Ütopyaya Kaçış (Şükrü KELEŞ)

Hemen her şeyin tuzaklardan ve yanılsamalardan ibaret olduğu anlaşıldığında yola çıkmak iyidir; zıvanadan çıkmış bir arzuyla yol almak… heyecanlıdır. Böylesi bir düş gücünün trajik ya da komik olması, edebiyat tarihinde Cervantes’in Don Quijote’u kadar ironik bir etki yaratmamıştır herhalde. Bu nedenle, çok az roman yapıtının resim, sinema, tiyatro, bale ve opera gibi sanatın pek çok dalında kendine yer edindiğine tanıklık etmişizdir.

Bu yazıda, edebi ve ahlâki mirasın taşıyıcısı olan Don Quijote’un hangi düşünsel sınırları zorladığını açmaya çalışacağım. Asıl, Cervantes’in “otoriteden kurtulan insanı/okuru” düşünmeye başlaması, aralarında Stendhal, Dostoyevski, Flaubert ve Mark Twain’in de olduğu ve yazma uğraşını okurlarıyla paylaşan yazarların kitaplarında yaşamaya devam etmesi, ondan kalan entelektüel mirasa saygı duyulmasına neden oluyor. Kaldı ki, Don Quijote’un etkisinin edebiyat alanıyla sınırlı kalmadığını, Nietzsche, Russell ve Foucault’un düşünsel evreninde kendine bir yer edindiğini de biliyoruz.

Şuraya dikkat çekerek başlayalım.

Gerçeklikle bağlarını çözen Don Quijote’un benimsediği yaşam ilkesi, bize ne söyler – söylemeli
diyelim ya da?

Cervantes’in yaşadığı yüzyıl, insanın dinsel bağımlılıklarından kurtulmaya ve klise öğretilerinin zayıflamaya başladığı bir dönem. Bu nedenle retorikçilerin söylemlerinde ve yazılı metinlerde yer alan ‘bağlılık’, ‘cesaret’ ve ‘güç’ gibi kavramların anlam içeriklerinde dikkat çekici değişmeler oluyor. Daha önceleri koşulsuz kabul edilen ve insanı tanrıya bağlayan düşüncenin, yaşamı anlamsızlaştıran bir yanının olduğu fark ediliyor. İnsanın pasifize olması, kadere inanması ve oluş hallerinin muğlaklaşması dönemin özellikleri arasında. İnsan/okur, kralların, azizlerin ya da gündelik yaşam üzerinde belirli bir ağırlığı olan şövalyelik kitaplarında yer alan söylemlerle kuşatıldığında, seçim yapması kısıtlanıyor haliyle. Cervantes, bu bağlamda, “kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okur” düşleyerek (1) edebiyat tarihinde daha önce var olmayan bir olanağı yazıya aktarıyor.

Hatırlayalım. Cervantes’in kahramanı, zayıf olanın yanında olmak, zalimi cezalandırmak gibi özde bir güdülenmeyle sabah güneş doğmadan, niyetinden kimseye bahsetmeden, kimseye görünmeden, zırhını kuşanır, başında eğreti miğferiyle Rocinante’ye biner, elinde tuttuğu kalkan ve mızrağıyla kırlara çıkar. Bu figür, hepimizin aklına kazınan maceraperest Don Quijote’tur. Cervantes, bu yola çıkma anının, kahramanı tarafından nasıl anılmasını istediğini kitaba ekleyerek, anlatının içinde anlatıyı kendine döndürür ve romanın çok katmanlı yapısı hakkındaki ilk izleri okurla paylaşmaya başlar. Don Quijote, düşündüklerini gerçekleştirmek amacıyla daha fazla beklemenin bir eksiklik yarattığına ikna olduğunda ona hiç kimse engel olamayacak ve yola çıkacaktır. Serüven boyunca gösterdiği azimden, cesaretten ve aslında olmayan sevgiliye sadâkatten şaşmayacaktır. Don Quijote’un kendini adadığı bazı değerler, yol üstündeki maceralarında karşılaştığı diğer karakterler tarafından bir başarı hikâyesi olarak yorumlanmayacak, aksi, kendisiyle alay edilen, yapıp ettikleri değersizleştirilen, sözleri önemsizleştirilen, çoğu zaman dinlenmeyen, kaçık ve dahası apatik bir adamın yapıp ettikleri biçiminde yankılanacaktır.

