolojiden dilbilime kadar tekanlamlı ve tek bir cevabın çıkışını zora koşuyor. Kitapta hayatın anlamını düzen mottosu içinden “Tanrı” olarak cevaplayanlar ve noktalayanlar olduğu gibi, dil üzerinden Tanrıyı ve varlığı tartışan, böylelikle hayatın anlamını sorgulamayı daimi kılan düşünüş biçimleri de inceleniyor. Eagleton sorunun sorulmasına ilişkin iki kulvarı ele alıyor: İlki, hayatın anlamı konusunda “varoluşun temeli olarak Tanrı” fikrinde ortaklaşanlar ve bireyin mevcudiyetini Tanrı ile özdeşleştirenler. İkincisi, bu kulvardakilerin aksine, Wittgenstein’ın “lengüistik terapisi” veya Derrida’nın “yapısökümü” ile dilde tortulaşan varlığa ilişkin kabullerin parçalanması için savaşımda olanlar. Bunlar Tanrı fikri de dahil tüm metafizik yanılsamaların dilde inşa edildiği görüşünden hareket ederek anlam sorununa ne iyi ne de kötü bir yanıt arayışı içindeler. Eagleton, öte yandan, dil üzerinden sorgulamanın karamsarlığının da altını çiziyor. Bu karamsarlığa -Tatlı Şiddet’te detaylı olarak bahsini geçirdiği- tragedya’yı dahil ediyor ve hayatın anlamıyla arasında bir bağ kuruyor: İnsanları ideolojik avuntulardan yoksun bırakan, yanıtsız bir soru olan tragedya, reformizme, hümanizme ve idealizme kıyasla eşik atlattırır. Eagleton, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da insanın kendi varoluşunu sorgulama yetisi ile farklılaştığını hatırlatıyor ve bizatihi insan için varoluşunun bir sorunsala tekabül ettiğini yazıyor. Ancak bu, insan için varoluş meselesi, Sartre’ın “yararsız tutku” olarak kavramsallaştırdığı “ontolojik endişe” biçiminden farklı. Çünkü burada bir “insanlık durumu” bulunuyor. Eagleton’ın insanlık durumu ile bir düğüm yakaladığı anlaşılıyor. Çünkü insanlık durumuyla post-modern ve post-yapısalcı düşünceler ile açıktan hesaplaşma başlıyor. Post-modernizmin “insanlık durumunu metafizik bir yanılsama” olarak kavradığını belirten Eagleton, - post-yapısalcılıkla birlikte - insan hayatını bütünlüklü düşünmeye yönelik tüm girişimlerin ya hümanizm ya da totaliter devletin ölüm kamplarına giden yolda bütünleştirici teoriler olarak indirgemelere yöneldiğinden bahsediyor. İnsan hayatı üzerine bütüncül düşünümler yerine tikelleştirilen düşünme biçimleri tarihsel bağları da görmezden geliyor. Eagleton post-modern tutumun kontekstsizleştirme eğilimine karşı hayatın anlamını sorgulamaya eşzamanlı olarak insanın varlığına ilişkin muhakeme yürüten Heidegger ve Sartre’ı ve de inter bellumu örnek gösteriyor: Varlık ve Zaman’ın yazılışı ve argümanları Birinci Dünya Savaşının tarihsel karmaşasına denk düşer. Varlık ve Hiçlik ise toplama kampları gibi kitlesel katliamların arttığı bir dönemde yazılmıştır. Kitabın başka bir kısmında yazdığı gibi insan hayatı üzerine en fazla ölüm gölgesinin düştüğü dönemlerdir bunlar. Ekseriyetle, tarihsel kırılma anları insan hayatının anlamını sorgulama biçimlerini değiştirdiğini anlıyoruz. Ne var ki, sorgulama biçimleri değiştikçe özellikle dilde yürütülen savaşımın etkisiyle Tanrı şeklinde verilen metafiziksel geleneksel cevaplar, kamusal ve özel alanın gündelik pratiklerini ve ritüellerini başka kavramlar altında çevreleme sürecini hızlandırıyor.

Anlam bolluğu

Eagleton, günümüzde hayatın anlamını sorgularken insan hayatının değersizleştirilmesinden dikkat çekiyor. Aslında, Marksist emek-değer teorisinde yürütülen tartışmaları hatırlayınca Eagleton’ın “değersizleşme” olarak bahsettiği süreç, “öznelerin” “değer-biçim tahakkümü” altına girmesine karşılık geliyor. Eagleton değersizleşme ile modern çağda insan hayatına ilişkin sembolik boyutun boşaltıldığını yazıyor. Kamusal alanın anlam yoksunu haline geldiğinin altını çizen Eagleton, din, kültür ve cinsellik kategorilerinin yaşamı kuşattığını; kapitalist modernitenin insanlığı ekonomik olanla ipotek altına aldığını; siyasal alanı, aklı, ahlakı ve kültür/kültürel hayatı yeniden düzenlediğine değiniyor. Öncelikle, din, ruhani olmaktan çıkıyor ve piyasa mekanizmaları içinde başarısız olan kimselerin metafiziksel çaresine dönüşüyor. Öte yandan çeşitli kurumları fonlamanın ve hayatın anlamını kazançlı bir endüstriye dönüştürmenin başlıca yolu haline geliyor. Kültür, ulusal ideoloji, kamusal ritüel ve kimlik inşası gibi konulardaki önemini kaybederek boş zaman aktivitelerini adlandırma haline bürünüyor. Cinsellik, erotik aşk ve kişisel tatmin boyutunu terk ederek obsesyonlara dönüşüyor. Bu üç öğe, kamusal anlamın yerini doldurmak içinde günümüzde yeniden kurgulansa ve düzenlense dahi Eagleton bunun çelişkiye yol açtığını, patolojik sonuçlar doğurduğunu yazıyor. Her üç öğe de kapitalist sistem tarafından ambalajlanıyor ve kişilerin anlam arayışında karşısına çıkartılıyor. Kitapta görüleceği üzere sorgulamaya konu olacak ve insanların hayati pratiklerini kesen anlamlar nicelik olarak artarken post-modernist yaklaşımlar anlam kavramını iğdiş ediyorlar.

Eagleton, anlamın parayla boğulsa bile sayı bakımından sınırları olduğunu söylüyor: Herkes için ayrı bir hayatın anlamı olamaz. Ya da anlam, sadece kişinin verdiği hükme bağlanamaz. Daha sorusu netleşmemiş, cevabının bile olup olmadığından şüphe edilen bir sorgulamanın anlam yüklemesine dair kesin vargıya ve yargıya ulaşılamaz.

HAYATIN ANLAMI, Terry Eagleton, Çev: Kutlu Tunca, Ayrıntı Yayınları, 2012.

