Basın Özgürlüğü Üzerine: Tarihin Tekerrürü mü? (Bora ERDAĞI)


Tarih sadece geçmişe dönük bir anlatı olsaydı, ne vakanüvislere ne de karnından konuşanlara çok fazla iş düşerdi, fakat yine de bir kaynak olarak esinlendirici olmayı sürdürebilirdi. Oysa tarih, tarih yazımının günümüze kadar elde ettiği birikime bakıldığında, geleceğin bir anlatısı olarak şimdide kurgulanan bir geçmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu haliyle tarih, olaylar zinciri olarak ifade edilenlerin ötesinde değerlendirilir.

Çıkarlar, tutkular, yoksunluklar, vasatlıklar, koşullar, ideolojiler, alışkanlıklar, beklentiler, korkular ve daha birçok sosyo-kültürel etken tarihsel anlatının ruhunu doldurur. Dolayısıyla “tarihin tekerrür etmesi” denilen şey, bir terane olmaktan çok, tarihin ruhsal yapısının, insan varoluşunun sınırlarına işaret eder. Tarih alanında çalışan meslekten yazarların büyük bir kısmı tarihin tekerrür ettiğini reddederler. Aslında yaptıkları iş belge avcılığı ile sınırlı kaldıkça bu reddiye onlar için malumun ilamıdır. Elbette tarih olduğu gibi tekerrür etmez ama tarihsel anlatının ruhuna yerleşmiş motivasyonların yarattığı çatışma ve uzlaşılar açısından yinelenir. Karl Marx’ın tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğunu belirlemesi, tam da bu yüzdendir.

Genç hukuk öğrencisi Marx, felsefeye tarihsel anlatıyı ve tarih kavramını tam anlamıyla yerleştiren G.W.F.Hegel ile üniversite yıllarında tanışır. 1830’lu ve 1840’lı yıllar boyunca Almanya’da Hegelcilik her anlamda entelektüel havayı domine etmektedir. Marx da okul yıllarından 1840’lı yılların ortasına kadar genç-Hegelci düşünürlerle birlikte, sürekli olarak felsefenin ve dönemin entelektüel tartışmalarına müdahil olur. Bu tartışmalarda Hegel’in tarih, kültür, politika kavrayışları tekrar tekrar çözümlenir. Marx’a göre Hegel’in tarih kavrayışı hem felsefidir hem de felsefe açısından bir yenilik taşımaktadır. Çünkü Hegel ilk kez olaylar ve olgular ile kavramlar arasında diyalektik bir ilişkiyi ortaya sermektedir. Zerdüşlükten Hıristiyanlığa, barbarlıktan uygarlığa, doğadan topluma, ihtiyaçlar ve çatışmalardan tatminler ve uzlaşılara hemen hemen her alanda Hegel tarih sahnesini enine boyuna arşınlar, zamanın ruhunu anlatabilecek kavramları belirlemeye ve bu kavramların tarih içinde yeniden yeniden nasıl aşıldığı veya yepyeni kavramlarca özümsendiğini tespit etmeye çalışır. Bir manada bu, Geist’ın yeryüzünde özgürlüğü gerçekleştirmesinin serüvenidir. Hukuk öğrencisi ve ardından genç-Hegelci olarak Marx’a göre Geist’ın bu felsefi serüveninin en önemli özgünlüğü, varoluşun temelinde özgürlüğü zorunlu kılmasıdır. Zaten Marx 1842’de kaleme aldığı bir dizi gazete (Rheinische Zeitung) yazısında, tamamen Hegelci özgürlüğün gerçekleştirilmesi kavrayışına bağlı kalmaktadır. Hatta Marx bu yazılarında, Marksist araştırmacılar Scott Meikle ve Olufemi Taiwo’nun iddia ettiği gibi, neredeyse Hegelci özcü rasyonaliteye bağlı kalır. Örneğin “Prusya Sansürü”ndeki şu ifadeler bütün bunları kanıtlarcasına yazılmıştır:
Preussische Staats-Zeitung ‘bütün sıradanlığı içinde’, Prusya’da en az İngiltere’de olduğu kadar, eğer yapabilecekse günlük basının tutanaklarını tartışmasına izin veren eyaletler meclislerine sahip olduğumuzu hatırlatır; çünkü Staats-Zeitung muazzam, klasik öz-bilinci dâhilinde, Prusya gazetelerinde eksik olanın izin değil, beceri olduğu görüşünü benimser. Bu ikincisini onun özel bir imtiyazı olarak kabul ederiz, aynı zamanda becerisine dair hiçbir açıklama olmaksızın, bütün sıradanlığı içinde düşünceyi fiilen gerçekleştirme özgürlüğüne de sahip olabiliriz (s.36).