Bir süreliğine birlikte eğlenilesi ve zaman geçirilesi Don Quijote, niyetini şövalyeliğin ödevlerinden çıkaran bir kahramandır oysa. Kahramanının niyetini tutkuya dönüştürmeyi başaran Cervantes, iki ciltlik kitabı ironiye yaslayarak döneminin popüler olan ve bu oranda yozlaşan değerlerini anımsatmayı amaçlamış gibidir.

Ayrıca Cervantes, Don Quijote’un içinde büyüttüğü tutkunun, -yine kahramanının iç sesinden aktarıldığı haliyle- ‘bir kahramanlık öyküsü’ olarak geleceğe aktarılması için, kurduğu hikâyelerin bir bölümünü okura teslim eder. Burada Cervantes’in okurdan beklentisi, belki de, Don Quijote’un sürüklendiği maceralarda -ister rahip, dük ya da düşes, ister yolcular, isterse gezici başka şövalyelerle karşılaşsın- tutumunda bir değişiklik olmamasının, niyetinden şaşmamasının ahlâki açıdan bir olgunlaşma göstergesi olduğunun anlaşılmasıdır.

Don Quijote, -şövalye olma isteğinin iliklerine kadar içine doğduğu ilk andan, her şeyden vazgeçişine kadar sürüklenmesi aralığında-, Sancho Panza ile birlikte, inandığı ve tek başına inşa ettiği değerler uğruna toplumda benimsenen ahlâki normlarla, dini kabullerle ve yaygın kabul gören ezberlerle mücadele eder. Don Quijote’un gerçeklik duygusundan kopuşunu ve şövalye olmayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemesindeki ısrarını kitabın sonuna kadar takip ederiz.

Bir şövalye için âşık olmanın, “gökyüzündeki yıldızların olması kadar doğal olması”, Don Quijote’un gözünden Dulcinea’yı özlemle anmasını sıradanlaştırmıyor. Bu kitapta, insanın ölürken kendinden geçmiş bir halde dilinin ucunda bir ismin takılı kalışı, -var olmayışını sorun etmeden- bedeninin tüm detaylarını kurmuş bir maceraperestin zihninde şahlanıyor. Olmayanın olurluğunu ve hatta olduğunu gösteren Cervantes’in yazısı, günümüz edebiyatının bazı örneklerinin henüz potansiyeli açığa çıkmadan kullanımdan kaldırdığı -burun kıvırdığı diyelim- bir olanağı apaçık bir biçimde göstermeyi başarıyor.

Şu ifadeler, demeye çabaladığım şeyi duyurur sanırım –duyursun isterim.

 “Onun, kaşları gökkuşağı, (…), boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır. Namusunun yabancı bakışlardan sakladığı yerleri de, benim anladığım ve düşündüğüm kadarıyla, öyledir ki, ancak hayâl edilerek övülebilir ve kıyaslanamazlar . (2)”

Cervantes, ele aldığı bir olguyu parçalarına ayırmıyor; hikâyelerin özünü -dile pelesenk etmeden- saklıyor. Maceranın, tutkunun ve âşkın durduğu zemini sarsıp boşlukta salınmalarına izin vermiyor.

Cervantes, düşlediği insana/okura ulaşıyor sonuç olarak; dilin içinde, bilincin kuytu köşelerinde düşsel bir sevgili -bir evren- kuruyor.

Her bir okurla birlikte serüven, yenileniyor.




(1) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev: Roza Hakmen. 8. Baskı, YKY. “Sunuş”, Jale Parla,  s: 11.  
(2) Age., s: 114






Görsel: “Don Quijote ve Dulcinea”, Peter Draculic

Modernitenin Kutsal Kitabı Olarak Don Quijote (Gökhan Yavuz DEMİR)

Hukukun Büyübozumu’nun yazarı Kasım Akbaş, doğum günün kutlu olsun!