Edebiyat ve Edebiyat Eleştirisi (Bora ERDAĞI)


Türkiye’de Türkçe edebiyatın yeterince gelişim imkânı bulamadığından şikâyet eden çok sayıda kişi bulunmaktadır. Bu kişiler ister meslekten bir edebiyatçı ister amatör bir edebiyatsever olsunlar şikâyet olarak ilkin, edebiyat eleştirisinin yokluğuna ya da yetersizliğine odaklanmaktadırlar. Pek haklı olarak süreli edebiyat dergilerinde sürekli olmayan tek şeyin edebiyat eleştirisi olduğuna ve/veya tek başına edebiyat eleştirisinden mürekkep olan süreli yayın sayısının bir elin parmağınca dahi olmamasına işaret ederek şikâyetlerini dallandırıp budaklandırmaktalar. Elbette söz konusu şikâyetlerin ve bu şikâyetler için ortaya konan gerekçelerin belirli ölçülerde haklılığı bulunmaktadır. Ancak burada durmak ve şikâyetnamelerin dökümünü yapmaktan kendimi alı koymak istiyorum. Çünkü şikâyetleri yinelemenin, şikâyet konusu olan sorunları anlaşılır kılmaya neredeyse hiçbir etkisi yok. O halde çuvaldızı öncelikle şikâyetçilerin kendilerine ve ardından edebi dünyanın garabet dolu havasına yöneltmeleri gerekir. Ancak ben burada (sınırlı yer nedeniyle) konuyu Türkiye’de edebiyat eleştirisinin varlığından bir edebiyat eleştirmeni olarak Terry Eagleton’ın çalışmalarına doğru kaydırarak, dolaylı yoldan şikâyetlerin aşılabilmesine ilişkin bir cevap üretmeye çalışacağım.

Utku Özmakas, Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi adlı kitabını çok kısa bir süre dilimize kazandırdı. Aslında bu kitap 1976 yılında yazılmış ve tamamen edebiyat eleştirisi alanında Marksizmin konumunu kavramaya çalışan “yeni-yetme okur-yazar”ı hedeflemiştir. Kılavuz ya da bir tür giriş kitabı olarak okunabilir. Eagleton bu kitabı yazdığında temel olarak iki şeyi “yeni-yetme okur-yazar”a göstermek istemektedir. Birincisi Marksist eleştirinin “akademik arşivlere” hapsedilmesinin tehlikeli olduğunu göstermek ve ondaki toplumu dönüştürücü rolü yeniden hatırlatmaktır. İkincisi ideolojileri anlamaya çalışan Marksist eleştirinin bazı “düşüncelerin, değerlerin ve duyguların” sadece edebiyatta bulunduğunu tespit ettiğini ve bunu nasıl yaptığını oldukça anlaşılır ve açık uçlu olarak ifade etmektir. Eagleton 2002 yılında bu küçük kitabın yeniden basımı esnasında, “İkinci Baskıya Önsöz”de şunun altını bir kez daha çizer: “Marksist eleştiri göz ardı edilemez; her önemli siyasal mücadele, bir düşünceler mücadelesi içinde yer alan öteki şeylerden yalnızca birisidir. Bu, insan bilimlerinin merkezî bir alanındaki mücadeleye katkı yapmaktır; elinizdeki kitabın yazılma nedeni tam da budur” (s.14). Yıl 2012, Eagleton halen Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi kitabındaki iddialarını korumaktadır. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi Eagleton yaklaşık 50 yıllık yazarlık deneyimini hep aynı soru(n)ların etrafında şekillendirmektedir. İkincisi bu soru(n)lar başka tema ve konular etrafında çeşitleniyor olmasına rağmen temel olarak aynı türden çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Çünkü 50 yıldır çok şey “değişmiş” olmasına rağmen ne sınıf savaşları ne toplumsal ayrıcalıklar ne sosyo-kültürel sorunlar sona ermiş değil. Dolayısıyla ideoloji, eleştiri, edebiyat eleştirisi, dil, kültür, kuram vd. gerçeklikler hakkında Marksist bir filozofun yorumlama, açıklama ve yazınsal müdahale hakkı kolayca tüketmesi beklenemez. Bu tespitimizi teyit etmek için Eagleton’ın bazı çalışmalarını hatırlayalım: Shakespeare ve Toplum (1966), Eleştiri ve İdeoloji (1976), Walter Benjamin: Devrimci Bir Eleştiriye Doğru (1981), Edebiyat Teorisi: Bir Giriş (1983), Eleştirinin Görevi (1984), Teorinin Önemi (1989), Estetiğin İdeolojisi (1990), İdeoloji (1991), Edebiyat Teorisi (1996), Postmodernizmin Yanılsamaları (1996), Kültür Fikri (2000), İngiliz Romanı (2004), Şiir Nasıl Okunur (2007), Edebiyat Teorisi (2008), Edebiyat Olayı (2012).

Elbette bunlara ilaveten şunu ifade ederek tekrar Türkçe edebiyat ve edebiyat eleştirisinin soru(n)larına dönmek istiyorum. Eagleton ve bir çok akademik edebiyat eleştirmeni bizde olduğunun aksine, gerçekten okur-yazar. Bunun da en tipik örneğini London Review of Books, The New York Review of Books, The Guardian gibi gazetelerde Eagleton’ın kitap tanıtım ve eleştiri yazılarına rastlayınca anlıyoruz. Eagleton ününe ve birikimine bakmaksızın hem yeni çıkan eserleri okuyor hem onlar hakkında okurlarıyla paylaşımda bulunuyor. Nihayetinde her bir kitap çalışmasında da, bu okur-yazarlığının içselleştirdiği bilgiyi yeniden ortaya çıkarıyor. Bu noktada Türkçe edebiyat eleştirisinin temel sorunları artık daha kolay anlaşılabilir. Bir kere bizde süreli yayınlar ve popüler medya araçları edebiyat eleştirisini kapalı bir editöryal devre ile sürdürüyor. Böyle olunca “yeni kuşaklar” kendini ifade etmek istediğinde kocaman bir çöl ile karşılaşıyor, çölden kurtulmak isteyenler ya özel konumlar kazanmak ya da kısa süreli mecraları zorlamak durumda kalıyorlar. Bu da “yeni kuşakları” yapmak istediklerinden tamamen uzaklaştırıyor. Bir başka ifade ile eleştirel edebiyat birikimini yeni kuşaklara devredemeyen “eski kuşaklar”, giderek çok daha zayıf metinleri edebiyatseverlere sunuyorlar. Dolayısıyla okur-yazar bir edebiyat düzeneği yerine, cansız bir düzenek kurulmuş oluyor. Yani eski kuşakların memnuniyetsizliği geri-çekilmelere, üretimsizliklere, jargon kurmaya yeni kuşaklarınki de hırçınlığa ve edebiyat alanının terk edilmesine yol açıyor. Bu memnuniyetsizliğe rağmen nadiren de olsa üretimde bulunan edebiyatçı ve edebiyat eleştirmenleri elbette bulunuyor. Onların başardığı şey, Eagleton gibi hayatın temel çelişkilerini dert edinen bir düşünceyle hayat karşısında öğrenmenin sevincine bağlanmaları. Anlamanın, açıklamanın, yorumlamanın ve müdahil olmanın entelektüel hazzını taşımalarıdır. Bu yüzden “yeni-yetme okur-yazar” olmayanların da hem Marksist edebiyat eleştirisi bağlamındaki önyargılarından kurtulmak hem de edebiyat eleştirisinin neden Türkçe’de göğermediğinin izini sürmek için Eagleton’ın Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi’ni okumalarını öneririm. Yıllar boyunca Eagleton’ın daha sarih hale getirdiği basit ve gerçekçi yaklaşımının özü için bu küçük kitap yeniden okunmalıdır.

MARKSİZM VE EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ, Terry Eagleton, Çev: Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2012. 

Yoksulların Fazlası (Cahide SARI)

Yoksulluk, oldukça uzun zamandır, uluslararası kurumların, devletlerin ve insan hakları örgütlerinin politika belgelerinde, ortadan kaldırılması mümkün olmayan ancak sonuçları üzerinde bir takım düzeltmelerin gerçekleştirilebileceği kötü başlamış bir hikâye olarak tarif ediliyor. Bu belirlemenin kabulü, meseleye ilişkin yeni sorular sorma ve gerçeklikle farklı biçimlerde ilişkilenme ihtimallerinin büyük ölçüde iptali anlamına geliyor. Bu lügate göre en iyi yoksul, kendisini bu bağlama yerleştiren mekanizmalara ve elbette bu mekanizmalardan türeyen söyleme doğruluk kazandırmaktan başka bir şey yapmayan yoksuldur.