Rheinische Zeitung’daki diğer yazılarda (“Özgür Basının Düşmanları”, “Eyaletler Meclisi Üzerine”, “Belirli Kimselerin Ayrıcalığı mı Yoksa İnsan Zihninin Ayrıcalığı mı?”, “Sansür”, “Genel Özgürlük”) da aynı ton ve içerik hâkimdir. Marx döne döne genel olarak basının özgür olması gerektiğini, ona yönelen her tür sansür çabasının, onun doğasına yönelik olacağını ispatlamaya çalışır. Doğasından mahrum kalmış herhangi bir şey nasıl varoluşunu gerçekleştiremezse, özgürlük doğasına sahip basın da aynı şekilde kendini gerçekleştiremez. Bu yüzden basın özgürlüğüne sınır çekmek ve onu özgürlük harici unsurlarla donatmak, modern dünyanın kamusal haklarından birini egemenler lehine budamak olur. Doğal olarak Marx da sansür kuruluşlarının tarih sahnesinde görünmesinden Hegelci özgürlük anlayışının felsefi gerekçelerinden hareketle itiraz ediyor. Sansür kurullarının varlığını, iktidarların imtiyaz arayışlarını, basının korkaklığını, haberciliğin kamusal değerini, devlet ya da yandaş gazeteciliğini sorguluyor. İşin ilginç yanı dünyanın başka bir köşesinde bundan yaklaşık 170 yıl önce olup-bitenler hakkında yapılan tartışmaların halen güncelliğini koruyor olmasında!.. Ne yazık ki Türkiye’nin muktedirlerinin Prusya hükümetlerinden pek farkı yok. Tarih tekerrür etti desek başımız ağrımaz, ama yine de şöyle denebilir: Bu tekerrür de aslolan sadece “tarih” değil, tarihin ruhunu oluşturan ve Marx’ın 1848’de formüle edeceği sınıf savaşımları tarihidir.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, Karl Marx, çev. Kurtul Gülenç ve Önder Kulak, Dipnot Yayınları, 2012.

“Devrimci Şiddet” Neden Şimdi? (Onur KARTAL)


“Şiddete evet ya da hayır demek üzerine uzun uzun tartışmaya gerek yok. […] Şiddet vardır, kendi kendini meşrulaştırmaktadır, çünkü kapitalist üretim tarzının alçalttığı ve alaya aldıklarının mantıki ifade tarzıdır.” Doğrudan Eylem, Komünist Bir Proje İçin, Mart 1982.

Epigraf, okuyucuda ilk bakışta Isabelle Sommier’in mercek altına aldığı dönemin tarihsel koşulları içerisinde devrimci şiddeti meşrulaştırdığı izlenimi uyandırabilir. Ancak yazar, çalışması boyunca bir denge tutturma kaygısı gütse de vardığı yer tam aksi yönde. Kötü niyetli olduğumuzdandır belki ama 12 Eylül’ü yargılayacağını umduğumuz ancak Türkiye solunu mahkûm ederken bulduğumuz meşhur iddianamenin ardından gelen süreçte bir yandan Halil Berktay’ın 77’ 1 Mayıs’ının hesabını solculara kesmesi diğer yandan Birikim’in Silah/la Mücadele dosyasıyla Türkiye solunun geçmişini bugününden koparma ve yeni olana bu geçmişi karalamak yoluyla açılma gayreti hafızamızda bu kadar taze olunca, incelemeye koyulduğumuz kitabın zamanlamasıyla ilgili de şüphelenmeye başladık. Tabi Ömer Laçiner’in kitaba yazdığı önsöz de işin tuzu biberi oldu. Laçiner’in teşhis ettiği gibi, çalışmanın önüne koyduğu ödev, 68’in “masum öğrenci hareketleri” ile 70’lerin “eli kanlı devrimci örgütleri” arasına bir uçurum koyan hâkim tarihyazımı geleneğini reddederek iki dönem arasında bir sürekliliğin olduğunu ve devrimci şiddeti yöntem olarak benimseyen sol örgütlerin ancak çoğunluğun desteğinden aldığı onayla varolabileceklerini gözler önüne sermek. Elbette Laçiner’in ilgilendiği mesele bu değil, aradığı daha çok “devrim” ve “devrimci” kavramlarının şiddet ve silahla olan ilişkisine yönelik “kökten” bir sorgulama. Biz ise öncelikle Sommier’in önüne koyduğu hedefi layıkıyla yerine getirip getirmediğini irdeleyeceğiz. Ardından “Silahlara Veda” bölümüyle Laçiner’in ekmeğine yağ sürdüğünü düşündüğümüz unsurlara dikkat çekeceğiz ve çubuğu tersine bükmek için, bu kısa yazının izin verdiği ölçüde zemini kaydırmaya çalışacağız.