Kadim dünyanın günbatımının nesneleri uzatan gölgesinde modern trajediyi yaratan Shakespeare, bütün bilinemezliğiyle bir başınadır. Modern dünyanın gündoğumunda gerçekliğin gözleri kamaştıran ışıltısında modern romanı icat eden Cervantes ise meyhanelerde her şeyini anlatan ihtiyar sarhoşlar kadar şarap sohbetlerinin en tanınan müdavimidir. Shakespeare zengin ve başarılı bir oyun yazarıdır; Cervantes ise ne şiirde ne de tiyatroda yeteneğinin karşılığını bulabilmiştir. Shakespeare’in dehası bütün eserleridir; Cervantes’in dehası ise sadece Don Quijote’dir. Shakespeare de Cervantes de 1605’te şaheserlerine imza atmışlardır: Kral Lear ve Don Quijote’nin ilk cildi –bugün 400. yaş gününü kutlayan ikinci cildi için daha on yıl beklemek gerekecektir. Shakespeare dünya denen gizemi oyunlarındaki karakter festivaliyle açığa çıkarırken; Cervantes, dünyanın aşikârlığında kendini saklayan gizi sadece iki karakterle, Don Quijote ve Sancho Panza ile gözler önüne sermiştir. İkisi de 23 Nisan 1616’da hayata veda eden edebiyatın bu iki büyük dehasından Shakespeare biz okurları için tam bir muamma ve meçhul iken, Cervantes malumdur. İşte okuyacağınız yazı, hiç eskimeyen gerçek bir “açık eser” olan Don Quijote ve onun hayatı herkesin malumu olan yazarı hakkındadır.

Miguel de Cervantes Saavedra 1547 yılında Madrid yakınlarındaki Alcalá de Henares’de fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Hayatı da en az romanı kadar sürükleyici olan bu kabına sığmaz İspanyol, karşımıza ilk olarak bir yaralama davasının başrolünde çıkar. Kayıtlara göre 1569’da Cervantes hakkında bir yaralama iddiasıyla tutuklama kararı çıkartılır. Gıyabında verilen cezaya göre sağ eli kesilecek ve on yıl sürgünde kalacaktır. Ama Cervantes sağ elini kurtarmak için kaçacağı İtalya’da kaderin rüzgârında savrulurken bir süre sonra sol elini kaybedecektir. Kaçak ve sürgün olan bu serseri İspanyol, Papa V. Pius’un Osmanlıya karşı bir Haçlı seferi çağrısında bulunması üzerine toplanan İspanya ve Venedik donanmasına Roma’da katılır. 7 Ekim 1571’de Lepanto Körfezi’nde gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı’na katılan Cervantes kahramanca çarpışır: iki kez göğsünden yaralanır ve bir top güllesiyle de sol elini kaybeder. Nisan 1572’ye kadar Messina’da hastanede tedavi gören Cervantes beş yıla yakın askerlik yaptıktan sonra, 1575’te İspanya’ya dönüş yolunda Osmanlı korsanlarına esir düşer ve beş sene de Cezayir’de köle olarak yaşar. Bu esnada defalarca kaçmaya çalışır. Nihayet 1580 yılında ailesi istenen fidyeyi toplamayı başarır ve Cezayir Valisi Hasan Paşa’nın kölesi olarak İstanbul’a gönderilmekte olduğu gemide Cervantes özgür olduğunu öğrenir. İspanya’da da hayat onun için hiç kolay olmayacaktır. İşsiz kalır, yazdıkları başarı kazanmaz, kısa süreli tutuklanmalar yaşar ve 1594’te vergi tahsildarı olur. 1597’de bazı vergi gelirlerini zimmetine geçirdiği iddiası ile yine hapse atılır. Burada Don Quijote’yi yazmaya başlar. Evinin önünde bıçaklanarak öldürülen bir adam yüzünden cinayete iştirak suçlamasıyla yine içeri alındığı ve paçayı zor kurtardığı 1605 yılında, yayınlandığı anda bir best-seller olan Don Quijote’nin ilk cildi yayınlanır. Roman muhtelif korsan baskıları yapılacak denli çok satsa da Cervantes’in ekonomik sorunlarına derman olmaz. Çünkü yayıncısıyla çok kötü bir sözleşme yapmıştır. Çok kısa sürede birçok dile tercüme edilen roman – meselâ 1612’de İngilizceye tercüme edilmiştir ve Shakespeare’in Don Quijote’yi okuduğu bilinir – maalesef yazarından başka herkese para kazandırmıştır. 1613’te yazdığı Örnek Alınacak Hikâyeler ve 1615’te yayınlanan Don Quijote’nin ikinci cildi yazarlığının en müstesna eserleridir.