Yoksulluk özünde bölüşüme ilişkin bir sorun. Yoksulluğun sistemli varlığı, asıl olarak bölüşümde çok ciddi sorunların mevcut olduğunu, adil bir bölüşümü engelleyen bir takım mekanizmaların iş başında olduğunu ve işlerin bu şekilde devam etmesi için yoğun çaba sarf edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Kısaca ifade edersek, yoksulluk, ortadan kaldırılması adına büyük çaba sarf edilmesi gereken değil, asıl olarak devam etmesi için ısrarlı ve sistematik müdahaleler gerektiren bir sorun.

Zafer Yılmaz, Yoksulları Ne Yapmalı isimli kitabında pek çok sorunun yanında yoksulluğun hangi mekanizmalar çerçevesinde nasıl tanımlandığını ve yoksulluğa ilişkin politikaların nasıl bir görme ve gördürme biçimine yaslandığı sorularını soruyor. Bu yönüyle Yılmaz’ın kitabının her şeyden önce, yoksulluk sorunu etrafında örgütlenen kabullerin hangi tekniklere yaslanarak var olduğunu ortaya koyan ve iptal edilen ihtimalleri yeniden tartışmayı mümkün kılacak bir alan temizliğine giriştiğini belirtmeliyiz.

Bir yönetim mantığı olarak liberalizmin yoksulluğa yönelik politikaların oluşturulmasında risk ve belirsizlik kavramlarını farklı tarihsel bağlamlarda nasıl kullandığı sorusunun kitabın ana hattını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Belirsizlikle mücadeleyi bugün girişimci bireyin ayrılmaz bir parçası kılan yönetim mantığının, istatistik başta olmak üzere yaslandığı tekniklere ilişkin soykütüksel analiz, kitabın en ufuk açıcı yönlerinden birini oluşturuyor. İstatistiğin egemenlerin ellerinde “yanlış” kullanımına ilişkin eleştirilerin son dönemde giderek artmasından hareketle, özellikle sosyal bilimcilerin, en başta yoksulluğun/toplum kesimlerinin istatistikleştirilmesinin ve nüfus kavramının hangi iktidar teknikleri sayesinde mümkün olabildiğini sorgulamaları gerekmektedir. Bu sorgulamaya girişmek için bu kitabın Türkçedeki en önemli kaynaklardan biri olduğunu özellikle belirtmek isterim.

İktidarın yoksulu ve yoksulluğu “yerli yerine” koyan düzeninin en önemli araçlarından biri istatistik. İstatistiğin yardımı ile yoksulluk, toplumsala ilişkin bir sınır olarak düzenlenmekte, yoksulların sınırı aşındıran potansiyelleri risk hesaplamaları üzerinden denetim altında tutulmaya çalışılmaktadır. Denetim mekanizmalarının her yeniden düzenlenişi, tam anlamıyla bir denetimin olanaksızlığını ortaya koymaktadır. Yüzyıllardır devam eden ve yoğunluğu giderek tırmanan denetim mekanizmalarının varlığının en önemli nedenlerinden biri yoksulların, sınırı ihlal etme, onu aşındırma ve yeniden belirleme kudretleridir. Bunun elbette ki her şeyden önce siyasal bir kudret olduğunun altını çizmeliyiz. Zaten yoksulluk üzerine egemenlerin ürettiği söylem ve mekanizmalar, yoksulların en çok da bu kudretini örtbas etme çabalarının ürünüdür. Yoksulluğun kader ya da seçim şıklarından herhangi birine çeşitli tekniklerin işe koşularak sıkıştırılması yönündeki manevraların gelişkinliği, yoksulların “fazlasının” siyasal sonuçlarının, yüzyıllardır ve fazlasıyla ciddiye alındığını göstermektedir. Yoksulluğun bir eksiklik üzerinden ya da çok yönlü eksiklikler olarak ele alınışının neredeyse herkes tarafından örtük biçimlerde de olsa kabullenildiği bir tarihsel bağlamda nefes alıyoruz. Yılmaz bu kitabıyla, yoksulların fazlasından türeyebilecek siyasal imkânları yeniden düşünmemizi mümkün kılan bir soruşturma biçiminin varlığına işaret ederek, yoksulları düşünme biçimlerimizi yeniden gözden geçirmemizin ne denli önemli olduğunu hatırlatmaktadır.

Yoksulların siyasal fazlalarından türeyebilecek belirsizliklerin sayısallaştırılarak zapt edilmesi ile başlayan süreç, bugün yoksulluğun yönetiminin bizzat belirsizlik etrafında yeniden örgütlenmesi ile devam etmektedir.

Toplumsal alanın neoliberal ilkeler uyarınca inşası, toplumsal ilişkilerin ve öznelerin sermayenin dili ile yeniden kodlanması ile mümkün olmaktadır. Bu bağlamda birey eğitim, sağlık, strese dayanıklılık durumu, cinsel yönelim, genetik kodları vb. ile bir sermaye biçimi olarak kodlanmakta ve onun biyolojik varlığını oluşturan her şey doğrudan doğruya siyasetin nesnesi haline gelmektedir. Beşeri sermayenin sahibi, bir serbest girişimci olarak, riskler karşısında sermayesini güvence altına almak için onu sürekli geliştirmek, korumak, yeniden üretmek ve ayakta kalmak için de diğer beşeri sermaye sahipleri ile kıyasıya bir rekabet içinde olmakla yükümlüdür. Beşeri sermaye yeterince rasyonel biçimde işletilemediği takdirde ortaya çıkan sorunların (işsizlik, yoksulluk, açlık, dışlanmışlık vb.), bu sermayenin sahibinin kendi kendine yol açtığı sorunlar olarak düşünülmesi istenmektedir. Benzer biçimde toplumsal alan da beşeri sermaye sahiplerinin karşılıklı fayda esasına göre dizildiği bir alan olarak kavramsallaştırılmaktadır.

Vatandaşlık ve insan kategorilerini ve bunlar üzerinden toplumsal alanı yeniden tarif etmeye çalışan iktidar mekanizmalarının bugün sadece yoksulları değil “insan”ı da kapma yönündeki hamlelerine yanıt üretmede bu kitabın fazlasıyla faydasını göreceğinize eminim.

YOKSULLARI NE YAPMALI?, Zafer Yılmaz, Dipnot Yayınları, 2012.

Çokluk’un Manifestosu: “Duyuru” (Kansu YILDIRIM)


Ortak Zenginlik kitabını enine boyuna sindirerek tartışamamışken Hardt ve Negri Duyuru isminde yeni bir eserle karşımızdalar. Duyuru, isminden de anlaşılacağı gibi hem içeriye hem de dışarıya doğru bir tespit, değerlendirme ve analiz kitabı. Her ne kadar kitabın giriş kısmında “bu bir manifesto değil” şeklinde ibare kullansalar da ilerleyen sayfalarda tespitlerini belirli önermelerle destekledikleri için birilerine bir şeyler duyurdukları manifesto tadına bürünüyor! İmparatorluk’tan itibaren eserlerinde sürdürdükleri düşünceleri takip ettiğimizde Duyuru’nun gerçek işlevinin Ortak Zenginlik’te niyetlendikleri ama gerçekleştiremedikleri bir operasyon olduğunu görüyoruz: Siyaset düzleminde Çokluk’un bileşenlerini güncel kategorilere ayırarak, tek tek her yeni siyasal özne figürünü tanımlıyorlar ve bunlara rota tayin ediyorlar. İlaveten not düşelim, Duyuru’daki düşünsel kontekstin omurgasını 2011 sonu ve 2012 başında patlak veren farklı coğrafyalardaki kitle hareketleri oluşturuyor.