Sommier kitabın daha giriş bölümünde kısaca sözünü ettiğimiz, 68’ dönemini 70’lerin silahlı mücadele deneyimlerinden kopararak bu mücadelelerin failleri olan devrimci örgütlerin şiddet tercihlerini anlaşılmaz, kendi ifadesiyle “irrasyonel bir sapkınlık” olarak yansıtan tarihyazımı geleneğini eleştiriye tabi tutuyor. Ona göre toplumsal hareketlerin analizinin şiddetin analizinden koparılması, meselenin kolektif eylem boyutunu hasıraltı ettiği gibi 70’li yıllardaki radikalleşme mekanizmalarının incelenmesinin önüne de taş koymakta. Bu nedenle bahsi geçen yılların “iyi” 60’lar ile “kötü” 70’ler olarak dönemselleştirilmesine ve “Mayıs”ın kurtarılması adına “aşırı solcu”luğu dışlama gayretine karşı bu yıllar arasındaki bağları açığa çıkarmak gerekiyor (s. 23-24). Bu uğurda Sommier hareketler döngüsü kavramını temele alarak İtalya, Fransa, Almanya, Japonya ve Amerika örnekleriyle bu yılların tarihini yeniden yazmaya girişiyor. Kavramın önemi sürecin geleneksel tarihyazımsal aktarımında karşımıza çıkan kırılma ve çatlakları, sözü edilen döngüyü oluşturan beş unsurla (çatışmanın yaygınlaşması, coğrafi ve toplumsal olarak yayılması, kendiliğinden eylemlerin yanı sıra yeni örgütlerin ortaya çıkışı, dünyaya dair yeni yorumların ve ideolojilerin doğuşu, eylem yelpazesinin genişlemesi) ve döngüyü izleyen üç evrenin (isyanın yükselişi, eylemlerin radikalleşmesi ve düşüş evresi) çözümlemesiyle giderilebilecek olmasından geliyor (s. 26).

Bu analizin bütün aşamalarına burada değinmemiz mümkün değil. Ancak bir hususun da kısaca üzerinde durmakta fayda var. Sommier’in 60’lardan 70’lere taşan protestoların radikalleşerek silahlı mücadele formlarına evrilmelerinde de düşüşe geçmelerinde de bizzat devletin baskı ve zor aygıtlarının ve devlet destekli faşist odakların oynadığı rolü ayrıntılarıyla gözler önüne sermesi. 2 Haziran 1967’de İran Şahı’nın Almanya’yı ziyaretine karşı düzenlenen protesto gösterilerinde Benno Ohnesorg’un polislerce katledilmesi, İtalya’da 12 Aralık 1969’da Piazza Fontana bankasına düzenlenen bombalı saldırı, sol hareketlerin radikalleşmesi noktasında baskı aygıtının üstlendiği işlevi göstermek adına Sommier’in kullandığı ve bizim de aşina olduğumuz örneklerden (daha fazlası için bkz. 56-63). Düşüş evresinde baskı aygıtının “antiterörist politikalar” adı altında hangi kılıklara girdiğini görmek içinse “Bir Döngünün Sonu” başlıklı bölüme odaklanmak gerekiyor. Bu gereklilik, döneme özgü silahlı mücadele pratiğinin düşüşünü ısrarla pratiğin kendi iç dinamiklerinde arayanlar için bir reçete olarak da okunabilir.

Netice itibariyle Sommiers’in sorunsallaştırdığı şeyi çalışma boyunca layıkıyla tartıştığını ve silahlı mücadele olgusunu odaklandığı zaman ve mekân itibariyle olabildiğince geniş bir çerçevede ve tarafsızlığını zedeleyecek bir manipülasyona kapılmadan ele aldığını söyleyebiliriz. Ancak “Silahlara Veda” bölümünde kulak verdiği birincil tanıklıkların da Laçiner’in asıl niyetine hizmet ettiğini söyleyelim. Doğrudan Eylem militanlarından Nathalie Ménigon’un, “Mücadele ettiğimiz koşullar geride kalmıştır… Silahlı mücadele macerası bizim için tamamlanmıştır.” ya da yoldaşı Schleicher’in “Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, bizim savunduğumuz hipotezin çöktüğünü saptamak şarttır. [D]evrimci hareketin ve toplumsal hareketin bizi haksız çıkardığını kabul etmek gerekir.” (s. 117-120) türünden sözleri devrimin silahla olan ilişkisine yönelik “kökten” bir sorgulama için tehlikeli referans noktaları oluşturabilir. Bu nedenle biz, böylesi bir sorgulama tuzağına düşmemek için bu ifadelerin arkasından dolanmayı ve “devrimci şiddet”in doruğuna çıktığı tarihsel momenti Benjamin’in meşhur sözleriyle birlikte anmayı tercih ediyoruz: “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü halin oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütü¬len kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır.”

DEVRİMCİ ŞİDDET¸ Isabelle Sommier, Çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 2012