Gözü kara, serseri, kaçak, sürgün, asker, silahşör, gazi, köle, devlet memuru, rüşvetçi, mahkûm, başarısız oyun yazarı ve modern romanın babası olmayı tek bir hayat hikâyesine sığdırmayı başarmış bu İspanyol’un biyografisini okumak bile çok keyifli bir tecrübedir. Bilhassa çok iyi bir Cervantist olan Jaime Manrique’in, İnebahtı’nın çolak gazisinin yaşanmış serüvenlerindeki boşlukları edebî muhayyilesiyle tamamladığı ve yazarımızın hayatından enfes bir entrika ve intikam romanı çıkarmayı başardığı Cervantes Sokağı bunun en güzel ispatıdır.

Rivayet odur ki bahçede kitap okurken kontrolsüz bir kahkaha nöbetine yenik düşen bir öğrenciyi sarayının balkonundan gören III. Felipe, “şu genç adam ya deli yahut da Don Quijote’yi okuyor” demiştir. Döneminin İspanyol toplumunu bütün erdemleri, çelişkileri, tuhaflıkları ve canlılığıyla bir metnin içine yerleştirdiği Don Quijote’de Cervantes, neredeyse altı yüz kadar şahsa yer vermiştir: asilzâdeler, burjuvalar, köylüler, din adamları, çobanlar, çerçiler, hırsızlar, devlet memurları, Çingeneler, orospular, Yahudiler, Mağribî Müslümanlar, berberler, komedyenler,Türk korsanları, maceraperestler; kısacası hemen her türlü meslekten ve toplum katmanından figürler geçit resmi yaparlar.

O devirde çok moda olan şövalye romanlarının müptelası olan Hidalgo Alonso Quijida’nın, bu romanları okuya okuya gerçeklikle bağını kaybetmesinin anlatıldığı ilk ciltte şövalye romanları tiye alınır. Fakat on yıl sonra yazacağı ikinci cilt, bu ilk cilt hakkında bir romandır ve ikinci ciltteki her karakter de ilk cildin okurudur. Her ne kadar daha 1613’te Örnek Alınacak Hikâyeler’in önsözünde Cervantes Don Quijote’nin devamını yazacağını müjdelese de, on yıl sonra bu ikinci cildin yazılmasının sebebi 1614 yılında – bugün de kim olduğu bilinmeyen – Alonso Fernández de Avellaneda imzalı sahte bir Don Quijote’nin yayınlanmasıdır. Bu sahtekâr yazar, bu sahte Don Quijote’de Cervantes’e ileri geri sataşmalarda bulunur. Bizim serseri tabiatlı Cervantes’imiz buna çok içerler ve bir daha devamı yazılamasın diye Don Quijote’yi sonunda öldüreceği hakiki ve esaslı ikinci cildi yayınlar. İlk ciltte modern dünyada şövalyeliğin bir delilik olduğunu anlatan Cervantes, şimdi şövalyeliğe layık olmayan modern dünya ile alay etmektedir.

Modernitenin temel karakteristiklerini romanına bir sosyolog ciddiyetiyle nakşeden Cervantes, bir delinin komedyasını değil, aşırı rasyonaliteden muztarip modern dünyada ideallerinin peşinden koşan bir kahramanın trajedisini yazmıştır. İkinci cildin sonunda Don Quijote yakın dostları berber ile papaza ölüm döşeğinde deli olduğunu, romanların hayal dünyasına inandığı için pişman olduğunu itiraf edip günah çıkarırken, tutku ve delilik, akıl karşısında artık ebedî mağluba dönüşür. Bilinç ve delilik, bir arada asla bulunamayacağı için, deliliği karşısında bir mesafe edinen ve bilinç geliştiren Don Quijote ölmeye mahkûmdur. Don Quijote’nin ölümü, Apollon karşısında Dionysos’un mağlubiyetini sembolize eder.