Dört Yeni Siyasi Özne/Figür

Hâkim muhalif düşüncelerdeki “ezenler-ezilenler”, “emek-sermaye”, “içerlenen-dışlanan”, vb. biçiminde sürekli ikilikler üzerinden kurulan hâkim özne modellerinin aksine yazarlarımız Çokluk’a uygun bir dörtlü siyasi figür/özne tanımlıyorlar: Borçlandırılanlar, medyalaştırılanlar, güvenlikleştirilenler ve temsil edilenler. Her bir figür, kitapta, içinde yaşadığı sistemle farklı bağlamlarda gerilimli ve negatif ilişki içindedir.
Borçlandırılanlar, kredi kartları, ev taksitleri gibi kısa ve uzun vadeli ödemelerle hayatları ipotek altına alınanlardır. A Revolt That Never Ends’te ifade ettikleri hattı izleyerek sömürünün hayatın her alanına yayıldığını, borçlar aracılığıyla insanların mali ve toplumsal açıdan disipline edildiğini anlatıyorlar. Borç ilişkileri yeni sömürü biçimlerinden birisidir.

Medyalaştırılanlar, gelişen teknolojiye bağlı enformasyon teknikleri ile sürekli kontrol altında tutulanlardır. Yazarlarımız bu noktada Deleuze’den hareketle medyalaştırılanların edilgen olmadığını, insanları bir şekilde konuşturduğunu, sisteme katılıma zorladığını vurgularlar.

Güvenlikleştirilenler, güvenlik rejimi içerisinde korunmak için sisteme “yalvaranlardır”.  Burada Foucault’un tespitlerini güncele uyarlayarak, başta kamusal alanların kurgulanışındaki güvenlik mevzusunu tartışırlar. Güvenlikleştirilen birey istisnai durum içinde sıkıştırılan yani güç ilişkileri tarafından kontrol edilen bireye dönüşür: “Güvenlikleştirilen toplumda iki tür dramatis personoe vardır: mahpuslar ve gardiyanlar.”
Temsil edilen özne kategorisi sıralamada dördüncü izlenimi yaratsa bile gerçekte diğer üçünden daha kapsayıcı bir özne/figür izlenimi uyandırır. Çünkü sisteme “sen beni temsil edemezsin” diye seslenen özne, İşgal Et’in temel şiarlarından olan “% 99’uz”un içinden çıkmıştır. Temsil edilen, sistem içinde borç ilişkisi ile zincirlenmiş; medya teknikleri ile gözetlenen ve sınırlandırılan, güvenlikleştirilen toplumlarda öznelliğini yitirerek esir hayatı yaşamaktadır.

Duyuru’da siyasi figürleri gündelik yaşamda kesen iki kavram öne çıkmaktadır: “Korku” ve “öfke”. Korku, toplumsal ilişkilerin motivasyonunu sağladığı gibi bu dört kategoriyi sistem içerisinde sabitleyen ve harekete geçmesini - kendi öznelliklerini kurmasını engelleyen bir unsurdur. Ancak korkunun tam karşında borç ilişkilerini parçalamayı öneren; enformasyon teknolojileri ile yeni bir hakikatin kurulmasını belirten; gözetlenen ve denetlenen bedenlerin zincirlerini kırması ve kaçması gerektiğini hatırlatan; yeni katılım biçimleri ile siyasi öznenin kendini kurmasını ve temsil ilişkisini gözden geçirmesini vurgulayan başka bir kavram vardır: “Öfke”. Öfke, Duyuru’da bireysel acıların dehlizlerinden çıkarak tekilleşir. “Öfke tekildir çünkü tekil olmak birey olmanın aksine, bir kere daha birlikte oluşta öznel güç bulma anlamına gelir”.

Ortak Olanı Kurmak

Duyuru’da Amerika ve İngiltere’deki “İşgal Et”, İspanya’daki “Indignados”, Kuzey Afrika’da “Arap Baharı”gibi kitle hareketleri yetkin bir Çokluk’un yaratımında önemli uğraklar olarak görülmektedir. Bu eylemler politik örgütlenme olarak öznelliklerin üretiminde kritiktir. Sömürü ve genel olarak sistemin işleyişini altüst edebilecek direnişin kairos’u olabilir. Hardt ve Negri direnişin örgütlenmesi noktasında geleneksel metotları eleştirir. Kitapta solun yenilenmesi ve tekrar aktivizme kavuşması için yeni kitlesel hareketleri iyi değerlendirmesi gerektiği belirtilir. Bunun için farklı coğrafyalardaki hareketleri politik açıdan özerklik, zamansal açıdan yeniden örgütlenme, ekolojiden feminizme uzanan bir hatta karşı güçlerin oluşturması, kitlelerin çoklu bir yapıda hareket edebilmesi için iletişim kanallarının (televizyon, mail, sosyal medya, vb.) fonksiyonelleştirilmesi, hoşgörü çerçevesinde azınlıkların konumlandırılması ve korunması gibi bir takım “kurucu mücadeleler” manzumesi sunarlar. Örneğin evden çıkarmalara karşı yürütülen eylemler ve kampanyalar evsizler için konut bulma projeleri bir eşzamanlı yürütülmelidir. Hayati ve geçimlik ihtiyaçlardan toplumsal ihtiyaçlara kadar tüm talepler “sen beni temsil edemezsin” diyerek mevcut temsil sistemine itiraz eden yeni öznelerinin alacağı kararlarla anlam kazanacaktır. Duyuru’da kurucu mücadelelere kurucu örnekler başlığında su, banka, eğitim kalemlerinde ortak olanı kurmanın altını çizerler. Ancak ortak olan nesneler ve ilişkiler kamusal mülkiyetin altında olandan farklıdır. Bu, Ortak Zenginlik kitabında yürüttükleri tartışmanın siyasal pratiğe nakledilmiş versiyonudur. Ortak olanı kurmak, özyönetim mekanizmalarının cisimleştiği bir zaman ve mekâna karşılık gelir.

Duyuru’da başka bir nokta, Marksist devlet tartışmalarında sıkça geçen, “ilga” kavramının ortak olanı kurarken öznelliklerin oluşumuna engel teşkil ettiği belirtilen belirli mekânlar için kullanılmasıdır. İlganın kurucu mücadele içine çekilmesiyle şu ortaya çıkar: Öznellikleri zaafa uğratan ve anti-sosyal kişiliklerin yaratılmasına yol açan hapishanenin, askeriyenin, hastanenin ve bunların tesis ettiği ilişkilerin varlığının ortadan kaldırılması gereklidir. Bu ve diğer tespitleri detaylandırmamışken sonlara doğru ortakçı diye bir figür tanımlarlar. Ortakçı, çok geniş profile sahip biçimde hemen herkesi kapsar ve ortaklaştırma eylemlerine katılan ve farklı profilleri eklemleyen bir figürdür. Kitap bu anlamda bir tasvir cennetidir! Ancak hâkim özne modellerinden yeterince farkı ortaya konmamış bir cennet.

Görüleceği üzere Duyuru’da ulaşılmış bir sonuç yok. Her bir kavram ve olgu diğer birini izliyor ve tetikliyor. Çünkü kitabın içeriği, yeryüzündeki toplumsal mücadelelerle eşzamanlı bir seyahat hedefliyor ve farklı kitle hareketlerini teoriyle harmanlıyor. Bu kitap tartışılmayı hak ediyor.

Çocukluk ve Tarih (Abdurrahman AYDIN)


Türkiyeli okurlar olarak Giorgio Agamben’i daha çok siyaset üzerine düşünceleriyle tanıyoruz, özellikle de Kutsal İnsan ve İstisna Hali’yle. Bu iki metinde Agamben, bir yandan Foucault’nun bio-siyaset kuramının tıkanıklıklarıyla boğuşup yeni kanallar açma arayışına girmişken, öbür yandan da Schmitt tarzı klasik siyaset düşüncesinin karşısına Benjamin’ci bir tarzı çıkararak siyasal alanın sınırları sorununa eğilir. Fakat Agamben’in çalışmaları, kıta Avrupa’sı felsefesinden şiire, Yahudi soykırımına ilişkin literatürden Kitab-ı Mukaddes’in metinsel eleştirilerine, sinema çalışmalarından ortaçağ yazınına, hukuk felsefesinden –hem antik hem de modern haliyle- dil felsefesine, İtalya ve dünya siyaseti üzerine yorumlardan dostluk teorilerine, sanat ve estetikten felsefe tarihine ve fragman biçimini kullanan spekülatif eleştirel yazına kadar, son derece geniş bir alana yayılmaktadır. Bütün bu çalışmalar ise dile yönelik bir ilgiden kaynaklanan birleşik bir gövde oluşturur.
Agamben’in siyaset teorisinde, iktidarın dilin içinde deveran etme biçimlerine ilişkin bir serimleme boyutu söz konusudur. Agamben, iktidarı, dilin içinde dolaşımda olan bir şey olarak kavramsallaştırır; fakat bu durum, insanın, dilin manipülasyonuna ve denetimine karşı dili nasıl kullanabileceği sorusunu ortaya çıkarır. Agamben’de bu, iktidar dillerini kesintiye uğratmak ve dilin “salınan yeri”ni açığa çıkarmak düşüncesine bağlıdır; ya da Saint Paul üzerine seminerde kullandığı ifadelerle bir Ebedi Yahudilik düşüncesine: “Dili söz konusu oldukça, Yahudi, her zaman yabancı topraklarda olduğu hissiyatı içindedir. ... Bir dilin bizzat o dili konuşan insanlara başkaldırmasının dinsel gücü..."

Agamben’in dil üzerine düşünümlerinin onun siyasal teorisinde ne kadar işlerlikte olduğunun açık göstergesi Çocukluk ve Tarih adlı eserinde sorduğu şu sorudur: “İnsan sesinde hayvan sesinden logos’a, doğadan polis’e geçişi sağlayan şey nedir?” Ya da çıplak ve biçimsiz sesin eklemli bir dil olarak belirmesini sağlayan şey ile çıplak yaşamın geride bırakılarak siyasallaşmanın ortaya çıkmasını sağlayan şey arasındaki ilişki nedir? Agamben’e göre etiğin kendi özgül alanını açan şey, phone ile logos arasındaki farktır. “Ses ile logos arasındaki uzam boş bir uzamdır, Kantçı anlamda bir sınırdır. Ancak insan bir ses tarafından dile götürülmeksizin kendini dile fırlatılmış bulduğu ve ancak experimentum linguae onu gramersiz bir halde o boşluğa, o aphonia’ya [ses-sizlik] cezp ettiği içindir ki herhangi bir tür ethos ve topluluk da mümkün hale gelmektedir.” İşte Çocukluk ve Tarih tam de böylesi bir dilsel deneyim bağlamı içinde Walter Benjamin’in mirasını devralır. Günümüzde insanların deneyimi reddedişlerinde bir bilgelik kırıntısının saklı olabileceği yönünde bir iyimserlikle, Agamben, bu tohumun olgunlaşabileceği mantıksal yeri hazırlama görevini üstlenir.
Bu bir haritalama işidir ve Agamben, günümüzde gündelik yaşamın deneyime tercüme edilemezliğinin bir envanterini, modern bilimin, deneyimi dışlayarak gasp etme tarzının izlerini sürerek çıkartır. Bacon’dan itibaren modern bilimin kesinlik arayışının sonuçlarından biri, kesinlik ile bağdaşması mümkün olmayan deneyimin hesaplanabilir ve kesin hale getirilebilir olduğu anda deneyim olmak bakımından otoritesini yitirmesidir. Modern düşünce, bunu, bilgi ile deneyimi Kartezyen ego cogito’nun soyut öznesinde bir araya getirerek gerçekleştirmiştir. Deneyim bilginin öznesine dönüşünce de maruz kalınarak yaşanabilecek ama asla sahip olunamayacak bir şey halini alır. Bu da Agamben’in deneyimlenemez deneyimler dediği şeyin, hakkında konuşulabilir bir şey olarak belirmesini sağlar. “Bizim” olmayan bu deneyimler, deneyimimizin ölüme doğru uzanırken dayandığı en uç sınırını oluştururlar.

Lacancı psikanaliz, öznelliği, bilinçdışı ve dille hayati bir bağıntı içerisine sokuyor ve Lacan, “Bilinçdışı ötekinin söylemidir” diyordu. Agamben, psikanalizin bu saptamasını, modern deneyim kavramının krizinin en açık seçik ortaya konuluşu olarak görür. En önemli deneyimlerin özneye değil de bir üçüncü kişiye, “o”na ait olmaları, deneyim sınırını ters yüz eder. Bu sınır artık ölüme doğru yönelişle değil, çocukluğa doğru bir gerileyişle bir sınır olmaktadır. Fakat psikanaliz dilden çıkarılmış olanı yakalamaya çalışırken, Agamben dil olan ile dil olmayan arasında, önce dilsel deneyim alanının ve ardından da insani deneyim alanının açılışı üzerine, hep yaptığı üzerine “bir sınır” üzerine eğilir. Saf dil ile insan dili, göstergesel ile anlamsal arasındaki sınırda, bu belirsizlik alanında çocukluk durmaktadır.

Çocukluğun bir sınır olarak devreye sokulduğu yerde Levis Strauss’a bir selam verilir. Elbette tesadüf değildir bu selam; çünkü Strauss’un antropoloji çalışmaları Ferdinand Saussure’ün ve özellikle de -Saussure’ün düşüncesinin üzerine koyduklarıyla- Roman Jakobson’un dil ve ses çalışmalarını model almıştır. “Düşünmek modern insanın kendi benliği karşısında coşmak için seçtiği yollardan biri halini almıştır” demiş olan Strauss, öznenin dışına atlayarak “doğanın saf dili”nin bir yarılma ve dolayım içermeyen konumuna yerleşmiştir. Saf dil ile insan dili arasındaki geçişi sağlayan şey mit adlı makine’dir. Agamben, Strauss’un bu makinesinin söylemden dile geçişte oldukça aydınlatıcı olduğunu, fakat dilden söyleme geçişte çok da yararlı olmadığını düşünür. İşte çocukluk, bu bağlamda, tam aksi yönde işleyen bir makinedir.