İnsanlar belki de Don Quijote’yi okuyanlar ve okumayanlar diye; okuyanlar ise kendi aralarında ilk cilde veya ikinci cilde müptela olanlar diye ikiye ayrılabilir. Don Quijote’nin okurları hakkında bir meta-roman olan ikinci cilde aşık bir Don Quijote okuru olarak; Don Quijote’nin İspanya’nın İncil’i olduğuna inanan Unamuno gibi ben de bu modern hayatın kutsal kitabını saygıyla selamlıyorum: “Tanrımız Don Quijote!”







Cervantes’in Eşikteki Karakterleri (Murat ÖZBEK)

Karar anı, eylemde bulunacak kişi için bir eşiktir. Bu eşikte geçişi risk alıp alamama durumunun verdiği huzursuzlukla beraber bu huzursuzluğun tetiklediği tedirginlik belirler. Eşikteki geçiş toplumsal normlar dâhilinde onurlu bir davranış olarak karşılanacak olsa bile tedirginlik ve huzursuzluk bu geçişi erteleyebilir veya tamamen ortadan kaldırabilir. Eşiği geçmek, geçiş anında risk barındırır. Daha net bir ifade kullanırsam, asıl belirleyenin “risk” olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çoğu zaman söz konusu olan risk, kişiyi ya eşikte sallandırır ya geri adım attırıp geçmişin içinde eritir.

Miguel De Cervantes Saavedre’in Örnek Alınacak Hikâyeler ismiyle Kırmızı Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan öyküleri yoğun bir şekilde “karar anı” temaları ile belirlenir. Elbette hayatın her alanında karar verme anıyla karşılaşırız, fakat Cervantes’in öykülerinde –yazarın ifadesiyle- kurt ve kuzunun karşılaşmasındaki karar anı dikkat çekicidir.

Eşik, Sınır Ve Geçiş

Bu yazıda söz konusu kitaptan “Rinconete ve Cortedıllo” isimli örnek hikâye üzerinden karar anında ortaya çıktığını iddia ettiğim zorlukları temellendireceğim. Öykü bir hırsızla kumarbazın karşılaşmasının ve hırsızla kumarbazın arkadaş olmalarının hikâyesini anlatır. Hikâyenin başlarında geçen tanışma faslında Rinconete doğduğu yeri şöyle tanımlar: “Ben, beyefendi, ünlü yolcuların birbiri ardına geçtikleri bir yer olmakla nam salmış olan Feunfridalıyım.” Feunfrida, İspanya’da kralın ve kraliyet mensuplarının çiftliklerine gitmek için geçmek zorunda oldukları Guadarrama Dağları üzerinde bir yerdir. Bu geçiş bir zorluğu barındırır ve bu zorluk göze alınması gereken bir zorluktur. Zorluğu ortaya çıkaran geçiş işlemindeki güzergahtır. Geçişin sözlükte birden fazla anlamı olduğunu ve bu anlamların tümünün de ilgi çekici olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikli anlamı “geçme işi” olarak tanımlanır. İkincisi “herhangi bir durumdaki değişme”, bir sonraki anlam ise müzikle ilgili olarak “bir tondan başka bir tona atlama” olarak belirlenir. “Geçme işi” fiili bir durumu anımsatsa da teorik bağını da gözden kaçırmamak gerekir. Bizim ilgimize hasıl olan da bu teorik bağdır. Üçüncü, dördüncü hatta beşinci anlamı ortaya çıkaran teorik bağ, meseleyi daha da karmaşıklaştırır. Zira eşikteki geçiş artık salt geçiş değildir. Eşiği açık bir sınıra dönüştüren bir hal alır.