Kitapta “Çocukluk ve Tarih” başlıklı yazıya ek olarak beş bölüm daha bulunuyor. “Eğlenceler Ülkesi” başlıklı yazı, oyun ile ritüel arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ele alıyor. Mit ile çocukluk arasındaki konumun bir benzeri, bu sefer ritüel ile oyun arasında kuruluyor: Artsüremi eşsüreme dönüştüren bir makine olarak ritüele karşılık eşsüremi artsüreme dönüştüren bir makine olarak oyun. Sürekliliğin bir eleştirisinin sunulduğu “Zaman ve Tarih”te kültürümüzün zaman temsilinin gerçek ve tam bir tarihsellik deneyimine sahip olmasının olanaksızlığıyla yüzleşiyoruz. Bu temsili iptal etmek mümkün müdür? Zaten Agamben, bu kitaptaki niyetinin bu imkan için gerekli mantıksal uzamı tesis etmek olduğunu belirtmektedir. “Prens ve Kurbağa” Adorno’nun bir eleştirisi ile Benjamin’in buna yanıtından oluşan iki mektubu ele alarak, Adorno’yu prensi kurbağaya dönüştüren diyalektik tarihselciliğin sözcüsü ve Benjamin’i de kurbağayı öperek diyalektik büyüyü bozan genç kız olarak tarihsel materyalizmin sözcüsü ilan eder. “Masal ve Tarih” başlıklı kısacık bölümün ardından gelen “Bir Gözden Geçirme Projesi” kendisini bir olay olarak ortaya koyan bir felsefenin izlerini taşır: Sürekliliğe inat bir kesinti olarak düşünme!

Betül Parlak’ın tam bir çalışkanlık ve titizlik işi olan mükemmel çevirisi sayesinde, Agamben’in edebi tadına da varma olanağı buluyoruz. Bir yap-tak işini, başka bir evrendeki başka bir malzemeyle yeniden yapmak…

Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih – Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme, Çeviren Betül Parlak, Kanat Yayınları, İstanbul, 2010.

Sermaye Muamması Çözülüyor mu? (Ebubekir AYKUT)


Kapitalizmin krizde olduğuna dair teorik saptamalar, verilere dayalı analizler ve siyasal propagandalar yıllardır dillendirilmekte. Özellikle Marksistler krizlerin ikili doğasına sıklıkla vurgu yapmaktalar; kapitalizmin kendini yeniden rasyonelleştirmesi veya kapitalizme alternatiflerin doğabilmesi için fırsat anları. Her ne kadar kapitalizmin tarihi birçok krizi içeriyor olsa da çoğunlukla krizlerin sermaye tarafından fırsata dönüştürüldüğünü görürüz. Çünkü krizler aynı zamanda kapitalist sistemin yeniden üretimi için bir imkân yaratır. Aynı şekilde 2008 krizi dünyanın her köşesinde aynı etkiyi yaratmış olmasa bile incelemelere konu olmuş ve olmaya devam etmektedir.

David Harvey’in 2010 yılında kaleme aldığı, 2012 yılında Sel Yayınları’ndan Sungur Savran çevirisi ile yayınlanan Sermaye Muamması: Kapitalizmin Krizleri eseri 2008 krizi ekseninde kapitalizmin krizlerinin tarihini incelemekte. Kapitalizmin krizlerinin tarihini ele alan bir kitap ama 2008 krizini kavrayabilmek için. Harvey’e göre, günümüzde krizin neden olduğu sarsıntıları ve yıkımı, yaşadığımız koşulları kavrayabilmenin yolu kapitalizmin kriz yaratan içkin doğasını yani sermayenin akışını ve eğilimlerini anlamaktan geçer. “Sermaye, kapitalist olarak adlandırdığımız bütün toplumların siyasi gövdesine hayat veren kandır; bazen sızıntı halinde, bazen bir sel misali, yeryüzünün insan tarafından yerleşilmiş en ücra köşesine yayılır… Bu akışı kesintiye uğratmaya, yavaşlatmaya veya daha da kötüsü geçici olarak durdurmaya hele bir kalkışın; sonucunda günlük yaşamın alıştığımız tarzda devam edemeyeceği bir krizi ile karşı karşılaşırız kapitalizmin.” Özellikle kriz dönemlerinde kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkar. Sermayenin iktidarı yeniden üretilebilir ama bu toplumun pek çok şeyden feragat etmesi pahasına gerçekleşir.

Sermaye, krizlerini çözmekten ziyade, ya bir başka mekâna taşıyarak (meta ilişkilerine dâhil olmayan mekânları ve ilişkileri doğrudan metalaştırarak veya bazı alanları ve ilişkileri yeniden metalaştırarak), ya da bir sorundan başka bir soruna taşıyarak (sanayi sermayesinden finans sermayesine ya da bir sektörden diğer sektörlere yönelerek) erteler. Harvey’in analizlerini zenginleştiren kapitalizmin mekânla olan ilişkileri üzerindeki ısrarıdır. “Sermaye birikim süreçleri açıktır ki coğrafi ortamların dışında var olamaz.”  Lakin sermaye bir paradoksla karşı karşıyadır: Bir yandan birikim önündeki tüm coğrafi sınırlar aşılmalıdır, diğer yandan ise realizasyonu yani üretim için paranın, üretim araçlarının ve emek-gücünün coğrafi olarak yoğunlaşması için belli bir coğrafyaya bağımlıdır. Söz konusu paradoksu aşmak için sermaye yaratıcı bir doğaya sahiptir ve gittikçe farklılıklaşan ve eşitsizlikle damgalanmış kendi coğrafyalarını üretir. Böylelikle krizlerini bir coğrafyadan diğerine taşıyarak erteler. 1973 krizi sonrası sermayenin Doğu ve Güneydoğu Asya’da yoğunlaşması sürecinde olduğu gibi.

Sermaye sadece farklı coğrafi mekânlara da taşınmaz, kendi mekânını yaratarak yahut varolan mekânları dönüştürerek krizlerini erteler. Bu bağlamda sermaye fazlasının emilmesi ve üretimin, tüketimin ve emek-gücünün örgütlenmesi için kentler inşa edilir. “Genel olarak mekânın, özel olarak da kentleşmenin üretimi, kapitalizm koşullarında büyük bir endüstri haline gelmiştir.”  Günümüzde kentleşme ya da kentsel dönüşüm projeleri küresel bir olgu haline gelmiştir. Bu duruma dikkat çeken Harvey, özellikle Çin’in Afrika, Arabistan Yarımadası ve Ortadoğu bölgelerindeki kentleşme projelerini finanse eden merkezi unsur haline geldiğini belirtmektedir. Kentleşme ve küresel dönüşüm projeleri genellikle sabit sermaye yatırımlarını içermekte, uzun vadede sermaye için kar olanaklarını sınırlandırmakta ve coğrafi sınırları aşmak isteyen sermayenin önünde engel oluşturmaktadır.

Sermayenin kendi krizine ürettiği çözümlerden ikincisi ise sermayenin biçim değiştirmesi ve sorunu farklı sektörlere nakletmesidir. Kapitalist sınıf, eğer belli bir sektörde yeterli karı elde edeceğini öngöremezse ya yatırım yapmaz, ya da sermayesini daha karlı olduğunu düşündüğü sektörlere yöneltir. Sermaye herhangi bir sektörde üretim sürecini başlatmazsa finans sermayesi biçimini alır veya daha karlı bir sektöre yönelerek sanayi sermayesi haline gelir. Günümüzde genel olarak sermaye, finansal sermayenin hegemonyası altındadır. Bu üretimin gerçekleşmediği veyahut sanayi sermayesinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak kararlar ağırlıklı olarak finans sermayesi tarafından belirlenmektedir. Ama finans sermayesi diğer sermaye biçimlerine oranla daha fazla çelişkili ve krize meyillidir.

Sermaye Muamması’ndaki görüşleri takip ettiğimizde 2008 krizinin finans sermayesinin 1970 sonrasında giderek hâkim hale gelmesi sonucunda oluştuğu sonucuna ulaşırız. Kapitalizm ortalama yüzde üç oranında büyüme ile ancak yaşayabilir. Sermaye birikimi içkin olarak karın daha da fazlalaştırılmasına dayanır. Büyüme durduğunda sermaye krize girer ve “ölür”. Finansal sermayenin spekülatif ve üretime dayanmayan doğası ve kentleşmenin yarattığı sorunlar ve bir çok diğer faktörün bileşimi nedeniyle 2008 krizi meydana gelmiştir.
Krizi belirli temalar ve gelişmeler eşliğinde inceleyen Harvey son olarak “ne yapmalı?”, “ve de yapacak olan kim?” sorusunu sormakta ve cevap aramaktadır. Öncelikle Harvey “güleryüzlü kapitalizmin” mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır: “Öğrenmesi gereken ilk ders de, etik, sömürücü olmayan, herkesin yararını gözeten toplumsal bakımdan adil bir kapitalizmin olanaksız olduğudur. Bu sermayenin yapmak istediği şeyin doğasına aykırıdır.”. Bu tespitine dayanarak “yapacak olanlar” için Harvey “hoşnutsuzların, yabancılaşmışların, yoksunların ve mülksüzlerin geniş ittifakı temelinde anti-kapitalist bir hareket” öneriyor. Harvey kitapta herkesin gündüz bile fenerle yanıt aradığı “ne yapmalı” sorusunu ise özetle şöyle cevaplandırıyor: “Kapitalizm asla kendiliğinde göçmeyecektir. İtilmesi gerekiyor. Sermaye birikimi asla durmayacaktır. Durdurulması gerekiyor. Kapitalist sınıf iktidarını asla gönüllü biçimde teslim etmeyecektir. Mülksüzleştirilmesi gerekiyor.” Harvey, bu muammayı çözmek için bir izlek sunuyor.

David Harvey (2012), Sermaye Muamması Kapitalizmin Krizleri, (çev. Sungur Savran), İstanbul: Sel Yayıncılık.

İçeriden Bir Mektup: Ömrümüz Yeniden (Eren ŞAHİNER)


Yaşadığımız bataklıkta gökyüzünün rengini her an yüzünde hissedenlerin sayısı çok az. Yalçın Hafçı’nın Ömrümüz Yeniden isimli öykü kitabının arka kapağına Oscar Wilde’den alıntıladığı “Hepimiz aynı bataklıkta yaşıyoruz, ama bazılarımız yıldızlara bakıyor” sözüne bunun için ufak bir tahribat yapabiliriz. Bataklıkta yaşadığının farkında olmayıp sadece gökyüzüne bakanlardan mı olmalı, yoksa bataklıktayken bile inatla gökyüzüne ellerini uzatanlar mı? Uzun süredir cezaevinde tutulan Hafçı’nın son öykü kitabı bize biraz da bu sorunun cevabını arıyor.

Ödüllü bir şair ve öykücü olan Hafçı, yaptığı ölüm orucu eyleminden kalma, kendi deyimiyle sisli hafızasını yeniden, ömrüm, ömrümüz yeniden diyerek çağırıyor. Bu çağrının sadece kendi hafızasına ait olmadığı ise öykülerin içinde girildikçe fark ediliyor. Öyküler, böyle seslenmenin bilinçli bir tercih olduğunu haykırıyor. Hafçı’nın sisli hafızası, öyküler ilerledikçe derinlere iniyor, Türkiye halklarının tarihine yeni satırlar ekliyor. Bilincini paraya tahvil edenlerin, solculuğunu vicdanlarına hapsedenlerin dünyasında, Hafçı, insan bilincinin ve vicdanın birlikte çalışmaması durumunda özünü yitireceğini ve yaşamak çağrısına cevap veremeyeceğini söylüyor.

Saatin Tik Takları 

Yalçın Hafçı’nın öyküleri Geri Sayım ile başlıyor. Her bir saniyede öykülerin yazıldığı mekânı soluyorsunuz: “Saat gecenin üçü, bense kendi ucumdayım. Soğudu hücremin beyaz duvarları”. Saniyeler ilerledikçe sanki bir yarışın başlayacağını, ya da içinizde öfkeyle kabaran yüreğinizin patlayacağını düşünüyorsunuz. Yalçın Hafçı sanki bu geri sayımla okuyucuyu kitaba hazırlıyor ve bir itirafta bulunuyor: “Sanki bir bombanın geriye doğru işleyen saati var içimde”.

Öyküler ilerledikçe saatin tik taklarını duyuyoruz. İlk tik tak, Kayıp İğne öyküsüyle işliyor içimize: Bir oğlun işkenceci babasıyla tanışmasını okuyoruz. Hafçı öykülerinde ayaklar altına döşediği iğnelerle, duyarlılığını uykuya göndermiş okuyucunun ince bir sızıyla uyanmasını sağlıyor. Görmek ve İnsan hikayesi ise fukara Mustafa’nın kısacık bir öyküde büyük bir karar vererek, bir tas çorbasına göz diken patronunun ensesine patlattığı okkalı tokatla şaşırtıyor. Zorla evlendirildiği kocasının tecavüz ettiği Zelal, mutlu bir çocuğun nasıl mahpusa düştüğünü anlatıyor, “Bize iki hayat lazım; biri tecrübe kazanmak, öteki de yaşamak için” diyerek. Beyaz Yaka ise ekonomik krizin orta direklikten, yoksulluğa savurduğu garsonun kendi ağzından hikâyesi. “Ne işçi ne patron” bir sınıfa mensup olduğunu fark eden ve daha önce müşterisi olduğu meyhanenin güç bela garsonu olabilen adamın orta sınıfla hesaplaşmasını anlatıyor.

İnsanın insana ettiğini, hayvan etmezmiş hayvana. İnsanlığımı Geri Verin, havan topuyla parçalanan bir kızı görünce, yeşil üniformanın içinde deliren bir adam söylüyor bunu. Depremde her şey olup bittikten sonra vaktini onlara eziyet için geçirdiği karısı ve çocuklarının hatırlayan babanın öyküsü Sarsıntı. Acı yavan değil, bütün canlılığıyla yansıyor öykülere. Tik taklar devam ediyor: Ömrümüz Yeniden’de içerden çıkan adamın, Yusuf’un yıllarca çektiği hasreti anlatıyor Hafçı. Oğlu içerden çıkmadan ölen annenin oğlunu yakan acısı; dışarıya yabancı Yusuf’un hayata alışma çabası; eski aşkın, sevgilinin yeni bir hayat için ağlaması yalın bir dille önümüze geliyor. Belki de Hafçı saatin tik takları arasında gerçek sevgiyi arıyor.

Sade ve Şiirsel

Hafçı’nın şairliğinin getirisi olsa gerek, öykülerin tamamında sade fakat şiirsel bir dil var. Öykülerinde anlattığı basit yaşamlar, yaşamın karmaşasını açığa vuruyor. Hafçı okuyucusunu yabancılaştırmadan kavrıyor, öykünün kısa ama vurucu bir tür olduğunu hatırlatıyorve her öyküsünde farklı bir yaşam fragmanını kitabına taşıyor. Cortazar’ın fotoğrafla öykü arasında kurduğu ilişki fragmanları anlamamızı sağlayabilir: “Gerçeğin içinden bir fragmanı kesmek, onu belli sınırlara hapsetmek ama bunu öyle bir şekilde yapmak ki, bu kesilen parça kanat kanat açılarak çok daha geniş bir gerçekliğe nüfuz eden bir patlamaya dönüşsün, kameranın kapsadığı alanı ruhsal olarak aşan dinamik bir bakış açısı olarak hareket etsin.”