İki arkadaş birbirlerine güvendikten sonra beraber iş yapmaya karar verirler. Ardından hem kumardan hem hırsızlıktan biraz para kazanırlar. Bulundukları şehirde birkaç badire atlattıktan sonra Sevilla’ya giden atlı bir konvoya katılırlar. Sevilla’ya geçişte gümrük kapısını kullanmak zorundadırlar. Bu sefer onları Sevilla’ya götürmek için yanlarına alan atlı konvoyu soymaya niyetlenirler ama bu konuda henüz bir karara varmış değillerdir. Fakat tam gümrük kapısına geldiklerinde geri dönüşü olmayan bir karar vermeleri gerekir. Sınır geçildikten sonra yolları ayrışacaktır ve ellerine geçmiş olan bu fırsatı tepmiş olacaklardır. Öte yandan onları sınırdan geçirerek yardımcı olmuş birilerini soymanın huzursuzluğu ortaya çıkmaktadır. En nihayetinde eşik bir sınırda ortaya çıkmıştır. Bir adımın, içeriyi dışarı, dışarıyı içeri yapmaya muktedir ettiği bir sınırdır burası.

Hırsız konvoydan birinin çantasını açar ve bir şeyler çalar. Kaçınılmaz olarak sınırda bir karar verilecektir ama bizi ilgilendiren şey karardan öte, karar anıdır. Daha ilginci eşiğin bir sınırda ortaya çıkmasıdır. Sınırdaki eşikte verilen karar, tekrarlanamazlığın ve tekrarlanamazlıktan dolayı kaçınılmazlığın zorluğunu, ortaya çıktığı “an” içindeki kabiliyetinden alır.

Bu türden “an”lar zalimlik, doğallık, şefkat, merhamet gibi imgeleri de beraberinde getirir. İmgeler öykünün başında verilir. Dahası öykü bu imgelerle şekillenir ve ardından kararlar verilir. Ne var ki bu şekillenme yazarın çizdiği hatta ilerlemez. Üstelik yazar böyle bir hat çizme gayretinde de değildir. Daha çok okuyucunun okuma biçimi yaklaşımları şekillendirir.

Geçiş, Doğa Ve İrade

Öyküdeki geçiş ve sınır vurgusu modern ya da post-modern dönemden daha ziyade Romantik dönem felsefesindeki mevcudiyet meselesi ile bağlantılı topos vurgusu üzerinden kurgulanmıştır. Özellikle Guadarrama dağı Rousseau metinlerindeki doğa tasvirlerini anımsatır. Rousseau’da olduğu gibi bu öyküde de doğa belirleyici rol oynar. Kişiyi eşikte karar vermeye zorlayan hep doğadaki engeller olmuştur. Kraliyet çiftliğine ulaşmak için Guadarrama Dağları geçilmelidir ya da atlı konvoydan bir şeyler çalmak için sınırdan geçmeden karar verilmelidir. Her iki durumda da kişinin iradesi yazar tarafından devre dışı bırakılmıştır. Her ne kadar karar veren öykünün karakteri olarak görülse de karar vermeye zorlayan şeyin ne olduğu bu yazıda konu edildiği gibi öykünün de şekillendiricisi olmuştur. Bunu söylememe imkân tanıyan şey ise karakterlerin karar vermek zorunda olmalarıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi karar anı ile karşılaşmak kaçınılmazdır ama bu “an” kendi kabiliyetini ortaya koyduğunda karar vermemek (kararsız kalmak değil, bilinçli olarak karar vermemek) bir seçenek dâhilinde olamıyorsa verilen karar kişinin iradesiyle verdiği bir karar değildir.

Sözün özü, Cervantes, öykülerinde vurucu bir dil biçiminden ziyade imgeleri ve kavramları bir yöntem olarak belirlemiyi tercih etmiştir. Öykülerdeki konular kompleks konular olarak seçilmemiştir, fakat bunun yerini detaylardaki belirlenimler almıştır. Dolayısıyla öyküler uzun tartışmalara mahal verecek biçim ve maksatla ilerler.


ÖRNEK ALINACAK HİKAYELER, Miguel De Cervantes Saavedre, Kırmızı Yayınları, 2010, İstanbul.