Hafçı, gerçek sevginin bir çeşidini gözleyerek, hem duvarın ardındaki özgürlüğü hem de dışarıdaki insanın ağzına doladığı türküyü yazıyor. İçeridekinin en büyük kâbusunun dışarıdakinin unutması olduğunu hatırlatıyor. Hafçı, neredeyse içeriden dışarıya bir mektup gönderiyor: Yasaların yargısı doğru mudur/ Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;/ Bildiğim tek şey bu hapishanede -yalnız adam için- Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,/ Bir yıl kadar uzundur her geçen gün/ Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar. (Oscar Wilde)

Ömrümüz Yeniden, Yalçın Hafçı, Alan Yayıncılık, 2012.

Varoluş Karmaşasına Yolculuk (Doğuş SARPKAYA)


Hepimiz yaşamımızın bir noktasında kendimizden sıkılmaya başlarız. Aynı bedenin içinde devinmek, her gün aynada aynı yüzü görmek, günlük yaşamın rutininde kendimize yabancılaşmak kolay değil tabii ki. Belki de onun için kaçış ya da rutini reddediş hikâyeleri, bizi en çok etkileyen roman konularından biri.

Pascal Mercier’in, Lizbon’a Gece Treni romanı da bir kaçış, kurtuluş hikâyesi ile açılıyor. Antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius, bir köprüde karşılaştığı Portekizli kadının etkisiyle kendi yaşamını sorgulamaya başlıyor ve Portekiz’e, Lizbon’a gitme tutkusuna kapılıyor. Gregorius’un tutkusunu tetikleyen şey yabancı bir kadının taşıdığı esinti olsa da yolculuğun asıl amacı gideceği bir kitapçıda şans eseri eline geçen bir kitap tarafından  belirleniyor. Amadeu de Prado’nun “Sözlerin Kuyumcusu” kitabındaki “İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak – gerisine ne oluyor?”  sorusunun cevabını arayan kahramanımız, hem kendi hem de Prado’nun “yaşamının gerisini”nin peşine düşüyor.

Lizbon’a Gece Treni, İsviçre’nin donuk ve etliye sütlüye karışmayan ortamından Portekiz’e taşınan bir öykü. Romanda, kendini kitapların içine gömdüğü için yaşamdan feragat etmiş Gregorius ile yaşamı boyunca kendini aramış ama bir türlü kendisiyle rastlaştığını düşünmemiş Prado’nun hikâyelerini iç içe geçmiş bir şekilde takip ediyoruz. Her ne kadar kitabımızın kahramanı Gregorius gibi gözükse de bir süre sonra Prado karizmatik kişiliği ile başrolü kapmaya başlıyor. Mercier kahramanlarını çizerken bolca malzemeye başvurmuş. Bir tarafta öykünün anlatımı üçüncü tekil şahısa yüklenmiş ama Prado’nun kitabı ve mektuplarıyla birinci tekil şahısa geçişler sağlanmış. Buna ek olarak tanıklıklar tüm öyküyü sararak anlatıyı tek düzelikten kurtarıyor.

Varoluşçuluğun Kıyılarında

Ama kitaba asıl değerini veren şey psikolojik ve felsefi dertleri diyebiliriz. Prado’nun okulun son günü tanrı üzerine yaptığı konuşma, babası ve annesine yazdığı yollanmamış mektuplar, dinsel baskı aygıtı, babanın iktidarı, annenin sessiz egemenliği üzerine güçlü psikolojik ve siyasal tartışmaları alevlendiriyor. Sözcüklerin Kuyumcusu’ndaki bölümler ise daha çok varoluşçuluğun kıyılarında gezen ve insanı felsefi bir tartışmanın içine çeken metinler. Romanda, varoluşçulukla kurulan dirsek teması, Prado’nun metinleriyle sınırlı değil. Mesela Camus’ün Düşüş’ündeki Jean-Baptiste Clemence karakteriyle Gregorius’un aydınlaması arasındaki koşutluk şaşırtıcı. Clemence, köprüde atlamak üzere olan bir genç kızı görmemezlikten gelerek ölmesine göz yumduğunda kendine gelir. Gregorius ise köprüden atlamak üzere olan kadının dikkatini dağıtarak yaşama bağlıyor. Daha önce kitapları ve dersleri dışındaki her şeye karşı tepkisiz olan Gregorius, bu sayede yaşam üzerine daha çok düşünmeye başlıyor. Bern’deki dünyasından kopmaya başladıkça yaşam deneyimi derinleşiyor, derinleştikçe de yaşam üzerine daha çok kafa yoruyor.

Amadeu de Prado karakteri ise tercihleri ile insan varoluşunun karmaşıklığını anlamamızı yardımcı oluyor. Gayet başarılı bir öğrenci olan Prado, bir taraftan kendi yolunu çizmek istiyor ama diğer taraftan çevresinin yönlendirmelerine izin veriyor. Babasına bir tepki olarak hep dik yürüyor ama kambur olan babasını tedavi edebilmek için doktor olmayı seçiyor. Hayatındaki en önemli kadın olan Maria João ile birlikte olmak istiyor ama soylu bir aileden geldiği için başka bir kadınla evleniyor. Dünyayı dolaşmak istiyor ama Lizbon’dan uzaklaşınca kendini savunmasız hissediyor. Amadeu Prado, roman boyunca,  kendini çevresine kabul ettirmek isteyen bir zavallı gibi hissediyor (Prado için “cehennem başkalarıdır” cümlesi ne kadar anlamlı gözüküyor değil mi?). Roman, özgürlük ve sorumluluk arasında kalmış Prado’nun böyle bir karmaşa ile boğuşmasını, bir uyumsuz olarak yaşamak zorunda kalmasını anlatıyor bir anlamda.

“Diktatörlük bir gerçekse devrim görev olur”

Mercier’in romanı felsefi,psikolojik tartışmalara boğup, “modern burjuvanın hezeyanları”na kaptırdığı sanılmasın sakın. Felsefi ve psikolojik tartışmaların siyasal ve tarihsel arka planla birleşip, Portekiz’in faşist cunta dönemine ayna tutması romanın etkinliğini arttırıyor. Mercier, Prado’nun farklı egemenlik yapılarıyla hesaplaşmasını sağlayarak iktidarın farklı yüzlerinin görünür kılınmasını sağlıyor. Prado’nun mezar taşında yazan “Diktatörlük bir gerçekse devrim görev olur” cümlesi, sadece Salazar faşizmine değil, onun sıradan yaşam içerisindeki uzantılarına karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini vurguluyor.

Lizbon’a Gece Treni, her bölümde kahramanlarının “bütün o saklı deneyimlerini eşeleyerek”, okuyucunun  “kendi arkeoloğu olmasını” talep eden bir kitap. Belki de gerçekten kendimizden sıkılmamızı engelleyecek formül budur.  Belki de formül Amadeu’nun bu yazının son sözünü oluşturacak cümlelerinde gizlidir: Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşananın üzerinden kayıp gider, sonunda kâğıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır. Uzun zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna inandım. Bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: Bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir. Kulağa tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykırı, biliyorum. Ama olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu hissediyorum.

Lizbon’a Gece Treni, Pascal Mercier, Çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları, 2012.