Cervantes Osmanlı Sarayında! (Merve TOKGÖZ)

La Gran Sultana, Cervantes’in Türkçeye Yüce Sultan adıyla çevrilmiş, komediyi ve ironiyi içerisinde barındıran tiyatro oyunudur. Oyun hem İstanbul’da geçmesi hem de Cervantes’in edebi dehasının bir ürünü olması hasebiyle oldukça önemliyken, eserin geç sayılabilecek bir tarihte (1995) Türkçeye çevrilmiş olması üzüntü verici. Bu üzüntüyü gideren gelişme ise, oyunun Devlet Tiyatroları’nda seyirci ile buluşmuş olmasıdır. Gerçi unutmadan hemen hatırlatmalı: 2010 yılında bu oyuna, Osmanlı’yı aşağıladığı gerekçesiyle Devlet Tiyatroları tarafından sansürleme girişiminde bulunulmuştu.

Tutsak Cervantes

Peki, Cervantes neden Osmanlı sarayını konu alan bir oyun yazmıştır? Kendisinin, Osmanlı ile ilgili bir oyun yazması tesadüfî değildir. Cervantes, Papa’nın Osmanlı’ya karşı haçlı seferi çağrısında bulunmasıyla İspanyol birliklerine gidip asker olarak yazılır. İnebahtı Deniz Savaşı’nda kolunu kaybeder. Savaşta yaralandıktan sonra İtalya’ya döner ve nekahet döneminden sonra birkaç deniz seferine daha katılır. Ne var ki kolu olmadığı için rütbesi bir türlü yükseltilmez ve Cervantes askerlikten çekilir. Böylece İtalya’dan İspanya’ya doğru harekete geçer ve içinde bulunduğu gemi Türk denizcileri tarafından ele geçirilir. Cervantes artık esir düşmüştür ve sonuç itibariyle beş yıllık tutsak hayatını Osmanlı’ya bağlı Cezayir’de geçirir. Osmanlı topraklarında geçirdiği bu beş yıl boyunca bir yanıyla tutsak hayatının zorluklarına karşı mücadele verir. Öte yandan da bu beş yıllık deneyim yazdığı eserler için kıymetli bir malzeme olmuştur.

Oyuna dönecek olursak; Yüce Sultan’da olaylar ekseriyetle Topkapı Sarayı’nda cereyan eder. Açılış sahnesi dışında, oyunda halkın esamesi pek okunmaz. Bu sahnede, yeniçeri eşliğinde Topkapı Sarayı’ndan Ayasofya’ya Cuma namazı kılmaya giden Osmanlı padişahını iki büklüm durup selamlayan ve bir yandan da fırsat bulabilirlerse dertlerini ifade etmeye çalışan bir halk görülür. Cervantes oyununu saray merkezli kurgulamıştır ve bu kurguda farklı millet ve dinden karakterlere de yer vermiştir. Padişahın âşık olduğu kadının İspanyol ve Hıristiyan olması, zaman zaman Yahudi karakterlerin görülmesi ya da Rum kılığına girmiş casusun oyunda yer alması buna örnek gösterilebilir.

“Hoşgörülü” Osmanlı

Yüce Sultan birbiri ile ilintili üç hikâyeden oluşur. Diğer ikisini sonuca bağlayan ve bu sebepten ötürü oyunun omurgasını oluşturan esas hikâye padişahın Catalina’ya olan büyük aşkıdır. Haremağası Rüstem onu yıllar boyu padişahtan saklamış ve korumuştur. Catalina bu sayede Hıristiyan öğretisinden ve İspanyol olmaktan kopmamış ve Türkleşmemiştir. Ne var ki diğer haremağası Mami’nin Rüstem’in sırrını padişaha ispiyonlaması ile genç kadın, padişahın huzuruna çıkarılır ve o an padişah güzel Catalina’ya âşık olur. O güzellik padişah için tanrısal bir mertebededir. Catalina’nın Türkleşmek istememesi ve Hıristiyanlığından taviz vermemesi dahi padişah için mühim değildir. İlginçtir ki padişah burada gösterdiği “hoşgörü”yü,  İran elçisine karşı pek göstermez. Barış sağlamak için gelen elçiyi, görüşmeler sırasında İspanya kralını övmesinden ötürü idam etmek ister paşalar ve fakat elçilik haklarından dolayı bu idam gerçekleşmez. Tüm bunlar yaşanırken padişah oldukça pasif durumdadır ve neredeyse hiç müdahil olmaz.

Cervantes’in oyunda “Osmanlı hoşgörüsünü” göklere çıkardığını söylemek yanlış olur. Zira diğer iki yan hikâyede de Cervantes köle ve cariyelere dikkat çeker. Oyunda her şeyi “hoşgören” bir saraydan çok, aldatılmaya ve kandırılmaya meyyal saray kurgulanmıştır. Söz konusu yan hikâyelerden birinde Madrigal isminde bir köle vardır ve yan hikâye bunun etrafında dönüp dolaşır. Ana hikâye açısından sonuç bağlamında hayati bir işleve sahip olmasa dahi Köle Madrigal ve şeyhülislam arasındaki diyaloglar dikkat çekicidir. Bir kölenin, bir din adamını anlattığı uyduruk hikâyelerle kandırıp üstüne korkutabiliyor olması oldukça gülünçtür. Köle Madrigal büyük günah sayılan zina suçundan böylece sıyrılabilmiştir. Cervantes şeyhülislama öyle bir rol biçmiştir ki dini gücü elinde bulunduran adam bu gücü hiçbir zaman kullanamamıştır; ne köleye cezasını verebilir ne de padişahın Müslüman ve Türk olmayan bir kadınla evlenmesine engel olabilir.
 
İspanyol Zaferi!

Clara ve Lamberto’nun aşklarının konu edildiği diğer yan hikâyede ise ana hikâyeye tutturuluş bakımından ilgi çekici bir son vardır. Clara sevdiği adam olan Lamberto’nun yanındayken Türkler tarafından kaçırılır ve sonunda cariye yapılıp saraya getirilir. Lamberto’nun da daha sonra aşkı için kadın kılığına girip cariye olduğunu görürüz. Haremdeki bu gizli birliktelik, padişahın hareminden Zelinda’yı  (Lamberto) beğenip erkek evlat vermesi için yanına çağırdığında ortaya çıkar. Kıyamet kopacak gibi olsa da kopmaz zira Lamberto tıpkı Köle Madrigal gibi bir hikâye uydurup hem hünkârı hem de şeyhülislamı kandırır. Küçüklüğünde kız iken erkeklerin kadınlardan daha güçlü olduğunu işitmesi üzerine cinsiyet değiştirmek istediğini ne var ki Hıristiyanlığın buna müsaade vermediğini, böylece Muhammed peygambere yalvarıp yakardığını, inatla dua ettiğini ve dualarının kabul edildiğini ve nihayetinde Muhammed peygamberin onu birdenbire erkeğe çevirdiğini şeyhülislam ve hünkâr karşısında aktaran Lamberto oldukça şanslıdır. Çünkü Köle Madrigal’in anlattığı uyduruk hikâyelere inanan bir şeyhülislamın buna inanmaması söz konusu olamaz. Sonuç olarak padişah da ikna olur. Catalina’nın padişahın ona verdiği her şeye hükmedebilme yetkisi sayesinde sevgililere bahşettiği özgürlük aynı zamanda siyasi bir kazanca da dönüşür. Lamberto, önce Catalina tarafından Sakız Adası’na paşa yapılır fakat padişahın isteği üzerine daha da stratejik bir ada olan Rodos’a paşa yapılır.

Oyunun sonunda Cervantes tüm İspanyol karakterleri kazanan ilan eder: Catalina, birisini paşa yapabilecek kudrete sahip olmuştur; Lamberto, sevgilisi Clara ile haremdeki gizli birlikteliklerinden ceza almak yerine siyasi otoritede yer edinir; Köle Madrigal idam cezası alacakken şeyhülislamı kandırmayı becerir ve oyunun sonunda İstanbul’dan kaçar; Catalina’yı arayan babası kızını bulur, köle olmaktan da kurtulur böylece. Ezcümle Cervantes Topkapı Sarayı’nda mutsuz hiçbir İspanyol bırakmamış, hepsini oyun sonunda bir şekilde mutlu etmiştir.

YÜCE SULTAN, Miguel de Cervantes Saavedra,  Çev.:Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.